1970’lerden 1980’lere gelindiğinde günler yine sancılı geçiyordu, adeta bir kartopunun bayır aşağı yuvarlanıp düşüşüydü.
Yaprak dalından düşmüş binlerce dal kırılmıştı o fırtınada, herkes kendi acısını kendi içinde yaşar duyarken toplum yüreklerinde iç ağrısı büyütüyordu.
Ülke 1980’lerin başında dönemsel geçici bir meltem rüzgârı estirse de, özünde hep bir altüst oluşa gebeydi.
Keza işte o iki binli yılların sancılarında şimdi yaşamları her açıdan sarsılan binlerce aileden-insanlardan sadece bir ailenin Metin’lerin öyküsünde yolculuk yapmaktayız.
Onlar ki; yaşamdan çok şey istemeyip kimseye muhtaç olmadan yaşamsal gereksinmelerinin en asgarisini isteyen, rakamların çok büyüyüp yaşamların o denli küçültüldüğü bir ülkenin, tırtılın yaprakta yürüyüşü, karıncanın yiyeceğini yuvasına taşımaya, arının peteğine bal yapmasına benzer kelebek yaşamlarıyla var olmaya çalışanlardandı.
Metin yorgun yılların bedenine yüklediği tüm ağrılarına rağmen yaşamın yılmazlığına inat adeta yılmaz bir savaşçıydı, yetenekleri her kadar kısıtlı olsa da yaşamak için emek vermesi gerektiğini bilenlerdendi. Yaşam öyküsünü irdeledikçe ne hengâmelerden geçtiğini çok iyi anlayabiliyor açmazların sosyal nedenlerini sevecen bir o kadar güneş parıltılı umut yüklü gözlerinde, yüzündeki yaşam çizgilerinde görebiliyordunuz.
Uzun yıllar o yorgun hantal bir o kadar hareketli şehri İstanbul da yaşayıp açmazların sonucu sakin bir limana yanaşan tekne gibi, yıl 1988’di ve kendini bu kasaba kadar olan Trakya’nın en uç bölgesinde şirin sakin küçük yaşamların koca yürekli insanlarının yaşadığı Kırklareli şehrine atmıştı.
Oysa ne yol ne iz biliyordu bildiği sadece bir şey vardı, toplum ve insan sevgisi ve kendine olan güveni, insanlara toplumuna güvendiğiydi.
Eşine gözlerimin güzel rengi, gel öfkeli bulutum hırçın denizim gel gönül çiçeğim derdi.
Eşi dar alanın geniş ufuklu işlenmesi gereken bereketli bir topraktı adeta.
Onlar yaşamları küçük ama kocaman yürekleriyle olan hep sabırları demleyen bir ülkenin acılar denizi çocuklarıydılar. Bu iki insan sanki göç yollarındaki kuşlardı, ikisi de ülkenin farklı yerinden kopup gelerek ortak bir yaşamı bütünlemişlerdi.
O hep sıfırdan başlayıp bir şeyleri oluşturup şekillendirmeyi, bilerek ya da bilmeden de olsa, seviyordu yaratıcı olmayı,zor yaşamlarının özüydü.İşte yine adeta sıfır da buzul dağlarındaydı. Öyle bir açmaza düşmüştü ki parmağında ki evlilik yüzüğünü bile satıp onunla kendi küçük işini, yaşamlarını sürdürmeye çabalıyordu. Ne kışlar ne tufanlar yaşamıştı bu ayazı içini delen mevsim vurgunu şehirde, uzun yıllar hep kendinden fazla çabayla geçip gitti. Omuzdaşı-yürek yoldaşıyla birlikte işinde başarılı olup toplumda kendini kabul ettirip o saygınlığı sağlamışlardı.
Bir an dalgın düşmeye görsün insan, tüm verilen yılların çabası onca mücadele bir anda yok olabiliyordu. Hani bir söz vardır güvenme zenginliğine bir kıvılcım, güvenme güzelliğine bir sivilce yeter. O sabah işine gitmek için duş alır ve çıkar evinden bir süre sonra evinin yandığı haberi gelir epey uğraştan itfaiyenin geç gelmesinden çeşitli yetersizliklerden kendince oluşturup kurdukları kirada oldukları evi ve eşyalarının büyük kısmı yanmıştır.
Yanan evin yapılması yeni eşya alınması böylece yeni bir yük daha yaşamına eklenmiştir.
Ülkede ki 2001 krizi tüm toplumu olumsuz etkilerken onlarında bu gelişmeyle birlikte yaşamları kartopunun düşüşüne dönüşmüş bir şekilde yirmi yıllık bir yaşamın sürdüğü bu şirin şehirden göç etmeye karar verilmiştir. Kısa süreli bir çabayla Demirköy ilçesinde var olma mücadelesinin başarısızlığının ardından bir “dostun” desteğiyle Ankara’ya gidilir orada bir yıl süren var olma mücadelesi yine olumsuz bir tıkanmaya varınca bu kez ailesinin desteğiyle orta Anadolu’nun gelişmekte olan dağlarla çevrili bu hoş tarihi zengin medeniyetlerin yaşandığı türkülerde dile gelen güzel bir şehir olan Kayseri’ye yerleşilir.
Zaman boğazına atılan bir kement gibi geçerken, yaşı ilerlediğinden bir türlü işte bulamamakta bir yıldır işsizliğin girdaplarında nehirde sürüklenen dal misali savrulmaktadır.
Kimilerinin yaşadıkları, artık kafaları ekmek kabuğunun içinde bitkisel bir yaşamdı.
Böylesine açmazlar içinde yek ekmeğe muhtaç bir halde yaşamları sürerken,onlar olabildiğince bulundukları ortamda,kendilerine dairleri pek dışa vurmamaya,kendini onaran bir yara gibi davranmaya çalışıyorlardı.
Bir gün komşusu, elinde geçmişten kalan bilgisayar masasını ve sandalyesini satmasını ister olur der ve kırk liraya anlaşırlar, para ödemeye gelince komşusu beş lira eksik verir, ısrarlı bir şekilde daha ucuza olayı kapatır, Metin ise suçlu bir çocuk gibi boynunu büker canın hoş olsun der.
O an aklında şu düşünce oluşur; alan el mi veren el mi? Kişinin gönlü bol her zaman verme ağacında büyümüş olanı olgun meyve değil midir?
İnsanlar hep bana demeleri yaşanan toplumsal dokunun bir bencilliği getirmesi sonucumudur alıcı ile satıcı arasında ki çelişkide diye birçok karmaşık düşüncelerle çekip gider.
Bitmedi…
Vedat Koparan 17.07.2008
Vedat KoparanKayıt Tarihi : 17.7.2008 19:47:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!