Daha dünyaya gelmeden alnına yazılmıştı bir kez kaderi güzeller güzeli Seyide’nin. Nasıl da severlerdi Seyide ve Muhsin birbirlerini. Onunla kan kırmızısı gelincik tarlalarında koşarken dalgalı kızıl saçları rüzgarda uçuşurdu, yürürken el ele tek can gibi olurlardı
Sevda şerbetini içerlerken yudum, yudum her gün, şimdi bir kadersizliği yaşıyordu. Ne istediler ki iki fidandan Berdel diye bir şey koydular aşkların önüne veda etti sevdiğine içi yana,yana. sonsuza kadar köle olması istendi sevmediği birine. Kelepçeler vurdular yüreğine. Seven iki yüreği hiç düşünmeden ayırdılar. Beyaz gelinlik yerine genç yaşta davul zurna eşliğinde kefen giydirdiler diri,diri. Sanki mezara gömdüler
Ömrünün baharında matem tohumları ektiler. Kilit vurdular aydınlık sabahlarına, yıldızlı gecelerine,sevda dolu yüreğine
Artık her gün yaşlı gözlerle sevdiğine dokunamayan elleriyle, buzulların bile söndüremediği aşkıyla yanıyordu Seyide. Törelerin çıkmazında çürüyordu işte sabahları camına konan minik serçelerin nağmeleri de susmuştu. Güneş hiç doğmuyordu üzerine Gönül bahçesindeki mor menekşeler,pembe sümbüller Muhsin’in sevgisiyle yeşerirken, ne yazık ki o çiçekler de ölüyordu Seyide ile birlikte
Ceylan ben seni vuramam
Saklananıp beni süzme ne olur
Ceylan ben seni vuramam
Tenhalarda bir gölgeyim