Mahcup kış güneşinin, çatlak parkeler üzerine yansıyan solgun ışığını takip ederek ona doğru ilerlerken, çatırtıları daha iyi duyabilmek için yavaşlıyorum. Çıplak, ak ayaklarıma takılıyor bakışlarım. Pek küçük ve zavallı görünüyorlar. Onların boyuma göre orantısız bir biçimde minik olmalarıyla alay eden bir arkadaşımı hatırlayıp gülümsüyorum. Sabahın baş döndüren mahmurluğuyla salınarak yanına geldiğimde sanki ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi kısa, keskin, tiz bir çığlık atınca uyanıyorum. Uçları sarı çiçek desenleriyle menevişlenen koyu yeşil yapraklarını yerden toplamak için eğilince başımı narin dallarından birine çarpıyorum. Epeydir koparmaya kıyamadığım için ağırlaşan meyvelerin bazıları dolgun yaz yağmuru taneleri gibi tıpır tıpır ahşabın üzerine yağıyor. Onları toplarken vanilya kokan beyaz gelin çiçeklerinin, yeşil bebek mandalinaların, büyük turuncu meyvelerle aynı ince dalın üzerinde olduğunu görünce, Mina’nın bir ağaç olduğunu unutup ona sıkıca sarılmak istiyorum. Hayatının bütün mevsimlerini aynı anda yaşamaya mahkûm ederek huzurunu bozduğum kızım, sürprizli dirilişiyle beni utandırıyor.
“Nasıl oldu bu sana diye” soruyorum ona. Bizi hayatın bildiğimiz ritmine alıştıran çıplak gerçeklere ne oldu? Hani evrende her canlının tabiatın döngüsüne eşlik eden bir ‘iç saati’ vardı. Dar yokuşun bittiği yerde üst üste yığılmış çirkin apartmanların üstünden ağaran aydınlığa bakarken susup denizi dinliyoruz bir süre. Havanın serinliğiyle ürperen deniz, gümüş tozuna batırılmış bir kumaş parçası gibi parlıyor. Mina’nın tül yaprakları balkon kapısından sızan incecik bir rüzgârla titriyor. Ayaklarımın üşüdüğünü fark edip, yürürken ayağımdan çıkan mavi ev çoraplarımı giymek ve kendime yasemin çayı yapmak için mutfağa doğru gidiyorum. O sırada içimden ona anlatmak istediğim hikâyeler geçiyor. Hayatlarımız eksilmesin diye fısıldanan eski hikâyeler. Okurken insanlar kendilerini görebilsin diye uydurulan basit hikâyeler...
BİR TÜR İNSANLIK HASTALIĞI
Mina, ben dün gece Benjamin Button’la tanıştım. Bana tuhaf hikâyesini anlattı. O ne seni getirip unutan ‘ihtiyar ruhlu’ huysuza ne de bana benziyor. Aslında o tanıdığımız hiç kimseye benzemiyor. Amerikan’ın ‘isyankâr’ çocuğu Scott Fitzgerald, onu yaratırken ne düşünüyordu bilmiyorum ama çok eğlenmiş olmalı. Zamanın bilinen döngüsünü kırıp, bir insanın hayatını sondan başlatabilen fantastik bir fikir, daha çok onun gibi toplumun kutsal addettiği değerlerle dalga geçebilen ‘deli’ yazarların aklına geliyor sanırım. Benjamin, yetmiş yaşındaki ihtiyar bir adam görüntüsüyle dünyaya geliyor. Yaşıtları zamanın tahribatıyla eskirken o gençleşiyor, süt kokan bir bebek olana kadar küçülüyor. Zamanı ters akan bir yeraltı nehri gibi hissettiği için kimsenin duymadığı sesler, kokular ve göremediği renklerle hayatı kavramaya çalışıyor. Ancak farklı olduğunu bilenlerin sonsuz yalnızlık duygusuyla anlatıyor hikâyelerini.
Satarken güllerini,
Alırken alın terini.
Yırtıktı elbisesi,
Ayağında terliği.
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta