Benjamin Button Ve Eksik Hikâyelerimiz...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Benjamin Button Ve Eksik Hikâyelerimiz...

Mahcup kış güneşinin, çatlak parkeler üzerine yansıyan solgun ışığını takip ederek ona doğru ilerlerken, çatırtıları daha iyi duyabilmek için yavaşlıyorum. Çıplak, ak ayaklarıma takılıyor bakışlarım. Pek küçük ve zavallı görünüyorlar. Onların boyuma göre orantısız bir biçimde minik olmalarıyla alay eden bir arkadaşımı hatırlayıp gülümsüyorum. Sabahın baş döndüren mahmurluğuyla salınarak yanına geldiğimde sanki ilk kez karşılaşıyormuşuz gibi kısa, keskin, tiz bir çığlık atınca uyanıyorum. Uçları sarı çiçek desenleriyle menevişlenen koyu yeşil yapraklarını yerden toplamak için eğilince başımı narin dallarından birine çarpıyorum. Epeydir koparmaya kıyamadığım için ağırlaşan meyvelerin bazıları dolgun yaz yağmuru taneleri gibi tıpır tıpır ahşabın üzerine yağıyor. Onları toplarken vanilya kokan beyaz gelin çiçeklerinin, yeşil bebek mandalinaların, büyük turuncu meyvelerle aynı ince dalın üzerinde olduğunu görünce, Mina’nın bir ağaç olduğunu unutup ona sıkıca sarılmak istiyorum. Hayatının bütün mevsimlerini aynı anda yaşamaya mahkûm ederek huzurunu bozduğum kızım, sürprizli dirilişiyle beni utandırıyor.

“Nasıl oldu bu sana diye” soruyorum ona. Bizi hayatın bildiğimiz ritmine alıştıran çıplak gerçeklere ne oldu? Hani evrende her canlının tabiatın döngüsüne eşlik eden bir ‘iç saati’ vardı. Dar yokuşun bittiği yerde üst üste yığılmış çirkin apartmanların üstünden ağaran aydınlığa bakarken susup denizi dinliyoruz bir süre. Havanın serinliğiyle ürperen deniz, gümüş tozuna batırılmış bir kumaş parçası gibi parlıyor. Mina’nın tül yaprakları balkon kapısından sızan incecik bir rüzgârla titriyor. Ayaklarımın üşüdüğünü fark edip, yürürken ayağımdan çıkan mavi ev çoraplarımı giymek ve kendime yasemin çayı yapmak için mutfağa doğru gidiyorum. O sırada içimden ona anlatmak istediğim hikâyeler geçiyor. Hayatlarımız eksilmesin diye fısıldanan eski hikâyeler. Okurken insanlar kendilerini görebilsin diye uydurulan basit hikâyeler...

BİR TÜR İNSANLIK HASTALIĞI

Mina, ben dün gece Benjamin Button’la tanıştım. Bana tuhaf hikâyesini anlattı. O ne seni getirip unutan ‘ihtiyar ruhlu’ huysuza ne de bana benziyor. Aslında o tanıdığımız hiç kimseye benzemiyor. Amerikan’ın ‘isyankâr’ çocuğu Scott Fitzgerald, onu yaratırken ne düşünüyordu bilmiyorum ama çok eğlenmiş olmalı. Zamanın bilinen döngüsünü kırıp, bir insanın hayatını sondan başlatabilen fantastik bir fikir, daha çok onun gibi toplumun kutsal addettiği değerlerle dalga geçebilen ‘deli’ yazarların aklına geliyor sanırım. Benjamin, yetmiş yaşındaki ihtiyar bir adam görüntüsüyle dünyaya geliyor. Yaşıtları zamanın tahribatıyla eskirken o gençleşiyor, süt kokan bir bebek olana kadar küçülüyor. Zamanı ters akan bir yeraltı nehri gibi hissettiği için kimsenin duymadığı sesler, kokular ve göremediği renklerle hayatı kavramaya çalışıyor. Ancak farklı olduğunu bilenlerin sonsuz yalnızlık duygusuyla anlatıyor hikâyelerini.

Biliyor musun, aslında hiçbirimiz tıpkı senin aynı anda bütün zamanları yaşaman gibi ‘şimdi’yi geçmişten ve gelecekten kopararak yaşayamıyoruz. Bu varoluşumuzun tabiatına aykırı. O türden bir bilinç kopuşunu, ancak mistikler, deliler, çocuklar, hayatın sonuna yaklaştığı için unutabilenler, bilgeler becerebiliyor belki. Bizim hep bir öncemiz ve sonramız var. Hepsini şimdiki zamanın daracık çukuruna sığdırarak yaşamak bizim ‘insanlık’ hastalığımız.

‘Şimdinin’ durağanlığından sıkılınca hikâyelerimizi anlatarak kendimizi yeniden yaratmayı severiz. Benjamin de sevmiş. “Hayatta sahip olduğum tek şey hikâyem. Bu dünyaya geldiğim gibi gideceğim Yalnız ve hiçbir şeyim olmadan” diye başlıyor masalına.

O İKİ BOŞLUK ARASINDA

O ironik cümle kimindi acaba, Goddard’ın mıydı? “Bir hikâyenin girişi, gelişme bölümü ve sonucu olmalıdır. Ama ille de bu sırayla olması gerekmez” diyordu. Yazarlar, bu sırayı değiştirerek hayatın acımasız kurallarıyla oynamaktan hınzırca bir zevk alıyor Mina. Sence doğumdan önceki beyaz boşlukla, ölümden sonraki buz mavisi ‘hiçlik’ birbirine benzemiyor mu? O iki boşluk arasında olanlar sanılanın tersine sadece yaşadıklarımız değil bazen de hayal ettiklerimizdir. Geçmişle gelecek arasında özgürce yolculuk yapabilme yeteneğine ve sezgisine sahip olan hikâyeciler, yalanı gerçek yapmaktan utanmayan ‘fanilerle’ dalga geçiyor gibi geliyor bana bazen. Benjamin’in annesinin söylediği gibi hepimiz aynı yöne doğru gidiyoruz, sadece o yolda seçtiklerimiz farklı.

Zamanı dondurmak, tersine çevirmek, onun hakikatinden uzaklaşabilmek, dünyamızda genellikle yazarlara ve hikâyeleri sevenlere has bir durum. Bizim karanlık ormanımızda, hayalperest olmak öyle çok makbul bir özellik değil maalesef. Ama yine de anın yorgunluğundan sıyrılabilmek için beyaz perdenin büyülü boşluğundan bize seslenen kahramanların cümleleriyle hayallere kapılmaktan hoşlanıyoruz bazen. Benjamin, vakti kalmadığı için göremeyeceği birine yazdığı mektupta “Zaman yok ki. İstediğinde tekrar başlayabilirsin. Umarım yaşadığın hayatla gurur duyarsın ve eğer geride bıraktığın hayat seni mutlu etmemişse yeniden başlayabilme gücün olsun isterim” diyordu.

Ne dersin Mina, böyle kışkırtıcı cümlelerle anlatılan hikâyeler insanların hayatını değiştirir mi? Sanmıyorum ama belki bir süre hayata yeniden başlayabilme gücünün ne olduğunu, neden buna ihtiyaç duyduğumuzu, nasıl yapacağımızı düşündürür bize.

Bazılarımız o cümleleri hiç duymuyormuş gibi hayata devam ediyor. Herhalde yaralı bir gururla çürüyen geçmişin ağırlığına ve geleceğin muhtemel hayal kırıklığına tahammül edemedikleri için böyle hoyratça davranıyorlar hikâyelere. Şimdiki zamanı esnetirken geçmişten geleceğe doğru sürüklenmek yoruyor onları. Derin ve hüzünlü bir pişmanlıktan sonra bile avuçlarından akan o yaldızlı zamanı kullanmayı istemiyorlar. Arzularına dokunabilmek için belki filmdeki o bezgin yüzücü gibi zamanı israf edip hep birilerinin kendilerine yardım etmesini bekliyorlar. Ve çoğu zaman o kişi hiç gelmiyor.

Sen de bekliyor musun ‘o kişiyi’? Eğer bir daha seni görmeye gelmezse çok üzülme Mina. Benjamin ihtiyar bir çocukken âşık olduğu kız çocuğunu yıllar sonra annesi gibi kucakladığında “Bazı şeyleri hiç unutamazsın, zamana rağmen” diyordu. Seni getiren adam acı çekiyor ve bu yüzden hafızasını kaybetmiş gibi davranıyor. Bize anlattığı hikâyeleri hatırlıyorsun değil mi? Biliyorsun, yanık kokan sözcüklerle anlatılan hikâyeler kâinatta hiç kaybolmaz. Kokuları ansızın gün ortasında bile burnunu kaşındırır. Hikâyeler, onlara sahip çıkmayanlara inat hayaletler gibi dolaşıyor etrafımızda.

YA HER ŞEYİN BİR SEBEBİ YOKSA?

Benjamin’in hiç unutamadığı mavi gözlü sevgilisi gibi artık nedense hayatın kaderin yazdığı eksik bir şiir olduğuna inanmaya başladım Mina. Bazen çok korkuyorum. Ya o derin manayı yanlış bir yerde arıyorsak? Galiba son gibi görünen farklı bir başlangıca giden yolda ihtiyarlık hafifçe göz kırpmaya başladı bana. Ben de Benjamin gibi bazı şeylerin hiç bitmediğini düşünüyorum. Bu iyi mi, kötü mü bilmiyorum. Sadece öyle hissediyorum.

Seni bana getiren insanın yüz çizgileri puslanan hafızamla birlikte soluyor. Sesini, ifadesini, damarlı ellerini hatırlamakta zorlanıyorum. Ama o geceyi hiç unutmuyorum. Benjamin de hayatının ortasında bulduğu kadına “şu anki halimizi hiç unutmamayı istiyorum” diyordu. Onun seni bana getirdiği o ılık yaz gecesini unuttun mu yoksa? Ona “yıldızlara bak, ‘elmas yüklü gemiler’ gibi parlıyorlar” demiştim. Edip Cansever’den ödünç aldığım sözcüklere, o yıldızlardan biri ‘gözlerimin dolar gibi olması renginde’ dizesiyle cevap vermişti. Hayat, şiir, hayal gücü ve yakınlıktan başka nedir ki? Zamanı eve dönerken kaybetmiş saf bir çocuk gibi gülümsüyordu.

O anın geleceğimizi hazırlayan tılsımlı bir hikâyesi vardı Mina. Benjamin gibi gençleşmiyorduk ama hikâyelerin mucizevî gücüne inandığımız için onun gibi biraz mesut, biraz kederliydik. Zaman ne yöne akarsa aksın, sonra biraz ihtiyarlıyorduk, hepsi buydu işte... Biliyor musun, bir inanışa göre her insanın bir yıldızı varmış. O doğduğunda doğuyor onunla birlikte yok oluyormuş. Güneş boğazın üstündeki tepelerde kaybolurken hava menekşe rengine kesecek ve sen her mevsimi ‘şimdiye’ sığdıran dallarındaki beyaz çiçeklerle lacivert gök kubbeye uzanıp usulca o şeffaf yıldıza dokunacaksın.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 12:28:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan