EĞİTİMCİ, ŞAİR VE YAZAR M. NİHAT MALKOÇ'LA MÜLÂKAT...
Olgun Albayrak: Okuyucularımız için bize kendinizi biraz tanıtır mısınız?
M. Nihat Malkoç: 1970 senesinde güneşle tanıştı gözlerim. Köprübaşı ilçesine bağlı Güneşli Köyü’nde ilk tedrisat… Orta ve lise hayatım Trabzon’un şirin ilçesi Köprübaşı’nda… Evden beş kilometre uzakta… Araba yolu yok. Dimdik yokuş… Kar kış demeden fındıklıklardan aşağı gidip gelmeler… Gidiş geliş on km mesafe… Daima yaya… Çalıkuşu misali, hop aşağı, hop yukarı… Tabiatla koyun koyuna. İlk sevdalanmalar; bazen melânkolik bazen gerçekçi… Fındık bahçelerinde ilk şiir yazma denemeleri… Ortaokul ve lise öğrenimi aynı çatı altında... Kömürlükten bozma bir sınıfta ortaokula başlangıç... Yağmur yağınca mürekkepli kalemle yazdığımız yazılar darmadağın(ık)… Su gibi akıp geçen altı sene… Yoksulluk olsa da ne tasa ne keder… Şükür makamında… Kanaatkârlık tavan yapmış bizde. Daima şükür…
Lise yıllarında ve sonrasında ne dershane ne de özel öğretmen… “Dershane vardı da biz mi gitmedik?” düşüncesinde… Şahsî gayretlerle ilk yıl üniversite kapısındayız çok şükür... Ayakları üzerinde durma denemeleri… Karadeniz Teknik Üniversitesi/Fatih Eğitim Fakültesi/Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği… Edebiyat bölümünde talebeyiz ama Türkçemiz fecaat… Kara(deniz)türkçe… T’ler d, P’ler b, Ç’ler c, K’ler g bizde… İlk kompozisyon sınavı neticesinde hem bende hem de hocalarda şaşkınlık. Netice yüz üzerinden 30… Buna da bereket… Hocalardan nasihatler… Yüzümde acı bir tebessüm…
Yiğit düştüğü yerden kalkar misali ilk gayretler ve müspet neticeler… Kitaplara yolculuğun ilk merhalesi… Geleceği kitaplarda arama gayretleri… Kütüphanelere ve kitaplara kapanma… Onlardan beslenerek idrâkleri doyurma… Kalemle ve kâğıtla ilk flört denemeleri… “Gençliğin Sesi” adlı dergide çıkan ilk şiirim: “Gece Yarısı”… Ahmet Kutsi Tecer’den mülhem… Adı geçen şiirden elde ettiğim ilk telif parası… Helâlinden… Gözler alabildiğine güleç… Doyumsuz güzellik. Kalemle ve kelâmla olan aşkın perçinleşmesi…
Sene 1988… Yazı hayatımda dönüm noktası… Kalemime sevgi mürekkebi sürdüğümün resmidir. “Cahil cesur olur” misali Trabzon’da Türksesi isimli yerel gazetede ilk köşe yazısı yazma denemesi… Cafcaflı bir köşe adı: “Yazı/yorum” Koca çınarların arasında bir körpe fidan… Gelecekten umutlu… Birden binlere varacak bir yazarlık serüveni…
Kısa ömürlü “Bizim Okul” isimli kültür-sanat ve edebiyat dergisi kuruculuğu ve yazı işleri müdürlüğü… Sonra da dergiler arası dur durak bilmeyen keyifli yolculuklar...
Şiir evine atılan ilk adım sonrası derinlerde söz avcılığı... Dipten zirveye soluk soluğa koşar adımlarla yürüyüş... Şiirin doruklarında gezinme vakti... Ertesinde şiir yarışmaları zincirinin ilk halkası… “Sevgi” konulu şiir yarışmasında birincilik ödülü… Maddi ödül genç bir şair için doyurucu… Şiir, hikâye, deneme, makale yarışmalarında alınan onlarca birincilik, ikincilik, üçüncülük ve mansiyon ödülleri… Son ödülün sıra numarası 157… Yüzler güleç, yüzlerin önü açık… İlhama bereket, ilhamı bahşedene şükür..
1992 senesinde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni unvanıyla mezuniyet… Çiçeği burnunda, istikbal vaat eden bir öğretmen… İlk görev yeri Gümüşhane… Gümüşhane’de Kuşakkaya ve Demokrat Gümüşhane gazetelerinde uzun yazarlık serüveni… İlk üç ayı Tuzla’da, 13 ayı da Küçükyalı’da olmak üzere 16 aylık vatan borcu. Yabancı subaylara Türkçeyi öğretmek gibi kutlu bir vazife… İstanbul’da geçen dolu dolu bir buçuk yıl… Askerlik dönüşü Karadeniz’in gözbebeği Trabzon’da, köftenin memleketi Akçaabat’ta öğretmenlik yılları… Milenyum’un ilk senesinde Türk Cumhuriyetlerine MEB aracılığıyla öğretmen olarak gidiş... Türkmenistan’ın başkenti aşk şehri Aşkabat’ta dolu dolu üç yıl öğretmenlik… Ardından yurda dönüş… Derecik’te iki yıl ortaokul Türkçe öğretmenliği… Ardından tarihî bir eğitim çınarı olan Trabzon (Fen) Lisesi’nde sekiz yıl öğretmenlik... Ardından norm fazlası olma durumları… Trabzon İMKB Kız Meslek Lisesinde öğretmenliğe beş yıl devam… Şimdi de Erdoğdu 15 Temmuz Şehitleri Anadolu Lisesi... Görünürde son durak. Ötesini kim bilir?
Kitapla başlayan ve kitapla biten keyifli zaman dilimleri... Her gün koltuk altında bir kitapla eve dönüşler... Ahirinde on bin kitaplık devasa bir kütüphane… Eve sığmayan ve ailede sorun hâlini almaya başlayan kitaplar için iki odalı müstakil bir giriş kat ev alma çılgınlığı ve kitaplarla iç içe kurulmuş mesut bir dünya...
Duyguların en asiline ilk adımı atış ve heyecanın gönül tellerini titretmesi. İkisi kız, biri erkek olmak üzere üç çocuğa baba… Mesleğinde hep kendini yenileme gayretinde. Alabildiğine mutlu… Hakk’a duacı… Şükür makamında hakikati temaşa etmekte…
Olgun Albayrak: Sizce şiir nedir? Şiire merakınız nasıl başladı? Kimleri okudunuz ve kimlerden etkilendiniz daha çok?
M. Nihat Malkoç: Şiiri tanımlamak zor değil aslında. Herkes kendince bir tanım getirebilir şiire; nitekim getirmiştir de… Fakat bu tanımlar kişinin şiire bakışını yansıtır sadece. Yani şiirin mutlak bir tanımı yoktur, olamaz da, olmamalıdır da…
Şiirin ne olup ne olmadığı yüzyıllardan beri tartışıla gelmiştir. Şiiri tanımlamak bir ihtiyaç mıdır? Önce bunu konuşup açıklığa kavuşturmak lâzımdır. Bence tanımlar kitabî sözlerdir. Çok bağlayıcı yanları da yoktur. Şiir tanımlanmaz, yaşanır kanaatimce.
Şiirde esas olan sıradanlığı aşıp edebî ve ebedî sözler yakalamaktır. Edebiyatın kökü de edepten gelir zaten… Fakat günümüzde edepten nasibini almayan bir kısım güruh edepsiz edebiyatın peşindedir. Bu da ayrı bir yaramızdır. Deşmeyelim isterseniz…
Şiirde gizlilik esastır. Düzyazıdan farkı da budur zaten… Düzyazıda sözler aşikâr söylenir. Oysa şiir imajlar ve imgeler sağanağıdır. Şiir imge yelpazesidir; sözü perde arkasından söylemektir. Fakat bu hususta da ölçüyü asla kaçırmamak lâzımdır.
16. yüzyılın büyük şiir üstadı Fuzulî: “İlimsiz şiir, harcı ve hesabı olmayan duvar gibidir” demiş… Demek ki şiir bir hesabın ürünüdür. Kelimeleri iktisatlı kullanmaktır şiir… Az kelimeyle çok şey ifade etme sırrı… Bu sırra erenler ancak şair sıfatıyla tavsif olunmaya hak kazanırlar. Şairlik anlamı iyice yoğunlaştırıp adeta preslemek eylemi…
*Şiire ve genel anlamda edebiyata merakım lise yıllarına dayanır. O zamanlar küçük ve şirin ilçemizde ufacık bir mekânda kitap ve kırtasiye malzemeleri satan topal bir amcamız vardı. Öğle paydoslarında öğrenciler alelacele yemeğe giderken ben o kitapçıya giderdim. O günkü öğle harçlığımı oradaki kitaplara verirdim. Aldığım ilk kitaplar Hz. Ali Cenkleri, Karacaoğlan ve Âşık Veysel gibi halk şairlerinin şiirlerini içeren kitaplardı. Onları döner döner okurdum. Çünkü başka okuyacak kitabımız yoktu. Şiir ve edebiyat sevgisini o kitaplardan aldığımı söyleyebilirim. Bir de yaşadığımız coğrafya da bizi şiir yazmaya sürükledi. Maviyle yeşilin kucak kucağa olduğu bir coğrafyada yaşanır da insanın yüreğine ilham közü düşmez mi? Okula gidip gelirken, kestirme olsun diye fındık bahçelerinden geçerdik. Yorulunca da yemyeşil çimenlere yüzükoyun yatardık. Bu emsalsiz güzellikler bizi şiir yazmaya davet ederdi. Bunun yanında gençliğin getirdiği kaçamak sevgiler...:)))
İlerleyen zaman içerisinde üniversitede Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği bölümünü okumam işin seyrini değiştirdi. Burada edebiyatın ilmini öğrenmeye başladım. Günümüzün en büyük hikâyeci ve romancılarından Nazan Bekiroğlu dört yıl boyunca hocam oldu. Zaman içerisinde Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç, Attila İlhan, Yahya Kemal Beyatlı, Cahit Sıtkı Tarancı, Nazım Hikmet, Arif Nihat Asya, Yavuz Bülent Bakiler, Cemal Süreya, Cahit Külebi, Cahit Zarifoğlu gibi farklı kesimlerden okumalarım oldu. Bu derinlemesine okumalar şiirle iyiden iyiye hemhâl olmamı sağladı. Bunlar içerisinde en çok Necip Fazıl ve Sezai Karakoç'tan etkilendim. Fakat herkesi okumaya devam ettim. Düşüncesi ne olursa olsun güzel ve özgün bir ifade yakalayan her şairden ruhumu besledim.
Olgun Albayrak: Kendinizi yakın gördüğünüz şiir anlayışlarından ve akımlarından da bahsedebilirsiniz?
M. Nihat Malkoç: Şiir sıradanlığı aşmak, mükemmele koşmaktır. Şiir yapısı imge taşlarıyla kurulur. Bilinmelidir ki imgesiz şiir sığdır ve okuyucuyu tembelliğe iter. Şairler de bir çeşit söz mühendisleridir. Şiirin kurgusu imgelerin yerli yerinde ve birbiriyle bağlantılı olarak sıralanmasıyla oluşur. İmgeler kelimelerin sırlarını keşfetmekle şiire dönüşür. Şiiri klasik söz kalıbı olmaktan kurtaran ve nasihat veren didaktik bir parça olmaktan uzaklaştırıp derinleştiren ve okuyucunun algılarına emanet eden şairler, imge imparatorlukları kurarlar.
Şiirde imge benim için olmazsa olmazdır. Onun içindir ki şiire yepyeni imgeler kazandırmak peşindeyim. Bunun heceyle de yapılabileceğini ortaya koyma gayretindeyim. Beni etkileyen şiir anlayışlarının başında öz(saf) şiir gelmektedir. Çünkü saf şiirde şekil kadar özgün içerik de önemlidir. Ben de öz şiir anlayışını savunanlar gibi şiirde imgelere ve kapalılığa önem veririm. Şiiri düz yazıdan ayıran da kapalı anlatım ve imgeler değil midir?
Olgun Albayrak: Şiirlerinizi heceyle yazdığınızı gördük daha çok. Şiirde ahenk konusundaki görüşleriniz nelerdir?
M. Nihat Malkoç: Şiire ‘mevzun ve mukaffalı söz’ denirdi eskiden… Bu ne demektir? ‘Şiir, ölçülü ve kafiyeli söz kümeleridir’ demek… Bu tanım, şiiri baştan sınırlıyor. Yani bu tanımın dışında yazılanları şiir saymıyorlar; serbest tarzda yazılmış şiirleri Molla Kasım misali edebiyatın çöp sepetine atıyorlar. Oysa şiirde şekil ve kalıp mutlak unsurlardan değildir. Şair bunlara takılıp kalmamalıdır. Şiir ille de belli bir şekil ve kalıp üzere söylenecek diye bağlayıcı bir şart yoktur. Divan ve Halk şiirinde şekil ve kalıp çok önemlidir. Fakat günümüzde şiirde şekil ve kalıptan çok; şiirin ruha tesir edip etmediği, gönül telini titretip titretmediği, özgün olup olmadığı, mevcut şiir zincirine yeni halkalar ekleyip eklemediği daha önemlidir.
Şiir vardır heceyle, şiir vardır aruzla, şiir vardır serbest yazıldığında güzeldir. Güzellik anlayışını belli bir ölçü ve kalıba sokarak şartları zorlamak, şiirin alanını daraltmaktan başka bir şey değildir. Şiirde ölçü ve kafiyeyi olmazsa olmaz gören Necip Fazıl’ın şiirlerine kötü diyemeyeceğiniz gibi, serbest tarzda yazdığı şiirlerle gönüllerimizi dirilten “Diriliş Şairi” Sezai Karakoç’un şiirlerine de kötü diyemezsiniz. Demek ki içerik çok kere şeklin önüne geçebiliyor. Bu ikisini birleştirmek ve dengelemek usta şairlerin işi oluyor.
Hemen her şair gibi ben de ilk şiirlerimi hece ölçüsüyle yazdım. Fakat hiçbir zaman heceye körü körüne bağlanmadım. Heceyi şiirin olmazsa olmazı olarak görmedim. Heceyle yazılan her metni şiir saymadım. Çünkü şiiri şiir yapan şeyin tek başına ölçü olduğuna inanmadım. Şiirlerimin çoğu hece formunda olsa da zaman içerisinde serbest tarzda şiirler de kaleme aldım.Önemli olan belli kalıplara girmek değil, yeni şeyler söyleyebilmektir.
Olgun Albayrak: Şiirlerinizi incelediğimizde Trabzon’un kültür atmosferi yanında yurdun dört bir köşesini yansıtan bir mozaik de gördük. Bu konu çeşitliliğini neye bağlıyorsunuz?
M. Nihat Malkoç: Askerlik hayatım ve Türkmenistan'daki üç yıllık öğretmenlik dönemim dışında bugüne kadar 45 yıl boyunca hep Trabzon'da yaşadım. Bu şehrin kültür atmosferinde soluklandım. Tabir caizse bu şehrin kültür, sanat ve edebiyat fırınında piştim. Bu şehri sevdim ve içselleştirdim. Onun içindir ki sanat ürünlerimde Trabzon'un ayrı bir yeri vardır.
Sizin de belirttiğiniz gibi kaleme aldığım şiirlerde bir tema çeşitliliği ve zenginliği var. Bunun en önemli nedeni Türkiye'yi adım adım dolaşmamdır. Bugüne kadar katıldığım edebiyat yarışmalarında yüzlerce ödül aldığım için ödül törenlerine katılmak üzere yurdun dört bir tarafını gezdim. Gezip gördüğüm yerler bende yeni şiirler yazmak için ilham oluşturdu. Onun içindir ki memleket temalı şiirlerim büyük bir yekûn tutmaktadır. Bu şiirlerimden 30'u aşkını Murat Can Çetinkaya tarafından okunarak klip haline getirildi. Sonra da TRT Haber kanalında yayımlandı.
6-Özellikle son dönem edebiyatımızın geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizce şiir ve edebiyata yeterince önem veriliyor mu?
M. Nihat Malkoç: İnternetin hemen her eve girmesi ve sosyal medyanın yaygınlaşması edebiyatımız için de faydalı olmuştur. Eskiden imkânsızlıklar yüzünden sesini duyuramayan yetenekli kalemlerimiz internet sayesinde tabir caizse "Ben de varım" diyebiliyor.
Eskiden edebiyat çevresi bugüne nazaran dışa çok daha kapalıydı. Bu kabuk kırıldı artık. İnsanlar değişik platformlardaki paylaşımlarıyla birilerine ilham verebiliyor veya aksini düşünürsek bu tarz çevrelerden ilham alabiliyor. Böylelikle bir yazma isteği ve çabası oluşuyor. Bu da ilerleyen zaman içerisinde ete kemiğe bürünerek esere dönüşüyor.
Edebiyatımız internetin de katkısıyla bugün kendine toplumda önemli bir yer sağlamıştır. Artık kitaplara ve kitaplarla ilgili eleştirilere kolayca ulaşılabiliyor. Edebiyat tutkunları hayranı oldukları şair ve yazarlarla iletişime geçebiliyor.
Bütün bunlara rağmen edebiyatın hak ettiği noktada ve zenginlikte olduğuna da inanmıyorum. Hâlâ eski şair ve yazarların gölgesinde yaşıyoruz. Yeni ve güçlü soluklu isimler nadir geliyor. Dünya edebiyatıyla yarışacak eserlere ihtiyacımız var.
Olgun Albayrak: Ulusal ve yerel çapta yapılan birçok şiir yarışmasında dereceler aldığınızı biliyoruz? Yüzlerce şiiriniz olmasına karşın bir şiir kitabı da yayımlatmadınız bugüne kadar? Niçin?
M. Nihat Malkoç: Kanaatime göre yazmak geçici bir hevesten tutku haline dönüşmüşse bundan bir daha kurtuluş yoktur. Yazmak; zaman içerisinde yemek, içmek ve hava almak gibi temel ihtiyaçlara dönüşür. Yazmak bir bağımlılıktır; bağımlılıkların da en zararsızı ve en güzelidir.
Otuz seneden beri yazan bir insan olarak bu bağımlılığın ne demek olduğunu çok iyi bilirim. Öyle ki yazan kişi yeni bir şiir, deneme, makale veya hikâye üretmediği gün kendini eksik hisseder. O günü kayıp zaman sayar. Bu faydalı mikrop bize de bulaşmış. :))
Sizin de belirttiğiniz gibi ulusal ve yerel düzeyde bugüne kadar yüzlerce edebiyat(şiir, deneme, makale, hikâye) yarışmasına iştirak ettim. Kaybettiklerim kazandıklarımdan daha çok olsa da, bugüne kadar bu yarışmalardan birincilikten mansiyona kadar 157 ödül devşirdim. Bunların çoğu ülke genelinde ciddi kurumların düzenlediği yarışmalardı.
Bana bugüne değin en çok sorulan sorulardan biri, sizin de yukarda sorduğunuz "Bugüne kadar niçin bir şiir kitabı çıkarmadınız?" sorusu oldu.
Siz de iyi bilirsiniz ki edebiyatın en çok okunan ve paylaşılan türü şiir olmasına rağmen, en az satılan eser türü de şiir kitaplarıdır. Ciddi yayınevleri genellikle şiir kitabı basmıyor. Çünkü şiir kitabının müşterisi yok. Oysa yeni yetmelerin yazdığı basit romanlar binlerce satıyor. Ömrünü şiire vermiş şairin satış rakamları körpe romancılara yaklaşamıyor.
Bugüne kadar hiçbir ciddi yayınevi "Şiir kitabınızı basalım" diye kapımı çalmadı. Bırakın şiiri diğer türlerde kaleme aldığım kitap hacminde eserlerim var. Onlar için de kapımı çalan olmadı. Çünkü benim yazdıklarım saman alevi gibi parlayıp sönen moda şeyler değil.
Bugüne kadar yarışmalardan ciddi paralar da kazandım. İsteseydim kendi imkânlarımla kitaplarımı basabilirdim. Fakat bastığım binlerce kitabı kendi elimle pazarlamak veya evde depolamak zorunda kalacaktım. Bir yazarın kendi kitabını pazarlamasını rencide edici bulduğum için bunu yapmadım. En çok da roman dışındaki kitaplara sıcak bakmayan yayınevlerine duyduğum tepki nedeniyle bugüne kadar kitaplarımı kendim basmadım.
Olgun Albayrak: Sizin TRT Trabzon Radyosunda bir dönem kültür ve sanat programı yaptığınızı öğrendik. Yaşadığınız şehirde edebiyat faaliyetleri ne durumda? Biraz bahseder misiniz?
*2017 yılında TRT Trabzon Radyosunda "Merhaba Karadeniz" programı içerisinde her hafta süresi 30-40 dakika arasında değişen "Edebiyat Gündemi Köşesi" adıyla 54 program hazırladım. Söz konusu programda başta Trabzon ve bölgenin değerleri olmak üzere, öz değerlerimizi ve değerlilerimizi anlattım. Şehirden ve bölgeden çok olumlu tepkiler aldım. Hatta ülke genelinde ve ülke dışında da internet üzerinden ilgiyle dinlendik.
Trabzon tarihten bugüne bir kültür, sanat ve edebiyat şehri olarak hafızalarda yer almıştır. Bu şehirde şair, yazar, ressam, karikatürist gibi birbirinden kıymetli sanatçılar yetişmiştir. Trabzon'umuzda hem geçmişte hem de günümüzde çok önemli dergiler çıkarılmıştır. Fakat günümüzde kültür, sanat ve edebiyat çalışmaları derli toplu bir görünüm arz etmemektedir. Herkes kendine bir dernek kurmuş, bir kartvizit çıkarmış, çırak bekliyor. Herkes üstat olunca piyasada çırak kalmamış. Şaka bir yana Trabzon her alanda başına buyruk bir şehir. Öyle olunca da ciddi bir ekip çalışması olmuyor. Bir el hep olsa da, ikinci el olmayınca gür bir ses çıkmıyor. Diyeceğim o ki daha kat edeceğimiz çok uzun bir yol var.
Olgun Albayrak: Şiir dışında ilgilendiğiniz başka bir tür var mı? Diğer türdeki kitapların satışlarında olumlu bir ivme yakalanmasına karşın şiir kitaplarının ilgi görmemesini neye bağlıyorsunuz?
M. Nihat Malkoç: Yoğunlaştığım alan şiir olsa da aslında ben 30 senelik bir gazeteci, daha doğrusu köşe yazarıyım. Gazete yazarlığım üniversite birinci sınıf yıllarıma dayanıyor. 1988 yılında Türksesi gazetesinde başladığım köşe yazarlığımı bugün Trabzon'da çıkan yerel gazetelerden biri olan Taka'da devam ettiriyorum. Bu ikisi arasında Karadeniz, Hüryol, Kuşakkaya, Olay, Hizmet ve İstikbal gibi gazetelerde binlerce köşe yazısı yazdım. Bu yazıların bir kısmı deneme, bir kısmı makale, bir kısmı da fıkra türündeydi. Bunun dışında hikâye türünde metinler de kaleme aldım. Kısaca söylemek gerekirse roman dışında her türde yazdım.
Şiir okuyan ve şiiri seven bir millet olduğumuz halde şiir kitaplarının yeterli düzeyde rağbet görmemesi doğrusu bir hayli düşündürücüdür. Bu sadece bizim ülkemizin sorunu değildir. Doğrusunu söylemek gerekirse dünyada da şiir kitaplarının alıcısı azdır.
Şiir kitapları roman ve hikâye gibi belli bir kurgu taşımazlar. Kitaptaki şiirler konu olarak bağımsızdır. Bu nedenle sürükleyicilikleri de yoktur. Bu onların dezavantajıdır.
Şiir kitaplarının az satılmasının bir sebebi de kemiyet ve keyfiyet dengesizliğidir. Piyasada çok sayıda şiir kitabı olsa da kaliteli şiir kitabı bulmak sanıldığı kadar kolay değildir. Birçok şiir kitabı "Ben de yazdım" demek için yazılmıştır. Bu gibi kitaplara para verenler, "Diğerleri de böyledir" yanlış kanaatine kapılarak bu tarz kitapları bir daha almıyor. Böylelikle şairler bir anlamda son kurşunu kendi ayaklarına sıkıyorlar.
Bazı şiir kitapları anlam derinliği taşısa da onu okuyan kişiler o derinliğe sahip olmadığı için söz konusu kitabı ilk fırsatta ellerinden atıyorlar. Bir daha da şiir kitabı almıyorlar. Oysa kaliteli şiiri anlamak birikim ve emek ister. Tembel okuyucular ise derinlik arz eden bu tarz şiirlere tahammül edemez.
Şiir kitaplarının az satılmasının bir başka sebebi de faydacı yaklaşımdır. Duygulara hitap eden şiir, fazla bir şey öğretmediği için pek de tercih edilmiyor.
Olgun Albayrak: Edebiyat dergiciliğimiz hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Takip ettiğiniz ya da yazılarınızı kaleme aldığınız dergiler var mı?
M. Nihat Malkoç: Dergiler kültür, sanat ve edebiyat dünyamızın olmazsa olmazlarındandır. Hür tefekkürün kalesi olan dergilerde her ay yeni yazarlar ve yeni yazılar tebessümle karşılar bizi. Dergicilik bir sevda mesleğidir. Çoğu kalem sevdalısı, nefesinin bir noktadan sonra kesileceğini bile bile bu zor ve dik yokuşa tırmanır. Bugüne kadar bu yolda yürüyen, nefesi kesilince de yolda kalan nice münevverler gördük. Onların gücünün kesildiği noktada ne yazık ki kendilerine takviye güç olamadık. Sonuçta sessizce kültür piyasasından çekildiler.
*Dergiler edebiyatımızın, duygu ve düşüncelerimizin ekilip biçildiği tarla hükmündedir. Bugün dünya çapında eser veren yerli ve yabancı edebiyatçılara baktığımızda hemen hepsinin ilk eserlerini dergiler aracılığıyla okurlarına ulaştırdığı görülür.
Günümüzde piyasalar dergiden geçilmese de bizi biz yapan değer ve düşünceleri bayraklaştıran “Sebilürreşat, Büyük Doğu, Ağaç, Türk Kültürü, Çınaraltı, Kültür Haftası, Orhun, Diriliş, Mavera” gibi dergileri arasanız da bulamazsın. Kalite son derece düşmüştür.
Bugüne kadar içlerinde "Türk Dili, Töre, Hece Öykü, Türk Yurdu, Türk Edebiyatı Ayvakti, Dergâh, Kubbealtı Akademi, Ayraç, Kardelen, Yediklim, Somuncu Baba, Değirmen, Gülistan, Nida, Yüzakı, Tefekkür, Altınoluk, Edebice, Halk Edebiyatı, Erciyes, Yerli Düşünce, Siyer-i Nebi, Kümbet, Genç, Mortaka, Tekne, Çınar, Beyaz Gemi" dergileri olmak üzere 70'in üzerinde dergide, başta şiir olmak üzere değişik türlerde yazılar yazdım.
Olgun Albayrak: Mülakat için teşekkür ederiz. Son olarak neler söylemek istersiniz?
M. Nihat Malkoç: Günümüz gençliği boş uğraşlarla zamanını zayi etmektedir. Bu gençleri şiire yöneltmeliyiz. Gençlerin şiire yönelmesi onların sığ ruhlarını derinleştirecektir. Zira şiir, ruhun dirilişidir. Şiir umut denizlerinde sonsuzluğa yelken açmaktır. Çocuklarımıza şiiri sevdirmeliyiz. Onların nazarlarını aptal kutularına çivilenmekten kurtarmalıyız. Bunu da okullarda ancak Türkçe ve Edebiyat öğretmenleri başarabilir. Öğretmen arkadaşlarımız şiirin katı kurallarını ezberletmek yerine, onu sevdirmeli ve gençlerin şiir okuyup yazmasını sağlamalıdır. Zira geçmişin ve bugünün usta şairleri ilk şiir sevgilerini okul sıralarında almışlardır. Lâkin günümüz müfredat programları şiiri sevdirmekten çok uzaktır. Fakat buna rağmen öğretmenlerimiz kendi çaba ve gayretleriyle şiiri gençlerimize sevdirebilirler. Bunu başarabilirsek gençlerimizi kötü alışkanlıklardan da önemli ölçüde kurtarmış olacağız.
İyi ki ruhumuzu sağaltan edebiyat var, iyi ki duygularımıza tercüman olan edebiyatçılar var. İyi ki şiir, roman, hikâye, söyleşi, makale ve deneme kitapları var. Dünya durdukça hep var olsunlar efendim. Zira onların olmadığı dünya ne kadar yavan ve zevksiz olurdu. Duygudan ve duygusallıktan uzak böyle sığ bir dünyayı düşünmek bile istemiyorum.
Bana duygu ve düşüncelerimi İmza dergisi aracılığıyla okurlarınızla paylaşma imkânı verdiğiniz için ben de sizlere çok teşekkür ediyorum. Derginiz uzun soluklu olsun inşallah...
TRABZONLU ŞAİR VE YAZAR M.NİHAT MALKOÇ’LA RÖPORTAJ…
Röportajı Gerçekleştiren: Ahmet SARGIN
Ahmet SARGIN: Öncelikle bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: 1970 yılında Trabzon’un küçük ve şirin bir ilçesi olan Köprübaşı’nda dünyaya gelmişim. Yani kırklı yaşlara ‘Merhaba’ dedik biz de... Beş çocuklu ailenin en küçük ferdiyim. Köprübaşı’nın Gündoğan Köyü’nün Kosron Mevkii’ndenim. İlkokulu komşu köy olan Güneşli’de okudum. Fakat benim bir tarafım da Güneşli’ye dayanır. Ortaokul ve liseyi Köprübaşı’nda tamamladım. O zamanlar Köprübaşı’nda ortaokul ve lise aynı binadaydı. Okulun yönetimi de aynıydı. Köyle okul arası yedi kilometreydi. Köyü ilçeye bağlayan araba yolu yoktu. Altı yıl boyunca köyden okula patika yoldan yürüyerek gidip geldim. Çoğu zaman da kestirme olsun diye fındıklıklardan gider gelirdik. Fakat o zamanlar bu bizim için bir zahmet değil, aksine eğlenceydi. Yani biz zahmeti eğlenceye dönüştürmüştük. Şimdi düşünüyorum da, o kadar yolu hangi akılla ve hangi güçle yürürdük?
Köprübaşı küçük bir yerdi(r)… Birçok dersin branş öğretmeni yoktu okulumuzda. Lise son sınıfta bölüm seçme imkânımız da yoktu. Tek bölüm vardı, o da Matematik Bölümüydü. Matematikten hiç haz almasam da mecburen bu bölüme devam ettim. Haftada yedi saatlik bir işkenceden farksızdı çektiğimiz. Sizin anlayacağınız Matematik Bölümü’nden mezun olup da ‘Edebiyat Öğretmeni’ olan ender insanlardan biriyim. O zamanlar dershane fırsatı falan da yoktu. Kendi gayretlerimle hiç sene kaybetmeden, üniversite sınavına girdiğim ilk yıl KTÜ/Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nü kazandım. Fakat lisede eksik yetiştiğim için bunun sancılarını üniversitede fazlasıyla çektim. Çünkü bizim oralarda kullanılan dil, İstanbul Türkçesi’yle pek uyuşmaz!.. Şahsen bunun eksikliğini çok çektim. Üniversiteyi bitirdikten üç ay sonra Gümüşhane’ye, Gümüşhane Lisesi’ne atandım. Orada beş yıl boyunca çalıştım. Askerliğimi de o zaman içerisinde İstanbul’da KKK/ Lisan Okulu’nda asteğmen öğretmen olarak tamamladım. Orada yabancı subaylara güzel Türkçemizi öğrettim.
1998’den sonra iki yıl Akçaabat Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde görev yaptıktan sonra MEB’in yurtdışı öğretmenlik sınavını kazanarak Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a öğretmen olarak gittim. Üç yıl ata topraklarında TÖMER’de, Mahdumkulu Üniversitesi İlahiyat Lisesi ve İlahiyat Fakültesi’nde ‘Türk Dili’ ve ‘İslam Edebiyatı’ derslerine girdim. Türkmenistan’ı baştanbaşa gezdim, atalarımızın kültürünü araştırdım. Yurtdışından döndükten sonra iki yıl Derecik İlköğretim Okulu’nda ‘Türkçe Öğretmeni’ olarak çalıştım. Altı yıldan beri Trabzon Fen Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak çalışıyorum.
Ahmet SARGIN: Şiir ve edebiyat tutkunuz nasıl başladı?
M. Nihat MALKOÇ: Bizim oralar yeşille mavinin kucaklaştığı, adeta bir tabloyu andıran, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar güzel yerlerdir. 14 km gittiğinizde Sürmene’den denizin mavisini seyretmek mümkündü. 18 yaşına kadar köyde yaşadım. Gözümü açtığımda yeşili gördüm. Sabahları kuş cıvıltılarıyla uyandım. Köy ortamında her şey doğaldı o zamanlar... Suni olan her şeyden uzaktım. Buralarda yaşayıp da şair olana değil, olmayana şaşarım. Çünkü bu emsalsiz tabiat, ruhumuzu besleyen bir kaynaktır. Ben de bu kaynaktan yıllarca beslendim. Tablo gibi bu manzaralar bizi bir anlamda şair yaptı.
Köyde birçok imkândan yoksundum, okuyacak kitap bulamazdım. Köprübaşı’nda Ahmet Hoca denen bir kişinin küçücük bir kitap dükkânı vardı. Evden aldığım küçük harçlıkları öğlede yemez, o küçük kitap dükkânından kitaplar alırdım. Kitap sevgim o kadar büyüktü ki bütün harçlığımı kitaplara harcardım. Doğru dürüst bir öğle yemeği yediğimi hatırlamam. Şimdiki çocuklara bakıyorum da onlar bize göre çok şanslı… Çünkü her istedikleri kitabı alma şansına sahipler… Babaları, yeter ki okusunlar diye her türlü imkânı önlerine seriyor.
Çocukken okumayı çok seviyordum. İlk aldığım kitaplar, Karacaoğlan’in şiir kitabıyla Hz. Ali’nin Cenkleri’ydi. Hz. Ali Cenkleri bir seriydi, hepsini de almıştım. Bu kitapları hâlâ kütüphanemde özenle saklarım. Okuldan eve dönerken bir ağacın altına, bir fındık bahçesine oturur, o kitaplardan okur, yorgunluğumu atardım. Okuduğum o kitaplar beni bir noktaya getirdi. Farkında olmadan ben de bir şeyler karalamaya başladım. Bugün bile, heceden kolay kolay vazgeçemeyişimin sebebi o zamanlar okuduğum birbirinden güzel halk şiirleridir.
Üniversiteye başladığımda okuma konusunda sınıf arkadaşlarımdan çok geri olduğumu fark ettim. Zira onların çoğu önemli okullardan mezun olmuş, şehirlerde yaşamışlardı. Bu eksikliğim kısa zamanda notlara da yansıyınca kendi kendime okuma seferberliği başlattım. Daha sonra, okuduklarım beni, içimde var olan yazma hevesine yöneltti. Bu sefer de yazma seferberliğini başlattım. O zamanlar Trabzon’da ‘Türksesi’ adında günlük çıkan bir mahalli gazete vardı. ‘Cahil cesur olur’ derler ya, ben de cahil cesareti göstererek o gazetenin kapısını çalarak gazetede yazmak istediğimi belirttim. Önceden alaycı bakışlarla süzülsem de kabul gördüm. Gazetedeki ilk yazım “Ulaşım Sorunu” başlığını taşıyordu. O zamanlar üniversite birinci sınıftaydım. Yıl 1988’di… Şimdi tarihler 2010 yılını gösteriyor. Aradan tam 22 yıl geçmiş; ben o gün bugündür dur durak bilmeden yazıyorum.
Ahmet SARGIN: Çalışmalarınız hakkında bize bilgi verir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Yayınlanan ilk şiirim “Gece Yarısı” adını taşıyordu. Bu, hece ölçüsüyle yazılmış hüzün içerikli bir aşk şiiriydi. O zamanlar Kültür Bakanlığı tarafından gençlerin çalışmalarına yönelik, birinci hamur kâğıda basılan “Gençliğin Sesi” adlı kaliteli bir dergi çıkarılıyordu. Bu şiirim de o dergide yayınlanmıştı. İlk telif ücretini de o zaman almıştım. Dergilerin telif ücreti verdiğini bilmediğim için şahsıma gönderilen bu para benim için bir sürprizdi, o zamana göre de ciddi miktarda bir harçlıktı. Bu, benim şairlik serüvenimde adeta bir dönüm noktasıydı; şiire olan aşkımı perçinleyen güzel bir sebepti.
Gençlik yıllarımda Sürmeneli bir edebiyatsever dostumla ‘Bizim Okul’ isminde, dört ilavesi bulunan çok kapsamlı bir edebiyat dergisi çıkardık. Bu derginin Yazı İşleri Müdürlüğünü ben yapıyordum. Fakat okuyucudan yeterli destek göremediğimiz için derginin ömrü de uzun olmadı. Bunun dışında okullarda, okul adına dergiler çıkardım. Fakat daha çok dergi çıkarmayı değil, dergilerde yazmayı yeğledim. Bugüne kadar onlarca dergide deneme, makale, hatıra, gezi yazısı, fıkra türünde yazılarım ve birçok şiirim yayınlandı. Yazdığım dergiler arasında “Türk Edebiyatı, Türk Dili, Bizim Çocuk, Çınar, Dilhane, Poyraz, Türk Yurdu, Gülistan, Bizim Azerbaycan, Anadolunun Sesi, Üniversitelinin Sesi, Türkiye, Bizim Okul, Şenliğin Sesi, Mavi-Yeşil, Mortaka, Kubbealtı Akademi, Nida, Kardelen, Ortanca, Yeşilay, Değirmen, Cümle, Kümbet, Sükût, Yeni Pulathane, Semerkant, Alkış, Herfene, Yeni Sesleniş, Genç, Yediiklim, Ayvakti, Somuncu Baba, Tekne, Beyaz Gemi, Bilimin ve Aklın Aydınlığında Eğitim, İnsanlığa Çağrı, Berceste, Seviye, Karadeniz’de Hayat, Karayel, Gençliğin Sesi” önemli bir yer tutmaktadır.
Yazmak benim için soylu bir tutkudur. Yazmazsam yaşayamam. Yazarak nefes alıyorum ben… Benim oksijen kaynağımdır yazmak… Öte yandan ‘Türksesi, Demokrat Gümüşhane, Kuşakkaya, Ortadoğu, Yeni Mesaj, Hergün, Candaş, Edebiyat, Bolu Üçtepe, Akçaabat Yeni Haber, Karadeniz Olay, Hizmet’ gibi gazetelerde yıllardan beri deneme, makale, fıkra ve şiirler yazmaktayım. Bugüne kadar yerel ve genel medyada yazdığım yazıların sayısı binli rakamlara çoktan ulaşmıştır. Son yıllarda Trabzon’un en eski ve köklü gazetelerinden biri olan ‘Hizmet’ adlı gazetede haftada üç yazım çıkmaktadır. Bunun yanında ilk görev yerim olan Gümüşhane’de ‘Kuşakkaya’ adlı gazetede günlük yazılar yazmaktayım. İnternet ortamında onlarca kültür ve edebiyat sitesinde yazı ve şiirlerim okuyucularla buluşmaktadır.
Bugüne kadar, içinde Yozgat Sürmeli Şiir ve Makale Yarışması da bulunan, Türkiye genelinde düzenlenen birçok şiir ve kompozisyon yarışmasına katıldım. Bu yarışmalarda aldığım birincilik, ikincilik, üçüncülük, mansiyon ve jüri özel ödüllerin sayısı 40’ı bulmuştur. ‘Marifet iltifata tabidir’ derler. Bu ödüller beni motive eden en önemli unsurdur.
Ahmet SARGIN: Yozgat' ı dışarıdan nasıl tanıyorsunuz? Yozgat ve Yozgatlılar hakkında neler düşünüyorsunuz?
M. Nihat MALKOÇ: Yozgat, Türkiye’nin çimentosudur; hamuruna şer katılmamış yiğitler diyarıdır. Bugüne kadar birçok Yozgatlı arkadaşım oldu. Hiçbirisinden zarar görmedim. Hepsi de dost canlısı insanlardı; paylaşmayı seven insanlardı. Bu şehir bana her şeyiyle ‘asalet’ kelimesini çağrıştırıyor. Bu şehirden vatan haini çıkmaz. Buranın halkının hamuru Müslüman Türk kanıyla yoğrulmuştur. Burası bin yıllık vatan toprağıdır. Topraklarının altında şehitler yatmaktadır. Bunlar yurdun manevi bekçileridir. Yozgatlının vatan ve bayrak sevgisi dillere destandır. Bu şehrin halkı vatan söz konusu olunca ölüme atılmasını bilir. Bu sevgiyi kimse sorgulayamaz. Yozgat, taşıyla toprağıyla Anadolu’nun doğallığını ve şefkat nazarlarını üzerinde taşır. İyi ki Yozgat var, iyi ki Yozgatlılar var.
Yozgat’ın doğal güzellikleri yeterince tanıtılamadığı için turizmden hak ettiği payı ne yazık ki alamıyor. Termal turizm imkânlarının bu kadar geniş olduğu bir yerin bu durumda olmaması gerekir. Bu kaynaklar Batılıların elinde olsaydı burayı halk tabiriyle yalancı cennete çevirilerdi. Buradaki yer altı ve yerüstü kaynaklarının hakkıyla değerlendirilmesi bu şehri ayağa kaldıracaktır. Buradaki üniversitenin bir an evvel geliştirilmesi ve gözde üniversitelerle yarışacak konuma getirilmesi gerekir. Kısacası Yozgat’ta yağ, un ve şeker var ama bunları ölçüsünce bir araya getirip helva yapacak ustalar yeterince yoktur.
Çamlık gibi bir tabiat harikası kaç şehirde vardır? Şehrin iki kilometre güneyinde yer alan ve Türkiye’nin ilk milli parkı olan Çamlık’ın tam anlamıyla turizmin hizmetine sunulması gerekir. Çapanoğlu Camii’nin güzelliğini ve eşsizliğini anlatmaya hacet var mı? İki katlı bir Osmanlı konağı olan Yozgat Müzesi görülmeye değerdir. Yozgat’ı tanımak, bu güzel coğrafyayı dünya gözüyle görmek gerekir. Zira Yozgat Türkiye’nin gözbebeğidir.
Ahmet SARGIN: Yozgat Şairler ve Yazarlar Birliği’nin çalışmalarını nasıl buluyorsunuz?
M. Nihat MALKOÇ: Yozgat Şairler ve Yazarlar Birliği, Yozgat’ın duygu erleri olan şair ve yazarları güçlü çatısı altına almış kültürel bir organizasyonun somutlaşmış hâlidir. Bu birlik, kadim kent Yozgat’ın dününden yarınına bir kültür, sanat ve edebiyat köprüsü kuruyor. Bu birlik düzenlediği kültürel etkinliklerle Yozgat’ın değerlerinin ve değerlilerinin içte ve dışta tanıtılmasına büyük katkılar sağlıyor. Birliğin her yıl düzenlediği ‘Sürmeli Şiir Şöleni’ her geçen gün geleneksel bir zemine oturmaktadır. Bu şölen sayesinde Yozgat bütün yurtta tanıtılıyor. Bu gibi dernek ve birliklere, kültürüne sevdalı zenginlerin maddi yardımlarda bulunması gerekir. Zira hiçbir etkinlik parasız yapılamıyor. Şehrimizi ve kültürümüzü seven insanlar olan bizler bir şeyler yapamıyorsak hiç olmazsa bir şeyler yapanlara destek olmalıyız. Sizin bu birlik çatısı altında zor şartlar altında yaptığınız çalışmaları ayakta alkışlıyorum. İyi ki varsınız. Her şehirde sizin gibi vatan sevdalıları, Ahmet Sargın’lar mutlaka olmalıdır.
Ahmet SARGIN: Şiir Şölenlerine katılıyorsunuz, Yozgat Sürmeli Şiir Şölenini değerlendirir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Türkiye’nin birçok ilini gezme, değişik şiir şölenlerine katılma fırsatım oldu. Bu şölenlerde birçok şairi yakından tanıdım ve sevdim. Şiir şölenlerinin, şairlerin kaynaşmasında ve dayanışmasında çok önemli bir vazife gördüğüne inanıyorum. Yozgat’ta yıllardan beri devam etmekte olan ‘Yozgat Sürmeli Şiir Şöleni’ Türkiye’nin değişik illerinden gelen birbirinden güçlü şairleri buluşturuyor. Böylece kalem ehli insanlar arasında bir sevgi ve hoşgörü köprüsü kuruluyor. Bu şölene yurdun dört bir köşesinden birbirinden kıymetli birçok şair ve yazar davet ediliyor. Gelenlerin sayısı yüzlü rakamları buluyor; gelenler en iyi şekilde ağırlanarak güzel anılarla Yozgat’tan ayrılıyor. Bu sanıldığı kadar kolay bir şey değildir. Başkanlığını yaptığınız Yozgat Şairler ve Yazarlar Birliği bunu başarıyla gerçekleştiriyor. Size ve sizinle beraber bu organizasyona el veren çalışma arkadaşlarına Türk kültürüne yaptığınız anlamlı hizmetten dolayı şükranlarımı sunuyorum.
Ahmet SARGIN: Sizce Yozgat’ın tanıtımı nasıl olmalı? Yozgat Şairler ve Yazarlar Birliği olarak çalışmalarımızın ilimizin tanıtımına katkısının olduğunu düşünüyor musunuz?
M. Nihat MALKOÇ: Yozgat, Türkiye’nin merkezi bir konumunda olmasına rağmen yeterince tanıtılamamanın sancılarını çekiyor. Bence öncelikle Yozgat kültürüne dair her ne varsa kayıt altına alınmalıdır. Yozgat’la ilgili kapsamlı bir “Yozgat Ansiklopedisi” hazırlanmalıdır. Geçmişten bugüne kadar gelmiş geçmiş şair ve yazarlar bir kitapta toplanmalıdır. Bunun yanında Yozgat üzerine yazılmış şiirler bir güldestede toplanmalıdır.
Yozgat Şairler ve Yazarlar Birliği’nin her yıl düzenli olarak gerçekleştirdiği Sürmeli Şiir Şöleni, Yozgat’ın içte ve dışta tanıtımına büyük katkılar sağlıyor. Yozgat dışından gelenler iyi izlenimlerle ayrılıyor bu şehirden. Çoğu belli bir gazete ve dergide yazan bu insanlar memleketlerine döndüklerinde şölene dair izlenimlerini kaleme alarak geniş kitlelerle paylaşıyorlar; Yozgat’ta yaşadıkları güzellikleri eş ve dostlarına anlatıyorlar.
Ahmet SARGIN: Şiir edebiyat adına unutamadığınız bir anınızı bizimle paylaşır mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: Ben öğretmen şairlerden biriyim. Yani ekmeğimi çok sevdiğim öğretmenlik mesleğinden kazanıyorum. Kendim şiir yazdığım gibi, şiir yazma sevgisini elimden geldiğince öğrencilerime de her fırsatta aşılıyorum. Öğrencilerime şiire ve yazmaya dair teorik ve pratik bilgiler veriyor, onların kaleme aldıklarını değerlendiriyorum. Onlara ayırdığım vaktimi bir kazanç olarak görüyorum. Bu beni fazlasıyla yorsa da sonuçta güzel şeyler ortaya çıkıyor. Görev yaptığım okuldaki öğrencilerim her yıl yirminin üzerinde ödül kazanır. Bu benim yorgunluğumu iyice hafifletiyor. Daha önceki okullarda da bu anlamda birçok öğrencime edebiyatı sevdirmeye çalıştım. Bugün ülke genelinde kalem oynatan, yarışmalarda dereceler kazanan öğrencilerim var. Bu durum beni fazlasıyla mutlu ediyor.
Buradan anıma gelmek istiyorum. Türkiye genelinde düzenlenen bir şiir yarışmasına katılmıştım. Tabii ki sonuçları önceden söylemiyorlar. Dereceye girenleri çağırıyorlar. Dereceye girdiğinizi önceden bilseniz de kaçıncı olduğunuzu tören sırasında öğreniyorsunuz. Böyle bir ödül törenine çağrılmıştım. Bu şiir yarışmasında ben ikinci olmuştum. ‘Yarışmanın birincisi olarak kürsüye gelen kimdi’ tahmin edersiniz? Benim beş yıl önce mezun ettiğim, şiir sevgisi aşıladığım, yetişmesi için ter döktüğüm bir öğrencimdi. Bazılarının düşündüğü gibi bu durum beni rencide etmedi, aksine onurlandırdı. Birinci olsaydım bu kadar sevinmezdim. Öğrencimin, “Ben sizin eserinizim, bu yarışmada görünürde birinci olarak ben çağrılsam da gerçek birinci sizsiniz” demesi beni adeta kanatlandırmıştı. Demek ki verilen emeklerin hiçbiri boşa gitmiyor, günün birinde karşınıza çıkıyor.
Ahmet SARGIN: Edebiyat çalışmalarınız nasıl gidiyor? Bu alanda neler yapıyorsunuz?
M. Nihat MALKOÇ: Şiir ve edebiyat yolculuğu dur durak bilmeyen bir yolculuktur. Bu yolculukta yorulsanız bile, bu sizi yazmaktan alıkoymaz. Zira bu, tatlı bir yorgunluktur. Ben de bu yolculuğa ilk günkü aşkla ve şevkle devam ediyorum. Yazı ve şiirlerimi genellikle sabah saatlerinde yazıyorum. Sabah namazından sonra genellikle yatmıyorum. Çoluk çocuk kalktıktan sonra artık bir şey yazamıyor, onların dertleriyle ilgileniyorum.
İki ayrı günlük gazetede yazdığım için onlara yazı yetiştirmeye çalışıyorum. Bu arada Türkiye genelinde yayınlanan üç-beş dergiye yazı ve şiir gönderiyorum. Bunun yanında yarışmalar oluyor, onların bir kısmına iştirak ediyorum. Öğretmenlik vazifem zamanımın önemli bir kısmını alıyor. Daima üretme, yeni metinler oluşturma gayreti içerisindeyim. Yazdıklarımın gazete ve dergilerde yayınlandığını görünce doyumsuz bir haz yaşıyorum. Yazmayı, ‘zaman selinden bir şeyler kurtarıp sağlama alma gayreti’ olarak görüyorum. Yazmadığım ve yeni şeyler üretmediğim günü bir kayıp olarak addediyorum.
Ahmet SARGIN: Yozgat Sürmeli Şiir Şöleninin nasıl olmasını isterdiniz? Bu konuda eleştirileriniz var mı? Bundan sonra yapılacak şiir şölenlerimize katılmayı düşünür müsünüz?
M. Nihat MALKOÇ: Yozgat Sürmeli Şiir Şöleni, Türkiye’de düzenlenen belli başlı şiir şölenleri arasındaki yerini almıştır. Zamanla çok daha iyi noktalara gelecektir. Her şey neticede maddiyata dayanıyor. Para olmayınca pek çok şey eksik kalıyor. Türkiye’de Hazar Şiir Akşamları, Suçıktı Şiir Akşamları gibi gelenekselleşmiş birkaç şiir şöleni var. Sürmeli Şiir Şöleni de yakın bir zamanda bunları yakalayacaktır. Daha mükemmele ulaşmak için sabretmek ve azmetmek gerekiyor. Bu arada şölene çağrılacak şairler tespit edilirken titiz ve seçici olmak gerekir. Emekleyenler değil, şiir yolunda belli bir noktaya gelenler bu gibi şölenlere çağrılmalıdır. Şiire katkısı olmayan, sözde şairlerin çağrılması şöleni sıradanlaştırır. Şairler çağrılırken asla hatır gönül hesabı yapılmamalıdır. Düzenlediğiniz şiir şöleninde böyle davranıldığı için söylemiyorum; genel anlamda konuşuyorum.
Kültürel faaliyetler külfetli işlerdir. Bu işler bir kişinin işi değil, bir ekip işidir. Herkesin maddi ve manevi olarak elvermesi gerekir. Bu işi bir kişinin sırtına yüklerseniz kalıcı olmaz; saman alevi gibi kısa zamanda söner. Yozgat’ın bunun üstesinden gelecek bir potansiyele sahip olduğuna yürekten inanıyorum. Bu gibi şiir şölenlerine çağrılmak beni ve benim gibi bütün şairleri fazlasıyla onurlandırılır. Duygu erlerinin içinde olmayı kim istenmez ki?.. Üstelik davet edilen yere gitmek bizim inancımıza göre sünnettir.
Ahmet SARGIN: Yozgat ve Yozgat halkı hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek isteriz?
M. Nihat MALKOÇ: Türkiye’mizin gözbebeği olan Yozgat’ı sınırlı kelimelerle anlatmak zordur. Yozgat bizim aciz kalan ifadelerimizle hakkıyla anlatılamaz. Doğrusu Yozgat anlatılmaz, ancak doyasıya yaşanır. Bu şehirde yaşadığınız için çok şanslısınız. Başkanı olduğunuz Yozgat Şairler ve Yazarlar Birliği tarafından düzenlenen “Medeniyetlerin Buluştuğu Kent Yozgat” konulu makale yarışmasına “Çamlık’tan Bakınca Göze Takılanlar” adlı bir yazımı göndermiştim. O yazıda Yozgat’a dair duygularımı terennüm etmiştim. Yozgat’a kendi dünyamın küçük penceresinden bakmıştım. Bu soruya cevap olarak da o yazımdan aldığım şu bölümü dikkatlerinize sunmak istiyorum:
“Ruhların dışa yansıyan somut yüzünün bir parçasıdır şehirler… Şehirlere anlam katan ve onları hafızalara kazıyan, içlerinde yaşayan onurlu insanlardır. Anadolu’nun gülen yüzü olan Yozgat şehri de yetiştirdiği değerleriyle bir asalet burcudur gönlün muhkem surlarında…
Güneş doğar Anadolu’nun tam ortasında bulunan alnı ak, başı dik Yozgat şehrine… Güne hasret kardelen çiçekleri uyanır derin uykusundan. Buram buram toprak kokar her yağmur sonrası… Bayırlardan inen hoyrat rüzgârlar tarar Yozgat’ın sırma saçlarını…
Dağların arasında kalp atışları duyulur şirin Yozgat’ın… Anadolu’nun asil ruhunu taşır damarlarında. Yiğitler yatağıdır bu topraklar; burada harman olur erler ve erenler… Şairdir İpek Yolu’nda bağdaş kurmuş bu güzel şehrin sevgi ve hoşgörü iksiriyle sözü bal eyleyen insanları… Her dört kişiden beşi şairdir bu kadim kentte!... Son sözü bu şehrin söz ustaları söyler. Göklerde yankılanan sözün kanatlarının biri sevgi, öbürü hoşgörüdür.
Çamlık’tan bakınca gülümser Yozgat’ın gül yüzü… Reçine ve çam kokuları dağılır masmavi göklere. Kentin akciğerleri huzur solur minarelerden günde beş vakit… Ulucami’den yayılan uhrevî hissiyat, bayram yerine çevirir tarumar olmuş viran gönülleri. Cami dolup taştıkça ihya olur Çapanoğlu Mustafa Bey’in aziz ruhu… Müminlerin seherde duaya kalkmış nasırlı avuçlarına rahmet yıldızları dökülür merhamet göklerinden…
Yozgat’ın Saat Kulesi’nde sonsuza akar zaman… Tevfikzade Ahmet Bey’in ruhu sığınır kesme taşlara… Geçip giden zaman bir yanımızı da alıp götürür uzaklara. Küllerinden doğar Yozgat’ın hırpalanmış ruhu… Yozgatlı Hüznî’nin sesi duyulur şiir sandığından…
Yozgat da modern zamanların paslı hançeriyle yaralanır şah damarından. Kentin kanserli dokuları gittikçe sarar tarih kokan cadde ve sokakları. Kontrolsüz ve plansız büyüme, şehrin tarihî dokusunu yaralar derinden. Gittikçe şehri esir alır kanserli dokular… Paraya iştahı kabaranlar görmez şehrin acı gerçeğini ve geleceğini… Acıyı şerbet niyetine içirirler şehrin sakinlerine. Kan kussa da onurlu insanlar, kızılcık şerbeti içtiklerini söylerler.
Bozok Yaylası’nda meleşir koyun kuzular… Yiğitlerin meskenidir bu diyarlar… Sütler kaymak tutar, tezekler kurur, hayat akar gider zamanın gergefinde… Tekecen, papatya, madımak, hardal çiçekleri süsler tabiat tablosunu… Yaylalara hayat bahşeder laleler… Buz gibi akar sular çeşmelerden. Akasyalar bir gelin gibi süsler viran dağları. Yerköy’de dört mevsim aynı anda yaşanır. Sorgun’u tarif etmede aciz kalır kelimeler… Kazankaya Kanyonu’nda sular kayalarla söyleşir. Lalelerin en hası yetişir Gelin Kayası’nda…
Ferhat, Şirin’ini arar Çamlık’ta… Dağları bir kâğıt gibi görür sevda gözüyle… Aşk, olmazları oldurur her zaman... Yozgat türkülerinde dile gelir Anadolu!… Akdağmadeni’nden duyulur Nida Tüfekçi’nin ölümsüz nağmeleri. Dilden bağlamanın teline dökülür türkülerin ruhumuzu okşayan notaları… “Dersini almış da ediyor ezber/Sürmeli gözlerin sürmeyi neyler…” diye başlar yürekleri yangın yerine çeviren o ölümsüz türkü… Yozgat sürmelileri yüreklerden yüreklere hasret taşır. Sevgi bayraklaşır yürek gönderlerinde… Bazen notalar boğazlarda düğümlenir. Yozgat, sürmeli türkülerinden alır doyumsuz havasını ve büyüsünü…
Sorgun Kaplıcaları gençlik iksiri zerk eder yıpranan hayat damarlarımıza. Cavlak kaplıcaları doktorlara iş bırakmaz doğrusu. Sarıkaya Hitit Kemeri direnir zamana. Akdağlar, bakan gözleri doyurur yeşilin kırk tonuyla. Çeşka Kalesi’nde taşlar konuşur kendi dilince… Yer altı şehrinde sırlar aşikâr olur zamanın perdesini aralayarak… Sonsuza açılır taş kapılar.”
Ahmet SARGIN: Bunların dışında söyleyeceğiniz bir şeyiniz, bir mesajınız var mı?
M. Nihat MALKOÇ: Vatanını canından aziz bilen bir insan olarak Yozgatlıları kendime yakın hissediyor ve seviyorum. Yozgatlı dostlara sağlık ve mutluluklar diliyorum.
Ahmet SARGIN: Röportaj için İleri Ailesi adına teşekkür eder iyi çalışmalar dileriz
M. Nihat MALKOÇ: İleri Gazetesi, Yozgat’ın söyleyen dili, gören gözü ve kulağı… Yozgatlı gönül dostlarıyla fikirlerimi paylaşma ve onlarla halleşme imkânını bana verdiğiniz için asıl ben size yürekten teşekkür ediyorum. Allah hepimizin yâr ve yardımcısı olsun…
GAZETECİ, ŞAİR VE YAZAR M.NİHAT MALKOÇ’LA
ŞİİR VE EDEBİYAT ÜZERİNE RÖPORTAJ
Röportaj: Atılay YEŞİLYURT
Atılay YEŞİLYURT: Röportaja başlamadan önce bize kendinizi tanıtır mısınız?
M.Nihat MALKOÇ: 1970 yılında Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde dünyaya geldim. Sırasıyla Güneşli Köyü İlkokulu’nu, Köprübaşı Ortaokulu’nu ve Köprübaşı Lisesi’ni bitirdim. Liseden mezun olduktan sonra girdiğim ilk üniversite imtihanında Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünü kazandım. 1992 senesinde adı geçen okuldan mezun oldum. 02 Aralık 1992’de ilk görev yerim olan Gümüşhane Lisesi’ne Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak atandım. 1994 yılında vatanî görevimi İstanbul’da Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda öğretmen olarak yaptım. Askerlik dönüşünde Gümüşhane’deki öğretmenlik görevine devam ettim. Daha sonra Ankara’da Anadolu İmam-Hatip Liselerine Öğretmen Seçimi İmtihanına girdim ve kazandım. Akçaabat Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne tayin edildim. Orada iki yıl görev yaptıktan sonra Türk Cumhuriyetleri Öğretmen Seçimi Sözlü ve Yazılı Sınavına girerek her ikisini de kazandım. 2000 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni sıfatıyla Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a gönderildim. Burada Türkiye tarafından açılan İlahiyat Lisesi’nde, TÖMER’de Türkçe ve Edebiyat derslerine girdim. Türkmenistan’dan döndükten sonra Derecik İlköğretim Okulu’nda iki yıl Türkçe Öğretmenliği yaptım. Dört yıldan beri Trabzon(Anadolu) Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak çalışmaya devam etmekteyim. Evliyim; iki kızım, bir oğlum var. Hayatım okumak ve yazmaktan ibaret…
Atılay YEŞİLYURT: Sürekli olarak eserlerinizi yayımladığınız internet siteleri veya dergiler var mı?
M.Nihat MALKOÇ: Bugüne kadar, en büyüğünden en küçüğüne kadar onlarca dergi ve gazetede fikrî, edebî, felsefî ve kültürel konularda yüzlerce yazı ve şiir yazdım. Bu yayın organlarından Türk Edebiyatı, Nida, Somuncu Baba, Kubbealtı Akademi, Ayvakti, Kardelen, Yeşilay, Gülistan, Değirmen, Cümle, Kümbet, Sükût, Yeni Pulahane, Genç, Tekne, Yedi İklim, Mortaka, Mavi-Yeşil, Türk Dili, Bizim Çocuk, Çınar, Bizim Azerbaycan, Anadolunun Sesi, Üniversitelinin Sesi, Türkiye, Bizim Okul, Şenliğin Sesi, İnsanlığa Çağrı, Yeni Sesleniş, Gençliğin Sesi gibi dergilerde; Türksesi, Demokrat Gümüşhane, Kuşakkaya, Ortadoğu, Yeni Mesaj, Hergün, Candaş, Edebiyat, Bolu Üçtepe, Akçaabat Yeni Haber, Karadeniz Olay, Hizmet gibi gazetelerde yıllardan beri deneme, makale, fıkra ve şiirler yazmaktayım. Bir zamanlar “Bizim Okul” isimli kültür, sanat ve edebiyat dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaptım. Kültürel organizasyonların çoğunda aktif olarak görev aldım. Bunların yayında sanal ortamda da pek çok seçkin sitede yazı ve şiirlerim yayınlanmaktadır. Bunlar arasında antoloji.com, sanatalemi.net, kahvemolasi.com, siirdefteri.com, izedebiyat.com.edebiyatdefteri.com, sayhadergi.com, turkedebiyati.org, merihli.com, edebice.com, sakuder.org, koprubasi.tv, sevgikupu.com, siirevim.com, menzil.net, dergibi.com, siirperisi.net sayılabilir. Bu zincire her geçen gün yeni halkalar ekleniyor.
Atılay YEŞİLYURT: Bir öğretmen olarak baktığınızda; öğrenciler arasında şiire olan ilgi ne derecede? Şiiri sevdirmek için özellikle okullarda neler yapılabilir? Görev yaptığınız okulda böyle çalışmalarınız oluyor mu?
M.Nihat MALKOÇ: Öğrenciler arasında şiire olan ilgi son derece düşüktür. Çünkü şiir ciddi bir sanat dalıdır ve belli bir seviye gerektirir. Günümüzde öğrenciler şiire ilgi duymuyorlar. Okumayı ciddiye alan çalışkan öğrenciler gece gündüz demeden üniversite sınavlarına hazırlanıyorlar. Onların başını kaldıracak ve kaşıyacak zamanları yok dersek yeridir. Aklı fikri üniversite sınavında olan bir öğrencinin şiirle ciddi olarak ilgilenmesi ne kadar mümkündür? Aslında şiir insanı rahatlatır, dinlendirir. Ders çalışmaktan çok bunaldığınız bir zamanda elinize bir şiir kitabı alıp rahatlayabilirsiniz. Fakat öğrenciler bunu pek yapmıyor. Genellikle şiire, hikâyeye ve romana zaman ayırma hususunda cimri davranıyorlar. Oysa çok çalışan bir insanın zihni belli bir zaman sonra yorulur. İşte o esnada okuyacağı bir şiirle, hikâye veya romanla pekâlâ dinlenebilir. Bu onların iç dünyalarını da genişletir ve rahatlatır. Bu psikolojik rahatlama yönteminin farkında olanlar olsa da sayıları çok azdır. Onlara şiirin güzelliğini fark ettirmeliyiz. Zaman zaman ders dışı okumalarla rahatlamalarını sağlamalıyız.
Öte yandan okumayı ciddiye almayan, öğrenciliği sadece okula gidip gelme olarak görenler, zaten kitap okumazlar. Onlar vizyona yeni giren filmleri, bin bir çeşit bilgisayar oyunlarını takip ederler. Onlar internet kafelerde zaman öldürürler, kalabalık caddelerde volta atarlar. Her taşın altından onlar çıkarlar. Onlara şiiri ve kitap okumayı sevdirmek zordur. Aslında onların içerisinde de duygu yoğunluğu olanlar çoktur. Ancak planlı ve düzenli bir çalışmayla bu yoğunluk söze ve yazıya dökülebilir. Gençleri bu yöne yönlendirmek hiç de kolay değil. Fakat bence her şeye rağmen onları güzel sanatlara ve şiire yönlendirmeliyiz.
Okullarda şiiri sevdirmek için şiir yazma ve okuma yarışmaları düzenlenebilir. Zaten Milli Eğitim Bakanlığı değişik zamanlarda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenliyor. Fakat bu yarışmalara ilgi bir hayli düşük oluyor. Bunda öğrencilerin ilgisizliğinin yanında düzenlenen yarışmaların da iş savma kabilinden, adet yerini bulsun diye yapılması önemli bir etkendir. Yetkililer öğrencilerin ilgisini çekecek konularda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlemelidir. Bu yarışmalarda öğrencinin yazma iştahını kabartacak miktarda ödüller verilmelidir. Örneğin vergi hakkında, verem hakkında şiir yarışmaları düzenleniyor hemen her yıl… Bu konularda derinliği olan şiirler yazılamaz; ancak kompozisyon yazılabilir. Fakat neticede kaliteli eserler çıkmayacağı bilinse de düzenleniyor. Daha ciddi yapılmalı bu işler…
Bence her okulun bir peryotik yayın organı(dergi, gazete) olmalıdır. Öğrenciler bu yayın organını bir yazı atölyesine çevirmelidir. Bizler okullarımızda duvar gazeteleri hazırlıyoruz sürekli… Bu gazetelerde belli şairleri, yazarları, belirli gün ve haftaları işliyoruz. Okul içinde şiir ve kompozisyon yazma, şiir okuma yarışmaları düzenliyoruz. Ders yoğunluğu içerisinde bunlara yeterince ilgi olması beklenemez zaten. Bir kere hafta içi öğrencinin her saati dolu, akşamleyin servis gelip öğrencileri alıyor, hafta sonu herkesin okul kursu veya dershanesi var. Öğrenciyle özel olarak çalışılacak, güzel sanatlara, şiire yoğunlaşacak zaman kalmıyor. Öğrenciler yarış atına döndürülmüş, başarı sadece derslerle ve sınavlarla ölçülüyor. Durum böyle olunca şiir rafa kaldırılıyor. Şiiri raftan indirip hayatın merkezine almalıyız.
Atılay YEŞİLYURT: Sizce ilimiz Trabzon’da şiire ve şaire yeterince değer veriliyor mu? Trabzonlu bir şair olmanın zorlukları var mı?
M.Nihat MALKOÇ: ‘Trabzon bir kültür ve sanat şehridir’ deniyor. Bu geçmiş itibariyle doğrudur. Özellikle Osmanlı döneminde Trabzon bir ilim, sanat ve edebiyat yuvasıydı. ‘Muhibbi’ mahlasıyla şiirler yazan Kanunî Sultan Süleyman bu topraklarda doğdu. Gençliğini burada geçirdi. Yavuz Sultan Selim burada uzun yıllar valilik yaptı. Figani, Hamamizade İhsan Bey, İbrahim Cudi Bey, İsmail Safa gibi isimler Trabzon’da büyüdü ve yetişti; birbirinden güzel şiirlerini yazdı. Cumhuriyet döneminde Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sebahattin Eyüboğlu ve Peyami Safa gibi isimler de yetişti bu şehirden. Bir kısmı köken olarak buralıydı; bir kısmı bizzat bu topraklarda yaşadı. Günümüzde de Trabzon’da kültür, sanat ve edebiyat sahasında önemli isimler yetişiyor. Nazan Bekiroğlu, Sunay Akın, Nihat Genç, Yaşar Bedri Özdemir, Kenen Sarıalioğlu gibi isimler bunlardan birkaçıdır. Fakat yetişenlerin kıymeti bilinmiyor. Şehir bağrından çıkan bu değerlere yeterince sahip çıkmıyor. Çoğu bu isimlerin farkında bile değil. Bu çıkmazdan kurtulmak için şehri derin uykusundan uyandırmalıyız.
Trabzon’da günümüzde sadece şiire değil, sanatın diğer dallarına da yeterince ilgi gösterilmiyor. Trabzon sanki günümüzde sanatta fetret devrini yaşıyor. Aylar geçiyor ki Trabzon’da kültür, sanat ve edebiyata dair ciddi bir etkinlik yapılmıyor. Bundan on sene evvel Trabzon’da Trabzon Belediyesi’nin öncülüğünde şairler şöleni yapılırdı. Türkiye’nin en büyük şairleri Trabzon’a çağrılır, burada şiirler okunur, sohbet toplantıları yapılırdı. Yerel sanatçılarla ulusal sanatçılar bir araya getirilerek tanıştırılıp kaynaştırılırdı. Bu çok güzel bir etkinlikti. Fakat uzun yıllardan beri yapılmıyor artık. Yapılmama nedenini ben de bilmiyorum. Oysa çok zor şeyler değil bunlar. Fakat bilmek ve sevmek gerekir bu işleri yapmak için. Bununla birlikte bütün insanlara aynı mesafede durmak ve bağnaz olmamak…
Trabzon’da üç ayda bir yayınlanan Mortaka dışında her kesimi kucaklayan ciddi bir edebiyat ve sanat dergisi de yoktur günümüzde. Çıkan dergiler de belli bir kesime açıyor kapılarını. Bu dergilerin rengi belli… Yani sanatta bağnazca bir tutum sergiliyorlar. Öte yandan Elazığ, Kayseri, Sivas, Malatya gibi Anadolu şehirlerinde onlarca dergi çıkıyor. Her yıl şair şölenleri yapılıyor. Durum bu iken bizler günümüzde Trabzon’un mazideki güzellikleriyle avunuyoruz. Gelecekte anılacak yeni ve özgün çalışmalar yapılmıyor Trabzon’da. Eski Trabzon’un kültür, sanat ve edebiyat mirasını tüketiyoruz hâlâ…
Trabzon’da yirmi yıldan beri hemen her sahada kalem oynatıyorum. Bugüne kadar yazdığım yazıların sayısı binlerle ifade ediliyor. Her hafta üç köşe yazım yayınlanıyor Hizmet gazetesinde. Gümüşhane’de Kuşakkaya gazetesinde günlük köşe yazıları yazıyorum. Türkiye’nin en seçkin dergileri olan Türk Edebiyatı, Türk Dili, Kubbealtı Akademi gibi dergilerde yazı ve şiirlerim yayınlanıyor sürekli. Türkiye genelinde ciddi yarışmalarda otuza yakın ödül kazandım. Evim plaketten, takdir ve teşekkür belgesinden geçilmiyor. Beni İstanbul’da tanıdıkları kadar Trabzon’da tanımıyorlar. Türkiye genelindeki pek çok şiir şölenlerine ve etkinliklere davet ediliyorum. Fakat ne yazık ki Trabzon’daki etkinliklere çağrılmıyorum çoğu zaman. Buna ben ‘sanatta bağnazlık ve çekememezlik’ diyorum. Bizi görmeyenler istiyorlar ki herkes kendileri gibi düşünsün. Anlayacağınız o ki Trabzon’da kültür, sanat ve edebiyat, özelde şiir hiç de iyiye gitmiyor, altın devrini yaşamıyor, aksine duraklama dönemini yaşıyor. Bunun sorumlusu da kendilerini merkez kabul eden, kendilerinden başkasını kabul etmeyen, ‘az olsun benim olsun’ mantığıyla hareket edenlerdir.
Atılay YEŞİLYURT: Bildiğimiz kadarıyla bir dönem Türkmenistan’da öğretmenlik yaptınız. Türkmenistan'ın sanata bakışı ile bizim bakışımız arasında fark var mı?
M.Nihat MALKOÇ: 2000 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın açtığı yurtdışı öğretmenlik sınavını kazandım. Türkiye’nin Türkmenistan’da açtığı okullarda görev yapmak üzere Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a gittim. Bu kardeş ülkede üç yıl boyunca öğretmenlik yaptım. Türkiye Diyanet Vakfı’nın maddî desteğiyle açılan Magtımkulu İlahiyat Fakültesi’nde İslam Edebiyatı ve Türkçe derslerine girdim. İlahiyat Lisesi’nde Türk Dili dersleri okuttum. Son olarak da TÖMER’de yabancı öğrencilere güzel dilimiz Türkçeyi öğrettim. Elimden geldiğince Türk kültürünü ve edebiyatını anlattım insanlara. Türkiye’yi tanıtmaya ve sevdirmeye çalıştım. Oralardaki Türk dostlarının sayısını daha da artırdım.
Türkmenistan’da bulunduğum süre içerisinde çok yerler gezdim. Türkmenistan’ın hemen her şehrine gittim. Oradaki tarihi eserleri, özellikle Köhneürgenç ve Merv(Mari) tarihi şehirlerini gördüm ve hayran kaldım. Bu topraklar bizim de ata vatanımızdır. Buralarda milletimizin kadim kültürünü bütün çıplaklığıyla görmek mümkündür. Kim ne derse desin bizler bir millet iki devletiz. Türkmenistan’da ve diğer Türk Cumhuriyetlerinde yetmiş yıl boyunca köklü bir komünizm propagandası yapılmıştır. Kültür ve sanat komünizmin hizmetine verilmiştir. Böyle çorak bir tarlada ne yetişebilir ki? Bir şey de yetişmemiş zaten. Var olanlar da fırtına ve şiddetli rüzgârlarla tarumar olmuştur. 1990 yılında Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını kazandığında bizler de en az onlar kadar çok sevindik. Fakat bu ülkeler görünürde bağımsız olsalar da gerçek anlamda uzun yıllar bağımsız olamadılar. Zira Rusya’nın ektiği tohumlar ağaç olmuştu. Bu ağaçlar meyve vermeye devam ediyordu. Son yıllarda Rusya’nın diktiği ağaçların yanında Türkmenler de kendi değerlerini taşıyan tohumları toprağa saldılar. Artık yeni ve yerli ürünler verilmeye başlandı. Türkmen kültürü barizce kendini gösterdi. Onların bu çizgide giderek iyi bir noktaya varacağına inanıyorum.
Türkmenistan’da sanata ve edebiyata aslında çok değer veriliyor. Özellikle şairler el üstünde tutuluyor. Onların en meşhur şairi Mahdumkulu’dur. Mahdumkulu’nu herkes sever ve tanır. Her yıl üç gün boyunca ‘Mahdumkulu Şiir Günleri’ düzenlenir. Rusya zamanında bu büyük şairin şiirleri kültür piyasasından kaldırılmıştı. Bağımsızlıktan sonra Mahdumkulu’nu yeniden keşfettiler, tanıdılar ve sevdiler. Onlar Mahdumkulu’nun yanında Yunus Emre’yi, Karacaoğlan’ı ve Nasreddin Hoca’yı da çok seviyorlar ve tanıyorlar. Onların cadde ve sokakları hep kültür sanat ve edebiyat adamlarının adlarını taşıyor. Türkmenistan’da tiyatro gibi görsel sanatlar çok gelişmiştir. Sinema salonu sayısı çok azdır. Kültür ve sanatta daha çok yerli değerler ön plana çıkıyor. Bunun dışında Rusya’nın etkisi hâlâ sürüyor bu ülkede. Fakat Türkiye’deki kültürel hayattan çok uzaktalar. Türkiye’nin Cumhuriyet sonrası tarihini ve edebiyatını pek bilmiyorlar. Vaktiyle Rusya’nın kötü propagandalarıyla yanlış bir Türkiye imajı yerleştirilmiş zihinlerine. Bunu silmek için zamana ve gayrete ihtiyaç vardır.
Türkmenler Kur’an’dan sonra bu ülkenin Devlet Başkanı merhum Saparmurat Türkmenbaşı tarafından kaleme alınan ‘Ruhname’ adlı esere çok değer veriyorlar. Kadim Türkmen kültüründen izler taşıyan bu eseri baş tacı ediyorlar. Her yerde ‘Ruhname’ karşılarına çıkıyor. Bu kitabı okumayanlar ve bilmeyenler bir yerlere gelemiyorlar. Ülkede bu kitabı büyük bir aşkla ve şevkle ezberleyenler bile var. Bu kitap onların anayasası gibi…
Türkmenistan’da Türkiye gibi zengin bir basın yayın yoktur. Orada 5–6 tane gazete çıkar. Bunların çoğu da üç-beş sayfadan ibarettir. Hepsi de devletin yayın organıdır. Yani devletin güdümündedirler. Bu gazetelerde yayınlanan şiirler bazı devlet büyüklerini öven ve onların özelliklerini sıralayan şiirlerdir. Onun dışında ciddi bir kültür, sanat ve edebiyat dergisi yoktur ülkede. Zaten halkın derdi edebiyat değil, geçimdir. Görsel sanatları saymazsak onlar kültür, sanat ve edebiyatta Türkiye’den birkaç yüzyıl geridedirler. Fakat son yıllarda bu sahada da ciddi gayretler göze çarpmaktadır. Artık onlar da başlarını kumdan çıkarmaktadırlar. Sanatın ve edebiyatın bu ülkede gittikçe geliştiğini görmek bizi mutlu eder.
Atılay YEŞİLYURT: Gurbete gitmiş biri olarak, memleketten ayrı kalmanın acısını içinizde hissettiniz mi? Bu ayrılık şiirlerinize de yansıdı mı?
M.Nihat MALKOÇ: “Hubbül vatan minel iman” demiş Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde. Yani “Vatan sevgisi imandandır.” Bizler inançlı insanlar olarak vatanımızı bir parçamız sayar ve onu canımızdan çok severiz. Bunun içindir ki ülkemizi tehdit eden şer güçlere karşı canımızı siper ederiz, gerekirse şehit veya gazi oluruz. Memleketten ayrı kalmak zor bir durum… Daha doğrusu acı bir duygu… Bunu lafla anlatmak pek mümkün değil. Ancak yaşayanlar bilir. Hele sılada canınızdan bir parça olan ailenizi bırakmışsanız bu acı daha da büyür, katmerleşir. Ben de ülkemden binlerce kilometre uzakta kaldım üç yıl boyunca. Ailem de Türkiye’deydi. Zor oldu tabii ki… Fakat zorluklara göğüs germeden güzel şeyler elde edilemiyor. Ayrıca bu zorluklar insanı olgunlaştırıyor. Bu duyguları yaşayınca ailenizin ve memleketinizin kıymetini daha çok biliyor ve onları daha çok seviyorsunuz. İnsan genelde bir şeyleri kaybedince kıymetini bilebiliyor. Acı da olsa gurbet duygusunu da yaşamak gerekiyor. Yaşanmayan duygunun şiire yansıtılması hiç de gerçekçi olmaz.
Gurbet, şairlerin ruhunu besleyen bir çeşmedir. Hemen her şairin gurbetle ilgili bir veya birkaç şiiri vardır. Gurbete düşen şairler daha bir hassaslaşıyor ve duygusallaşıyor. Sıla özlemi bazen gözyaşlarına karışarak şiir olarak sayfalara dökülebiliyor. Şiirde ifade edilen duygular yaşanmışsa şiir daha etkili ve güzel oluyor. Yani yazmak için öncelikle yaşamak gerekir. Hiçbir şair demez ki “Yahu benim gurbet şiirim yok; hadi oturup bir de gurbet şiiri yazayım.” Bunu kimse demez. Böyle dese inanıyorum ki tesirli bir şiir yazamaz. Önce gurbeti içinde duymak ve yaşamak gerekir ki gurbet temalı şiirler yazılabilsin. Yani her şey gibi şiirin de bir oluşum safhası vardır. Önce duygular mayalanır, sonra yazıya dökülür.
Şairleri en çok da gurbet akşamları yıkar. Bakarsınız ki herkes evine çekilmiştir. Ailece yemek yemek için sofralar kurulmuştur. Ailece yenilen bir yemeğin doyumsuz lezzeti hiçbir şeyle ölçülmez. Günün iş yorgunluğu çocuklarla atılır. Gurbetteyseniz bu duyguları yaşayamazsınız; sadece hayal edersiniz. Gurbet akşamlarında lokmalar boğazınızda düğümlenir, hüzün kâbus gibi çöker omuzlarınıza. Çoğu geceler uyku tutmaz bir türlü. Bakışlarınız telefona kayar. Ayrılığın acısı ruha abanır. Zihninizde canlanan anılar eşliğinde bütün yollar sizi sılaya götürür. Aşına çehreler gözünüzün önünden gitmez bir türlü. Anıların sis perdesi aralanır gece yarılarında. Anılar bile avutmaz sizi. Hüzün nöbet bekler gözbebeklerinizde. Gurbette düşünceler ateşten bir kor olur çoğu zaman. Dokunsanız yanarsınız. Kemalettin Kamu’nun Yıldırım Gürses tarafından Uşşak makamında bestelenen aşağıdaki şiiri gurbet acısını, sıla özlemini ne kadar da güzel ve etkili anlatır bizlere:
“Gurbet o kadar acı / Ki ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı / Hepsi başka biçimde
Ne bir arzum, ne emelim / Yaralanmış bir elim
Ben gurbette değilim / Gurbet benim içimde”
Beni de gurbet bir hayli etkilemiş, tabir caizse sarsmıştır. Fakat zor da olsa bu duyguların da yaşanması gerektiğine inanıyorum. Hele hele şairler acı tatlı bütün duyguları tecrübe etmelidir. Duyulanla, yaşanan hiçbir zaman aynı olmuyor. İyi ki üç yıllık bir gurbet tecrübesi geçirmişim. Bu gurbet yıllarının şiirime ve şairliğime katkısı büyüktür. Şiirlerim bu süreçten etkilenmiştir. Fakat bunu olumlu bir etki olarak görüyorum ben. Şiirime katkı sağlamıştır. Şiirlerim adeta gurbet kazanında pişmiş, hamlıktan kurtulmuştur.
Atılay YEŞİLYURT: Sizce şiir nedir, şair kimdir? İyi şiir nasıl olmalıdır? İyi şiiri ve iyi şairi besleyen kaynaklar nelerdir? Parasını ödeyip şiir kitabı alan okuyucu şairin müşterisi midir? Şairle şiir okuyucusu arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?
M.Nihat MALKOÇ: Şiirin değişmeyen, mutlak bir tanımı yoktur. Şiir bir değerler manzumesidir. Meyvelerinin tadı öncekilerden başka(özgün) olması şart olan bir edebiyat ağacıdır şiir... Şiiri yemek tarifi yapar gibi tarif edemezsiniz. Bugüne kadar şairler ve eleştirmenler şiiri tanımlama çabaları göstermişlerse de bu tanımlar sadece kendi pencerelerinden şiire bakışlarının sözle ifadesinden başka bir şey değildir. Zira şiir tanım kaldırabilen bir sanat dalı değildir. Şiir tanımlanamaz, ancak tadılır ve yaşanır. Şairlerin şiir hakkındaki duygu ve düşüncelerini dile getirdikleri metinlere ‘poetika’ diyoruz biz. Bugüne kadar Türk ve dünya şiirinde şiiri anlama, tanımlama çabaları hep olmuştur. Bu çerçevede poetikalar vücuda getirilmiştir. Bunlar arasında bizde Necip Fazıl’ın ‘Poetika’sı, Orhan Veli’nin ‘Garip Mukaddimesi’, Ahmet Haşim’in ‘Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar’ı sayılabilir. Bunlar şiirimize katkılarda bulunan metinlerdir. Fakat bu metinlerde ifade edilenler şiirin mutlak gerçekleri değildir. Zaten şiirin mutlak gerçekleri de yoktur. İyi ki de öyledir. Zira şiirin mutlak gerçekleri olsaydı gelişmeye ve derinleşmeye imkân veren bir sanat olmazdı. Onun içindir ki bizden farklı düşünenlere ve yazanlara kızmayalım, onları bir çeşni ve zenginlik olarak görelim. Ana renklerin yanında ara renklerin de varlığını kabul edelim.
Şair; herkesin gördüğünü farklı görebilen, herkesin duyduğunu farklı duyabilen, herkesin bir şekilde hissettiğini farklı hissedebilen insandır. Yani şair her şeye farklı pencereden bakar. Özün özü olan şiiri ortaya çıkaran kahramandır şair… Toplumun gören gözü, tutan eli, söyleyen dilidir. Onun içindir ki şairlere ta Göktürklerden bugüne kadar çok kıymet verilmiştir. Şairler toplumda hep el üstünde tutulmuştur. Fakat gerçek şairler; müteşairler değil. Gerçek şairlerle müteşairleri iyi bir okuyucu rahatlıkla ayırt edebilir.
Şair; şiir vasıtasıyla diğer insanlarla iletişim kurar, duygu alışverişinde bulunur. Şairler başkalarının duyup da ifade edemediğini kelimelerden de tasarruf ederek dile getirirler. Okuyucunun ruhuna bir anlamda ayna tutar başarılı şairler… Bu yüzden şiir; okuyucuyla şair arasında kurulan sağlam bir duygu köprüsüdür. Bu köprünün güçlü ayaklarını özenle seçilen kelimeler oluşturur. Bunun içindir ki şiir biraz da hissiyata ortak bir dil bulma gayretidir. Şairin bulduğu bu ortak dil, duyguları kanatlandırarak okuyucuya ulaştırır.
Şiir okuyucusu şairin kitabını parasını ödeyerek alsa da şairin müşterisi değildir. Keza müşteri olduğu yerde bir de satıcıdan söz etmek gerekir. Duygular alınır satılır cinsten şeyler değildir. Yayınevleri şairlerle şiir severleri kitaplarda buluşturur. Bunun başka bir yolu da yoktur. Hiçbir şair şiir yazarak zengin olmamıştır. Bunun dünyada bir örneği bile yoktur. Kitaba verilen para kâğıt ve mürekkep parasıdır; yoksa şairin emeğinin karşılığı değildir.
Atılay YEŞİLYURT: Şiirlerinizin konularını nelerden seçersiniz. Sizce şiirin konusu önemli midir?
M.Nihat MALKOÇ: Şiir bambaşka bir sanattır. Gerçek şiirin insanı büyüleyen bir iklimi vardır. Öyle istendiği zaman yazılabilen alelâde bir şey değildir şiir... Şiirin kapınızı ne zaman çalacağı hiç belli olmaz. O davetsiz bir misafir gibidir. Bir de bakarsınız ki hiç de uygun olmadığınız bir zamanda çıkagelmiştir. Ayağınıza kadar gelen bu güzel misafiri iyi ağırlamanız gerekir. Hiçbir şey ertelenmeye gelmez. Hele şiir hiç ertelenmemelidir. Gelince kapınıza hemen içeri buyur etmelisiniz kendisini. Yoksa darılır ve gerisin geri gider. Bu bir örneklemedir şüphesiz. Fakat şiirin doğuşu da gerçekten buna benzer bir oluşumdur.
Şiir insan ruhunun aynasıdır. Ruhunuzda neler cereyan ediyorsa onlar mısralara dökülür. Yani bence bütün şiirlerde bir parça yaşanmışlık vardır. Şiir bir milletin hafızasıdır aynı zamanda. Bir millet neler yaşıyorsa o yaşananlar şairler tarafından terennüm edilir. Bir zamanlar televizyon ekranlarında şehit cenazesi görüntüleri eksik olmuyordu. Evlatlarını kaybeden anne-babalar, yakınlarını kaybedenler feryat ü figan ediyordu. Ben bu görüntüleri seyrettikten sonra şehitlikle ve şehitlerle ilgili şiir yazmak için zaman kaybetmeden kaleme sarılmışım çoğu kere. Bunların ruhumda oluşturduğu atmosferi şiirin büyülü dizelerine dökmüşümdür. Öte yandan Filistin’le, Gazze’yle ilgili o acı tablolar gözlerimin önünden gitmemiştir günlerce. Bunlar iç dünyamda bir iç ses olarak yankılanmıştır bir süre. Tabir caizse duygular mayalanmış, bir zaman sonra da o şiir hamuru kabarmıştır. Seyrettiğim kareler ruhumda var olan şiir değirmeninde öğütülmüş ve şiir olarak çıkmıştır bir zaman sonra. Demek ki şiirin oluşumu dış dünyadan da etkilenen hassas bir süreçtir.
Bunların ötesinde hemen her şairin belli bir davası vardır. Yani şair de bir düşünce sahibidir. Kim ne derse desin şairin düşüncesi şiirine yansır. Zira düşünceler duygulara tesir eder. Duygular çoğu zaman düşüncelerin rengine boyanır. Fakat şairler düşüncelerden çok, duygulara yer vermelidir. Şair bir düşüncenin borazanlığını açıkça yapmamalıdır. Şiirde düşünce, çaydaki şeker gibi eriyik olmalıdır. Yani düşünce açıkça görülmemelidir, sadece bir nebze hissedilmelidir. Buna en güzel örnek Üstad Necip Fazıl’ın şiirleridir. Onun şiirlerinde düşünce vardır ama o düşünceler çaydaki şeker gibidir, açıkça görülmez, sadece hissedilir.
Şiirde esas olan hayal gücüdür. Hayal gücü kuvvetli ve geniş olan şairler büyük şairlerdir. Bu şairler geniş kitlelerin duygularına tercüman olurlar. Fakat onların şiirleri derin ve kapalıdır. Hiçbir şeyi açıkça ifade etmezler. Okuyucunun da hayal gücünü kullanarak şiire derinlik katmasına imkân sağlarlar. Zira şiirde okuyucuya yorum payı bırakmak çok önemlidir. Örneğin şiirde tema olarak aşkı işliyorsanız bu aşk açıkça bir noktaya odaklanmamalıdır. Aşka olabildiğince geniş çerçeveden bakılmalıdır. Bir okuyucu Allah aşkını, bir okuyucu beşerî aşkı çıkarabilmelidir aynı şiirden. Herkes gönül heybesine zihnindeki genişliğe göre şiir ağacının meyvelerini toplayıp koymalıdır. Şiir okuyucusuna duyguları paketleyip sunmamalıyız. Okuyucunun önüne duygu harmanını koyarak ona bu harmandan dilediğini seçme imkânı sunmalıyız. Okuyucuyu şiire ortak etmeliyiz.
İyi bir şair dönüp dolaşıp aynı duyguları şiirinde terennüm etmez. Şair daima bir arayış içerisinde olmalıdır. Zira şair arayandır, şiir aramanın diğer bir adıdır. “Eskilerimiz söylenmeyen hiçbir söz yoktur” derler. Gerçekten de öyle… Dünyamızın yaşı milyonlarla ifade ediliyor. Bugüne kadar milyarlarca insan dünyaya geldi, yaşadı ve göçüp gitti. Dünyaya gelen her insan kendince bir şeyler söyledi; bir iz bıraktı. Mademki söylenmeyen söz yoktur, o zaman söylenen sözleri daha farklı renklerde yeniden söylemenin mücadelesini vermeliyiz.
Atılay YEŞİLYURT: Sizce şairin toplumdaki konumu ve görevi nedir?
M.Nihat MALKOÇ: Şairler toplumların iyi niyet sözcüleridir. Şair, toplumun bamteline basıldığı zaman çığlık atan insandır. O; milletlerin gülen yüzüdür, söyleyen dilidir. Bunu Millî Edebiyat dönemi şairlerinden Mehmet Emin Yurdakul bakın ne güzel ifade etmiştir:
“Bırak beni haykırayım, susarsam sen matem et;
Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir;”
Şiirsiz ve şairsiz bir toplum düşünemiyorum. Şiir aslında hayatın öznesidir. Şiirsiz ve şairsiz bir hayat ne kadar da çekilmez olurdu. Şairler hayatı renkli kılıyorlar. Şair yaşadığı topluma ışık oluyor. Şair ruh dünyamızdaki güneş görmeyen noktaları aydınlatıyor. İçimizi ısıtıyor bir anlamda da… Şair, toplumun bir ferdi olarak içinden çıktığı milletin sözcüsü oluyor aynı zamanda. Fakat şair, şiirini fikrin emrine verip sloganlaştırarak okuyucu kitlesini daraltmamalıdır. Şiir türü sloganı hiç kaldıramaz. Sanat, ideolojilerin emrine girdiğinde bitmiş demektir. Sanatın gayesi yine kendisidir. Bu şiir için de geçerlidir şüphesiz. Şiir/şair açıkça bir fikrin sözcülüğünü yaparsa okuyucu sahasını daraltır. Kendi ipini kendisi çeker. Fakat bu demek değildir ki şair toplumsal meselelere duyarsız kalır. Şair toplumsal olaylar karşısında yeri gelince ses ve renk de verir, vermelidir de… Fakat bunun dozunu iyi ayarlamak lazımdır. Düşünceyi ön plana çıkarıp duyguyu öldürmemek gerekir. Bu dengeyi ancak usta şairler sağlayabilir. Bunu başaran şairler toplum tarafından da baş tacı edilirler.
Atılay YEŞİLYURT: Okuduğum eserlerinizden hareketle; şiirlerinizde geçmişi bugünle yoğurduğunuzu, şiirinizin ta divan edebiyatından bugünkü modern şiire kadar birçok kaynaktan beslendiğini düşünüyorum. Ayrıca milli heyecanı derinden hissettiğimiz tarihten hâdiseleri bize çok güzel sezdiriyorsunuz. Şiirlerinizdeki bu yoğun duygunun bir kaynağı var mı, sorumun başında bahsettiğim dönemlerin birikimlerinden yararlanıyor musunuz?
M.Nihat MALKOÇ: Şiir, geçmişle gelecek arasında kurulan bir hissiyat köprüsüdür. Şair bu köprüyü kuran mimardır. Benim şiirlerim tabir caizse sacayağına benzer. Bu sacayağının bir ayağı mazi, bir ayağı hâl, bir ayağı da istikbaldir. Mazi bizim zihin arşivimizi oluşturuyor. Hâl henüz yaşanıyor, istikbal ümitlerimizi sinesinde emziriyor. Bunların hiçbirini görmezden gelemeyiz. Sacayağının ayakta durabilmesi için bütün ayaklarının sağlam olması gerekir.
Türk edebiyatını bilen bir insan olarak bu kıymetli birikimden fazlasıyla yararlanıyorum. İslamiyet’ten Önceki Türk Edebiyatından 21. Yüzyıl Modern Türk Edebiyatına kadar geçen süreci zihnimde harmanlamışım. Bu çok zengin bir kaynak benim için… Bundan istifade etmemek akıl kârı değildir. Fakat geçmişteki birikimlerden yararlanmak; onları kopya etmek ve taklit yoluna gitmek değildir. Bu birikimi bilmek hayal dünyamızı zenginleştirir, bizi tekrara düşmekten kurtarır. Özellikle Divan Edebiyatı çok zengin bir kaynaktır; ondan yararlanmak gerekir. Keza her şairden bir noktaya kadar beslenebilirsiniz. Bunları zihin ve hayal teknenizde yoğurarak onlara benzemeyen yeni bir karışım elde edebilirsiniz. Bu elde ettiğiniz karışımda sizin sesiniz ve renginiz olur.
Edebiyatçı olmasaydım belki tarihçi olurdum. Zira tarihe karşı büyük bir alâkam var. Tarihle ilgili alternatif kaynakları sürekli okurum. Kütüphanemde en çok edebî, tarihî ve dinî eserler mevcuttur. İlgim özellikle bu üç alanda yoğunlaşmaktadır. Tarihi bilmek bir şair için çok önemlidir. Tarih bizim bir anlamda kılavuzumuzdur. Her şair tarihini ve kültürünü çok iyi bilmelidir. Özellikle millî şuurun iri ve diri tutulması için tarihin çok iyi bilinmesi ve iyi etüt edilmesi gerekir. Şiirimdeki tarihî izler ve anekdotlar bu alana duyduğum ilgilinin bir tezahürüdür. Öte yandan millî ve manevî duyguları coşkun bir insan olduğumu düşünüyorum. Bu duygular şiirimi besleyen kaynakların başında geliyor. Fakat elden geldikçe bu duyguları soyutlaştırarak imgelerle ifade etmeye ve şiirselliği bozmamaya çalışıyorum.
Atılay YEŞİLYURT: Sizce şiirde ahengi sağlamak için kafiye ve redif gerekli midir? Kafiye ve redifin yerini söz tekrarları ve aliterasyon gibi elemanlar sağlayabilir mi?
M.Nihat MALKOÇ: “Şiirde kafiye gerekli midir, gereksiz midir?” tartışması bugüne kadar hep olagelmiştir. Bu konu çoğu kere de sulandırılmıştır. Demek istediğim o ki bu, günümüzün meselesi değildir. Bu tartışma bize geçmişten miras kalmış, henüz bir neticeye de varılamamıştır. Şiirlerini daha çok ölçülü ve kafiyeli yazan bir şair olarak şahsen ‘şiirde kafiye illâ da gereklidir, kafiyesiz şiir şiir değildir’ diyenlerden değilim. Bunu demek şiire dar bir çerçeveden bakmaktır. Bu aynı zamanda şiire dair bir önyargıdır. Oysa şiir gelişmeye ve yenilenmeye açık bir edebiyat türü olarak önyargılardan uzaktır, uzak olmalıdır da… Aksi takdirde hep aynı dairede dolaşıp dururuz, alanımızı daraltırız. Şiir genişlik demektir; duygular alabildiğine genişlemeli ki insanların sonsuzluğa uzanan duygu dünyasını kuşatabilsin. Kafiye eğer şiirin genişlemesine ve zenginleşmesine engel oluyorsa bunun üzerinde düşünmek gerekir. Fakat usta şairler kafiyeyi sınırlayıcı olarak görmezler.
Şiir vardır kafiyeli yazılınca güzeldir, şiir vardır serbest yazılınca güzeldir. Yani şiiri güzelleştiren kafiye olmadığı gibi, ölçü de değildir. Şiirin güzelliği duyguların ifade ediliş tarzında gizlidir. Format çok da önemli değildir. Daha doğrusu format içeriğin önüne geçmemelidir. Zarfla uğraşırken mazruf unutulmamalıdır. Ölçü ve kafiye aslında kabuktur. Kabuğu aşmadan öze ulaşamayız. Öncelikle ve özellikle şiirde hedeflenen öz yakalanmalıdır.
Şiir meraklılarının çoğu şiire genellikle ölçülü ve kafiyeli başlarlar. Bir kısmı bunda ısrar eder, fakat çoğu ya ölçülü ve ölçüsüz yazmayı aynı anda sürdürür, ya da ölçüsüz ve kafiyesiz yazmayı tercih eder. Ben şiir yazmaya ölçülü ve kafiyeli şiirler yazarak başladım. Bu hususta da ilk zamanlar katı bir düşünceye sahiptim. Argo tabirle söylersek serbest yazılan şiirler benim gözümde bir sıfır yenik başlıyorlardı ayakta kalma mücadelesine. Fakat gelinen noktada hiç de öyle düşünmüyorum. Zira ölçülü ve kafiyeli yazıldığı halde şiirle uzaktan yakından alakası olmayan ikinci sınıf manzumeleri görünce eski kanaatim değişti.
Türk şiirinin Cumhuriyet dönemine imzasını atan Necip Fazıl Kısakürek’in ölçülü ve kafiyeli şiirleri ne kadar güzelse, benim gözümde yaşayan şairlerimizin en büyüğü olan Sezai Karakoç’un ölçüsüz ve belli bir düzenle sınırlı olmayan kafiyesiz şiirleri de bir o kadar güzeldir. Demek ki güzellik şekille sağlanmıyor sadece… Hem ‘elma güzel, muz güzel değildir’ diye bir anlayış ne kadar sakatsa “ölçülü şiir güzeldir, ölçüsüz şiir güzel değildir’ anlayışı da o derece sakattır. Elmanın da güzeli ve alımlısı vardır, olmamışı(hamı) vardır. Keza henüz olgunlaşmamış yemyeşil bir muz, dalında güzel görünse de tadı yoktur. Şiir için de aynı şeyleri söyleyebiliriz. Henüz tamamlanmamış, yürek fırınında pişmemiş şiirler hamurdur, onları tadanlar ancak ve sadece tiksinirler. Fakat bunlar yeterince pişmemişse hepsinin de öyle olduğu önyargısına sahip olamayız. Bu çiğ hamurdan ibaret mamulleri piyasaya sürenler gerçek ürün sahiplerinin piyasasına da darbe vuruyorlar aslında. Ama müşteriler mamulleri denedikten sonra gerçekler ayan beyan oluyor; iyiyle kötü, güzelle çirkin eninde sonunda anlaşılıyor. Şiir de şüphesiz öyledir. Belli bir kültürel altyapısı olan iyi okuyucu iyi şiirle, kötü şiiri, iyi şairle kötü şairi tabir caizse ayak sesinden tanıyor.
Ahenk geniş anlamda uyum demektir. Şiirde ahenk birbiriyle uyumlu seslerin belli bir ritimle bir arada bulunmasıyla sağlanır. Şiirde ahengi sağlayan ses ve ritim unsurları sadece kafiye, redif ve ölçü değildir. Şiirde ahenk kafiye ve ölçüyle sağlanabildiği gibi söz tekrarlarıyla, aliterasyon ve asonanslarla da sağlanabilir. Hem şiirde ahenk sadece kulakla da ilgili değildir. Anlam ve imge ahengi de ses ahengi kadar mühimdir. Şiirin kendine mahsus bir ses akışı vardır. Şiirde çok kere sese dayalı olmayan derunî bir ahenkten de söz edilebilir. Serbest şiir yazan ustaların şiirlerinde bu derunî ahengi yakalayabilirsiniz. Mesela Attila İlhan’ın şiirlerinde bu derunî ahenk sizi mütebessim yüzüyle karşılar. Bunun yanında iyi bir şiir okuyucusu temanın imkânları doğrultusunda vurgu ve tonlamalarla şiire ahenk katabilir.
Atılay YEŞİLYURT: Şiirinizde belli bir akıma dâhil misiniz? Yazdığınız şiirlerde mana ve yapı itibariyle bir paralellik var mı?
M.Nihat MALKOÇ: Toplum ve genel anlamda insan değişime açıktır her zaman… Değişmeyen tek şey var o da değişimin kendisidir. Aslında değişim tazelenmek ve gençleşmektir. Fakat bunun da ölçüsünü iyi ayarlamak gerekir. Değişim demek, reddi miras demek değildir. Değişim ve dönüşüm geçmişin değerlerini reddetmekle değil, onları çağın gereklerine uydurarak bir adım öteye taşımakla sağlıklı bir yapıya kavuşturulmuş olur.
İnsan ve toplum değişir de şiir değişmez mi? Elbette değişir, değişiyor da… Şiir de kendini yenilemeli ve zamanın imkânlarından yararlanarak bir adım daha ileriye taşınmalıdır. Geçmişi tekrar edip durmak, ataların gölgesinden medet ummak, geleceğe bir katkı sağlamaz. Şiirdeki tabuları yıkmak lazımdır. Fakat bu geçmişi reddetmekle değil, geçmişle geleceği sentezlemekle olursa sağlıklı bir değişim ve dönüşüm gerçekleşir. Altı yüzyıllık Divan Edebiyatının belli ölçülerden sıyrılamaması, ilerlemeye müsait olmayan karakteristik yapısı, daha doğrusu şairlerin şiire gelenekçi ve sabit bakış açısı Osmanlı dönemi edebiyatının bugünkü konumundan çok daha ileri gitmesine engel olmuştur. Bu edebiyattaki klişeler onun hareket kabiliyetini engellemiştir. Klişeleri tabu edinenler pek de yeni şeyler ortaya koyamamıştır. Gül, bülbül ve servi ekseninde içine kapanık bir şiir dünyası ortaya çıkmıştır.
Şiir canlı bir organizmadır. Değişime ve gelişime açıktır, açık olmalıdır da… Şair kendini yenileyen insandır. Şiir klişeleri kaldırmaz, klişeler şiirin hareket alanını daraltır. İlle de klişelerde ısrar edilecekse onları da çağın yeni anlayışlarıyla modernize etmek gerekir. Değişmek demek, bozmak ve dağıtmak demek değildir. Geleneksel olana modern renkler ve çizgiler katabiliyorsak bu sağlıklı bir değişim ve dönüşümü beraberinde getirir. Geleneksel olanla modern olanı çatıştırmak değil, bir noktada uzlaştırmak en sağlıklı yoldur bence.
Asla unutulmamalıdır ki şair, seri üretim yapan bir şiir fabrikası değildir. Merhum şair Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın da ifade ettiği gibi her şairin içinde bir ‘şiir hayvanı’ vardır. Buna başka bir tabirle ‘şiir cini’ de diyebiliriz. İlham dediğimiz şey de bunun eseridir. İçimizdeki bu şiir hayvanı hep aynı ruh halinde olmuyor. Canlı bir organizma olarak o da değişiyor, kendini yeniliyor. İyi bir şair, içindeki bu şiir hayvanının sesine kulak veren ve kendini sürekli yenileyendir. Aksi takdirde bir fotokopi makinesine dönüşür, fakat şiir yazdığını sanar.
Türk ve dünya şiirine baktığımızda her dönemin bir önceki döneme ve anlayışa tepki olarak doğduğunu söyleyebiliriz. Bu biraz da farklı ve alternatif olma çabasıdır. Şiirde belli bir anlayışa bağlı kalmak ve o anlayışı tabir caizse kutsamak şiirin imkânlarını daraltır. Şiirde klişelerden kurtulmak lazımdır. Kendi sesini ve rengini bulabilmek için bu kaçınılmazdır.
Şahsen şiirde belli bir akımın mutlak etkisinde kalmadım hiçbir zaman. Fakat her şiir anlayışını ciddiye aldım ve ondan faydalanmaya çalıştım. Hem günümüzde eskisi gibi etkili şiir akımları ve anlayışları yoktur. Günümüzde ferdiyetçi bir şiir anlayışı hüküm sürüyor daha çok... Ben de kendi sularımda yüzdürüyorum şiir gemisini. Bu gemi zaman zaman değişik limanlara uğrayıp orada dursa da, bir şeyler alıp verse de yine kendi sularına dönüyor sonunda. Şiir sizi kendi sularına çekiyor zaten. Bu okyanuslarda kaybolmamak için iyi bir kaptan olmak gerekir. Gerçek şairler şiir gemisini en iyi şekilde sevk ve idare edebilen kaptanlardır. Fakat burnunun dikine gitmemek, kılavuz kaptanlardan faydalanmayı da ihmal etmemek gerekir. Her şeyi bildiğini sanan kişi, asıl bilinmesi gerekeni bilmiyor demektir.
Şiirde manayla yapı bütünlüğü esastır. Her şiir bir anlam dairesinde doğar ve gelişir. Şiirde anlam aranır mı, aranmaz mı tartışmasına girmek istemiyorum. O ayrı bir şey… Fakat şiirde yapı ile anlam bütünlüğü sağlanırsa şiirin etkiyiciliği daha da artar. Yapı demek ille de belli kalıplara girmek değildir. Serbest şiirde de belli bir yapıdan söz edilebilir.
Atılay YEŞİLYURT: Kendinize örnek aldığınız bir üstat var mı? Varsa sizi nasıl etkiledi.
M.Nihat MALKOÇ: Çok iyi bir şiir okuyucusu olduğumu söyleyebilirim. Günümüzde internet denen bir nimet var önümüzde. Nimet diyorum; zira internet faydalı kullanıldığında bulunmaz bir nimettir. İnternet ortamında binlerce şairin milyonlarca şiirine ulaşmak mümkündür. Artık şiir okumak için ille de şairin kitabına para vererek sahip olmak da gerekmiyor. Yüzlerce şiir sitesi var sanal ortamda. O sitelerde yeni ve eski şairlerin şiirlerine ulaşılabiliyor. Ben de bu sitelerde sık sık dolaşıyorum. Eskilerin şiirlerini okuyorum, yeniler neler yazıyor diye bakıyorum. Bir anlamda şiir mütalaa ediyorum. Demek istediğim o ki belli bir şaire bağlı kalmıyorum. Herkesi okumaya ve takip etmeye çalışıyorum. Bu bana olumlu olarak yansıyor. Belli bir kalıba sıkışıp kalmıyorum. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olmak da benim için bir avantaj teşkil ediyor. Zira şiirin teorisini ve geçmişini de iyi bildiğimi düşünüyorum. Bu beni öteki şairlerin yanında daha avantajlı kılıyor. Fakat bu durum şiir yazmayla doğrudan bağlantılı bir durum değildir. Böyle olsaydı bütün edebiyat öğretmenleri şair olurdu. Oysa büyük şairlerin çoğu edebiyat öğretmeni değildir.
Çocukluk yıllarında halk şairlerini çok okumuşumdur. Özellikle Karacaoğlan’ın şiirlerine ilgi duymuşum. Karacaoğlan’dan koşmalar ezberlemişim. Üniversite eğitimi sırasında işin ilmini öğrenirken divan şairlerini de görüp onlar üzerinde yoğunlaşmışım. Özellikle Fuzuli ve Şeyh Galip bende derin izler bırakan büyük divan şairleridir. Mehmet Akif’in Safahat’ı da benim için özel kitaplardan biridir. Bu kitap da ruhumu beslemiştir. Cumhuriyet döneminde yaşayan Necip Fazıl Kısakürek, Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şairler de ilgi alanıma girmiştir. Üzerimde en çok tesiri olanı da Necip Fazıl’dır. Bu daha sonra yerini günümüz şairlerine bırakmıştır. Günümüz şairlerinden Sezai Karakoç, okumaktan haz aldığım şairlerin başında gelir. Bu şairlerin şiiri içselleştirmeleri ve kuruluktan kurtararak derinleştirebilmeleri beni etkilemelerinin yegâne sebebidir.
Atılay YEŞİLYURT: Günümüzde beğendiğiniz ve kendinize yakın gördüğünüz kalemler var mı?
M.Nihat MALKOÇ: Günümüz şiirini ve genel anlamda edebiyatını elimden geldiğince takip ediyorum. Benim evime her ay beş-altı tane kültür, sanat ve edebiyat dergisi girer. Zaten her ay beş-altı dergide yazı ve şiirlerim yayınlanıyor. Durum böyle olunca günümüz edebiyatını dergilerden de takip edebiliyorum. Bunlar yetmeyince internet ortamından yararlanıyorum. Günümüzde beğendiğim şair ve yazarlar vardır şüphesiz.... Doğal olan da budur zaten. Herkes kötü yazmaz. Mutlaka birileri şiirde de, diğer türlerde de belli bir kaliteyi yakalayacaktır.
Beni sevindiren asıl şey günümüzde bayanların edebiyata ilgi duyması veya tabir caizse bir anlamda edebiyata ve şiire el atmasıdır. Kadınlarımız son zamanlarda her alanda olduğu gibi edebiyatta da varlıklarını hissettirmeye başladılar. Artık geçmişte olduğu gibi kadınlarımız şiir yazarak duygularını ifade etmekten çekinmiyorlar. Çok şükür ki bu alandaki tabular da bir bir yıkılıyor. Kadınların edebiyata el atması edebiyata renk ve ahenk katıyor. Kadın olsun, erkek olsun mümkün olduğunca yenileri okumaya ve takip etmeye çalışıyorum. Fakat bu kalemlerin olgunlaşması için belli bir zamana ihtiyaç vardır. Bir kişinin bir şiirini görüp beğenerek onu göklere çıkarmak iyi bir eleştirmenin yapacağı iş değildir. Bu konuda aceleci olmamak gerekir. Zira bir çiçekle bahar olmuyor. Her şeyde olduğu gibi edebiyatta da, şiirde de devamlılık esastır. Kendini yenileyebilenler ve tekrara düşmeyenler zamanla fark edilecek ve hak ettikleri noktalara geleceklerdir. Bu konuda isim vermek de bence acelecilik olur. Yeni kalemleri rakip görmemek, onlara destek ve moral vermek eskilerin de sorumluluğudur. Bu kervan yeni yolcularla menzile olan kutlu yolculuğunu devam ettirecektir. Bu kutlu yolculukta düşenleri ezmemek, onların elinden tutup kaldırmak ayakta kalanların vazifesidir. Zira kimin ne zaman düşeceği hiç belli olmaz. El olan el bulur.
Atılay YEŞİLYURT: Türk edebiyatının geleceğini aydınlık görüyor musunuz? Sizce eskisi gibi büyük ustalar çıkmıyor mu?
M.Nihat MALKOÇ: Sadece Türk edebiyatının değil, genel anlamda Türkiye’nin geleceğini aydınlık görüyorum. Yetmiş milyonun üzerinde bir nüfusumuz var. Bu kadar insanın yaşadığı bir ülkede güzel ürünlerin ortaya çıkmasından daha doğal ne olabilir ki?... Eskiden insanlar bugünkü kadar yazmıyordu. Geçmişte bu kadar kültür, sanat ve edebiyat dergisi yoktu. En mühimi de internet denen vasıta yoktu. Artık dünya internet ağıyla birbirine bağlanmış durumdadır. Herkes, her şeyden haberdardır. İsteyen herkes sesini duyurabiliyor. Daha özgürlükçü ve katılımcı bir ortam var günümüzde. İlerlemek isteyenler için yol daima açık…
Eskiden bu imkânlar yoktu. Dergi ve gazete sayısı bugünkü kadar değildi. Gerçi gazetelerin kitap ekleri dışında edebiyata hizmet edip etmedikleri de ayrı bir tartışma konusudur. Bu arada piyasada o kadar çok gereksiz magazin dergisi var ki onların kalabalığından kültür, sanat ve edebiyat dergileri raflarda kendilerine layık yer bulamıyorlar.
Geçmişte bir sürü edebî akımlar vardı. Edebiyat grupları, sanat anlayışları söz konusuydu. Tanzimat, Servet-i Fünun, Fecr-i Âti, Milli Edebiyat, Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler, Garipçiler, İkinci Yeniciler, Toplumcular bunlardan bazılarıdır. Günümüzde şair ve yazarlar daha çok bireysel takılıyorlar. Bu çeşit edebî oluşumlar pek sık görülmüyor. Bu da dağınık bir görüntü teşkil ediyor. Oysa eski edebî grupların her biri iyi veya kötü birer mektepti, şiir atölyesiydi. Bunun tekrar vücuda getirilmesi, şairlerin belli şiir mektepleri oluşturması şiirimiz için bir kazanç olacaktır. Zira eski büyük ustalar bu şiir mekteplerinde yetişti. Günümüzdeki bu dağınıklık ve başıboşluk bu şiir ve edebiyat mekteplerinin tekrar oluşmasıyla giderilebilecektir. Gerçi bunu sanal ortamda sağlayan oluşumlar vardır; fakat yüz yüze gelmedikten, aynı havayı teneffüs etmedikten sonra ekip ruhu yakalanamıyor.
Günümüzde büyük şairler yetişmiyor demek insafsızlık olur. Solda da, sağda da büyük şairler yetişiyor aslında. Fakat bir şairin edebiyata mal olması için uzun bir süreçten geçmesi zorunludur. Günümüzde saflar eskisi kadar net ve belirgin değil. Herkes kendi çapında bir şeyler üretiyor ama bunlar henüz tam anlamıyla tasnif edilebilmiş değildir. Yaşayan şairlerin duygu ve düşünce dünyası her an değişime açık olduğu için onlar hakkında mutlak hükümler vermek bizi yanıltabilir. Bazı şeyleri bekleyip görmek lazımdır. Edebiyat tarihine geçmek için bir nesillik sürenin geçmesi gerekir. Bu da yarım asra yakın bir süredir.
Atılay YEŞİLYURT: Şimdiye kadar birçok ödül kazandığınızı biliyoruz. Bundan yola çıkarak, oluşturduğunuz bir eserin değer gördüğünü görmenin mutluluğunu bize anlatır mısınız?
M.Nihat MALKOÇ: Yerel ve ulusal olmak üzere bugüne kadar otuzun üzerinde ödül kazandım. Evimde plaket koyacak yer kalmadı desem abartmış olmam sanırım. Ödüllerimi sıralamaya kalksam herhalde birkaç sayfa tutar. Bu beni fevkalade mutlu ediyor; yazma şevkimi daha da artırıyor; hissiyatımı kamçılıyor. Ben bu kaynaktan besleniyorum. Eserimin beğenildiğini görmek bana enerji olarak yansıyor. Onun içindir ki bu durumu bilen ve yaşayan bir insan olarak beğendiğim eserlerin sahiplerine övgü dolu sözler sarf etmede cimri davranmıyorum. Biliyorum ki övgü; büyük küçük, kadın erkek herkes için bir ilaç kadar tesirlidir. Fakat samimiyetten uzak olan özgüler bu tesiri sağlamaktan çok uzaktır.
‘Marifet iltifata tabidir’ der eskilerimiz… Samimi iltifat görmek dünyanın en güzel duygusudur. ‘Samimi’ sözünü özellikle vurguluyorum. Çünkü günümüzde iltifatın da ayarını bozdular. Ne yazık ki bu alanda da kantarın topuzu kaçtı. İnsanlar iltifatlarında da samimi değiller çok kere. Bunda iltifat edenler kadar iltifat görenler de suçludur. Zira eleştiriye tahammül edemeyen fertlerden oluşan bir toplumuz. Adam şiir kitabı yayınlıyor. Size de getiriyor kitabını. Bir anlamda hediye ediyor size. Fakat açıkça söylemese de sizden kitapla ilgili bir yazı bekliyor. Okuyorsunuz şiir kitabını. Aslında hiç de beğenmiyorsunuz. Bunu dile getirmek hiç de kolay değil. Çünkü size kitabını imzalayan kişi sizden nasihat değil, övgü dolu sözler bekliyor. Sözde eleştirmenler basıyor övgüyü. Fakat gerçek eleştirmen gördüğü hataları açık yüreklilikle ifade ediyor. Bu sefer de kitabın sahibiyle bozuşuyorsunuz.
Bunları bizzat yaşayan biri olarak konuşuyorum. Bana da şairinden imzalı çok kitaplar geldi. Nezaketle aldım, teşekkür ettim, okudum ve hakkında yazılar kaleme aldım. Beğenmediğime gerekçelerini de sıralayarak açıkça ‘beğenmedim’ dedim. Beğendiklerimi de överken hiç cimri davranmadım. Hakkında olumsuz eleştirilerde bulunduğum bir kısım şair ve yazardan selam alamadım. Fakat doğru bildiğim yoldan sapmadım yine de… Bunu yaşayan biri olarak iltifatın da samimi ve yalancı olanlarını ayırt etmek gerektiğine inanıyorum. Samimi eleştiriler aslında eleştirilen kişinin elinden tutmak, ona yol göstermek anlamı taşır. Beni eleştirenler aslında benim gerçek dostlarımdır. Ödüllere de böyle bakıyorum ben. Zaten akıllı bir şair ve yazar ödülün niteliğini de anlayabilecek yetkinliktedir.
Atılay YEŞİLYURT: Son olarak sormak istediğim şey şudur; edebiyat dünyasında ulaşmak istediğiniz bir yer var mı? Şiire heveslenenlere neler önerirsiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Her insanın bir hedefi vardır, olmalıdır da. Hedefsiz yürüyen erken yorulur. Benim hedefim de öncelikle ve özellikle baki kalan bu kubbede hoş bir seda bırakmaktır. Yoksa meşhur olmak gibi bir düşüncem yoktur. Geniş kitlelerce okunmak her şairin hedefi olduğu gibi benim de hedefimdir. Fakat bu hedefe varmak için duyguların en seçkinini, özünü ve en güzelini vermelisiniz okuyucuya. Bunu verebilirseniz okuyucu sizi baş tacı eder. Fakat reklamın da tanınmada etkili bir araç olduğuna inanıyorum. Nice büyük sanatkârlar vardır ki köşede bucakta unutulmuşlardır; nice cüce sözde sanatçı vardır ki geniş kitlelerce baş tacı edilmişlerdir. Bu da işin acı olan, yürek yaralayan tarafıdır şüphesiz.
Günümüzde şiirin de küçümsenemeyecek bir müşterisi vardır. Fakat ülkemizde “şiir yazanlar şiir okuyanlardan daha çoktur” iddiasındayım ben de. Bu ne demektir? Şiir meraklıları şiir okumadan şiir yazmaya kalkışıyorlar. İyi bir şair olmak için öncelikle ruhunda şiire dair belli bir meyil olmalıdır. Bu yetmez şüphesiz. Şiiri sevmeli ve ciddiye almalısınız her şeyden önce. Şiiri boş zamanları dolduran bir uğraş olarak görmemelisiniz. Şiir yazmaya heveslenen kişilerin öncelikle bu alanda kendini kabul ettirmiş şairleri sürekli okumaları gerekir. Nasıl ki üniversiteye hazırlanan öğrenciler bir günde yüzlerce test sorusu çözüyor, zihin egzersizi yapıyor, işte şiire gönül verenler de her gün onlarca şiir okumalı ve bu şiirler üzerinde düşünmelidir. Aksi halde şiir yazdıklarını zannederek kıymetli zamanlarını boşa harcamış olurlar. “Söylenmeyen söz yoktur” düşüncesince tekrara düşerler.
Çok şiir okumak iyi de bunun okuyana yansıyan olumsuzlukları da olabilir. Keza çok şiir okuyan kişi belli bir şairin tesirinde kalarak onu taklit edebilir; onun atmosferinden kurtulamayabilir. Malumdur ki taklit hiçbir zaman aslı kadar mükemmel ve orijinal olamaz. Şiiri bir yaşam tarzı olarak gören akıllı şiir okuyucusu şiirin gerçeği varken niçin sahtesini tercih etsin ki? Buna esinlenme dersek bunun da belli bir sınırı vardır. Şairler birbirinden esinlenebilir ama bu taklit boyutuna varmamalıdır. Zira en çok sevilen şairler şiir adına yeni şeyler ortaya koyanlardır. Hep aynı çizgide giden ve yeni arayışlar içerisinde olmayan şairler okuyucuyu bıktırırlar. Bir zaman sonra çevresinde muhatap olacakları okuyucu bulamazlar. Bu şairin bittiği andır. Onun içindir ki kimseye benzeme sevdasında olmamalıyız; kendimiz olma, üslûp geliştirme gayreti içerisinde şiirin derinliklerinde yol almalıyız.
Aziz Nesin’in deyimiyle ‘her üç kişiden beşinin şair’ olduğu bir toplumda ve zamanda yaşıyoruz. Bu ironik bir ifade olsa da her ironi bir gerçekten yola çıkar. Gerçi bu durum diğer alanlarda da söz konusudur. Fakat zaman iyilerle kötüleri, şairlerle müteşairleri ayırıyor. Geçmişten örnek vermek gerekirse Servet-i Fünun dergisinde yüzlerce şair yazmasına rağmen bugün Tevfik Fikret’le Cenap Şahabeddin’den başka kimi tanıyoruz? Gün gelecek iyilerle kötüler zamanın adaletli süzgecinde ayıklanacaktır. İyilerin sesi daha gür çıkacaktır.
Şiir edebiyatta özün özüdür. Şiir kelimelerin süzülmüş halidir. Şiirde kelimeler yerli yerinde kullanılmalıdır. Ne bir fazla, ne bir eksik kelime, her şey yerli yerinde… Onun içindir ki şiir cesaret isteyen bir edebiyat sahasıdır. Fakat bu deli cesareti değildir. Şiir yazma heveslileri bunları bilerek bu yola revan olmalıdır. Şiir yazmaya heveslenenler öncelikle uzun bir okuma süreci geçirmelidirler. Şiiri tanımak ve inceliklerine vakıf olmak için çok şiir okumak lazımdır. Şiir aceleye getirilecek bir sanat ve edebiyat dalı değildir. Şiir sabır ister, ancak sabredenler geniş kitleleri peşinden sürükleyen güzel şiirler yazabilirler. Türk şiirinin yüz aklarından biri olan Yahya Kemal Beyatlı’nın bir şiirine son şeklini vermek için 16 yıl beklediğini söylersek işin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır kanaatindeyim.
Türk ve dünya şiirini öncelikle okumalı, bu sahada emsalsiz eserler veren büyük şairleri tanımalıyız. Şiirin teorisi üzerinde de iyice kafa yormalıyız. Şiirin de bir felsefesi olduğunu bilmeliyiz. “Anlaşılmaz ve kapalı ne söylersen şiir olur” sakat mantığıyla, kendisinin de anlam veremediği uçuk imgelerle okuyucuyu yoran bir şair; gün gelir etrafında kimseyi bulamaz. İmge demek bilinmeze yolculuk demek değildir. Şiirde her imge bir duyguya karşılık gelmelidir. Fakat duyguyla imge arasındaki mesafe çok iyi ayarlanmalıdır. Ne çok uzun, ne de çok kısa olmalıdır bu yol... Okuyucu bu mesafeyi kat etmek için çaba göstermelidir. Fakat zaman zaman da okuyucunun elinden tutulmalıdır. Bilinmelidir ki imgeyi çözen okuyucunun şiirden alacağı haz hiçbir şeyden elde edilemeyecek kadar büyüktür.
Şiir çetin bir dil işçiliğidir. Adeta iğneyle kuyu kazmaktır. Şiir yazanlar, tonlarca topraktan bir gram altın elde etmek için uğraşan madenciler gibidir. Bir gram altın elde etmek için nice fedakârlığa ve zorluğa katlanırlar. Öyle olsa da neticede elde ettiğiniz altındır. Bunu elde etmek bütün yorgunluları unutturur. Zor olduğu için kıymetlidir zaten. Şiir yazmaya heveslenenlerin bu yolun uzun ve çileli bir yol olduğunu bilmeleri gerekir. Şiire ve şairliğe talipseniz bunu bilerek ve kabul ederek yola çıkmalısınız. Kimse kimseyi şair olmaya zorlamıyor. Şiiri ya ciddiye al, ya da hiç bulaşma. Ortalık son yıllarda kendini şair sanan zavallılardan geçilmiyor. Kelimeleri leblebi gibi beyaz sayfalara serpiştiren bu müteşairler çok şey yaptıklarını sansalar da şiire hiçbir şey katmıyorlar aslında. Bilinmelidir ki bu ülkede herkes şair olmak mecburiyetinde değildir, olamaz da… İnsanlar en iyi bildiği işi yapmalıdır. Memleketimizdeki kötü şairler veya diğer tabirle müteşairler(kendini şair sananlar) kervanına bir şaşkın yolcu daha eklemek faydadan çok zarar verir Türk şiirine. Eski Türk şiirinden modern Türk şiirine kadar bu sahada kalem oynatanları; düşüncesine hiç bakmadan, bağnazlığa sapmadan okumalı yeni şairler… Ondan sonra da bir örümcek misali sabır ve tahammülle kendi şiir ağlarını örmelidirler. Bunun başka bir yolu ve yordamı da yoktur.
M. NİHAT MALKOÇ’LA KONUŞMA VE KONUŞMA ADABI ÜZERİNE…
Konuşan: Durdu ŞAHİN
Durdu ŞAHİN: Sizce “konuşma” deyince ne anlaşılmalıdır?
M. NİHAT MALKOÇ: İnsan için “düşünen ve konuşan hayvan” derler. Bunu ilk duyduğumuzda hemen tepkimizi koyarız. Oysa “hayvan” kelimesi, Arapçada “canlı, hayat sahibi, ruh sahibi” demektir. Bunu öğrendiğimizde tepkimiz kısmen de olsa söner. Buradaki “düşünen”le kast edilen akıl-mantık sahibi olmaktır. Akıl mantık sahibi olmak sadece eşref-i mahlûkat(yaratılanların en şereflisi) olan insana mahsus bir özelliktir. İnsan bu özelliğiyle diğer varlıklardan ayrılır. Bu durum, insanın diğer varlıklara üstünlüğünün göstergesidir.
Konuşma ise yaratılanlar içinde sadece insana bahşedilmiş yüce bir nimettir. Biz yine de insana “düşünen ve konuşan hayvan” demeyelim, “hayvan” yerine “varlık” ifadesini kullanalım. Böylece bazı kesimlerin tepkisini çekmekten de kurtulmuş oluruz.
Konuşma, insanlar arasındaki iletişimi sağlayan en önemli anlaşma vasıtasıdır. Dille gerçekleştirilen bir eylemdir. İnsan olmanın şiarıdır. Konuya biyolojik açıdan bakarsak akciğerlerden gelen havanın boğaz, ağız ve burun yolunda şekillenmesi sonucunda oluşan seslere konuşma diyoruz. Bilinçli ve planlı olarak sarf edilen bu sesler kulak vasıtasıyla beyne iletilerek anlamlandırılıyor. Böylelikle insanlar arasında anlaşma sağlanıyor.
Konuşmanın temelinde ses vardır. Sesler bir araya gelerek anlamlı kümelere dönüşüyor. Onun içindir ki konuşma çok güçlü bir iletişim vasıtasıdır. Bunu bir de vücut diliyle birleştirebilirsek etkili bir konuşma ortaya koymuş oluruz.
Malum olduğu üzere insan, yaygın olarak kendini konuşma ve yazma olmak üzere iki şekilde ifade eder. Bunun bir üçüncüsü de vücut dili sayılabilir. Kelimeler belli bir toplumsal uzlaşma neticesinde ortaya konulmuş şifreli ifadelerdir. “Ekmek” dediğimizde Türkçeyi bilen herkes, zihninde aynı varlığı şekillendirir. Türkçeyi bilmeyen bir İngiliz’e “ekmek” dediğinizde hiçbir tepki alamazsınız. Çünkü onun ana dilinde bu kelimenin somut bir karşılığı yoktur. Fakat “bread” derseniz bir İngilizin zihninde de bizim “ekmek” dediğimizde canlanan varlık hemen canlanır. Demek ki kelimeler milletlerin anlaşmasını sağlayan bir çeşit şifredir.
Durdu ŞAHİN: Konuşmanın etkisi konusunda neler söylemek istersiniz?
M. NİHAT MALKOÇ: İnsanları ikna etmede konuşmanın apayrı bir tesiri vardır. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” atasözü, sözün gücünü gösteren veciz bir ifadedir.
Konuşmaya başlarken bütün önyargıları kapı dışarı etmeliyiz. Muhatabımıza nasihat etmekten kaçınmalıyız. Nasihat içerikli konuşmalar hep itici olmuştur. Çünkü bu tarz konuşmalarda hep “ben bilirim” havası vardır. Nasihat yerine söze “Ben olsaydım…” diye başlamak daha yerinde olur. Böylelikle kendimizi model olarak sunsak da bu itici olmaz.
Konuşmanın ekserisi sözün samimiyetinden güç alır. Konuşurken karşımızdaki kişiye öncelikle güven aşılamalıyız. İçten söylenen sözler muhatabında derin izler bırakır. Doğru sözün büyüsü kendindendir. Zira doğru söz, direkt kalbe tesir eder. İyi örneklerle zenginleştirilen ve yeni bakış açıları kazandıran sözler, muhatabını etki altında bırakır.
Tarih boyunca sözün en güzelini şairler söylemiştir. Türk şiirinin evrensel sesi olan Yunus Emre’nin şu şiiri, konuşmanın önemi ve tesiri konusunda yazılmış en güzel şiirdir: “Keleci bilen kişinin yüzünü ağ ede bir söz/Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz//Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı/Söz ola ağılı aşı bal ile yağ ede bir söz//Kelecilerin pişirgil yaramazını şeşirgil/Sözün us ile düşürgil dimegil çağ ede bir söz//Gel ahî ey şehriyâri sözümüzü dinle bâri/Hezâr gevher ü dinârı kara taprağ ede bir söz//Kişi bile söz demini demeye sözün kemini/Bu cihân cehennemini sekiz uçmağ ede bir söz//Yürü yürü yolun ile gâfil olma bilin ile/Key sakın ki dilin ile cânına dağ ede bir söz//Yûnus imdi söz yatından söyle sözü gayetinden/Key sakın o şeh katından seni ırağ ede bir söz”
“Söz düşüncenin giydirilmiş hâlidir” derler. Düşünceler sözle yarınlara taşınır. Sözün elbisesi, onu kendi duygu tonumuzda söylemektir. Söze imzamızı atmaktır. Onu muhatabın yüreğine yedirmektir. Üst perdeden konuşmamaktır. Şartları eşitleyerek söze başlamaktır.
Eskilerin deyimiyle aslında “Dünyada söylenmeyen söz yoktur” Marifet, dünyanın ve insanlığın var oluş sürecinde söylenmiş olan bu sözleri, kendi üslûbumuzu da işin içine katarak daha etkili bir biçimde yeniden söylemektir. Sözü, bir bengisu misali, yanıp kavrulan idraklere içirircesine tesirli söylemeliyiz. Sözü samimiyet iksiriyle yoğurmalıyız.
Meşhur bir anekdottur; hep anlatılır. Ünlü düşünür Konfüçyüs’e sormuşlar: “Bir ülkeyi idare etmeniz gerekse, nereden başlarsınız?” Tereddütsüz cevap vermiş: “İşe önce dilden başlardım. Çünkü dil doğru olarak kullanılmadığında, düşünce kelimeleri doğru olarak ifade edemez, düşüncedeki aksama, yapılan işlere yansır. Ödevlerdeki bu gerileme de, töre ve kültürdeki aksamaları beraberinde getirir. Töre ve kültürdeki hatalar da, adalet sistemine yansır ve halkı şaşkına çevirir. Bu yüzden de öncelikle dilden başlarım” diye cevaplamış...
Bu anlamlı anekdot aslında bize dilin ne kadar büyülü bir araç olduğunu açıkça gösteriyor. Dildeki aksaklıklar ve olumsuzluklar, bir domino etkisi misali, bütün işlere yansır.
Durdu ŞAHİN: Konuşma ile yazma arasındaki farklar nelerdir?
M. NİHAT MALKOÇ: Konuşma düşüncelerin seslere dönüştürülmesi fiilidir. Bunu gerçekleştirmek için öncelikle söyleyeceklerimizi zihnimizde tasarlamalıyız. Kısaca öncelikle ne söyleyeceğimizi belirlemeliyiz. Bu sanıldığı kadar basit bir eylem değildir. Zira konuşma karmaşık bir mekanizmanın işleyişi neticesinde oluşur. Beyin bunu çok kısa zamanda gerçekleştirir. Daha sonra bu düşünceler anlamlı ses kalıplarına dönüştürülür. Aslında sözleri harmanlayan beyindir. Dilin yaptığı şey, belli aşamalardan geçen sesleri son çıkış mercii olarak somutlaştırmaktır. Amiyane tabirle söylemek gerekirse beyin söz eker, dil onu biçer.
Yazmada da beyin, sözlerin tasarlandığı yer olarak karşımıza çıkıyor. Düşünceler zihnimizde şekilleniyor; yazıyla da ete kemiğe bürünüyor. İfadelerin belli ölçüler dâhilinde bir araya gelmesi, toparlanması beyinde gerçekleşiyor. Yani cümleleri dil değil, beyin kuruyor. Konuşmadaki ön süreç, yazmada da aynen işliyor. Yazmada sözler iç ses olarak kalıyor. Kalem marifetiyle yazıya geçiriliyor. Dile gelinceye dek benzer döngü yaşanıyor.
Konuşma ile yazmanın en büyük farkı, konuşmada sözlerin(şayet kayda alınmazsa) hava zerrecikleri olarak atmosferde kaybolup gitmesidir. Bir daha geri getirilememesidir. Demek ki konuşma kalıcı bir şey değildir. Onun içindir ki büyük Türk şairi Yunus Emre “Söz uçar, yazı kalır” demiştir. Gerçekten de söylediklerinizin asırlarca yaşamasını istiyorsanız onları yazıya geçirmelisiniz. Sekizinci asırda taşlara kazınan Göktürk Kitabelerindeki sözler yazı sayesinde bugünkü nesle intikal etmiştir. Taa bin yıl evvel Yusuf Has Hacip’in söylediği hikmetli sözler “Kutadgu Bilig” isimli eserde yaşıyorsa bu yazının marifetidir.
Durdu ŞAHİN: Konuşma dili ile yazı dili arasındaki farklar nelerdir? Sözün bu noktasında lehçe, şive ve ağız kavramlarına da açıklık getirebilir misiniz?
M. NİHAT MALKOÇ: Konuşma dili, günlük hayatta diğer insanlarla iletişim kurmak için kullandığımız vasat dildir. Bu dilde doğallık esastır. Onun içindir ki konuşma dilinde cümlelerimizi yazı dilinde olduğu kadar özenle ölçüp biçmeyiz. İçimizden geldiği gibi konuşuruz. Cümlelerin kurallı mı, devrik mi olduğuna dikkat etmeyiz. Zira asıl gayemiz meramımızı karşımızdakine kısa yoldan iletmektir; yoksa kalıcı olmak değildir.
Millet olarak çok geniş bir coğrafyada yaşadığımız için konuşma dilinde bölgeden bölgeye, ilden il’e değişen birtakım söyleyiş ve kelime farklılıkları ortaya çıkar. Bu farklılıklara “ağız” adını veriyoruz. Bazıları buna “şive” diyor ki bu adlandırma yanlıştır. Erzurum’daki insanların kendine has konuşma tarzına biz “şive” değil “ağız” demek durumundayız. Aksi takdirde terminolojik bir hata yapmış oluruz.
Şive bir dilin izlenebilen tarihî dönemlerinde ayrılmış koludur. Şivede farklılıklar lehçedeki kadar değildir. Birbirine yakın olan diller, birbirlerinin şiveleridir. Azeri Türkçesi, Türkmen Türkçesi, Kırgız Türkçesi ve Kazak Türkçesi Türkçenin şiveleridir. Bu dilleri belli bir noktaya kadar anlamamız mümkündür. Fakat bu, o dili konuşacak düzeyde değildir.
Lehçe(diyalekt) ise bir dilin, tarihî gelişim sürecinde, bilinen dönemlerden önce o dilden ayrılmış ve farklı biçimde gelişmiş kollarıdır. Burada farklılıklar çok ileri boyuttadır. Çuvaşça ve Yakutça Türkçemizin lehçeleridir. Özel eğitim almayan birinin bu lehçeleri anlaması mümkün değildir. Çünkü lehçelerde yapı ve sözdizimi farklılıkları çok fazladır.
Türkçenin yazı dili İstanbul Türkçesidir. Bütün edebî eserler bu ağız ölçü alınarak yazılmalıdır. Yöremizdeki konuşmalarımızda dilediğimiz gibi ağız özelliklerimizi dilimize yansıtsak da, iş kalıcı olan yazıya geldiğinde İstanbul Türkçesini kullanmak mecburiyetindeyiz. Bunu özünden kopma olarak yorumlamamak lazım. O bizim ortak düşünce ve yazı hafızamızdır. Onda birleşmek ve mutabık kalmak zorundayız. Aksi takdirde millet olma vasfımız lâftan öteye gitmez. Kısa zamanda çil yavrusu gibi dağılırız.
Özellikle son yıllarda köyden kente göçlerin aşırı derecede artması neticesinde İstanbul Türkçesi büyük bir yara almıştır. Şehre göç eden insanlar; gittikleri yere dilini, kültürünü, gelenek ve göreneklerini de beraberinde getirmiştir. Bu da dili yozlaştırmıştır.
Durdu ŞAHİN: Yerinde, zamanında ve ölçülü konuşmak niçin önemlidir?
M. NİHAT MALKOÇ: Bütün ileri medeniyetler konuşmanın ürünüdür. Çünkü konuşma bilgi üretmenin bir aracıdır. İnsanlar belli hesap ve planlamalar neticesinde bilgiyi harmanlarlar. Harmanlanan bu bilgiler zaman içerisinde nesilden nesile aktarılarak geleceğe taşınır. Böylelikle bilim, kültür, sanat ve medeniyet döngüsü gerçekleşir. Geçmişten geleceğe sağlam köprüler kurulur. Hiçbir şey zayi olmaz. Dil bu süreçte aktif bir rol oynar.
İnsan konuşan bir varlıktır. O uzun süre konuşmadan yaşayamaz. Toplumsal bir ihtiyaç olan konuşma insanı yalnızlığın girdabına düşmekten kurtarır. Hayata neşe, renk ve dinamizm katar. Hayat konuşmayla anlam kazanır. Eksikliklerimizi onunla gideririz.
Konuşma duygu ve düşünce alışverişini sağlayan güçlü bir vasıtadır. En büyük paylaşım aracıdır. Böyle bir araçtan yoksun olsaydık hayat ne kadar da monoton ve sıkıcı olurdu. Zira canımız sıkıldığında dertlerimizi dostlarımızla paylaşarak onları asgari düzeye indiriyoruz. Eskilerimizin dediği gibi “Dertler paylaşıldıkça azalır, mutluluklar paylaşıldıkça çoğalır” Bu paylaşım ancak dille gerçekleştirilir. İnsan toplumsal bir varlık olduğu için konuşmadan edemez. Tabir caizse konuşma can sıkıntısının en ucuz ve en tesirli ilacıdır.
Konuşmanın da belli bir yolu ve yordamı vardır. Öyle her istediğimizi söyleme hakkına sahip değiliz. Dilimizin de bir fren mekanizması olmalıdır. Zira “İstediğini söyleyen istemediğini işitir” demiş atalarımız. Hoşumuza gitmeyen sözlere muhatap olmak istemiyorsak sözü yerli yerinde ve tasarruflu söylemeliyiz. İnsanların başını şişirme hakkımız yoktur. Öte yandan “Kişi ağzından çıkan sözün kölesi, saklayabildiği sözün efendisidir” derler. Sözümüzün kölesi olmak istemiyorsak ağzımıza geleni söylememeliyiz. Sır tutmayı bilmeliyiz. “Sırrını söyleme dostuna, dostunun da dostu var; o da söyler dostuna” diye tekerlemeye benzer anlamlı bir söz vardır. Bu sözün hakikat payı inkâr edilemez.
Durdu ŞAHİN: Güzel konuşma nedir? Güzel konuşmanın belli başlı kuralları var mıdır?
M. NİHAT MALKOÇ: Güzel konuşma başlı başına bir sanattır. Biz buna “hitabet sanatı” diyoruz. Güzel konuşma kişiye itibar kazandırır. Onu toplumda sevdirir, özel bir yere oturtur. Zira güzel konuşma, meramımızı ifade etmede hayatî bir öneme sahiptir. Kendini dinletecek kudrete sahip olmak, kişiye birçok kapıları açar. Onu aranılan kişi konumuna yükseltir.
Konuşmada “kanalı kontrol” diye isimlendirdiğimiz bir işlev var. Kişi, karşısındakiyle konuşurken bunu ara sıra yapmalıdır. Konuşmacı, söylediklerinin anlaşılıp anlaşılmadığını zaman zaman test etmelidir. Bununla bağlantılı olarak dönütler almalıdır.
Mikrofonu eline geçirenin susmayı bilmediği bir toplumda yaşıyoruz. Kişi söz aldığında dolu da olsa, boş da olsa habire konuşuyor. Hatip kendini hâkim, dinleyicileri mahkûm olarak görüyor. Çok konuşmanın hüner olduğunu sanıyor. Oysa asıl hüner az ve öz konuşmaktır. Zaten edebiyatta da az sözle çok şey anlatma esas değil midir? Konuşmaya başladığında susmayı bilmeyenler, muhataplarına en büyük kötülüğü yapanlardır.
Konuşurken duygu ve düşüncelerimizi açık ve net bir şekilde ifade etme gayreti içerisinde olmalıyız. Telâffuz ve dil yanlışları yapmaktan uzak durmalıyız. Sesimizi doğru kullanmalıyız. Konuşmayı tekdüzelikten kurtarmalıyız. Konuşurken jest ve mimiklerimizden yararlanmalıyız. Fakat bunu abartılı yaparak kendimizi komik duruma da düşürmemeliyiz.
Konuşmalarımızı ayrıntılara boğup asıl maksadımızdan uzaklaşmamalıyız. Konudan konuya geçerken konular arasındaki bağlantıları iyi ayarlamalıyız. Söylediklerimize evvela kendimiz inanmalıyız. Sözün tesiri ancak bu şekilde artırılabilir. Kalbe inmeyen, dudak ucuyla söylenen sözlerin muhatabımızda uzun ve kalıcı tesirler bırakması beklenemez. Sözümüzün karşımızdaki kişide olumsuz tesire yol açmaması için, halk tabiriyle bin ölçüp bir biçmeliyiz. Bu arada konuşurken muhatabımızla göz temasını asla ihmal etmemeliyiz.
Konuşurken kelimeleri yutmamalıyız. Dişin arkasından konuşmamalıyız. Dişin arkasından konuşan kişi, çıkardığı anlamsız fısıltılardan dolayı meramını doğru anlatamaz.
Yavaş ve kelimelerin üzerine basa basa konuşmalıyız. Konuşmayı aceleye getirmek, zamandan tasarruf etmeye çalışmak, anlatmak istediklerimizi büyük ölçüde sekteye uğratır.
Konuşmalarımız açık ve net olmalıdır. Konuşmacı herkesi kendisi gibi görme yanılgısına düşmemelidir. Konuşurken bazı insanların zor anlayabileceğini hesaba katmalıyız. Zira insan robotlar gibi aynı makineden çıkmış değildir. Hepsi birbirinden farklıdır. Hepsinin de kendine has duygu dünyaları mevcuttur. Unutmamak gerekir ki muhatabımız bizim ağzımızdan çıkan sözlerden bir mana çıkarmaya çalışır; bizim niyetlerimizi okuyamaz. Bu yüzden kastettiğimiz duygu ve düşünceleri ifadelerimize yeterince ve doğru yansıtmalıyız.
Hatip, konuşacağı konuya hâkim, kendinden emin olmalıdır. Toplumun huzuruna çıkmadan evvel söyleyeceği sözleri zihninde toparlamalıdır. Konuşma sırasında bazı şeyleri unutabileceğini hesaba katarak ufak notlar da almayı ihmal etmemelidir. Fakat bu demek değildir ki metne bakarak konuşalım. Metne bakarak konuşmak, konuşmanın büyüsünü yok eder. Unutmamak gerekir ki en tesirli konuşmalar irticalen(hazırlıksız, metinsiz) yapılan konuşmalardır. Tabii ki böyle bir konuşma yapmak için belli birikime sahip olmak gerekir.
Durdu ŞAHİN: Konuşmada yer, zaman, muhatap alınan kişi konuşmayı nasıl etkiler? Konuşmacı bunlardan nasıl etkilenmelidir?
M. NİHAT MALKOÇ: İnsan konuşurken nerede, ne zaman ve kime karşı konuştuğunu hesaba katmalıdır. Sözlerini buna göre sarf etmelidir. Çünkü nerede, ne zaman ve kime konuştuğumuz, konuşmamızın içeriğini ve konuşma tarzımızı belirler. Muhatabımız olan kitlenin eğitim durumu konuşmada bize yön ve ayar verir. Kendimizi o kişilerin anlayacağı şekilde konuşmaya zorlarız. Yanlış anlaşılmalara karşı tedbirimizi önceden alırız.
Konuşmada doğru ve yerinde bir üslûp, olmazsa olmazımızdır. Öncelikle üslûbumuz muhataplarımıza tesir eder. Söz ulularının dediği gibi “Üslûb-u beyân ayniyle insandır.” Fazla söze hacet yoktur. Konuşmalarımız bizim aklımızı, izanımızı ve edebimizi ele verir. Eskilerimizin deyimiyle “İnsan dilinin altında gizlidir” Ruh inceliği dile akseder.
Söz samimiyettir. Başkalarına tesir etmesini istediğimiz sözü içselleştirerek muhataplarımıza aktarmalıyız. Söylediğimiz sözlere önce kendimiz inanmalıyız. Daima sözümüzün eri olmalıyız. Zira “İnsan sözünden, hayvan yularından tutulur” demiş atalarımız. Bizim için aslolan söz senedidir. Söylediklerini yaşamayanların sarf ettiği sözler tesirli olmaz.
Sözün kendisi kadar, söylendiği ortam da mühimdir. Eskilerimizin “Her zaman doğruyu söyle; ama her doğruyu her yerde söyleme” diye çok veciz bir sözleri vardır. Bu, aslında konuşma konusunda bize bir yol haritası çiziyor. Öyle sözler vardır ki söylediğiniz yerde dinleyicilerden alkış alırsınız. Aynı sözü başka bir dinleyici gurubuna söylediğinizde ise yuhalanırsınız. Dinleyici kitlesinin kültür düzeyi, entelektüel altyapısı, nasıl bir terbiyeden geçtiği, hayata bakış açısı ve hayattan beklentileri konuşmacının duygu ve düşüncelerinin sunumunda önemli bir kıstastır. Bu durum konuşmanın muhtevasını ve akışını da belirler.
Müslümanların ilk halifesi Hz. Ebubekir’in “Ne söylediğini, kime söylediğini ve ne zaman söylediğini iyi düşün!” sözü konuşma konusunda bize rehber ve ilke olmalıdır.
Durdu ŞAHİN: Konuşma deyince sadece planlanmış konuşmalar akla gelmiyor. Son yıllarda toplumumuzda çok yaygın olan telefon konuşmaları (özellikle cep telefonu) var. Telefon konuşmalarımız da konuşmayı yeterince bilmediğimizi, konuşmada ölçüyü kaçırdığımızı gösteriyor. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
M. NİHAT MALKOÇ: Konuşma deyince ille de planlanmış konuşmalar akla gelmemelidir. Günlük konuşmalar da hayatımızda önemli bir yere sahiptir. Günümüzde bizi en çok rahatsız eden konuşmalar, bu çağa damgasını vuran cep telefonlarıyla yapılan konuşmalardır. Ülkemizde hemen hemen her kişiye bir cep telefonu düşüyor. Bir anlık İstiklal Caddesi gibi kalabalık bir caddede olduğunuzu düşünün... Herkesin elinde bir cep telefonu. Herkes de birileriyle büyük bir iştah ve hevesle konuşuyor. Herkes uzaklarla iletişim hâlinde ama caddede kimse kimseyle iletişimde değil. İnsanlar konuşmaya kaptırmış kendini. Ayağına basan mı ararsın, omuzuna çarpan mı ararsın, üstüne düşen mi?... Hepsi var.
Çağın icatlarının başında gelen cep telefonu, kültürsüzlüğü ve yozlaşmayı da beraberinde getirdi. Cep telefonları insanların (d)ayılaşmasına kapı araladı. Nezaketin pabucu dama atıldı. “Naiflik” sözlüklerde kaldı. Cep telefonuyla nerede, nasıl ve ne miktarda konuşacağımızı ne yazık ki bilmiyoruz. Adam, direksiyon başında cep telefonuyla konuşuyor. Onca insanın hayatını tehlikeye atıyor. Çok acilse arabanı çek kenara ve konuş. Trafiği birbirine katmaya hakkınız var mı? Bunun nice acıklı örneklerini haberlerde sıkça görüyoruz.
Cep telefonuyla konuşmanın da bir edebi ve üslûbu var; ama toplum olarak ne yazık ki bunu bilmiyoruz. Otobüste, trende, vapurda, cadde ve sokaklarda, okulda ve diğer devlet dairelerinde uluorta bağıra bağıra konuşuyoruz. Konuşmuyor, sanki karşımızdakiyle savaşıyoruz. Hele bedava kontörümüz varsa telefon konuşmalarımızı çok daha uzun tutuyoruz. Karşımızdaki kişinin bizim kadar geniş zamanının olup olmadığını hesaba katmıyoruz. Konuşurken iyice laubalileşiyoruz. Argodaki bütün hünerlerimizi(!) gösteriyoruz. Karşımızdaki kişiye duyduğumuz tepkiyi uluorta dillendiriyoruz. Topluma açık yerlerde sövüp sayıyoruz. Bazıları da telefonla koşuşurken kulaklık takıyor. Siz o kişinin telefonla konuştuğunu hemen anlayamıyorsunuz. O adamın kafayı yediğine hükmediyorsunuz.
Telefonla konuşmayı bir türlü öğrenemedik gitti. Karşımızdaki kişiyle konuşurken öncelikle kendimizi tanıtmalıyız. Bunu çok kere yapmıyoruz. “Beni tanımadın mı?” deyip karşımızdaki kişiyi azarlayabiliyoruz. Ben iddia ediyorum ki bir kişinin kişiliğini tahlil etmek istiyorsanız onun uzun bir telefon görüşmesini fark ettirmeden dinleyin. O kişinin aldığı aile terbiyesinden eğitim durumuna kadar her şeyi bir çorap söküğü gibi elinize gelecektir.
Telefonla konuşmanın da bir sınırı olur. Bedava kontörün var diye etrafı rahatsız etme hakkına sahip değilsin. Bununla ilgili nice çirkin örnekle karşılaşıyoruz. Adam otobüs yolculuğu boyunca cep telefonunu kapatmıyor. Habire konuşuyor. “Önümdeki, arkamdaki, yanımdaki rahatsız olur” diye düşünmüyor. Telefonda bütün sırlarını ve mahremiyetini sayıp döküyor. Amcasının, kuzeninin, sevgilisinin özel zevklerini bile öğreniyorsunuz. Adamla nerdeyse akraba oluyorsunuz. Etrafındakileri radyasyon manyağı yapıyorlar bu kaba insanlar.
Gün boyu elimizden düşmüyor cep telefonları. Bu aleti icat edenler, inanın bizim kadar kullanmıyor onu. Batılılar iyi bir oyuncak verdi elimize. “Siz bununla oynayın, biz sizin beyinlerinizi daha da uyuşturmak, sizi mankurtlaştırmak için yeni oyuncaklar icat etmek gayesiyle laboratuvarlarda sabahlayacağız” dercesine her geçen gün farklı teknolojik aletler, farklı modeller üretiyorlar. Ürettikleri ürünleri satmakta bir sorun yaşamıyorlar. Nasıl olsa Türkiye gibi açık pazarları var. Canım Türkiye’m Avrupa’nın teknoloji çöplüğüne dönmüş.
Biraz kaba olacak ama; telefonla konuşurken hayayı kapı dışarı ediyoruz. Nerede olduğumuzu çabuk unutuyoruz. Konferans salonunda, tiyatroda, sinemada, camide, derste patavatsızca konuşuyoruz. Özellikle camide ibadet eden insanlara saz, keman, davul-zurna ve kemençe dinleterek onları halay, çiftetelli ve kolbastı moduna sokup huşu ve huzuruna halel getiriyoruz. Siz namaz kılarken Ankara havaları çalan bir telefon duyduğunuzda namaza odaklanabilir misiniz? Neticede telefonunu kapatmayan bir ahmağın faturası bize çıkıyor.
Durdu ŞAHİN: Bunca olumsuzluğu sıraladıktan sonra bize telefonla konuşmanın adabından bahsedebilir misiniz?
M. NİHAT MALKOÇ: Telefonla konuşmanın da belli bir adabı vardır. Bu konuda başıboş bırakılmış değiliz. Telefonla bir yeri aradığınızda öncelikle kendinizi kısaca tanıtırsınız. Kimi aradığınızı belirtirsiniz. Telefon açtığınız kişiye “Orası neresi?”, “Sen kimsin?” denilmez. Yanlış bir numara düşürdüğümüzde karşımızdakinden özür dilemesini bilmeliyiz. Telefonu yüzüne kapatmamalıyız. Tanımadığımız kişilere eğlence olsun diye rastgele telefon açmamalıyız. Çok mühim ve zaruri bir sebep olmadıkça sabahları çok erken, akşamları çok geç ve yemek saatlerinde kimseye telefon etmemeliyiz. Bunlar hep kul hakkıdır.
Doğru iletişim için kelimeleri açık ve anlaşılır bir şekilde söylemeliyiz. Karşıdaki kişi açmıyorsa telefonu fazla çaldırmamalıyız. Telefonu sohbet aracı olarak değil, iletişim ve haber aracı olarak kullanmalıyız. Cami, sinema, tiyatro ve konferans salonu gibi yerlerde telefonu ya kapatmalı ya da sessize almalıyız. Telefona cevap verirken kendimizi kısaca tanıtmalıyız. Telefonu, arayandan evvel kapatmamalıyız. Telefonu “İyi günler”, “Hayırlı akşamlar” “Hoşça kalın, “Allah’a ısmarladık” “Görüşmek üzere”, “Güle güle” gibi nezaket bildiren ifadeler söyleyerek kapatmalıyız. Mahrem konuşmalarımızı kimsenin duyamayacağı yerlerde yapmalıyız. Bağırarak konuşmamalıyız. Cep telefonlarının güçlü ses alıcıları var. Fısıltılı konuşmaları bile karşıdakine aktarırlar. Bu konuda endişe etmeye gerek yok.
Cep telefonu firmaları ve operatörleri telefon ve kontör satarken müşterilerine “Cep Telefonuyla Konuşma Kuralları”nı içeren bir de kitapçık vermelidir. Devlet, insanların kalabalık olduğu meydanlara, toplu taşıma araçlarına bu kuralları içeren uyarılar asmalıdır. Hatta gerekirse sigara konusunda yaptıkları gibi cezai müeyyide uygulamalıdır. Belki bu sayede az da olsa vurdumduymazlığımızdan ve haytalığımızdan vazgeçeriz. Kim bilir…
Durdu ŞAHİN: Konuşmamızı daha anlaşılır hâle nasıl getirebiliriz?
M. NİHAT MALKOÇ: Konuşmamızı anlaşılır hâle getirmenin en önemli yolu, kelimeleri yutmaktan ve hızlı konuşmaktan vazgeçmektir. Kelimeleri ses ve mânâ değerlerine göre telaffuz etmektir. Konuşmada zamandan tasarruf yapmaya kalkmamalıyız. Çünkü meramınızı bir seferde anlatamayınca aynı şeyi tekrar izah etmek mecburiyetinde kalırız. Yeniden anlatmaya çalışma fiili, yavaş ve tane tane konuşmayla aynı zamana denk gelecek. Sonuçta zaman kazanmış olmayacaksınız. Zamanı hoyratça harcayanların, konuşma sırasında zaman tasarrufuna gitmesi makûl ve mantıklı değil. Başka işlerinizde zaman tasarrufu yapın.
Diksiyonla uğraşanların verdikleri bilgilere göre karşımızdaki kişinin bizi daha rahat algılayabilmesi için dakikada en fazla 125 ile 160 arası kelime sarf etmemiz gerekiyor. Bu aralıkta konuşmak hızlı ve yavaş konuşmaya girmiyor. Buna orta düzeyde konuşma deniyor. Demek ki muhataplarımızca daha iyi anlaşılabilmemiz için bu rakamlara dikkat etmeliyiz.
Anlaşılır bir konuşmada kişinin duruşu da çok önemlidir. Konuşurken yüzümüzü muhatabımıza çevirip dik durmalıyız. Eğik duruş ve diğer bozuk duruşlar telaffuzumuzu olumsuz etkiler. Bu durumda sesimiz boğuk çıkar, nefesimizi düzgün şekilde ayarlayamayız. Başımız dik ve göğüs kafesimiz nefes almamızı güçleştirmeyecek şekilde rahat olmalıdır.
Karnımızın tokluk derecesi de konuşmamızı etkiler. Malum olduğu üzere konuşma daha çok bir nefes olayıdır. Nefesin düzgün alış verişiyle doğrudan ilgilidir. Onun için bir topluluk önünde planlı bir konuşma yapacağınızda hafif yemeye dikkat etmeliyiz.
Konuşmada anlaşılır olmanın olmazsa olmazlarından biri de ses tonunun iyi ayarlanmasıdır. Toplum karşısında rahat ve etkileyici konuşanlara baktığımızda bu kişilerin ses tonlarını çok iyi ayarladıklarını görürüz. Ne çok fazla bağırarak, ne de çok kısık ses tonuyla konuşmalısınız. Bunda da orta yolu tutmak, güzel konuşmak için en sağlıklı yoldur.
İnsanlar kendilerine yakın buldukları kişileri dinlemekten büyük keyif duyarlar. Onun içindir ki hitap edeceğimiz kitleyle ortak frekanslarımız olmalıdır. Dinleyici öncelikle hatibi baştan ayağa şöyle bir süzer. Onun için kıyafetimize çok dikkat etmeliyiz. Giyimde aşırılığa kaçmamalıyız. Açık saçık giyinen bir bayan konuşmacının tesettüre bürünmüş bir kitle karşısında konuşması etkileyici olmaz. Bunun tersini de düşünebiliriz. O zaman giyim en büyük kartvizittir. Fakat tek başına yeterli değildir. “İnsanlar kıyafetlerine göre karşılanır, düşüncelerine göre uğurlanırlar” sözü bu gerçeği ne kadar da güzel dile getirmektedir.
Durdu ŞAHİN: Günümüz insanı sizce güzel konuşuyor mu?
M. NİHAT MALKOÇ: Günümüzde insanlar düne nazaran hiç de güzel konuşmuyor. Güzel konuşabilmek için öncelikle ve özellikle güzel düşünmek gerekir. Zira sözler kalplerin aynasıdır. Kalbi güzel olanın sözü de güzel olur. Çağımızda iyice dünyevileşen insanların kalpleri fesada uğramıştır. Bitimsiz ihtirasların ve maddenin çöplüğüne dönmüştür. Kafamızda, tabir caizse, kırk tilki dolaşıyor. İnsanların birçoğu kimi nasıl kündeye getiririm hesabı içerisinde. Elindekiyle yetinmeyen insanoğlunun gözü başkalarının rızkında…
Günümüzde gençlik belli bir ideal sahibi değil. Düşünce fukaralığı yaşıyorlar. Günümüz gençliği Türkçeyi yeterince bilmiyor. Kelime dağarcıkları zengin değil. Üç yüz beş yüz kelimeyle durumu idare etmeye çalışıyorlar. Bunun en büyük sebebi gençlerin okuma alışkanlığının olmamasıdır. Okumayışımız acı bir hakikat, derin bir yara… Fakat bu yarayı iyileştirecek bir merhem bulamamışız henüz… Bu gidişle bulmak da müşkül görünüyor.
Millet olarak geçmişte de yeterince okumazdık. Fakat bugün dünden daha acıklı bir hâldeyiz. Gençler ders ve test kitabından başka kitap okumuyor. Onu da mecburiyetten… Okuyanlar da Batı’dan çevrilmiş deli saçması vampir romanları okuyor. Durum bu iken sağ olsun Avrupalı dostlarımız gençlerimizin eline “akıllı telefon” diye adlandırdıkları pahalı bir oyuncak verdiler. Akıllı telefonu eline alan, aklını kaybetti. Artık gençlerimiz aile fertleriyle iletişimi tamamen kesmiş durumdalar. Çocuk annesini karnı acıktığında, babasını ise harçlığı bittiğinde hatırlıyor. Aynı evde yaşıyorlar ama birbiriyle iletişim hâlinde değiller. İletişim amacıyla icat edilen telefonlar aile içi iletişimi bile ortadan kaldırdı. Kız, odasında akıllı telefondan dizi izlemekle veya yeniyetme sevgilisiyle chat yapmakla, oğlan ise maç seyretmekle meşgul. Kimsenin kimseden haberi yok. Ev yansa haberleri olmayacak.
İstanbul’u henüz 21 yaşında fetheden cennetmekân Fatih Sultan Mehmet “İ’lâyı Kelimetullah” uğruna cihat etmekle meşgulken, günümüzde onun yaşındaki gençler ne yazık ki chat(ced) yapmakla meşguller. Demem o ki “Binmişiz bir alamete gidiyoruz kıyamete.”
Günümüz gençliği sanal dünyada ve sosyal medyada kısaltmalarla meramını anlatıyor. Zamanımızda cümle kurmak ve konuşmak demode, kısaltmalarla anlaşmak moda… Günümüzdeki gençler zaten fakir olan dillerini iyice yoksullaştırarak kuşdiline çevirmişler. Eskiden gençliğin rol model aldığı insanlar Mehmet Akifler ve Necip Fazıllardı. Günümüzde gençler “Düşünme, /Arzu et sade! /Bak, böcekler de öyle yapıyor” diyen Orhan Veli’nin, bir belediye çukurunda nihayetlenen, belirsizliklerle dolu karanlık yolundan gidiyor.
Durdu ŞAHİN: Günümüz gençliğinin sosyal medyadaki yazışma dili hakkında neler söylemek istersiniz?
M. NİHAT MALKOÇ: Günümüz gençliğinin sosyal medyadaki yazışma tekniği evlere şenlik. Zamanımızda iyice tembelleşen gençler sosyal medya diye adlandırılan ortamlarda ne idüğü belirsiz anlamsız kısaltmalarla dolu bir yazışma dili kullanıyor. Gençler özellikle facebook’ta güzelim Türkçeyi kırpıp kırpıp kuşa döndürüyor. Alın size milenyum gençliğinden deli saçması kısaltma örnekleri: “Selam-slm, merhaba-mrb, tamam-ok, tamam-tmm, kendine iyi bak-kib, ne haber?-nbr, Allah’a emanet ol-aeo, selamün aleyküm-s.a, aleyküm selam-a.s, güle güle-bye, evet-e, hayır-h, ne zaman-nzm?, bugün-bgn, yarın-yrn, lütfen-ltfn, teşekkür ederim-tşk, tebrikler-tbr, seni seviyorum-ss, öpüyorum-mujk(mck, mcq), aşkım-ajkm(acqhm, aşkm), dostum-kanki(panpa, gank), neredesin-nrd?, görüşürüz-grş, inşallah-inş…” Hay yerin dibine batsın sizin lâl ü ebkem sosyal medya diliniz!
Bazı gençler bu kısaltmaları zamandan tasarruf etmek için yaptıklarını söylese de bu hiç de inandırıcı değildir. Zira günde üç beş saatini akıllı telefonda oradan oraya dolaşmaya ayıran, geri kalan zamanında televizyon seyreden ve kafelerde takılan bir gençliğin hangi zaman tasarrufundan bahsedilebilir? Sanki artan zamanını kitap okuyarak mı geçirecekler?
Durdu ŞAHİN: Günümüzde Türkçenin doğru konuşul(a)mamasında MEB’in yabancı dil öğretilmesindeki ısrarının rolü var mıdır?
M. NİHAT MALKOÇ: Zamanımızda Türkçenin doğru ve güzel konuşul(a)mamasındaki olumsuz faktörlerin başında yabancı dil öğretilmesindeki anlamsız ısrarımız gelmektedir. Zamanımızda İngilizceyle kafayı iyice bozan Türk Milli Eğitimi ne Türkçeyi, ne de İngilizceyi doğru öğretebiliyor. Ortaya ne Türkçe, ne İngilizce olan melez bir “Türkgilizce” çıkıyor. Türkçe ve İngilizcenin bu zehirli meyvesi bütün gençliği zehirliyor.
Eskiden Türkçe için “anadilimiz” ibaresini kullanırdık. Anadil olur da baba dil olmaz mı? Bu yoz çağda anadilimizin yanında bir de İngilizce namıyla meşhur baba dilimiz doğdu. Bunların çiftleşmesinden de melez ve kötürüm bir çocuk geldi dünyaya. Adı: Türkilizce!...
Bunun böyle olması kaçınılmazdı zaten. Türkiye’de İngilizce öğretmek için harcanan para Türkçeyi öğretmek için harcansa akan sular gibi saf ve berrak pırıl pırıl Türkçe konuşan bir nesil yetiştirirdi; böyle sorunlar da yaşamazdık. Ama sömürgeci kafalar böyle buyurdu. "Şimden gerü hiç gimesne divanda, dergâhda, bergâhda ve dahı her yerde Türk dilinden özge söz söylemeye" diyen Türkçe sevdalısı Karamanoğlu Mehmet Bey’in kemikleri sızlatıldı.
Durdu ŞAHİN: Günümüzde Türk gençliği kendini yeterince ifade edebiliyor mu?
M. NİHAT MALKOÇ: Günümüzde gençler, alabildiğine gelişmiş ve yaygınlaşmış enformasyon çağının bir getirisi olarak, geçmişe nazaran daha çok şey biliyor; ama bunları ifade edecek yeterli kelime hazinesine sahip değiller. Bilgiler beyin kutusuna kilitlenmiş durumda. Bu nedenle gençler sanki dut yemiş bülbüle dönmüş. Gençler konuş(a)mıyor, tartış(a)mıyor, analiz ve sentez yap(a)mıyor. Çünkü bunları yapabilmek için güçlü bir söz dağarcığına ihtiyaç var. Nasıl ki cebinde yeterli parası olmayan alışverişten keyif almazsa yeterli kelime altyapısı olmayan gençler de mümkün mertebe suskun kalmayı yeğliyor. Bu millî utanç, tarihe nam salmış köklü bir millet için yeter de artar bile.
Kelime dağarcığının zengin olması insana güven aşılar. Kredi kartınızdaki yetersiz bakiye alışverişinizi kâbusa çeviriyor. Aldıklarınızı kasadan geçiremiyorsunuz. İşte öyle de kelime bakiyesinin yetersizliği, duygu ve düşünceleri dil denen manevî kasadan geçirmiyor. Zamanımızdaki gençlerin suskunluğu asaletinden değil yetersiz kelime bakiyesindendir.
Bir Alman vatandaşı Geothe’nin, bir İtalyan Victor Hugo’nun bir İngiliz Shakespeare’in eserlerini sadeleştirilmemiş orijinal nüshasından rahatça okuyabiliyor. Ya bizim nesil? Bizim gençlerimiz bırakın altı asır evvelki eserleri anlamayı, cumhuriyet döneminin başlarında yazılan eserleri bile anlamaktan acizler. Zamanımızda gençler Cumhuriyet döneminde yaşamış Mehmet Akif’in Safahat’ını, Halit Ziya Uşaklıgil’in Mai ve Siyah’ını, Peyami Safa’nın Yalnızız’ını sadeleştirilmemiş metninden okuyup anlayamıyorlar.
Durdu ŞAHİN: Her Müslüman dinini yaşamakla ve tebliğ etmekle mükelleftir. Peki, tebliğde nasıl bir konuşma ve davranış metodu uygulamalıyız?
M. NİHAT MALKOÇ: Müslümanın görevi “emr-i bil-maruf nehy-i ani’l münker(iyiliği emredip kötülükten sakındırma)dir. Müminin canı teninde durdukça bunu yapmak mecburiyetindedir. Mümin bunu yaparken muhatabına ateşle değil, sevgiyle gitmelidir. “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin; kolaylaştırın, zorlaştırmayın.” hadisini şiar edinmelidir.
“Ben İlâhım” diyen zalim Firavun’a, hakkı ve hakikati anlatmak için giden Hz. Musa ve Harun’a Cenab-ı Hakk’ın “Ona kavl-i leyyinle (yumuşak bir dille) anlatın. Olur ki, öğüt alır veya korkar” (Taha Suresi 43-44) buyurması bize tebliğde nasıl davranmamız gerektiğini de açıkça göstermektedir. İlâhlık iddiasında bulunan ve kötülükte sınır tanımayan Firavun’a bile böylesine bir hoşgörü diliyle yaklaşan yüce dinimiz, kötülükte onun tırnağı bile olamayacak insanlara ne kadar sevgiyle yaklaşmamız gerektiğini emrettiğini bir hayal edin. Ancak böyle yaparsak inancımızı hakkıyla tebliğ etmiş oluruz. Aksi hâlde hataya düşeriz.
Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’inde bize tebliğ metodunu ayrıntılı olarak anlatıyor. “Ehl-i kitapla, zalim olanlar dışında, en güzel bir şekilde mücadele ediniz. ‘Biz, hem bize indirilene, hem de size indirilene iman ettik. Bizim de, sizin de İlâhınız birdir. Biz, ancak ona teslim olan kimseleriz’ deyiniz...”(Ankebut Suresi 46) ayeti ehl-i kitapla mücadelenin yöntemini öğretiyor. Yine “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et”(Nahl Suresi 125) ayeti tebliğdeki davranış tarzımızı ortaya koyuyor.
Çağları aydınlatan İslâm, sevgi ve muhabbet dinidir. “Dinde zorlama yoktur”(Bakara Suresi 256) ayeti Müslümanın tebliğde yol haritasını oluşturmada ona yön vermelidir. Biz Müslümanlar olarak sadece hakikatleri münasip bir dille muhataplarımıza anlatmakla yükümlüyüz. Kabul veya ret, karşıdaki kişinin tercihidir. O tercihe saygı duymak zorundayız.
İslâmî tebliğde yumuşak dil esastır. İrşat vazifesiyle yola çıkan insanlar korkutucu olmamalıdır. Muhatabıyla diyaloğa girmenin yollarını aramalıdır. Muhatabının inancının çirkinliklerini sayıp dökme yerine, kendi dininin güzelliklerini münasipçe aktarmalıdır.
Durdu ŞAHİN: Kişi ağzından çıkan her sözden Hakk katında sorumludur. Biraz da sözün manevî yönüne değinir misiniz? Bir Müslüman nasıl konuşur?
M. NİHAT MALKOÇ: Söylenmiş her söz, yaydan çıkmış bir ok gibidir. Oku geri döndüremezsiniz. Söylediğiniz söz de bir daha geri dönmez. Onun için az ve hesaplı konuşmaya gayret etmeliyiz. Sözümüzü söylerken karşımızdaki kişiler tarafından nasıl algılanacağını düşünmeliyiz. Yanlış anlaşılmalara yol açacak sözler sarf etmemeliyiz.
Konuşmanın bir de manevî mesuliyeti vardır. Söylediğimiz her söz ve her davranış ilâhî kameralar tarafından kayıt altına alınıyor. “İnsan hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf, 18) ayeti bunun delilidir. Mümin ağzından çıkan her sözden mesuldür. Rûz-i mahşerde bunun hesabını verecektir. Bütün konuşmalarımızı edep süzgecinden geçirirsek Allah katında da sorumlu ve sorunlu olmayız.
Günümüz insanının en kötü yanı gıybet ve zan hastalığına tutulmuş olmasıdır. İnsanlar bir araya gelince o mecliste olmayanları çekiştiriyorlar. Nerdeyse muhabbetlerin tamamı bu minval üzere sürüp gidiyor. Oysa gıybet dilin afetidir. İbadetleri sabun misali eritendir. Gıybet bu çağın en büyük manevî hastalığıdır. Kötü zan ve gıybet, ölü kardeşinin etini yemek gibidir. Gıybet en büyük kul haklarındandır. Müslüman ne gıybet eder, ne de gıybeti dinler. Gıybeti dinlemek de ona ortak olmaktır. Mümin gıybet yapanı münasip bir dille susturur.
Dili hayır veya şer kapısı olarak kullanmak şahsın kendi elindedir. Dil hâristana(dikenlik) da, gülistana da döndürülebilir. Bu bizim aldığımız ahlâkî değerlere bağlıdır. Atalarımız haklı olarak “Kılıç yarası onulur, dil yarası onulmaz.” demişlerdir.
Mümin ince ruhlu ve zarif insandır. O, ruh inceliğini lisanına aksettirir. Neyi niçin söylediğini bilir. Konuşmalarıyla kendini sevdirir. Ağzına giren lokmalara dikkat ettiği kadar, ağzından çıkan sözlere de dikkat eder. Eylem ve söylemlerinde Kur’anî kaidelerin dışına çıkmaz. Konuşurken de sünneti kendine rehber edinir. Peygamberini kendine örnek alır.
Müminler feraset sahibi insanlardır. Onlar lâf-ı güzafla vakit kaybetmezler. Daima yapıcı olurlar. Diğer insanların ayıp ve günahlarını örterler. Kimsenin kalbini kırmazlar. Zira bilirler ki kalp, Allah’ın nazarının tecelli ettiği kutlu yerdir. Onlar ya hayır söylerler, ya da susarlar. Kur’an ahlâkıyla ahlâklanan bir müminin ağzından kötü ve lüzumsuz söz çıkmaz.
Müslümanlar olarak dua etmesini de beceremiyoruz. Dua, kulun hâlini Allah’a arz etmesidir. Dua ederken aczimizi hâlimizle ve kâl(söz)’imizle yansıtmalıyız. Emir kipiyle dua etmemeliyiz. Rabbimize rica ve minnette bulunmalıyız. Onun şefkat iklimine sığınmalıyız. Yalnız ve ancak ondan istemeliyiz. Zira o bize şah damarımızdan daha yakındır.
Günümüzde insanî ilişkilerimizdeki bozuklukların temelinde yanlış konuşmalar yatar. Az ve hesaplı konuşan kişi çok özür dilemek mecburiyetinde kalmaz. Peygamber Efendimiz bununla ilgili olarak “…Özür dilemeni gerektiren bir sözü konuşma!..” buyurmuşlardır.
Durdu ŞAHİN: Konuyla ilgili diyeceğiniz başka bir husus var mı?
M. NİHAT MALKOÇ: Sağlıklı bir iletişimi sağlayan konuşmada üç unsur aktif olarak görev alır. Bunlar konuşmacı, dinleyici ve iletidir. Sağlıklı bir konuşma ancak bunların uyum içinde olmasıyla gerçekleşir. Bu sacayağını sağlam zemine oturtmak mecburiyetindeyiz.
Günümüzde başta Almanya olmak üzere, Avrupa’daki kayıp nesil doğru dürüst Türkçe konuşamıyor. Bunu yaz tatillerinde izne gelen gurbetçilerimizin çocuklarında üzülerek görüyoruz. Gerçi Türkiye’deki gençlerin bozuk Türkçesi bazen gurbetçi çocuklarımıza rahmet okutuyor. Bu da acı bir gerçektir. Bunun önüne geçmek için Türkçe seferberliği ilân etmeliyiz. İngilizce öğretmek için bütçeden ayırdığımız devasa payı Türkçe öğretimi için kullanmalıyız. Unutmayalım ki Türkçe giderse Türkiye gider. Zaman gittikçe daralıyor.
Durdu ŞAHİN: Konuşma ve konuşma adabı konusundaki kıymetli düşüncelerinizi bizlerle paylaştığınız için sizlere bir yürek dolusu teşekkürlerimi sunuyorum…
M. NİHAT MALKOÇ: Bana konuşma ve konuşma adabı konusundaki duygu ve düşüncelerimi ifade etme imkânı verdiğiniz için asıl ben size teşekkür ediyorum. Gönülleri okşayan muhabbetler hayatınızdan hiç eksik olmasın. Sağlıcakla kalın.
TRABZONLU ŞÂİR VE YAZAR M. NİHAT MALKOÇ’LA ÇAĞIMIZDA SANAT VE SANATÇIYA DÜŞEN GÖREVLER ÜZERİNE SAMİMİ BİR HASBİHÂL…
Konuşan: Durdu ŞAHİN
Durdu ŞAHİN: Sanatı tanımlamak mümkün müdür? Sizce sanat nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Sanatı kesin bir dille tanımlamak mümkün değildir. Zira sanatı tanımlamak onu bir yönüyle sınırlar. Oysa sanat, meşru daireyi aşmadıkça sınırlandırılamaz. Sanata prangalar vurulamaz. Tanımladığınız şey sizin sanata bakışınızdan öteye gitmez. Zira “Sanat nedir?” sorusunun cevabı durduğunuz noktaya göre değişir. Onun içindir ki bu hususta söyleyeceklerimiz enfüsî(sübjektif) olmaktan kurtulamaz.
Tabiatıyla herkesin bir sanat anlayışı vardır. Bunu daha çok yaşam tarzımız, dünya görüşümüz ve dünyaya bakış açımız belirler. Aslında neyin sanat olduğunu söylemek yerine, neyin sanat olmadığını dillendirmek de, sanatın ne olduğunu söylemektir bir bakıma.
Şahsî kanaatime göre sanat, insanı diğer varlıklardan ayıran, onu hemcinsleri içerisinde de farklı bir mevkiye oturtan milimetrik ölçekte hassas bir süzgeçtir. Sanat, sıradanlığı aşıp estetik olana varmaktır. Sanat, insanın içindeki cevheri duygu ve düşünce hamurunda yoğurup ete kemiğe büründürmek ve görünür kılmaktır.
Sanat, hayatı sadece siyah beyaza mahkûm etmek değil, adeta bir gökkuşağı gibi rengârenk gör(ebil)mektir. Farklılıkların birer zenginlik olduğunu idrak edebilmektir. Onları ayrıştırıcı değil, birleştirici bir unsur olarak kullanmaktır. Bunu gerçekleştirebildiğimizde birbirimizin kusurlarını aramaktan vazgeçecek, hayata hoşgörüyle bakabilmeyi öğreneceğiz.
Aslında sanat, Necip Fazıl’ın “Anladım işi, sanat Allah'ı aramakmış; /Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...” beytinde ifade ettiği gibi sonluda sonsuzu aramaktır.
Kökeni Arapça olan sanat, sığ idrakleri derinleştirir, ham ruhları kemâlata erdirir. Sanat bir yönüyle de soyut düşünceyi somut kalıplara dökmektir. Aslında sanat taklitle başlayan, ustaların elinde özgünlüğe varan zorlu bir süreçtir. Taklit noktasından özgünlüğe varamayanlar, sanat zincirinin zayıf halkalarıdır. Bu zayıf halkalar zamanla yok olup giderler.
Sanat güzele, iyiye ve mükemmele varmaktır. Sanatçı bu yolda ısrarla ve kararlılıkla gidendir. Sanat tek boyutlu bir uğraş alanı değildir. Sanatın yerel ve evrensel boyutları da vardır. Sanat insanların ve milletlerin kültürel iletişimini sağlayan evrensel bir dildir; kendini ifade tarzıdır. Asırlık kültür ve medeniyetleri birbirine bağlayan muhkem bir köprüdür.
Durdu ŞAHİN: Sizin bakış açınızla sanatçı kimdir? Kime sanatçı denir?
M. Nihat MALKOÇ: Sanatçı içerisinde bulunduğu toplumun öncüsüdür. Daima önde gidendir. Sanatçı kolaya kaçmayandır; çileye talip olandır. Zorluklardan yılmayan, onların üzerine gidendir. Yarınları planlayandır. Geleceğin resmini gönül tuvaline çizendir.
Sanatçı, meselesi olan insandır. Derdini sevendir. Mevcutla yetinmeyendir. Daima arayış içerisinde olandır. Zira meselesi olmayan insanın tefekküre yönelmesi ve derinleşmesi ne mümkün… Onun içindir ki herkes bakar; ama sanatçı görür; hatta ayrıntıları görür.
Sanat(çı), insanın üzerine ölü toprağı atan değil, insanın üzerindeki ölü toprağını atandır. Toplumları harekete geçirendir. Cemiyete dinamizm katandır. Günü yirmi dört saat dolu dolu yaşayandır. Daima üreten, ürettiğinde de kendini bahtiyar hissedendir.
Sanatçı, insana yaşama sevinci aşılayandır. Sanatçı hayata değer katan, hayatı derinleştiren ve onu değerli kılandır. Toplumun yaşam kalitesini alabildiğine artırandır.
Sanatçı tabiattan aldığını yine tabiata verendir. Sıradan malzemeyi, idrak süzgecinden geçirip değerli kılandır. Sanatı metalaştırmaya karşı çıkandır. Zira bu sanatın ruhuna aykırıdır.
Sanatçı, göze ve gönle hitap edendir. Herkesin duyduğunu farklı duyan, gördüğünü farklı gören, hissettiğini farklı hisseden, düşündüğünü farklı düşünendir. Bu yönleriyle farkını fark ettirendir. Onun sıra dışı eserlere imza atması da bu kendine özgü bakış açısıdır.
Sanat eskimez yenidir; hayata değer katmaktır. Sanatla ilgili söylenmiş sevdiğim bir Alman atasözü var. O atasözünde şöyle denir: “Yalnız kol ile çalışan, işçi; kolunu kafasıyla birleştirerek çalışan insan, usta; kolunu kafasıyla birleştirmeyi de yeterli saymayıp, buna kalbini de katan insan ise sanatkârdır. Ve yaratıcılık ancak, bu safhada başlar.''
Durdu ŞAHİN: Size göre çabuk eskimeyen, zamana yenilmeyen gerçek sanatçı nasıl olmalıdır?
M. Nihat MALKOÇ: Gerçek sanatçı, eserini vücuda getirirken başkalarından kısmen etkilense de, bunu asgari düzeyde tutmayı başaran ve eserine kendi mührünü vurandır. Hakiki sanatçı, taklitle başladığı işi, özgünlükle devam ettiren ve başladığı noktaya bir daha dönmeyendir.
Günümüzde her şey alabildiğine kirletildi ne yazık ki. Beyaz da eskisi kadar beyaz değil. Siyahın tonuysa zifiri… Mikrofonu eline alan şarkıcı, kamerayı gören aktrist veya aktör, fırçayı eline alan ressam, T cetvelini eline alan mimar, taşı ve alçıyı eline alan heykeltıraş, kalemi eline alan şair ve yazar kesildi başımıza. Bu durum sapla samanın birbirine karışmasına neden oldu. Bu durumdan en çok gerçek sanatkârlar etkilendi. Fakat çok şükür ki, biz yapamasak da, zaman el iyi elemeyi yapıyor. İyiler süzgeçten geçerken, kötüler süzgecin üstünde kalarak zamanın çöplüğünü boyluyor. Zamanın hoyrat eli affetmiyor.
Sanatçı içindeki cevherin farkında olandır. Ruhundaki kıpırtıyı hissedendir. Kolay beğenmeyen, daima seçici olandır. Bu da onun mükemmele varmasında itici güç oluyor.
Sanatçı dik, diri ve iri durandır. Otoriteye teslim olmayandır. Zira otoriteye teslim olan sanat, özerkliğini kaybeder. Sanatçı sadece Allah’a kul olandır. Tanrıcıkları(!) kabul etmeyendir. Dünyalıklar için takla atmayandır. Azla yetinen, çileyi azık edinendir.
Sanatçı yaşadığı toplumla ve onun temel değerleriyle barışık olandır. Topluma tepeden bakmayandır. Kendisini topluma sevdiren, toplumla el ele, gönül gönüle yürüyendir.
Durdu ŞAHİN: Sizce sanat sanat için mi, yoksa toplum için mi olmalıdır?
M. Nihat MALKOÇ: Tarih boyunca sanatın sanat için mi, yoksa toplum için mi olması gerektiği hep tartışılmıştır. Tanzimat Edebiyatı bunun en yoğun yaşandığı edebî dönemdir. Birinci dönem Tanzimatçılar “Sanat toplum içindir”, ikinci dönem Tanzimatçılar ise “Sanat sanat içindir” görüşünü esas alarak eserler vermişlerdir. Bu biraz da kişinin hayat görüşüyle ilgili bir durumdur. Fakat bu konuda da çok keskin ifadeler kullanmak doğru değildir. Sanat, sanatsal ve toplumsal gayeleri aynı paydada buluşturabilir. “Sanat toplum içindir” fikrinde olan Mehmet Akif’in şiirleriyle, “Sanat mutlak hakikati(Allah’ı) aramaktır” fikrinde olan Necip Fazıl’ın yazdıklarının sanatsal kıymeti haiz olmadığını kim söyleyebilir?
Herkes sanatının gayesini yaşam tecrübelerinden ve vicdanını şekillendirilen değer hükümlerinden yola çıkarak somutlaştırmıştır. Buna göre de bir yol tutmuştur. Zira insanlar düşündükleri gibi yaşarlar ve hayatlarını o doğrultuda şekillendirirler. Bu sanatta da böyledir.
Sanat konusunda çok da bağlayıcı şeyler söylemek sanatı kısıtlamaktır. Oysa sanat özgürlük bahçesinde yetişen nadide bir çiçektir. Onun ayağına prangalar vurmak, onun var oluş gayesiyle ve ruhuyla bağdaşmaz. İsteyen istediği gibi yorumlayıp eserini ortaya koysun.
Sanatı sanat için gören de, aslında farkında olmadan, toplumsal bir hizmet görüyor. Sanatı toplum için gören ve o doğrultuda eser veren de sanata hizmet ediyor. Malum olduğu üzere sanat, sanattan ve hayattan derin izler taşır. Onun gerçek gayesi kendi varlık sebebidir.
Günümüzde sanatın da bir pazarı oluştuğu için “Sanat sanatçı içindir” diye üçüncü bir görüş ortaya koymanın da yeridir. Zira sanatı sırf kendini ön plana çıkarmak ve daha müreffeh bir hayat yaşamak için bir meta olarak görenler de az değildir. Bence sanatı var oluş gayesinden uzaklaştırarak yozlaştıran asıl tehlikeli de budur. Bu, sanatta bencilliği de beraberinde getirir; sanatta özgünlüğü yok eder ve sanatı seri üretim tezgâhına döndürür.
Durdu ŞAHİN: Toplumun ve insanların sanata ve sanatçıya ne gibi noktalardan ihtiyaçları vardır?
M. Nihat MALKOÇ: Sanat ve sanatçı ilk insandan bu yana hep var olan ve İsrafil’in üfleyeceği ilk sur’a kadar da hep var olacak müstesna bir değerdir. Onun varlığı hayata renk ve ahenk katmaktadır. Kanaatimce hayatımızın olmazsa olmazları olan hava, su ve ekmekten sonra sanat gelmektedir. Bunun bilincinde olmak için sanattan haberdar olmak gerekir.
Günümüzde hayat genellikle fayda eksenli bir bakış açısıyla anlamlandırılmaya çalışılmaktadır. Durum böyle olunca sanat ya bir ihtiyaç olarak görülmemekte, ya da ihtiyaç listesinin sonuna konulmaktadır. Böyle ruhsuz bir hayat, insana hayal ettiği mutluluğu sağlayabilir mi? Böyle bir hayatın somut karşılığı şiddet, nefret, kan ve gözyaşıdır. Bugünkü savaşların temelinde yatan unsur, hayata dair algılarımızın sanata uzak düşmesidir.
Sanat bizim en insanî yanımızdır. Sanattan uzak düşmek insanı robotlaştırır. Sanat insanı yığın olmaktan, yığın psikolojisine düşmekten kurtarır. Sanat, maddenin cenderesinde bütün olumsuzluklara karşı insan kalmamızı sağlar. Kaba ruhları naifleştirir. Yabani yanlarımızı ehlîleştirir. Ruhlarda açılan derin gedikleri kapatır; duy(g)usal açlıklarımızı giderir. Bize farklı bakış açıları kazandırır. Renklerin onlarca tonu olduğunu öğretir.
Sanat, yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. İç dünyamızın dış dünyaya açılan kapısıdır. Maddenin kıskacındaki hayatı soluklandırandır. Kişi ancak sanat sayesinde farkındalık bilinci kazanır. Sanat ham ruhları cevhere dönüştürür. Sanat insanı çevreye duyarlı hâle getirir.
Atatürk’ün “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” özdeyişi sanatın ehemmiyetini çok iyi ifade eder. Nasıl ki hayat damarı kopan bir beden, belli bir süre sonra ölmeye mahkûm olur, öyle de sanatsız kalan milletler de kısa zamanda manevî ölümle yüzleşmek zorunda kalırlar. Sanattan uzak üçüncü dünya ülkeleri buna bir örnektir.
Durdu ŞAHİN: Muasır medeniyetlerin inşasında sanatçıların katkısı nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Medeniyet bir doruksa, oraya çıkan yolun merdivenlerini sanatkârlar döşemiştir. Onların olmadığı bir dünyanın tekâmül etmesi mümkün değildir. Vadilerde güneşten uzak yaşamak istemiyorsak, sanatın zirvelerine çıkıp orada keyifle güneşlenmeliyiz.
Sanatçı alelâde taşı heykele veya müzeyyen bir ibadethaneye, boyayı ebruya, ağacı kemana ve saza, kabağı kabak kemaniye, tuvali tabloya, sözü şiire, hikâye ve romana dönüştürür. Sanat karanlık ruhlara sonsuz bir ışık olur. O, ötekileştirmeye panzehirdir.
Ruhunu sanatla beslemiş bireylerle sadece midesini maddî besinlerle beslemiş bireyler arasındaki fark, akla kara arasındaki fark kadar açık ve belirgindir. Sanat birleştirici ve bütünleştiricidir. Sanatı ve sanatçıyı ciddiye almayan milletlerin tekâmülü mümkün değil. Onlar yerinde saymaya ve gerilemeye mahkûmdur. Tarih onların acı sonlarıyla doludur.
Sanatçı, toplumun dinamik gücüdür. Yaşadığı cemiyete kılavuz olandır. Onun içindir ki sanatçı fildişi kulesine çekilmemelidir. İçinden çıktığı toplumla hemhâl olmalıdır. Ruhunu öncelikle öz kaynaklarından beslemelidir. Halkını sevmeli ve duygularına tercüman olmalıdır.
Sanat heva ve heveslerin değil, insanlığın hizmetinde olmalıdır. Bunu derken sanatta maddî faydayı öne çektiğim sanılmasın. Ruhu doyurmak da bir fayda değil mi? İnsanların ruhlarını olgunlaştırmayan, onlara farklı bakış açıları sağlamayan sanat, nerden baksan eksiktir. Bizi farklı dünyalara götürmeyen, bize farklı bakış açıları sunmayan sanat noksandır.
Durdu ŞAHİN: Milletlerin aydınlık bir geleceğe sahip olmasında sanatın fonksiyonu nedir? Toplum olarak ne yaparsak adam oluruz?
M. Nihat MALKOÇ: Bir ressamın resim sergisine gidenler, bir şairin şiir dinletisini takip edenler, bir kemankeşi dinleyenler, bir sinema ve tiyatro salonunu dolduranlar; kıytırık bir popçunun konserine gidenlerden kat be kat fazla olmadıktan sonra yarınlara emin adımlarla yürüyemeyiz. Nesillerimizi kültür emperyalizminden kurtaramayız. Ayaklarımızdaki prangaları çözemeyiz. Bembeyaz bir sayfa açamayız. Gelecekten emin olamayız.
Okumaya ayırdığımız zaman televizyona, akıllı telefonlara ve bilgisayar oyunlarına ayırdığımız zamandan fazla olmadıkça zihinler karanlıkta kalmaya mahkûmdur. Bu aletleri icat edenler onları bizim kadar kullanmıyorlar. Onlar o aletlerden kazandıkları paralarla yeni bilimsel çalışmalara kaynak oluşturuyorlar. Sürekli kitap alıp okuyorlar. İngilizlerin, beyni ve idrakleri uyuşturan televizyona “boob tube”( aptal kutusu) dediğini unutmayın.
Günümüzde piyasadan çekilme tehlikesiyle karşı karşıya olan kültür, sanat ve edebiyat dergileri; kâğıt israfı olarak gördüğüm popüler moda dergilerinden çok satmadıkça bizler yarınlarımızdan emin olamayız. Popüler dedikodu ve siyaset kitapları edebî kitaplardan çok okur bulmadıkça dünyadaki yerimizi sağlam göremeyiz. Endişelerimizi gideremeyiz.
Durdu ŞAHİN: Sanatçı toplumun neresinde durmalıdır?
M. Nihat MALKOÇ: Sanatçı, içinden çıktığı toplumun sesini kendine ses edinmelidir. İradeli ve dirayetli olmalıdır. Bülbül olmak dururken kargalığa özenmemelidir. Akordu bozuk çatlak seslerle kulakları tırmalamamalıdır. Sözü özüne, özü sözüne uymalıdır. Emanet fikirlerle caka satmamalıdır. Kalıbının adamı olmalıdır. Milletinin bereketli duygu ve düşünce tarlalarını bırakıp da ecnebilerin meralarında yabanî otlar peşinde koşmamalıdır. Yanıp kavrulan ruhunu bizim çeşmelerimizde serinletmelidir. Bu gerçeği Beş Hececilerin sevilen şairi Faruk Nafiz Çamlıbel “Sanat” adlı şiirinde ne güzel dile getirmiştir: “Yalnız senin gezdiğin bahçede açmaz çiçek,/Bizim diyarımız da bin bir baharı saklar!/Kolumuzdan tutarak sen istersen bizi çek/İncinir düz caddede dağda gezen ayaklar//Başka sanat bilmeyiz karşımızda dururken/Yazılmamış bir destan gibi Anadolu’muz /Arkadaş, biz bu yolda türküler tuttururken/Sana uğurlar olsun... Ayrılıyor yolumuz”
Durdu ŞAHİN: Türkiye'de sanatın ve sanatçının durumu nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Ülkemizde her şeyden şekva etmek, işin kolayına kaçmaktır. Öncelikle sanatçı dişe dokunur bir şeyler üretecek, ondan sonra konuşacak. Bir kısım sanatçılarımız şikâyet etmekten eser üretmeye zaman bulamıyor. Bu ne acıklı bir durumdur.
Bazıları senelerden beri aynı şeyleri vitrine koyarak sanat diye sunmaktadır. Millet bıktı bu temcit pilavından. Tabir caizse mideler fesat oldu. Sanatta esas olan özgünlüktür. Özgün sanat düzgün sanattır. Kendilerini geliştirmeyen ve yenilemeyen sanatçılar zamana yenilir. Onların adları sanat piyasasından çekilir. Ne kadar direnseler de burada barınamazlar.
Türkiye’de sanatın önemli bir kısmı ecnebi düşüncelere hizmet etmektedir. Oysa her hususta olduğu gibi sanatta da millî bir duruşumuz ve millî bir politikamız olmalıdır. Bu sözümden, sanatın evrensel yönünü inkâr ettiğim anlaşılmasın. Elbette sanatta evrensellik kaçınılmazdır. Fakat sanatın millî ve yerel ayağını da görmezden gelmemeliyiz.
Ülkemizde ne yazık ki devletin millî bir sanat politikası yoktur. İktidarlar değiştikçe siyasetin sanata bakışı da değişiyor. Bu bakış daha çok oya dönük kaygıları içeren, sandık merkezli bir bakıştır. Hükümetler bütçeden bütün ihtiyaç kalemlerini düştükten sonra geriye kalanı(şayet kalıyorsa) sanata ayırıyorlar. Bu da sanata hangi gözle baktığımızı gösteriyor.
Bence sanat biraz da aç midelerde şekillenir. Dört başı mamur insandan üstün vasıflı eserler beklemek beyhudedir. Sanatçı biraz da çileden beslenen insandır. Kıymetli eserler vücuda getiren mevcut sanatçıların yaşadıkları hayat, bunun en bariz delilidir. Onun için sanatçının maddî imkânsızlıkları, sanatın önünde ciddi bir engel değildir. Vincent Van Gogh “Gachet’in Portresi”ni, Pablo Picasso “Rüya” tablosunu saray yavrularında yapmadı.
Türkiye’de sanatçının hayat garantisi yok. Hayatını eserlerinden elde ettiği gelirle idame ettiren sanatçı sayısı iki elin parmakları sayısını geçmez. Birçok kişi bu işle, asıl işinin yanında bir çeşit hobi olarak ilgileniyor. Yani ülkemizde sanat karın doyurmuyor. Bu durum görünürde olumsuzluk olarak nitelendirilse de olumlu yanları da yok değil. Sanatçının müreffeh bir hayat yaşaması, onu daha verimli kılmayabiliyor. Sanatçı çileyle yoğrulunca daha güzel eserler ortaya koyabilir. Osmanlı’da bunun somut örneklerini görmekteyiz.
Günümüzde sanat metalaştırıldığı için onun da bir piyasası var. Toplumun, kadim değerlerinden uzaklaşıp dejenere olmasının olumsuzlukları sanata da yansıyor. Zira sanat, yaşamdan beslenir. Sanat hayatın aynasıdır. Burada da arz talep dengesi söz konusudur. Demek ki toplum böyle bir talepte bulunuyor ki arz da bu şekilde gerçekleşiyor.
Durdu ŞAHİN: Türkiye'de öz benliğimizden uzak ve Batı merkezli yaşanan hayata paralel olarak ortaya çıkan sanatın sığlaşması ve yozlaşması meselesi var. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Ülkemizde her şeyde olduğu gibi sanatta da görünür bir yozlaşma var. Sanatçıların çoğu öz benliklerini kaybetti. Dinî ve millî değerler görmezden gelindi. Günümüzde teknoloji alabildiğine geliştiği, işler düne nazaran iyice kolaylaştığı hâlde artık Süleymaniye ve Selimiye Camilerini yapabilecek ruhta ve donanımda mimarlar yetişmiyor. “İstiklal Marşı”, “Sakarya Türküsü” ve “Sessiz Gemi” gibi söz abideleri vücuda getirecek şairler, “Huzur”, “Mai ve Siyah” ve “Yalnızız” gibi romanları yazacak romancılar yok toplumumuzda.
Küresel kirlilik ve yozlaşma, kültür-sanat sahasını da esaret altına aldı. Bizi biz yapan yerli düşünceler kültür ve sanat sahasından çekildi. Değerlerimiz kayıp gitti elimizden. Bunu dergicilik sahasında da görüyoruz. Günümüzde piyasa dergiden geçilmese de bizi biz yapan değer ve düşünceleri bayraklaştıran “Sebilürreşat, Büyük Doğu, Ağaç, Türk Kültürü, Çınaraltı, Kültür Haftası, Orhun, Diriliş, Mavera” gibi dergileri arasanız da bulamazsın.
Müziğimizin durumu içler acısı. Nerde arşı inleten o eski mehteranlar? Günümüzde sabah erken kalkan “Ben şarkıcıyım” diyor. Musikimizde İsmail Dede Efendiler, Buhurizâde Mustafa Itrîler yerine “Nane Nane” deyip her türlü naneyi yiyen, “Neremi Neremi” deyip şehvet avcılığına soyunan imalat hatası piyasa sanatçıları(!) var. Ne acıdır ki bunlar piyasadan ilgi ve itibar görüyorlar. Televizyonlarda boy gösteriyorlar. Bu işten karınlarını doyuruyorlar.
Zamanımızda siyaset de alabildiğine kirletildi. Artık şiir yazan, divanlar tertip eden ince ruhlu siyasetçiler yetişmiyor. Zamanımızda “Mûhibbî” mahlâsıyla koca bir divan dolusu şiir yazan “Kanûnî Sultan Süleyman” gibi, “Avnî” mahlâsıyla gazeller yazan “Fatih Sultan Mehmet” gibi, “Sultan III. Murad” gibi, “II. Beyazıt” gibi devlet yöneticileri yok. Gönümüzde birkaç oy için birbirine verip veriştiren, hakaretler yağdıran gündelik siyasetçiler var.
Durdu ŞAHİN: Peki çizdiğiniz bu olumsuz tablonun asıl müsebbibi kimdir veya nedir?
M. Nihat MALKOÇ: İçimizi karartan, olumsuz bir tablo çizdiğimin farkındayım. Peki, bunca olumsuzluğun kaynağı nedir? Sanat niçin bizi bize anlatmaktan bu denli uzaklaştı? Bize ne oldu? Bence sanat bir imkân meselesinin ötesinde, bir ruh meselesidir. Demek ki çocuklarımıza ilk, orta, lise ve üniversite tahsilleri boyunca o sağlam ruhu inşa edemiyoruz. Dinî ve millî değerlerimizi içselleştiremiyoruz. Bu konuda hususî bir bakış açısı geliştiremiyoruz. Böyle ecnebî bir tezgâhtan yerli ve millî mahsuller çıkmaz. Çıkmıyor da. Bütün mesele budur.
Durdu ŞAHİN: Çağımızda sanata ve sanatçıya düşen görevler nelerdir?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Cemil Meriç “Sanatçının tek vazifesi vardır bence: İnsanları birbirine sevdirmek. İki insanı veya iki milyar insanı. Sanat bir heyecan seyyalesiyle kilometrelerin ve asırların ayırdığı kalpleri birleştiren büyüdür” diyor haklı olarak. Zaten hayatta ayrıştırıcı unsurlar gereğinden fazla mevcut. Bari sanat bu ayrışmış ve kokuşmuş idrakleri birleştirsin. Sanatçılara düşen en büyük vazife, insanları sanat paydasında birleştirmektir. Bunu yaparken de bizi biz yapan ortak değerlerimizden istifade edilmelidir.
Sanatçı günceli aşmalıdır. Çünkü güncel kolay bayatlayandır, güncel çabuk tüketilendir. Bu yüzden sanatçı bütün zamanları kuşatan eserler üretmelidir. Sanatçı mesleğini icra ederken evrensel değerlere de eğilmeli, bunları birleştirici unsur olarak kullanmalıdır.
Sanatçı yaşadığı toplumun kültüründen beslenir. Bu yüzden onun ortaya koyduğu eserler de toplumun değerlerinden izler taşır. Sanatçı topluma yukardan bakmaz, kendisinin de toplumun bir eseri olduğunu aklından çıkarmaz. Böyle bir sanatkâr toplumdan hüsnü kabul görür. Aksi halde havadan kuş tutsa faydası yoktur. Çünkü toplum kendisini dışlayan bir sanatçıya asla yüz vermez, onu büyütmez. Toplumla barışık olan sanatçı o toplumun omuzları üzerinde yükselerek yarınlara taşınır. Zaman geçse de seneler onu milletin gönül tahtından öyle kolay kolay indiremez. Böylece gözlere ve gönüllere bayram ettirecek güzellikler üretir.
Sanatçı, içinde yaşadığı toplumu sanat konusunda eğitir ve doyurur. O, milletin değerlerini sanat teknesinde yoğurarak estetik süzgecinden geçirir. Değerlerinden uzaklaşan milletin uyanışına vesile olur. Cemiyetin sesi olur. Toplumu sanat doğrultusunda dizayn eder.
Durdu ŞAHİN: Bir sanatçının, ülkesinin kalkınmasındaki ve etkin olarak tanıtılmasındaki rolü nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Hangi sahada olursa olsun sanatçı, ülkesinin dünya ölçeğinde tanıtılmasında da azamî katkıda bulunan insandır. Geçtiğimiz yıllarda Orhan Pamuk’un dünyanın prestijli ödüllerinin başında gelen Nobel Edebiyat Ödülünü alması dünyanın gözlerini Türkiye’ye, Türk kültürüne ve Türk romanına çevirmesine vesile olmuştur. Beğenirsiniz beğenmezsiniz, seversiniz sevmezsiniz. O başka bir şey… Fakat ortada böyle de bir realite vardır. Bu, Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülke için küçümsenecek bir tanıtım değildir. Dünyanın parasını harcasanız bu reklamı yapamazsınız. Başka alanlarda da böyle birkaç sanatçımız veya bilim adamımız, dünyada değer ifade eden bu tarz ödüller kazansa ülkemiz için çok büyük bir tanıtım olur.
13. asırda yaşayan Yunus Emre ve Mevlâna gibi dünyaya mal olmuş evrensel değerlerimiz bizim uluslararası arenadaki yüz aklarımızdır. Millet olarak yüzyıllardan beri bunların bıraktığı evrensel mirastan nasipleniyoruz. Bunların sayısını artırmak gerekir.
Son yıllarda Türk sinemasında evrensel kıymeti haiz filmler çekiliyor. Bunlar dünyanın prestijli festivallerinde ödüller kazanıyor. Bu da bizim sinemamızın ve ülkemizin tanıtılmasında büyük katkılar sağlıyor. Örnek vermek gerekirse yeni nesil yönetmenlerinden Nuri Bilge Ceylan’ın “Kış Uykusu” adlı filminin Cannes Film Festivalinde “Altın Palmiye” ödülüne layık görülmesi sinemamız adına hiç de yabana atılacak bir başarı değildir.
Durdu ŞAHİN: Sanatın eleştiriyle ilişkisi ve ülkemizde edebî eleştiri hususunda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Eleştiri sanatın beşiğidir. Nasıl ki çocuk en muhtaç zamanlarını beşikte geçirir ve bir noktadan sonra büyür, ayakları üzerinde durursa; öyle de sanat da eleştiriyle bir noktaya gelir, fazlalıklarını üzerinden atar; güçlü, iri ve diri olur. Zamana yenilmez, bütün çağlara seslenir.
Gerçek sanatçılar eleştiriden korkmaz; aksine ondan mutluluk duyar. Eleştiri onlar için bir çeşit deniz feneri gibidir. Nasıl ki zifiri karanlıklarda denizlerde yönünü ve yolunu kaybeden gemiciler, deniz feneriyle yolunu bulursa, istikbal vaat eden gerçek sanatçılar da eleştiriyle yanlış yollara sapmaktan kurtulurlar. Çamura saplanmadan düzlüğe çıkarlar.
Eleştiri usulüne uygun yapılmalıdır. Bu güzel eylem şahsa değil, esere yönelik olmalıdır. Eleştiri şahsî bir hesaplaşmaya dönüş(türül)memelidir. Eleştiride Tahsin Yücel’in dediği gibi: “Sanat yapıtıyla doğrudan bir ilişki içine girilmeli. Önce yapıttan yola çıkarak bir çözümlemeye gidilmeli. Daha sonra tarihsel süreç içinde değerlendirilir.”
Unutmamak gerekir ki esere yönelik eleştiri, o eserin eksiklerini tamamlar. Eserin sahibine bundan daha büyük bir hizmet olabilir mi? Galiz sözlere yer vermeyen hakiki eleştiri de aslında bir sanat eseri hüviyetine bürünür. Gerçek eleştirmen yargılamaz, yol gösterir. O, karanlık gecelerde yazara yolunu ve yönünü gösteren kutup yıldızı gibidir.
Eleştirmen okuduğu eseri, mümkün mertebe âfâkî(objektif) olmak kaydıyla, sınayandır. Esere at gözlüğüyle değil, sanat gözlüğüyle bakandır. Bunu yaparken de sanat tarihini, sosyolojiyi, felsefeyi, psikolojiyi, estetiği, sanat ve eleştiri kuramlarını kılavuz edinendir. Bu bakış açısıyla yapılan bir eleştiriden ziyan değil, ancak fayda hâsıl olur.
“Türkiye’de edebî eleştiri yok” gibi keskin cümleler kullanmayı çok doğru bulmuyorum. Fakat kanaatimce ülkemizde kuramsal edebî eleştiri emekleme aşamasındadır. İlmî örnekleri nadirattan olsa da, önü açıktır. Son zamanlarda bu sahada güzel örnekler veriliyor. Öte yandan ülke olarak eleştiride Nurullah Ataç tarzının tesirinden hâlâ kurtulmuş değiliz. Bu tarz o yıllarda bir boşluğu doldurmuş olsa da günümüzde eksik kalmaktadır.
Durdu ŞAHİN: Sanatın gelenekle ilişkisi konusunda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Sanatçı mâzisinden hâl, hâlinden istikbal çıkaran muhayyilesi zengin sıra dışı bir insandır. Onun içindir ki sanatçı geçmişini çok iyi bilmelidir. Mâziye nefret nazarlarıyla değil, aksine şefkat nazarlarıyla bakmalıdır. Mensubu olduğu milletin geçmişi olumsuzluklarla dolu olsa da onunla barışık olmalıdır. Oradan dersler çıkarabilmelidir. Peygamberimizin “Mümin aynı delikten iki defa ısırılmaz” sözünü kendisine şiar edilmelidir. Ahmakça davranıp da aynı delikten defalarca ısırılmamalıdır. Dünden dersler alabilmelidir. Mâzisine sırt çevirmiş bir sanatçıdan istikbale dönük kıymetli eserler vermesini beklemek safdillik olur. Bu konuda usta şair Yahya Kemal’in Ziya Gökalp’in “Harabîsin, harabâtî değilsin,/Gözün mâzidedir, âtî değilsin” şeklindeki suçlamasına karşı verdiği şu enfes cevabı kendimize şiar edinmeliyiz: “Ne harâbîyim, ne harabâtîyim,/Kökü mâzide olan âtîyim” Yolumuz ve çizgimiz bu olmalıdır.
Bizim sanatçılarımız gelenekten yeterince istifade etmiyor. Gelenekten iki şekilde faydalanılır. Birincisi geleneğin güzel yanlarından yararlanır, onları daha da geliştirerek geleceğe taşırsınız. İkincisi geçmişte yapılan hatalardan ders alır, bunlardan uzak durursunuz. Geleneğe sırt çeviren sanatçıların kendi olmaları ve kendi kalmaları mümkün değildir. Usta sanatçı, gelenekle moderni aynı potada eritir, daha özgün sentezler oluşturarak onları geleceğe taşır. Geçmişinden utanan bir sanatçıdan güçlü bir gelecek kurmasını beklememeliyiz.
Eskilerimiz haklı olarak “Marifet iltifata tabidir, müşterisiz meta zayidir” demişlerdir. Bizler sanatkârlara hak ettikleri değeri verirsek onlar daha güzelini üretmek için gayrete geleceklerdir. Bunu gören yeni nesiller de daha itibarlı bir mevkide olmak için sanata dört elle sarılacaklardır. Zira sanatçıya itibar, sanata itibardır. İtibar görmeyen güçlü istekler bile zamanla söner. Sanatçının sanat iştiyakının sönmemesi için ona daima destek olmalıyız.
Sanat tüm zamanların yükselen değeri olmalıdır. Sanatçının hakkını teslim etmeliyiz. Onu lâyık olduğu mevkiye oturtmalıyız. Bugün ülkemizde sanat fukaralığından söz ediliyorsa bunun en büyük sorumluları da, başta devlet olmak üzere, toplumu oluşturan bizleriz. Hatayı uzaklarda aramak sorumluluktan kurtulma telaşı ve şark kurnazlığından başka bir şey değildir.
Durdu ŞAHİN: Konuyla ilgili dile getirmek istediğiniz başka bir husus var mı?
M. Nihat MALKOÇ: Sanat, başta idrak mekanizması olmak üzere, bütün uzuvları aktif hâle getirmektir. Fakat bu şuursuzca gerçekleştirilen kuru bir eylem değildir. Aslında sanat, eyleme derin bir ruh katmaktır. Neyi niçin yaptığının bilincinde olmaktır. Güzeli sabırla aramak, bulduğunda da bir daha bırakmamaktır. Sıradanlıktan sıra dışılığa avdet etmektir.
Sanat deyince ille de resim, şiir ve mimarî akla gelmemelidir. İnce ruhlu insanlar nefes aldıkları müddetçe bütün iş ve eylemlerini sanata dönüştürebilirler. Herkes bir şekilde yemek yapar; ama sanatkâr ruhlu insanlar yemeği bile sanata dönüştürür. Herkes konuşur; ama sanatkâr insanlar sözün inceliklerini dikkate alarak gündelik konuşmayı bile sanata çevirir.
Demem o ki istersek hayatımızdaki bütün iş ve eylemlerimizi sanata dönüştürebiliriz. İşte ancak o zaman hayattan lezzet alır; dünyayı daha yaşanılır bir mekân kılarız.
Günümüzde bazı kesimler “Sanat görecelidir, sanat özneldir” sloganına sığınarak birçok aleladelikleri sanat olarak sunmaya gayret ediyor. Çıplaklık bile sanat olarak yutturulmaya çalışılıyor. Oysa her ne kadar göreceli ve öznel olsa da sanatta da belli başlı ölçütler mevzubahistir. Sanatın da test edileceği bir mekanizma söz konusudur. Kişi kalkıp da tenekeyi altın olarak sunmamalıdır. Zira tenekenin altınlığı, sarrafın önüne gelene kadardır. Fakat sarraf da işinin ehli değil de tenekeyse bu kirli tezgâh öylece sürüp gider.
Durdu ŞAHİN: Bizleri sanat konusunda aydınlattığınız için teşekkür ederim.
M. Nihat MALKOÇ: Bana sanat konusundaki duygu ve düşüncelerimi ifade etme imkânı verdiğiniz için asıl ben size teşekkür ediyorum. Sanatın ışıltısı hayatınızdan hiç eksik olmasın. Sağlıcakla kalın.
ÜSTAD ŞAİR M. NİHAT MALKOÇ İLE ŞİİR ÜZERİNE BİR KONUŞMA…
Konuşan: Durdu ŞAHİN
Durdu ŞAHİN: Üstadım okuyucularımıza kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
M. Nihat Malkoç:
Trabzon’un küçük ve denizden ayrı düşmüş bir ilçesi olan Köprübaşı’nın Gündoğan Köyü’nde dünyaya geldim. Beş kardeşin en küçüğüyüm. Çocukluğum ve ilk gençlik yıllarım köyümde geçti. İlkokulu Güneşli Köyü’nde, orta ve liseyi Köprübaşı Lisesi’nde okudum. Karadeniz coğrafyasının dik yamaçlarından ve fındıklıklardan yürüyerek sabah akşam gider gelirdik okula. Gidiş geliş sayarsak günde 10 km yol yürürdük. Fakat yine de yorulmazdık.
1988 yılında KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümüne girdim. Dershane eğitimi almadım hiç… Zaten dershaneler de yeni başlamıştı o yıllarda. Yaşadığım ilçede dershane filan da yoktu. Olsa da bizim ona yetecek maddi gücümüz bulunmuyordu. Onun için o imkandan yararlanamadım. O yıllarda iyi bir hukukçu olmaktı hedefim. Fakat çok az bir puanla farkıyla uzak düştüm bu hedefimden. Hazır öğretmenliği kazanmışken, risk alıp bir sene kaybetmeyi düşünmedim doğrusu. Zaten edebiyata da küçükten beri bambaşka bir sevgim ve meylim de vardı. Kitapları ve okumayı çok seviyordum. Kazandığım bölüm de buna imkan sağlıyordu. Onun için kaydoldum hemen.
Üniversiteyi 1992’de bitirdikten sonra ilk olarak Gümüşhane Lisesi’ne atandım. Orada beş yıl çalıştım. Bu arada askere gittim. Tuzla’da üç ay temel eğitim gördükten sonra Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda askerî öğretmen olarak vatan hizmetini gördüm. Orada yabancı üst düzey subayların da içinde bulunduğu askerlere Türkçe dersi verdim. Askerden döndükten sonra Akçaabat Anadolu İmam-Hatip Lisesi’nde iki yıl görev yaptım. Girdiğim yurtdışı sınavını kazanarak Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a gittim. Orada üç yıl boyunca İlahiyat Lisesi ve Mahdumkulu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde, TÖMER’de Türkçe dersleri okuttum. Ata vatanımızda gezip görmediğim yer kalmadı. Bu, ufkumu besleyen kaynak oldu. Dönüşte Derecik İlköğretim Okulu’nda yurtiçi görevime başladım. Burada iki yıl çalıştıktan sonra Trabzon Lisesi’ne geçiş yaptım. 2005 yılından beri bu okulda görev yapmaktayım.
Bugüne kadar birçok yerel gazetede köşe yazıları yazdım. Yazdığım yazıların sayısı bini çoktan geçmiştir. Biri Trabzon’da(Hizmet), biri Gümüşhane’de(Kuşakkaya) olmak üzere hâlâ iki yerel gazetede birden yazmaktayım. Uzun yıllardan beri dergilerde de yazı ve şiir çalışmalarım yayınlandı. Bu yayın organlarından Türk Edebiyatı, Nida, Somuncu Baba, Kubbealtı Akademi, Ayvakti, Kardelen, Yeşilay, Gülistan, Değirmen, Cümle, Kümbet, Sükût, Yeni Pulahane, Genç, Dilhane, Tekne, Yedi İklim, Mortaka, Mavi-Yeşil, Herfene, Türk Dili, Bizim Çocuk, Çınar, Bizim Azerbaycan, Anadolu’nun Sesi, Üniversitelinin Sesi, Türkiye, Bizim Okul, Şenliğin Sesi, İnsanlığa Çağrı, Yeni Sesleniş, Beyaz Gemi, Gençliğin Sesi ilk aklıma gelenlerdir. Türksesi, Demokrat Gümüşhane, Kuşakkaya, Ortadoğu, Yeni Mesaj, Hergün, Candaş, Edebiyat, Bolu Üçtepe, Akçaabat Yeni Haber, Karadeniz Olay, Hizmet gibi gazetelerde yıllardan beri deneme, makale, fıkra ve şiirler yazmaktayım. Bir zamanlar “Bizim Okul” isimli kültür, sanat ve edebiyat dergisinin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü yaptım. Kültürel organizasyonların çoğunda aktif olarak görev aldım. Bunların yayında sanal ortamda da pek çok seçkin sitede yazı ve şiirlerim yayınlanmaktadır. Tam bir kitap kurduyum. Kitapları için özel ev alacak kadar kitap tutkunuyum. Zira on binin üzerinde kitabım var. Evime her ay onlarca dergi girer. Evliyim, iki kızım, bir oğlum var.
Bugüne kadar, içinde TRT’nin de bulunduğu birçok televizyon ve radyo programına konuşmacı olarak katıldım. Türkiye Yeşilay Kurumu Gönüllüsüyüm… Karadeniz Yazarlar Birliği Kurucu Üyesiyim. Türkiye Yazarlar Birliği ile Edebiyat-Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği(ESKADER) üyesiyim. Daha birçok gönüllü kültürel kuruluşa destek olmaktayım.
Durdu ŞAHİN: Bildiğim kadarıyla bugüne kadar birçok yarışmadan ödüller kazandınız. Bunlardan bahseder misiniz?
M. Nihat Malkoç:
Bugüne kadar katıldığım şiir, makale, deneme ve hikaye yarışmalarında 170'in üzerinde ödül aldım. Bunlar arasında Trabzon Belediyesi – “İnsan ve Çevreye Saygının Önemi” Konulu Kompozisyon Yarışması – Birincilik Ödülü, “Sevgi, Barış ve Kardeşlik” Konulu Şiir Yarışması(1999 Yılı) – Birincilik Ödülü, Akçaabat Belediyesi “Vatan Sevgisi” Konulu Şiir Yarışması(1999 Yılı)-Birincilik Ödülü, “Bir Sevdadır Akçaabat” Konulu Şiir Yarışması(2005 Yılı)-Birincilik Ödülü, “Köprübaşı” Konulu Şiir Yarışması-Birincilik Ödülü, “Beşköy Sel Felaketi” Konulu Şiir Yarışması-Birincilik Ödülü, Mersin Yenice Belediyesi- “İnsan Sevgisi” Konulu Şiir Yarışması- Birincilik Ödülü, . Kapadokya Şairler ve Yazarlar Derneği ile Ürgüp FM Tarafından Düzenlenen 2009 Yılı 4. Kapadokya “Aşk” Konulu Şiir Yazma Yarışması Türkiye Birinciliği Ödülü, Çorlu Kültür ve Sanat Derneği (Türkiye’m Konulu) 3. Geleneksel Şiir Yarışması Türkiye Birinciliği Ödülü, Fikirder-Şehit ve Şehadet Konulu Şiir Yarışması Türkiye Birinciliği Ödülü, Kapadokya Şiir Yarışması-İkincilik Ödülü, “Avlarlı Efe’de İlahî Aşk” Konulu Makale Yarışması- Türkiye İkiciliği Ödülü, Zeynepder Gazze Konulu Şiir Yazma Yarışması Türkiye İkinciliği Ödülü, Kartal Belediyesi ve Zeytin Dalı Kültür Sanat ve Dayanışma Grubu Çanakkale Konulu Şiir Yarışması-Üçüncülük Ödülü, Zile Belediyesi-Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği 2008 Yılı Mustafa Necati Sepetçioğlu Hikaye Yarışması Türkiye Üçüncülüğü Ödülü, Nevşehir Hacıbektaş Belediyesi ‘İncinsen de İncitme’ Temalı Şiir Yarışması(Serbest Ölçü) Türkiye Üçüncülüğü Ödülü, Ümraniye Belediyesi Mevlana Konulu Şiir Yarışması- Mansiyon Ödülü, . “Tarihte İnsan Hakları Uygulamaları ve Günümüz Sorunlarına Etkileri” Konulu Makale Yazma Yarışması(MAZLUMDER) Mansiyon Ödülü, Niksar Kaymakamlığı-Niksar Belediyesi-Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Cahit Külebi “Memleketime Bakış” Şiir Yarışması Mansiyon Ödülü…” öncelikli olarak sayılabilir Şiir, deneme, makale ve hikaye dallarındaki bu ödüller 170'i aşıyor. Bunların ayrıntısına girmek istemiyorum.
Durdu ŞAHİN: Eserleriniz henüz kitaplaşmadı ama birçok kitapta şiir, deneme, makale ve hikayelerinize yer verilmiş. Eserlerinize yer veren kitaplardan bahseder misiniz?
M. Nihat Malkoç:
Şiirlerimi bugüne kadar belli bir kitapta toplamadım. Fakat şiir, deneme, makale ve hikayelerimin birçok kitapta yayınlandığını söyleyebilirim. Eserlerimin yayınlandığı kitaplar arasında şunları sayabiliriz: “Şiirli Değnek”-Komisyon, “Yedi Tepe Gece Gündüz İstanbul”-Ümraniye Belediyesi Yayını, “Geçmişten Günümüze Trabzon Şairleri”–Hazırlayan: Murat Yüksel, “Dünyanın Bütün Çiçekleri(Öğretmen Şiirleri Antolojisi)”-Mustafa Özçelik, “Çanakkale Şehitleri Şiir Antolojisi”-Hazırlayan: Meryem Şahin, “Şiirlerle Çanakkale Kahramanı Havranlı Kocaseyit”-Havran Kaymakamlığı Yayınları, “Ben Öğretmenim Çocuklar-Öğretmen Hikâyeleri Antolojisi”-Mustafa Özçelik, “İnsan Sevgisi Şiirleri”- Komisyon-Mersin Yenice Belediyesi Yayınları, “Milli Mücadele’de Çanakkale’nin Esrarı ve Nusret Mayın Gemisi”-İdris Yavuz- Esra Yavuz, “Dön Kendine”-Komisyon-Ümraniye Belediyesi Kültür Yayınları, “Şairlerin Dilinden Trabzon”-Murat Yüksel, “Yunus ve Gönül Diliyle Karaman”-Hikmet Elitaş, “Özgürlük Şiirleri”-Mersin Yenice Belediyesi Yayınları, “Düşkondu”-Ümraniye Belediyesi Kültür Yayınları, “Bir Gönüdaşın Ölümü”-Mustafa Yazıcı, “Trabzon Bâb-ı Âlisi”-Mustafa Yazıcı, “Bir Şiirdir Trabzon”(Osmanlı’dan Günümüze Trabzon Şiir Antolojisi)-Mehmet Akif Bal, Aşk Şiirleri Seçkisi-Çorlu Sanat Derneği Yayını…
Durdu ŞAHİN: Şiir ne zamandan beri vardır? Edebiyat içindeki yeri nedir hocam?
M. Nihat Malkoç:
Hz. Adem’le dünya macerası başlayan insanoğlunun duygularını ifade etme ihtiyacı da o zaman baş göstermiştir. Şiirin bilinmeyen tarihini ta oraya kadar indirebiliriz. Fakat bahsettiğimiz şey, bugünkü anlamda olgun bir şiir değildir. Neticede duyguların bir çeşit dışa yansımasıdır. İnsan nesli bugüne kadar geçen serüveni içinde duygu, bilgi ve görgü bakımından olgunlaştıkça şiir de onunla paralel olarak olgunlaşmıştır. İster iptidai, ister modern olsun; şiirin her çağda ve her toplumda varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Zira şiir, kişinin kendini ifade etme şeklidir. Üstelik özün özüdür şiir… Bir ihtiyaçtır aynı zamanda…
Şiirin köklerini çok derinlerde aramak gerekir. Cahiliye Arap toplumlarına baktığımızda onlarda da şiirin başköşede olduğunu, büyük itibar gördüğünü görürüz. Onun içindir ki yüce kitabımızın da şiirsel bir belagati vardır. Çünkü o zamanki toplumun genlerinde bu özellikler vardı. Hatta son Peygamber olarak gönderilen Resulullah’ı da şair olarak görenler vardı içlerinde… Fakat Allah onlara cevap vermekte gecikmiyordu: “Cinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı terk edeceğiz, derlerdi. Hayır, o (ne şairdi, ne de mecnun). O, gerçeği getirmiş ve peygamberleri de doğrulamıştı” (es-Saffat, 37/36-37)
624 sene boyunca dünyaya adaletle nizam veren Osmanlı’da şiir çok önemli yerdedir. Öyle ki Osmanlı padişahları, şairleri koruyup onlara her türlü maddi ve manevi destekte bulunmuşlardır. Bunun ötesinde Osmanlı şairlerinin çoğu şairdir. Şiirdeki mahlası “Muhibbi” olan Kanunî’nin kocaman bir Divan’ı vardır. 2. Murad(Muradî), Fatih Sultan Mehmed(Avnî), 2. Bayezid(Adlî), Yavuz Sultan Selim(Selimî), 3. Mehmed(Adnî), 1. Ahmed(Bahtî), 3. Selim(İlhamî), 2. Mahmud(Adlî), 3. Mustafa(Cihangir) gibi padişahlar aynı zamanda ciddi Divan şairleridir. Bu da gösteriyor ki şiir Osmanlı’da büyük ilgi ve itibar görmüştür.
Şiir, yüzyıllardan beri edebiyatın tahtına oturan ve bu tahtı hiçbir zaman diğer edebî türlere kaptırmayan bir estetik oluşumdur. Bu tür, edebiyatla adeta özdeşleşmiştir. Bu sadece bizde değil, bütün dünya edebiyatlarında da böyledir. Şiir deyince bütün akan sular durur.
Şiir modern zamanlara yenilmeyen bir türdür. Dünya değiştikçe şiir de değişiyor, yenileşiyor ama değerinden hiçbir şey kaybetmiyor. Şiire ilgi dün olduğu gibi bugün de var. Hatta internetin icadıyla şiirin etki alanı alabildiğine genişlemiştir. Hayatında şiir yazmayan insan yok gibidir. Herkes ömrünün bir döneminde şiirsel bir şeyler karalamıştır muhakkak… Bugün internet ortamında binlerce şiir sitesi mevcuttur. Bu sanal ortamlarda birçok kişi kalem(pardon klavye) oynatmaktadır. Bunların ne kadar şiir olduğu ayrı bir tartışma konusudur. Fakat sonuçta hemen herkes şiire bir şekilde hizmet etmek istiyor.
Edebiyat bahçesinin solmayan gülüdür şiir.. O, bütün alımlılığıyla gönül bahçelerini süslüyor. Şair duyguların tercümanıdır. Onlar, gözleri kapalıyken de gören insanlardır. Sevdiğini kaybeden bir aşığın iç çekişleri, bir annenin evladına duyduğu tarifi kelimelere sığmayan sevgi, bir askerin vatan için yüreğinde besleyip büyüttüğü sevgi ve muhabbet; şairin ruhunda filizlenir, vakti gelince şiir olup çıkar. Bir çocuğun geleceğe dair umutlarını, bir aşığın kavuşma arzularını, göklerin sonsuzluğunu, denizlerin enginliğini, dualardaki samimiyeti, en iyi şair bilir ve en iyi o ifade eder. Şiir okuru da bu duygulara ortak olur; ‘ Şair tam da benim gibi düşünmüş’ der. Kitlelerin duygularına tercüman olduğu kadar büyür şair… Fakat hissiyatı alelade ifade edenler bodur ağaçlar gibi yerlerinde kalakalırlar.
Edebiyat uzun asırlardan beri şiirin büyüsünden nemalanmaktadır. Zira edebiyatın geniş kitlelerce sevilmesini sağlayan türlerin başında gelir şiir… Şiir olmasaydı edebiyat bu noktada olur muydu acaba? Hiç sanmıyorum… Keza şiir edebiyatı bir ana şefkatiyle besliyor.
Şarkta yani Doğuda şairlerin bol olması buradaki insanların ruh derinliğinden kaynaklanır. Onlar köklü bir medeniyetin izlerini ruhlarına nakış nakış işleyerek yarınlara taşımışlardır. Bu aslında şarkın övünülecek yanıdır. Batı, hayata daha realist açıdan baktığı için şiir orada bizdeki kadar itibar görmemiştir. Fakat bu demek değildir ki Batı şiiri geridir.
Şiir, hayatımıza renk ve ahenk katarak ruhlarımızda bahar esintisi oluşturuyor. Bu esintiye kapılan insanoğlu, şiiri sürükleye sürükleye modern zamanlara başarıyla taşımıştır.
Durdu ŞAHİN: Üstadım, "şiirin başarısı ve güzelliği biraz da okuyucudan ileri gelir" diyenler var. Bu konuda siz neler düşünüyorsunuz?
M. Nihat Malkoç:
Şiirin müşterisi okuyucudur. Siz duygusal bir üretim yaparsınız, okuyucu onu alır okur; ya beğenir, ya da beğenmez. Fakat okuyucunun beğendiği şiir güzeldir, beğenmediği kötüdür kanaati sağlıklı bir şey değildir. Öte yandan sizin yazdığınız şiir okuyucunun muhayyilesinin genişliği kadardır. Şiir okuru nasibine düşeni alır mısralardan…
Şiirleri derinleştiren ve zenginleştirenler bilinçli okuyuculardır. Okur şiiri tamamlayan son tashihçi gibidir. O, şiire bambaşka bir anlam zenginliği katar. Şiir ancak ruh ve mana derinliği olan okurların yüreklerinde büyür, gelişir, serpilir. Aslında iyi bir şiir okuru iyi şairle kötü şairi çok iyi tanır ve iyi olanın elinden tutar; kötü olanı ise görmezden gelir.
Şiirden anlamak için dilci, edebiyatçı veya şair olmak gerekmez. Bu, ruhla alakalı bir durumdur. Ruhların aynalarının sırları dökülmemişse gerçek şiir o aynadan bütün ihtişamıyla yansır. Günümüz modern şiirinde anlam, imge yorganıyla iyice örtüldüğü için okurlara daha çok iş düşmektedir. İmge yoğunluğu olan şiirleri anlamlandırmaya çalışan okurun işi çok da kolay olmasa da, onun şiirden alacağı haz, tembel okurunkiyle asla kıyaslanamaz. Zira şiir deşildikçe iç güzelliğini cömertçe sergiler. Gizler açıldıkça şiirdeki esrar perdesi kalkar.
Bilinçli okurla şiir aynı frekanslarda hareket eder durur. ‘Okur kolay anlasın, fazla zahmet çekmesin’ diye şiiri basitleştirmek şiire ihanettir. Zira şiir basitliğe düşünce derinliğini, yoğunluğunu ve özünü kaybeder. Şair basitleşmemeli, okur şairin ruh ve duygu mertebesini anlayacak düzeye gelme gayreti içerisinde olmalıdır. Bilinmelidir ki şiir, duygu ve düşüncelerin yoğunlaştırılmış halidir. Behçet Necatigil’in şu sözleri şiir-okur ilişkisini ne güzel ifade ediyor: “Modern şiirin biraz da okuyucu tarafından doldurulması gerekli boşluklar taşıdığını bilmeyen, böyle bir şiir tecrübesinden geçmemiş kimselere bu tür şiirler biraz katıdır, kapalıdır, kabul ediyorum. Ama, şiirin ilk bakışta çapraşık ve bilmeceli görünmesi, onun çözülemeyeceği anlamına gelmez. Ön planla geri plan arasında bağlar, belirli motif, örgüt ve atkıları varsa, her şiir, bir kumaş gibi iplik iplik açılabilir.”
Durdu ŞAHİN: Şiiri tanımlayanlar olduğu gibi, şiirin tanımlanamaz olduğunu söyleyenler de var. Şiir sizce neden tanımlanamıyor?Sizce şiir nedir?
M. Nihat Malkoç:
Şiiri tanımlamak zor değil aslında. Herkes kendince bir tanım getirebilir şiire; nitekim getirmiştir de… Fakat bu tanımlar kişinin şiire bakışını yansıtır sadece. Yani şiirin mutlak bir tanımı yoktur, olamaz da, olmamalıdır da… Mesela büyük İslam bilgini İbn-i Haldun “Şiir, istiare ve belli vasıflar temeline dayanan, vezin ve kafiye bakımından birbirine eşit olan parçalara bölünmüş, her parçası kendi başına önündeki ve sonundaki parçalara muhtaç olmadan maksadı anlatan ve kendine mahsus Arap üslubu üzere terkip edilen belagatli sözdür.” diyor meşhur eseri olan Mukaddimesi’nde… Öte yandan Fransız şair Mallarme “Şiir kelimeler dinidir.” diyerek radikal bir görüşle çıkıyor ortaya. Bu görüşler kendilerini bağlıyor.
Şiiri tarif etmek körün fili tarifinden farklı değil. Şiiri tanımlayanlar; bilgisi, görgüsü kadar tanımlar ancak… Fakat hepsinin bir dayanağı vardır; ama iddiaları mutlak doğru değildir. Onun içindir ki bu tanımlamalar bağlayıcı değil, aksine şiiri bir yönüyle sınırlayıcıdır. Zira şiiri tanımlamak ona hudut çizmektir, bu haddizatında gerekli de değildir.
Bana göre “Şiir, sınırlı kelimelerle sınırsız manayı yakalamaktır. Şiir, duyguların kalp prizmasından yansıyan halidir. Şiir, kelimelerin renkli dünyasına yapılan esrarengiz yolculuktur. Şiir, az sözle çok şey anlatma sanatıdır. Şiir çetin bir dil işçiliğidir. Şiir, farkındalık oluşturma bilincinin müşahhas ifadesidir. Şiir, ruh sahrasında vaha bulma gayretidir. Şiir; ruhumuzu kemiren bunalımları, kelimelerin sırtına yükleyerek hafiflemektir. Şiir, anlamla ahengin kusursuz uyumudur. Şiir, hatıraların yangınından arta kalanları toplamaktır. Şiir, ruhun karanlıklarına doğan dolunaydır. Şiir, sabır ağacının tatlı meyvesidir. Şiir, hakikat gemisinde hayal avcılığıdır. Şiir, insanın kendi ruhuyla söyleşmesidir. Şiir hayatın ilk ve son basamağıdır. Şiir ruhun büyük uyanışıdır. Şiir, boy veren duyguların hasadıdır. Şiir, doyumsuz sevdaları ölümsüz mısralarda yeniden diriltmektir. Şiir, ölümsüz sevdaları bayraklaştırmaktır. Şiir, kadife duyguların kelimelerden taşmasıdır. Şiir, özgürlüğün söze dökülmüş halidir. Şiir, kelimelerden kusursuz duygu şatoları yapmaktır. Şiir, hissiyat ırmağına gönül tasımızı daldırarak ruh kabımızı doldurmaktır. Şiir, sevdalarla kavgaları aynı mısraya sığdırabilmektir. Şiir, kelimelerle sıkı dostluklar kurmaktır. Şiir, duyguların sağanak halidir. Şiir, yürek yaralarını sağaltan bir merhemdir. Şiir, Nemrut’un ateşine gül yağmurları yağdırmaktır. Şiir, ilahî aşk yolunda kahırları bal eylemektir. Şiir, sözlerin yangınıdır. ”
Durdu ŞAHİN: Şiir kelimesi nereden geliyor? Hangi manaları içine alıyor?
M. Nihat Malkoç:
Arapça bir kelimedir şiir… “Bilme, tanıma, anlama” olarak açabiliriz bu kelimenin anlam bohçasını… TDK Sözlüğünde “Zengin sembollerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla ortaya çıkan, hece ve durak bakımından denk ve kendi başına bir bütün olan edebî anlatım biçimi, manzume, nazım, koşuk…” ifadeleri kullanılıyor şiir için…
Şirin manası şairin duygu ve düşünce dünyasıyla ilgili olarak değişebilir. Bu hususta inanç ve kanaatlerin de mühim etkisi vardır. Mesela “Son Sultanü’ş-Şuara” olarak tavsif edilen Üstad Necip Fazıl, şiir ve sanat için “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış; /Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış...” beytini söyleyerek şiirin içeriğiyle ilgili kanaatini dile getirir. Öte yandan Cahit Sıtkı’ya göre, “Kelimelerle güzel şekiller kurma sanatıdır.” şiir… Sembolizmin bizdeki en büyük temsilcisi Ahmet Haşim’in anlayışına göre “Şair ne bir hakikat habercisi, ne bir belâgatli insan, ne de bir kanun yapıcıdır. Şairin lisanı; nesir gibi anlaşılmak için değil fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın, ortaklaşa bir dildir.” Tanpınar’a göre şiiri önemli kılan “Kelimelerin takibinden doğan ritim, ahenk v.s. vasıtalarla alelâde lisanla ifadesi kabil olmayan derunî haletlerimizi, heyecanlarımızı, istiğraklarımızı, neşe ve kederimizi ifade eden ve bu suretle bizde bedii alâka dediğimiz büyüyü tesis eden bir sanat olmasıdır....” Bu bakış açılarını ve şiir anlayışlarını çoğaltabiliriz. Demek ki şiirin manası, şairin dünya ve eşya algısına göre değişiklik gösteriyor. Şairin hissiyatı, şiirinin rengini belirliyor; o renk kelimelere yansıyor.
Durdu ŞAHİN: Şiirin kendisine göre bir yapısı ve unsurları var mıdır? Bir nazım ne zaman "şiir" hüviyeti kazanır?
M. Nihat Malkoç:
Şiirin kendine mahsus bir yapısı vardır. “Ölçülü ve kafiyeli ne söylersen şiir olur” anlayışına sahip olanlar yanılıyor. Şiirde yapı derken aklımıza şiirin şekil özellikleri geliyor öncelikle... Bir kere şiir, mısraların kümelenmesinden meydana geliyor. O kümelenmenin şekli, şiirin şeklini de belirliyor. Bu bazen beyit, bazen dörtlük, bazen de bent olarak karşımıza çıkıyor. Geleneksel edebiyatlarımızdan olan Divan edebiyatı beyit, halk edebiyatı dörtlük nazım birimine dayanıyor. Bu iki güçlü edebiyat sahasının kendine mahsus kuralları vardır. Halk edebiyatının heceye, Divan edebiyatının aruza dayanması mutlak kurallardandır.
Açıkça bilinmelidir ki ölçülü ve kafiyeli yazılan her manzume şiir değildir. Bir mısra kümesinin şiir olabilmesi için ölçü ve kafiyeden daha önemli unsurlar da gerekir. Anlam derinliği ve imgesi olmayan ölçülü, kafiyeli mısra kümelerine şiir değil de ancak manzume diyebiliriz. Şiir, içinde mana derinliği ve imge büyüsü olan bambaşka bir sanat dalıdır.
Durdu ŞAHİN: Şiirde şekil ve kalıp konusunda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat Malkoç:
Şiire ‘mevzun ve mukaffalı söz’ denirdi eskiden… Bu ne demektir? ‘Şiir, ölçülü ve kafiyeli söz kümeleridir’ demek… Bu tanım, şiiri baştan sınırlıyor. Yani bu tanımın dışında yazılanları şiir saymıyorlar; serbest tarzda yazılmış şiirleri Molla Kasım misali edebiyatın çöp sepetine atıyorlar. Oysa şiirde şekil ve kalıp mutlak unsurlardan değildir. Şair bunlara takılıp kalmamalıdır. Şiir ille de belli bir şekil ve kalıp üzere söylenecek diye bağlayıcı bir şart yoktur. Divan ve Halk şiirinde şekil ve kalıp çok önemlidir. Fakat günümüzde şiirde şekil ve kalıptan çok; şiirin ruha tesir edip etmediği, gönül telini titretip titretmediği, özgün olup olmadığı, mevcut şiir zincirine yeni halkalar ekleyip eklemediği daha önemlidir. Şiir vardır heceyle, şiir vardır aruzla, şiir vardır serbest yazıldığında güzeldir. Güzellik anlayışını belli bir ölçü ve kalıba sokarak şartları zorlamak, şiirin alanını daraltmaktan başka bir şey değildir. Şiirde ölçü ve kafiyeyi olmazsa olmaz gören Necip Fazıl’ın şiirlerine kötü diyemeyeceğiniz gibi, serbest tarzda yazdığı şiirlerle gönüllerimizi dirilten “Diriliş Şairi” Sezai Karakoç’un şiirlerine de kötü diyemezsiniz. Demek ki içerik çok kere şeklin önüne geçebiliyor.
Az kelimeyle çok şey anlatmaktır şiir; kelimeleri yerli yerinde, tasarruflu kullanmaktır. Bunu sağlayabilirseniz ister belli bir kalıba bağlı kalın, isterseniz serbest hareket edin; neticede mühim olan ortaya çıkaracağınız üründür. Bir şairin hem heceyle şiir yazması, hem de serbest şiir tarzını kullanması mümkündür. Şahsen ben heceyi de, nostalji olsun diye aruzu da, serbest tarzı da kullanıyorum. Şiir hangi formda geleceğini haber veriyor öncelikle… Şiirin doğum sancıları bunu bize hissettiriyor. İç sesimiz; ‘bu şiir heceyle, bu şiir serbest yazılacak’ diyor bize. Bundan sonra bize düşen o iç sese tabi olmaktır. ‘Şiirde öz mü, şekil mi önemlidir’ tartışmaları içerisinde şiirin ruhunu bir kenara itme tehlikesi saklıdır şüphesiz....
Durdu ŞAHİN: Şiir ve taklit konusundaki görüşlerinizi de öğrenmek istiyorum Hocam… Bu konuda neler söylersiniz?
M. Nihat Malkoç:
Taklitler hiçbir zaman orijinali kadar mükemmel olamaz. Onun içindir ki birçok üründe ‘Taklitlerinden sakınınız’ yazar. Şiir, taklidi kaldırmayan meşakkatli bir türdür. Taklit dizeler şiir müsveddesidir. Çağdaş Arap şiirinin en önemli temsilcisi kabul edilen Suriyeli Adonis’in dediği gibi “Şiir, tanımı gereğince taklit edi¬lemez. Ancak kötü şairler taklit eder”
Şiirde esinlenme bir yere kadar kabul edilebilir ama işin boyutu taklide varırsa bu hiçbir şekilde kabul edilemez. Şair, taklide bulaşırsa kendini bitirir; kendi ipini kendi çeker. Çünkü şiir, söylenmeyeni söylemektir. Mevlana’nın dediği gibi ‘yeni şeyler söylemek lazım.’ İşin başlangıç aşamasında birilerinin yazdıklarından yola çıkılabilir. Fakat bir noktadan sonra buna ‘dur’ demeli ve benliğini bulmalıdır şair… Edebiyatta intihal meselesi dün olduğu gibi bugün de yaşanmakta ve konuşulmaktadır. Taklidin ileri boyutu da bir çeşit intihaldir.
Edebiyatımızın en önemli devirleri kabul edilen Servet-i Fünun ve Fecriâti’de de Fransız şiiri taklit edilmiştir. Fakat o zamanlar bizde modern şiir geleneği yoktu. Onun için şair ve yazarların bu tavrı çok da eleştirilmemiştir. Fakat bu dönemler uzun sürmemiştir.
Alıntıyla çalıntı birbirine karıştırılmamalıdır. Şiirde esinlenmeyi taklit noktasına getirenler, gönül hırsızlarıdır. Onlar başkalarının imge taşlarıyla şiir binası inşa etmektedirler. Nasıl ki taşıma su ile değirmen dönmezse, öyle de taşıma imgeyle şair olunmaz; böyle biline!
Geçmişte birçok şair, taklit suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştır. Nazım Hikmet’in Mayakovski’nin şiirini taklit ettiğini söyleyenler ve onu suçlayanlar olmuştur. İlhan Berk, Cahit Sıtkı, Cemal Süreya ve Ahmet Muhip Dranas da şiirde taklitçilikle suçlanan şairlerdir. Fakat bu iddialar belli ki öznel bakış açılarının yansımasıdır. Bu tartışmalar bugün de vardır.
Şair özgün olmak zorundadır. Şair özgün olmayacaksa ne diye çıkar şiir pazarına? Şairlik bir iddiadır. ‘Şair’ diye ortaya çıktıysan bir iddian var demektir. Bunu da yazdıklarınla ispatlamak zorundasın. Geçmiş şairleri bir papağan misali tekrarlayan şair müsveddelerine bu ülkenin hiç mi hiç ihtiyacı yoktur. Şair, milletin önünde yürüyen bir söz büyücüsü ve ufukların ardına yol alan bir kılavuzdur. Şiirleri birçok dergide yayınlanan kişilerin şair olduğuna hükmetmek bir yanılgıdır. Bugün dergilerde ismi hiç gözükmeyen, kendi kabuklarına çekilerek şiir tezgahlarında özgün dizeler üreten nice usta şairler vardır. Dergilerde boy göstermek usta şair olmanın ölçüsü değildir. Bu biraz da popüler olmayla ve çevre kazanmayla ilgilidir. Şiir piyasasında bu anlamda taşların çok da yerine oturduğu söylenemez. Bazen ahbap-çavuş ilişkisi durumları sıkça yaşanmaktadır bu pazarda da…
Durdu ŞAHİN: Üstadım, bir de ‘bir-iki şiir yazdım’ veya ‘bir-iki şiirim yayımlandı’ diye kendilerine hemencecik şair sıfatı verenler var. Bunlar hakkında neler demek istersiniz?
M. Nihat Malkoç:
Olgun insan haddini ve lafını bilen insandır. Kişinin kendini bilmesi kadar kemal olamaz. Birkaç şiir yazıp da kendini üstat saflarında görenler saman alevi gibi sönmeye mahkumdurlar. Zira şiir uzun bir süreçtir. Şairlik çetin bir dil işçiliğidir. Bu, bir ömür devam eden ağır bir iştir. Bunu bilerek bu yola revan olmak gerekir. Şiir, malzemesi kelimeler olan derin bir sanattır. Bu sahada kalem oynatanların, yazdıkları birkaç şiirle ahkam kesmesi doğru değildir. Bu durum tek kanatla uçmaya çalışan mağrur bir kuşun durumundan daha beterdir.
Şiir sabır ve tahammül ister. İnce bir iştir şiir… Kuyumcu titizliği ve sabrı gerektirir. Yahya Kemal’in ömrü boyunca şiirlerini bir kitap haline getirmemesi, bir kısım şiirlerinin tamamlanmasını on yıllara yayması şiirde titizliğin önemine işaret eden müşahhas örneklerdir.
Şiir yazan kişilere ‘şair’ sıfatını aslında millet verir. İsminin altına şair yazmakla, damgalara, mühürlere ‘şair’ yazmakla şair olunmuyor. Geçmişte Servet-i Fünun dergisinde binlerce şair şiir yazmışsa da bugün bu edebiyatın temsilcileri olarak Tevfik Fikret ve Cenap Şahabeddin hafızalara kazınmıştır. Öteki şairler dergilerin tozlu sayfalarında unutulmuştur.
Çabuk parlayanlar çabuk sönerler. Şairin kalıcı olabilmesi için sağlam bir şiir altyapısı olmalıdır. Şiirsel altyapısı olmayanlar müteşairdirler. Yani bu zavallılar kendilerini şair zannederler; kendi yalanlarına bir süre sonra kendileri de inanmaya başlarlar. Bunlara kızmaktan çok, acımak lazımdır. Bugün ülkemizdeki şair kalabalığı müteşairlerin mantar gibi türemesinden kaynaklanmaktadır. Günümüzdeki puslu şiir ortamında gerçek şairlerle müteşairleri ayırmak hiç de kolay bir şey değildir. Müteşairler kör egolarını tatmin etmekle meşguldürler. Onların şiire hizmetleri yoktur; onlar gerçek şiirin ve şairin düşmanıdırlar.
Durdu ŞAHİN: Üstadım, “şiir ve dil" konusunda da bir şeyler söylemek ister misiniz?
M. Nihat Malkoç:
Şiir az sözle çok şey anlatma sanatıdır. Şiirde kelimeler çoğunlukla mecaz ve yan anlamlarda kullanılırlar. Şiir, kelimelerin rafine edilmiş halidir. İmgelerle yoğrulan dil, bambaşka bir renk ve ahenk kazanır. Kelimelerin sırtına tonlarca duygu yükü yüklemektir şiir; şair ise bu ağırlığı kaldırabilen bir duygu hamalıdır. Sözcükler yürek potasında eriyerek şiire dönüşür. Şairler kelimelerle güçlü duvarlar örerler, emsalsiz söz binaları dikerler.
Daha evvel belirttiğim gibi ‘şiir çetin bir dil işçiliğidir’ bence... Gerçek şairler dile en çok hizmet eden ve dilin anlam dağarcığını zenginleştiren insanlardır. Onlar, yaşamlarını dile hizmet etmekle, dili bir kuyumcu titizliğiyle işlemekle geçirirler. Neticede verdikleri eser altın kıymetindedir. Fakat o şiir altınının değerini ancak söz ve his sarrafları bilebilir.
“Bu dil ağzımda annemin sütüdür” der Yahya Kemal… Dil o kadar önemlidir onun için… Kimin için önemli değildir ki dil?... O, bizim ifade kudretimizin merdivenidir. O merdivenden çıkarak masmavi gökleri delen söz kulelerine tırmanırız. Şairler rengarenk mısralarında dili kanatlandırmışlardır. Dil onların en büyük sırdaşı ve yoldaşıdır.
Şiirin kendine özgü bir dili vardır. Günlük hayatta dertlerimizi, neşelerimizi, düşüncelerimizi anlattığımız kelimeler, şiirde bambaşka bir büyüye bürünürler. Günlük hayattaki dilin sığlığı şiirde bambaşka bir derinlik kazanır. Bütün malzemesi dil ve duygu olan şiir, kelimelerin ayağını yerden keser. Şiirde adeta kanatlanır kelimeler…Zira şiir dilinde kelimeler şairin hayal süzgecinden süzülerek bütün kirleri atılır ve kabalıkları törpülenir. Şiir dili yürek dilidir. O dil, damıtılmış saf duygularımızın tercümanıdır; yürek aynasıdır.
Şiir, dilin çürüyen yanlarına merhem olur. Şair, tabir caizse hastalanan, komaya giren kelimeleri iyileştiren doktordur. Gerçek şiirlerde kelimelerin ayaklarının yerden kesildiğini, masmavi göklere uçuştuğunu hissedersiniz. Bu kelimelerin istiğrak(kendinden geçme) halidir.
Şiir dilinde halktan kopmak, fildişi kuleler inşa etmek doğru değildir. Bunda da orta yolu bulmak lazım. Zira fildişi kulelerimizde yalnız kalırız. Rus yazar Tolstoy’un şiir ve dil konusundaki şu çarpıcı görüşleri dikkate şayandır: “Fırsatçıların her zaman kullandıkları bir yöntem vardır. Halkın kullanmadığı, dile yerleşmemiş kelimeleri kullanarak, gerektiğinde icat ederek halkın gözünde kendisini yüceltmek... Bu, ‘halk, anlamadığına inanır’ mantığıdır ve çoğu zaman başarılı olur. Kitleler, bilmedikleri kelimelerin ardından sürüklenirler. Bu arada sanat da tükenmeye yüz tutar. Ortodoks kilisesinin sapık fikirlerinin, ağır bir dille düzenlenerek halka benimsetilmesi bu yöntemin en çarpıcı örneklerindendir.”
Unutmamak gerekir ki hammaddesi duygu olan şiir, hissiyatın süzgeçten geçirilmiş, kabası alınmış, dilin en naif halidir. Şairler dili zenginleştiren dil sihirbazlarıdır. Onların elinde dil, bütün hünerlerini gösterir. Şairler dili en verimli kullanan söz cambazlarıdır.
Durdu ŞAHİN: Şiirin temel unsurları arasında imge de var mıdır? Siz bu konuda neler düşünüyorsunuz?
M. Nihat Malkoç:
“Zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, düş, hayal, hülya… Duyu organlarının dıştan algıladığı bir nesnenin bilince yansıyan benzeri, hayal, imaj…”(TDK Sözlüğü) olarak tanımlanıyor imge… Şiirdeki imgeyi, sözcüklerin sınırlarını zorlamak olarak da ifade edilebiliriz kanaatimce… Zira imgelerle sözcüklere, sınırları zorlayan anlamlar yüklüyoruz. Kelimelerin günlük kullanımlarının çok dışına çıkıyoruz imgelerde. Bir çeşit ‘yeniden adlandırma ve anlamlandırma’ da diyebiliriz imgeye… Kelimelerin doğal sınırları zorlayarak yeni anlamlar doğurması… Sözcüklerin çağrışım sınırlarının zorlanması…
Türk şiirine modern anlamda imge İkinci Yeni’yle girmiştir. Çok daha öncesine gidersek Divan edebiyatındaki kalıplaşmış ifadeler olan mazmunları da imge sayabiliriz. İmgeye ‘öznel yorum’ da diyebiliriz. Zira imgelerde öznellik esastır. Şairler dilin imkanlarını ‘imge’ adı altında zorlarlar. Bu, tutarlı ve ölçülü yapıldığında şüphesiz ki dile hizmettir.
Şiirin olmazsa olmazlarından biridir imge… Şairi farklı ve özgün kılandır imge… Kelimelerin sihrinin farkına varmaktır bir anlamda. İmgesiz şiir, tuzsuz yemeğe benzer; karnınız doyar ama yediğinizden zevk alamazsınız. İmge okur-şair ve hissiyat arasında kurulan gönül köprüsüdür. Bu köprünün direklerinin sağlam olması, imgelerin ayağının yere sağlam basmasıyla mümkündür; aksi halde kelimelerle kurulan bu gönül köprüsü üstünüze çöker. Kelimelerin enkazında kala kalırsınız. Sonuçta uzanacak bir yardım eli beklersiniz.
“İmgesiz sanat olmaz, şiir ise hiç olmaz” diyen Alexander Potebnya’ya hak verenler olduğu gibi, onu bu tezinde aşırı bulanlar da vardır. Bence şiiri sadece imgeden ibaret görmek de bir nevi deli saçmasıdır. İmgeler anlamla, hayallerle bütünleşerek bir ahenk oluşturursa sağlıklı şiir doğar; aksi halde şiir ‘düşük’ olur; ‘prematüre’ olur. Bu durum şiirden uzaklaşmak tehlikesiyle karşı karşıya bırakır bizi. Şiirin gül yüzü çiçek bozuğuna döner. Bunu önlemek için imgeleri, tohumu toprağa atar gibi atmamalıyız, titizlenip kılı kırk yarmalıyız.
Kelimelerin tılsımıyla yeni dünyalar kurmaktır şiir… Şiirde imge çok şey olsa da, her şey değildir. Şiir; imgenin yanında, alabildiğine duygu derinliği ve soyutlamadır. Şiirde anlam soyutlandıkça derinlik ve zenginlik kazanır. Yerinde yapılan soyutlamalar şiiri kanatlandırır.
İmgeler biraz da yaşanan zamanın rengine bürünürler. Bazı zamanlarda bazı kavramlar daha bir ön plana çıkar. Bu kavramlar en hassas insanlar olan şairlerin de ruhuna sirayet eder. Bu duygu ve düşünceler ruhlarda mayalandıktan sonra imge olarak gün yüzüne çıkabilir. Bu arada zamanımızda modern yaşamın getirdiği yalnızlık fenomeni imgelere sıkça yansıyor.
Bir de imge hırsızlığı var. İmge hırsızlığı şairin ahlaksızlığı anlamına gelir. Vergi kaçırmak nasıl ahlakî bir zaafsa imge kaçırmak(imge hırsızlığı) da o derece ahlakî düşüklüktür. İmge çalan şairler üretmekte zorlanan, hissiyat kabızlığı yaşayan sözde şairlerdir. İmgeler bizim olmalıdır. Zamanımızda imge aşıranların sabırları taşırdığı gözden kaçmıyor.
Günümüzde herkes kendisini şiir yazmak mecburiyetinde hissediyor. Böyle olunca yazılan şiirlerin birçoğu da (ç)alıntı oluyor. Bu durum, esinlenmenin çok ötesine gererek bütünleşme(!) aşamasına varıyor. Divan şiirinde kullanılan kalıplaşmış ifadeler olan mazmunları bütün Divan şairleri ortak kullanırdı. Bunda bir mahsur yoktu. Onu anlıyorum da günümüzde kalem oynatan sözde şairlerin imgelerinin aynı renkte olmasını anlamakta doğrusu zorlanıyorum. Aklın yolu bir olduğu gibi, imgelerin yolu da bir midir acaba?
Durdu ŞAHİN: Bazı şairler imgede aşırıya gidiyorlar ve bunu da şiirde yenilik sayıyorlar. Anlamsız olmak, fazla kapalı semboller kullanmak konusunda nasıl bir düşünceye sahipsiniz?
M. Nihat Malkoç:
İmge, şiirde derinliği sağlayan unsurların başında gelir. Fakat imgede de aşırılığa kaçılmamalıdır. Günümüzde bu işin de suyunu çıkaranlar az değildir. Günümüz şairleri öyle imgeler kuruyorlar ki bu durum şahsen o imgelerin şairin zihninde de bir karşılığı olmadıkları kanaatine götürüyor beni. “Ben söyledim, sen nasıl anlamlandırırsan anlamlandır” demek gibi bir şey bu… Fakat bu imgelerin ayakları havada kalıyor; bir süre sonra da baş aşağı düşüyorlar. İmgeler, şairle okur arasında köprüler kuracakken uçurumlar oluşturuyor.
İmgeler özgün, benzersiz olmalıdır da deli saçması da olmamalıdır. Uçuk kaçık imgelerle kelimeleri istifleyip sonra da ‘Beni anlamıyorlar’ demek nerden baksan çelişkidir. Bu sorumsuzluk ve aşırılık Türk şiirinde imge sorununu doğurmuştur. İmgelerin iyice şahsileştirilip hayattan kopuk bir hal alması şiirin gül dökülmesi gereken yollarına mayınlar döşemiştir. Bu mayınlar şiirimizin elinin ayağının kopmasına, kötürüm bir hâl almasına sebep olabilir. İmgelerin güçlü çağrışım kudreti olursa şiire zenginlik ve mana derinliği katarlar.
İmge; bozmak değil, yeniden ifadelendirmektir. İmgeler okurun zihninde farklı çağrışımlar uyandırabilir, uyandırmalıdır da… Bu durum şiiri zenginleştirir, alabildiğine derinleştirir. Fakat özü kaybetmemek gerekir; özü kaybedince şiire geri dönmek iyice zorlaşır.
İmge, şiiri özünden koparmadan alabildiğine kişiselleştirmektir. Onun içindir ki daha evvel defalarca kullanılmış imgeleri kullanmamalı şair… Şair, kendini bir imge avcısı sayıp kelimelerin engin göklerinde kartallar gibi özgürce dolaşmalıdır. Başkası tarafından bir kez kullanılan imge eskimiş, orta malı olmuş demektir. Bu; çiğnenmiş bir lokmayı ağza alıp yeniden çiğnemek, hatta mideye indirmekten farksız, mide bulandırıcı bir şeydir.
Durdu ŞAHİN: Şiirde çok kapalı semboller kullanmak kadar, çok açık, didaktik söyleyişler de hoş karşılanmıyor kimilerince. Aynı kişiler "asıl şiir didaktik olmayan şiirdir" diyorlar. Sizce doğru mu söylüyorlar?
M. Nihat Malkoç:
Şiirin nereye kadar kapalı, nereye kadar açık olması gerektiği hususu hep tartışıla gelmiştir bugüne kadar… Aslında bunun belli bir ölçüsü de yoktur. Bunu ayarlayacak olan şairin kendisidir. Fakat bilinmelidir ki girift bir imge dünyası oluşturanlar, şiirinin kapısını paslı kilitlerle kilitleyenlerdir. Böyle bir kapının ardındakinin kime ne faydası olabilir ki?... Bilinmelidir ki şiirde imge amaç değil, araçtır. Onu amaç olarak gören şairler yanıldıklarının farkına varamayacak kadar gaflet içindedirler. Bu, bir çeşit bakar körlüktür doğrusu...
‘Şiir bir fikrin savunucusu olmalı mıdır, olmamalı mıdır?’ sorusu da çok kurcalamıştır zihinleri… Aslında şiiri şiir yapan, ele alıp işlediği düşünce değildir. Şiirsellik çok farklı bir şeydir. Siz şiirinize bir düşünceyi yerleştirirsiniz ama o şiire baktığınızda önce düşünce görünmez, düşünce şiirselliğin gölgesinde kalır. Şayet şiirde ille de bir düşünce olacaksa bu düşünce ‘çaydaki şeker’ gibi eriyik olmalıdır. Yani çaya dışarıdan bakan değil, onu yudumlayan şekerin farkına varmalıdır. Fikir, şiirselliğin önüne geçmemelidir hiçbir zaman…
Fransız şair Mallarme ‘Şiir fikirlerle değil, sözcüklerle yazılır’ düşüncesini savunur. O, düşünceyi sözcüklerin gölgesinde bırakarak sözcüklerin uyumuna vurgu yapar.
Didaktik şiirlerde şiirsellik çok zayıftır. Çünkü düşünce duyguların önüne geçerek onları perdelemiştir. Fakat bu da bir tarzdır; belki de bir ihtiyaçtır. Buna ‘şiirden şuura varmak’ da diyebiliriz. Zira tek tip şiir ve tek tip şair oluşturma gayreti, şiiri kalıplara sokmaktır. Kalıplara soktuğumuz her şey gün gelir kalıbını zorlayarak özgürlüğe kanatlanır. Öte yandan şiirlerinde ‘İslam’ düşüncesini bayraklaştıran millî şairimiz Mehmet Akif’in yazdıklarına hangimiz kötü manzumeler diyebiliriz? Onlar da Türk şiirinin ana renklerindendir. Demek ki şiirde esas olan güzeli yakalamaktır, mutlak güzeli…
Durdu ŞAHİN: Üstadım, bu güzel ve son derece faydalı olduğuna inandığım doyumsuz sohbetin sonuna geldik. Son olarak söylemek istediğiniz bir husus var mı?
M. Nihat Malkoç:
Şair her zaman sözü olan, yeni şeyler söyleyen insandır. Şair tekrara düştüğü noktada bitmiş demektir. Tekrar şairin felaketidir. Şairin daima bir arayış içerisinde olması gerekir. O, hayatının her safhasında yeni duygular peşinde koşmalı, bu koşusu son nefesine kadar devam etmelidir. Zira şiir sonsuz bir ummandır. O ummanda kayığını yüzdüren şair, kürek çekmekten yorulmamalıdır. Ufuk ne kadar ötede de olsa şair daima ufkun ötesini düşlemeli, geriye dönmeyi, kıyıya çıkmayı asla düşünmemelidir. Zira geri dönenler hep kaybedenlerdir.
Günümüz gençliği boş uğraşlarla zamanını zayi etmektedir. Bu gençleri şiire yöneltmeliyiz. Gençlerin şiire yönelmesi onların sığ ruhlarını derinleştirecektir. Zira şiir ruhun dirilişidir. Şiir umut denizlerinde sonsuzluğa yelken açmaktır. Çocuklarımıza şiiri sevdirmeliyiz. Onların nazarlarını aptal kutularına çivilenmekten kurtarmalıyız. Bunu da okullarda ancak Türkçe ve Edebiyat öğretmenleri başarabilir. Öğretmen arkadaşlarımız şiirin katı kurallarını ezberletmek yerine, onu sevdirmeli ve gençlerin şiir okuyup yazmasını sağlamalıdır. Zira geçmişin ve bugünün usta şairleri ilk şiir sevgilerini okul sıralarında almışlardır. Fakat günümüz müfredat programları şiiri sevdirmekten çok uzaktır. Fakat buna rağmen öğretmenlerimiz kendi çaba ve gayretleriyle şiiri gençlerimize sevdirebilir. Bunu başarabilirsek gençlerimizi kötü alışkanlıklardan da önemli ölçüde kurtarmış olacağız.
Durdu ŞAHİN: Hocam, bu son derece güzel ve faydalı olduğuna inandığım sohbet için kıymetli vakitlerinizi bize ayırdığınızdan dolayı size çok, çok teşekkür ederim.
M. Nihat Malkoç:
Bana kendimi ifade etme imkanı verdiğiniz için asıl ben teşekkür ediyorum size. Bu konuşma ile okurlarım beni daha iyi tanıyabilme imkanına kavuşmuşlarsa ne mutlu bana… Buradan bütün şiir severlere sağlık, mutluluk ve şiir dolu günler diliyorum.
ŞAİR-YAZAR M. NİHAT MALKOÇ’LA KÜLTÜR, SANAT, ŞİİR VE EDEBİYAT ÜZERİNE SÖYLEŞİ…
1- GÖKSU : Röportaja başlamadan önce kendinizi bize biraz tanıtır mısınız?
NİHAT MALKOÇ : 1970 yılında Trabzon’un Köprübaşı ilçesinde dünyaya geldim. Sırasıyla Güneşli Köyü İlkokulu’nu, Köprübaşı Ortaokulu’nu ve Köprübaşı Lisesi’ni bitirdim. Liseden mezun olduktan sonra girdiğim ilk üniversite imtihanında Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümünü kazandım. 1992 senesinde adı geçen okuldan mezun oldum. 02 Aralık 1992’de ilk görev yerim olan Gümüşhane Lisesi’ne Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak atandım. 1994 yılında vatanî görevimi İstanbul’da Kara Kuvvetleri Lisan Okulu’nda öğretmen olarak yaptım. Askerlik dönüşünde Gümüşhane’deki öğretmenlik görevine devam ettim. Daha sonra Ankara’da Anadolu İmam-Hatip Liselerine Öğretmen Seçimi İmtihanına girdim ve kazandım. Akçaabat Anadolu İmam-Hatip Lisesi’ne tayin edildim. Orada iki yıl görev yaptıktan sonra Türk Cumhuriyetleri Öğretmen Seçimi Sözlü ve Yazılı Sınavına girerek her ikisini de kazandım. 2000 yılında Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni sıfatıyla Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a gönderildim. Burada Türkiye tarafından açılan İlahiyat Lisesi’nde, TÖMER’de Türkçe ve Edebiyat derslerine girdim. Türkmenistan’dan döndükten sonra Derecik İlköğretim Okulu’nda iki yıl Türkçe Öğretmenliği yaptım. Sekiz yıl Trabzon Fen Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak çalıştım. Üç seneden beri de Trabzon İMKB Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi’nde öğretmenlik yapmaktayım.
2- GÖKSU : Şiir ve Edebiyat tutkunuz nasıl başladı?
NİHAT MALKOÇ : Bizim oralar yeşille mavinin kucaklaştığı, adeta bir tabloyu andıran, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar güzel yerlerdir. 14 km gittiğinizde Sürmene’den denizin mavisini seyretmek mümkündü. 18 yaşına kadar köyde yaşadım. Gözümü açtığımda yeşili gördüm. Sabahları kuş cıvıltılarıyla uyandım. Köy ortamında her şey doğaldı o zamanlar... Suni olan her şeyden uzaktım. Buralarda yaşayıp da şair olana değil, olmayana şaşarım. Çünkü bu emsalsiz tabiat, ruhumuzu besleyen bir kaynaktır. Ben de bu kaynaktan yıllarca beslendim. Tablo gibi bu manzaralar bizi bir anlamda şair yaptı.
Köyde birçok imkândan yoksundum, okuyacak kitap bulamazdım. Köprübaşı’nda Ahmet Hoca denen bir kişinin küçücük bir kitap dükkânı vardı. Evden aldığım küçük harçlıkları öğlede yemez, o küçük kitap dükkânından kitaplar alırdım. Kitap sevgim o kadar büyüktü ki bütün harçlığımı kitaplara harcardım. Doğru dürüst bir öğle yemeği yediğimi hatırlamam. Şimdiki çocuklara bakıyorum da onlar bize göre çok şanslı… Çünkü her istedikleri kitabı alma şansına sahipler… Babaları, yeter ki okusunlar diye her türlü imkânı önlerine seriyor.
Çocukken okumayı çok seviyordum. İlk aldığım kitaplar, Karacaoğlan’in şiir kitabıyla Hz. Ali’nin Cenkleri’ydi. Hz. Ali Cenkleri bir seriydi, hepsini de almıştım. Bu kitapları hâlâ kütüphanemde özenle saklarım. Okuldan eve dönerken bir ağacın altına, bir fındık bahçesine oturur, o kitaplardan okur, yorgunluğumu atardım. Okuduğum o kitaplar beni bir noktaya getirdi. Farkında olmadan ben de bir şeyler karalamaya başladım. Bugün bile, heceden kolay kolay vazgeçemeyişimin sebebi o zamanlar okuduğum birbirinden güzel halk şiirleridir.
Üniversiteye başladığımda okuma konusunda sınıf arkadaşlarımdan çok geri olduğumu fark ettim. Zira onların çoğu önemli okullardan mezun olmuş, şehirlerde yaşamışlardı. Bu eksikliğim kısa zamanda notlara da yansıyınca kendi kendime okuma seferberliği başlattım. Daha sonra, okuduklarım beni, içimde var olan yazma hevesine yöneltti. Bu sefer de yazma seferberliğini başlattım. O zamanlar Trabzon’da ‘Türksesi’ adında günlük çıkan bir mahalli gazete vardı. ‘Cahil cesur olur’ derler ya, ben de cahil cesareti göstererek o gazetenin kapısını çalarak gazetede yazmak istediğimi belirttim. Önceden alaycı bakışlarla süzülsem de kabul gördüm. Gazetedeki ilk yazım “Ulaşım Sorunu” başlığını taşıyordu. O zamanlar üniversite birinci sınıftaydım. Yıl 1988’di… Şimdi tarihler 2010 yılını gösteriyor. Aradan tam 22 yıl geçmiş; ben o gün bugündür dur durak bilmeden yazıyorum.
3- GÖKSU : İlk eserinizi ne zaman nasıl bir duygu ile yazdınız?
NİHAT MALKOÇ : Yayınlanan ilk şiirim “Gece Yarısı” adını taşıyordu. Bu, hece ölçüsüyle yazılmış hüzün içerikli bir aşk şiiriydi. O zamanlar Kültür Bakanlığı tarafından gençlerin çalışmalarına yönelik, birinci hamur kâğıda basılan “Gençliğin Sesi” adlı kaliteli bir dergi çıkarılıyordu. Bu şiirim de o dergide yayınlanmıştı. İlk telif ücretini de o zaman almıştım. Dergilerin telif ücreti verdiğini bilmediğim için şahsıma gönderilen bu para benim için bir sürprizdi, o zamana göre de ciddi miktarda bir harçlıktı. Bu, benim şairlik serüvenimde adeta bir dönüm noktasıydı; şiire olan aşkımı perçinleyen güzel bir sebepti.
4- GÖKSU : İlk ödülünüzü alırken ne hissettiniz? Kaç tane ödül aldınız?
NİHAT MALKOÇ : Yerel ve ulusal olmak üzere bugüne kadar 123 tane ödül kazandım. Evimde plaket koyacak yer kalmadı desem abartmış olmam sanırım. Ödüllerimi sıralamaya kalksam herhalde birkaç sayfa tutar. Bu beni fevkalade mutlu ediyor; yazma şevkimi daha da artırıyor; hissiyatımı kamçılıyor. Ben bu kaynaktan besleniyorum. Eserimin beğenildiğini görmek bana enerji olarak yansıyor. Onun içindir ki bu durumu bilen ve yaşayan bir insan olarak beğendiğim eserlerin sahiplerine övgü dolu sözler sarf etmede cimri davranmıyorum. Biliyorum ki övgü; büyük küçük, kadın erkek herkes için bir ilaç kadar tesirlidir. Fakat samimiyetten uzak olan özgüler bu tesiri sağlamaktan çok uzaktır.
‘Marifet iltifata tabidir’ der eskilerimiz… Samimi iltifat görmek dünyanın en güzel duygusudur. ‘Samimi’ sözünü özellikle vurguluyorum. Çünkü günümüzde iltifatın da ayarını bozdular. Ne yazık ki bu alanda da kantarın topuzu kaçtı. İnsanlar iltifatlarında da samimi değiller çok kere. Bunda iltifat edenler kadar iltifat görenler de suçludur. Zira eleştiriye tahammül edemeyen fertlerden oluşan bir toplumuz. Adam şiir kitabı yayınlıyor. Size de getiriyor kitabını. Bir anlamda hediye ediyor size. Fakat açıkça söylemese de sizden kitapla ilgili bir yazı bekliyor. Okuyorsunuz şiir kitabını. Aslında hiç de beğenmiyorsunuz. Bunu dile getirmek hiç de kolay değil. Çünkü size kitabını imzalayan kişi sizden nasihat değil, övgü dolu sözler bekliyor. Sözde eleştirmenler basıyor övgüyü. Fakat gerçek eleştirmen gördüğü hataları açık yüreklilikle ifade ediyor. Bu sefer de kitabın sahibiyle bozuşuyorsunuz.
Bunları bizzat yaşayan biri olarak konuşuyorum. Bana da şairinden imzalı çok kitaplar geldi. Nezaketle aldım, teşekkür ettim, okudum ve hakkında yazılar kaleme aldım. Beğenmediğime gerekçelerini de sıralayarak açıkça ‘beğenmedim’ dedim. Beğendiklerimi de överken hiç cimri davranmadım. Hakkında olumsuz eleştirilerde bulunduğum bir kısım şair ve yazardan selam alamadım. Fakat doğru bildiğim yoldan sapmadım yine de… Bunu yaşayan biri olarak iltifatın da samimi ve yalancı olanlarını ayırt etmek gerektiğine inanıyorum. Samimi eleştiriler aslında eleştirilen kişinin elinden tutmak, ona yol göstermek anlamı taşır. Beni eleştirenler aslında benim gerçek dostlarımdır. Ödüllere de böyle bakıyorum ben. Zaten akıllı bir şair ve yazar ödülün niteliğini de anlayabilecek yetkinliktedir.
5- GÖKSU : Şiirlerinizi hangi dergilere gönderiyorsunuz ?
NİHAT MALKOÇ : Gençlik yıllarımda Sürmeneli bir edebiyatsever dostumla ‘Bizim Okul’ isminde, dört ilavesi bulunan çok kapsamlı bir edebiyat dergisi çıkardık. Bu derginin Yazı İşleri Müdürlüğünü ben yapıyordum. Fakat okuyucudan yeterli destek göremediğimiz için derginin ömrü de uzun olmadı. Bunun dışında okullarda, okul adına dergiler çıkardım. Fakat daha çok dergi çıkarmayı değil, dergilerde yazmayı yeğledim. Bugüne kadar onlarca dergide deneme, makale, hatıra, gezi yazısı, fıkra türünde yazılarım ve birçok şiirim yayınlandı. Yazdığım dergiler arasında “Türk Edebiyatı, Türk Dili, Bizim Çocuk, Çınar, Dilhane, Poyraz, Türk Yurdu, Gülistan, Bizim Azerbaycan, Anadolunun Sesi, Üniversitelinin Sesi, Türkiye, Bizim Okul, Şenliğin Sesi, Mavi-Yeşil, Mortaka, Kubbealtı Akademi, Nida, Kardelen, Ortanca, Yeşilay, Değirmen, Cümle, Kümbet, Sükût, Yeni Pulathane, Semerkant, Alkış, Herfene, Yeni Sesleniş, Genç, Yediiklim, Ayvakti, Somuncu Baba, Tekne, Beyaz Gemi, Bilimin ve Aklın Aydınlığında Eğitim, İnsanlığa Çağrı, Berceste, Seviye, Karadeniz’de Hayat, Karayel, Gençliğin Sesi” önemli bir yer tutmaktadır.
Yazmak benim için soylu bir tutkudur. Yazmazsam yaşayamam. Yazarak nefes alıyorum ben… Benim oksijen kaynağımdır yazmak… Öte yandan ‘Türksesi, Demokrat Gümüşhane, Kuşakkaya, Ortadoğu, Yeni Mesaj, Hergün, Candaş, Edebiyat, Bolu Üçtepe, Akçaabat Yeni Haber, Karadeniz Olay, Hizmet’ gibi gazetelerde yıllardan beri deneme, makale, fıkra ve şiirler yazmaktayım. Bugüne kadar yerel ve genel medyada yazdığım yazıların sayısı binli rakamlara çoktan ulaşmıştır. Son yıllarda Trabzon’un en eski ve köklü gazetelerinden biri olan ‘Hizmet’ adlı gazetede haftada üç yazım çıkmaktadır. Bunun yanında ilk görev yerim olan Gümüşhane’de ‘Kuşakkaya’ adlı gazetede günlük yazılar yazmaktayım. İnternet ortamında onlarca kültür ve edebiyat sitesinde yazı ve şiirlerim okuyucularla buluşmaktadır.
Bugüne kadar, içinde Yozgat Sürmeli Şiir ve Makale Yarışması da bulunan, Türkiye genelinde düzenlenen birçok şiir ve kompozisyon yarışmasına katıldım. Bu yarışmalarda aldığım birincilik, ikincilik, üçüncülük, mansiyon ve jüri özel ödüllerin sayısı 40’ı bulmuştur. ‘Marifet iltifata tabidir’ derler. Bu ödüller beni motive eden en önemli unsurdur.
6- GÖKSU : Beğendiğiniz size yakın olan üstad var mı?
NİHAT MALKOÇ: Çok iyi bir şiir okuyucusu olduğumu söyleyebilirim. Günümüzde internet denen bir nimet var önümüzde. Nimet diyorum; zira internet faydalı kullanıldığında bulunmaz bir nimettir. İnternet ortamında binlerce şairin milyonlarca şiirine ulaşmak mümkündür. Artık şiir okumak için ille de şairin kitabına para vererek sahip olmak da gerekmiyor. Yüzlerce şiir sitesi var sanal ortamda. O sitelerde yeni ve eski şairlerin şiirlerine ulaşılabiliyor. Ben de bu sitelerde sık sık dolaşıyorum. Eskilerin şiirlerini okuyorum, yeniler neler yazıyor diye bakıyorum. Bir anlamda şiir mütalaa ediyorum. Demek istediğim o ki belli bir şaire bağlı kalmıyorum. Herkesi okumaya ve takip etmeye çalışıyorum. Bu bana olumlu olarak yansıyor. Belli bir kalıba sıkışıp kalmıyorum. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olmak da benim için bir avantaj teşkil ediyor. Zira şiirin teorisini ve geçmişini de iyi bildiğimi düşünüyorum. Bu beni öteki şairlerin yanında daha avantajlı kılıyor. Fakat bu durum şiir yazmayla doğrudan bağlantılı bir durum değildir. Böyle olsaydı bütün edebiyat öğretmenleri şair olurdu. Oysa büyük şairlerin çoğu edebiyat öğretmeni değildir.
Çocukluk yıllarında halk şairlerini çok okumuşumdur. Özellikle Karacaoğlan’ın şiirlerine ilgi duymuşum. Karacaoğlan’dan koşmalar ezberlemişim. Üniversite eğitimi sırasında işin ilmini öğrenirken divan şairlerini de görüp onlar üzerinde yoğunlaşmışım. Özellikle Fuzuli ve Şeyh Galip bende derin izler bırakan büyük divan şairleridir. Mehmet Akif’in Safahat’ı da benim için özel kitaplardan biridir. Bu kitap da ruhumu beslemiştir. Cumhuriyet döneminde yaşayan Necip Fazıl Kısakürek, Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şairler de ilgi alanıma girmiştir. Üzerimde en çok tesiri olanı da Necip Fazıl’dır. Bu daha sonra yerini günümüz şairlerine bırakmıştır. Günümüz şairlerinden Sezai Karakoç, okumaktan haz aldığım şairlerin başında gelir. Bu şairlerin şiiri içselleştirmeleri ve kuruluktan kurtararak derinleştirebilmeleri beni etkilemelerinin yegâne sebebidir.
7- GÖKSU : Sizce şiirde ölçü gerekli midir? Eserlerinizde genelde hangi ölçüyü kullanıyorsunuz?
NİHAT MALKOÇ : Kafiye ve ölçü konusunda ısrarcı olmak anlamsızdır. Bir şair ya kafiyeli ve ölçülü ya da kafiyesiz ve serbest yazacak diye bağlayıcı bir şart yoktur. Şiir ruhumuzun imbiklerinden çıkarken nasıl bir şekil alırsa dışarıya da öylece yansır. Bir şair bazen ölçülü, bazen de serbest yazabilir. Bu, şairin şiir hamurunu yoğurduğu andaki ruhî aktivitesine ve hâline bağlı bir durumdur. Ölçülü ve serbest şiirin de güzeli ve çirkini vardır.
Bence önemli olan üslûptur. Şair kendince özgün bir üslûp kullanabilmişse şiirin güzelliği de onun ardından gelir. Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi şairlerin büyüklüğü üslûplarının orijinalliğinde gizlidir. Bu isimler değerlendirilirken ölçü ve kafiyeye riayet edip etmediklerine bakılmamıştır. Sözün bu noktasında ünlü Fransız şairi Paul Verlaine’nin kafiyeden şikâyet ettiği bir şiirinden iktibas yapmak istiyorum:
“Tut belâgatı boğazından, sustur,
El değmişken bir zahmete daha gir:
Kafiyenin ağzına da bir gem vur,
Bırakırsan neler yapmaz kim bilir?
Nedir bu kafiyeden çektiğimiz!
Hangi sağır çocuk ya deli zenci
Sarmış başımıza bu meymenetsiz,
Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi?”
Ben Paul Verlaine’nin bu ifadelerine katılmıyorum… Bu kadar kesin ve kararlı hüküm vermek şiirin önünü kesmek, boğazını sıkıp öldürmek, şiirimize ve cemiyetimize bir şey kazandırmaz. Bu hususta daha esnek olmak gerekir. Bunun sayısız faydaları vardır.
8- GÖKSU : Yazar/Şair olmak isteyen öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir?
NİHAT MALKOÇ : Şiir edebiyatta özün özüdür. Şiir kelimelerin süzülmüş halidir. Şiirde kelimeler yerli yerinde kullanılmalıdır. Ne bir fazla, ne bir eksik kelime, her şey yerli yerinde… Onun içindir ki şiir cesaret isteyen bir edebiyat sahasıdır. Fakat bu deli cesareti değildir. Şiir yazma heveslileri bunları bilerek bu yola revan olmalıdır. Şiir yazmaya heveslenenler öncelikle uzun bir okuma süreci geçirmelidirler. Şiiri tanımak ve inceliklerine vakıf olmak için çok şiir okumak lazımdır. Şiir aceleye getirilecek bir sanat ve edebiyat dalı değildir. Şiir sabır ister, ancak sabredenler geniş kitleleri peşinden sürükleyen güzel şiirler yazabilirler. Türk şiirinin yüz aklarından biri olan Yahya Kemal Beyatlı’nın bir şiirine son şeklini vermek için 16 yıl beklediğini söylersek işin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır kanaatindeyim.
Türk ve dünya şiirini öncelikle okumalı, bu sahada emsalsiz eserler veren büyük şairleri tanımalıyız. Şiirin teorisi üzerinde de iyice kafa yormalıyız. Şiirin de bir felsefesi olduğunu bilmeliyiz. “Anlaşılmaz ve kapalı ne söylersen şiir olur” sakat mantığıyla, kendisinin de anlam veremediği uçuk imgelerle okuyucuyu yoran bir şair; gün gelir etrafında kimseyi bulamaz. İmge demek bilinmeze yolculuk demek değildir. Şiirde her imge bir duyguya karşılık gelmelidir. Fakat duyguyla imge arasındaki mesafe çok iyi ayarlanmalıdır. Ne çok uzun, ne de çok kısa olmalıdır bu yol... Okuyucu bu mesafeyi kat etmek için çaba göstermelidir. Fakat zaman zaman da okuyucunun elinden tutulmalıdır. Bilinmelidir ki imgeyi çözen okuyucunun şiirden alacağı haz hiçbir şeyden elde edilemeyecek kadar büyüktür.
Şiir çetin bir dil işçiliğidir. Adeta iğneyle kuyu kazmaktır. Şiir yazanlar, tonlarca topraktan bir gram altın elde etmek için uğraşan madenciler gibidir. Bir gram altın elde etmek için nice fedakârlığa ve zorluğa katlanırlar. Öyle olsa da neticede elde ettiğiniz altındır. Bunu elde etmek bütün yorgunluları unutturur. Zor olduğu için kıymetlidir zaten. Şiir yazmaya heveslenenlerin bu yolun uzun ve çileli bir yol olduğunu bilmeleri gerekir. Şiire ve şairliğe talipseniz bunu bilerek ve kabul ederek yola çıkmalısınız. Kimse kimseyi şair olmaya zorlamıyor. Şiiri ya ciddiye al, ya da hiç bulaşma. Ortalık son yıllarda kendini şair sanan zavallılardan geçilmiyor. Kelimeleri leblebi gibi beyaz sayfalara serpiştiren bu müteşairler çok şey yaptıklarını sansalar da şiire hiçbir şey katmıyorlar aslında. Bilinmelidir ki bu ülkede herkes şair olmak mecburiyetinde değildir, olamaz da… İnsanlar en iyi bildiği işi yapmalıdır. Memleketimizdeki kötü şairler veya diğer tabirle müteşairler(kendini şair sananlar) kervanına bir şaşkın yolcu daha eklemek faydadan çok zarar verir Türk şiirine. Eski Türk şiirinden modern Türk şiirine kadar bu sahada kalem oynatanları; düşüncesine hiç bakmadan, bağnazlığa sapmadan okumalı yeni şairler… Ondan sonra da bir örümcek misali sabır ve tahammülle kendi şiir ağlarını örmelidirler. Bunun başka bir yolu ve yordamı da yoktur.
9- GÖKSU : Bir öğretmen olarak baktığınızda öğrenciler arasında şiire olan ilgi ne derecededir?
NİHAT MALKOÇ : Öğrenciler arasında şiire olan ilgi son derece düşüktür. Çünkü şiir ciddi bir sanat dalıdır ve belli bir seviye gerektirir. Günümüzde öğrenciler şiire ilgi duymuyorlar. Okumayı ciddiye alan çalışkan öğrenciler gece gündüz demeden üniversite sınavlarına hazırlanıyorlar. Onların başını kaldıracak ve kaşıyacak zamanları yok dersek yeridir. Aklı fikri üniversite sınavında olan bir öğrencinin şiirle ciddi olarak ilgilenmesi ne kadar mümkündür? Aslında şiir insanı rahatlatır, dinlendirir. Ders çalışmaktan çok bunaldığınız bir zamanda elinize bir şiir kitabı alıp rahatlayabilirsiniz. Fakat öğrenciler bunu pek yapmıyor. Genellikle şiire, hikâyeye ve romana zaman ayırma hususunda cimri davranıyorlar. Oysa çok çalışan bir insanın zihni belli bir zaman sonra yorulur. İşte o esnada okuyacağı bir şiirle, hikâye veya romanla pekâlâ dinlenebilir. Bu onların iç dünyalarını da genişletir ve rahatlatır. Bu psikolojik rahatlama yönteminin farkında olanlar olsa da sayıları çok azdır. Onlara şiirin güzelliğini fark ettirmeliyiz. Zaman zaman ders dışı okumalarla rahatlamalarını sağlamalıyız.
Öte yandan okumayı ciddiye almayan, öğrenciliği sadece okula gidip gelme olarak görenler, zaten kitap okumazlar. Onlar vizyona yeni giren filmleri, bin bir çeşit bilgisayar oyunlarını takip ederler. Onlar internet kafelerde zaman öldürürler, kalabalık caddelerde volta atarlar. Her taşın altından onlar çıkarlar. Onlara şiiri ve kitap okumayı sevdirmek zordur. Aslında onların içerisinde de duygu yoğunluğu olanlar çoktur. Ancak planlı ve düzenli bir çalışmayla bu yoğunluk söze ve yazıya dökülebilir. Gençleri bu yöne yönlendirmek hiç de kolay değil. Fakat bence her şeye rağmen onları güzel sanatlara ve şiire yönlendirmeliyiz.
Okullarda şiiri sevdirmek için şiir yazma ve okuma yarışmaları düzenlenebilir. Zaten Milli Eğitim Bakanlığı değişik zamanlarda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenliyor. Fakat bu yarışmalara ilgi bir hayli düşük oluyor. Bunda öğrencilerin ilgisizliğinin yanında düzenlenen yarışmaların da iş savma kabilinden, adet yerini bulsun diye yapılması önemli bir etkendir. Yetkililer öğrencilerin ilgisini çekecek konularda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlemelidir. Bu yarışmalarda öğrencinin yazma iştahını kabartacak miktarda ödüller verilmelidir. Örneğin vergi hakkında, verem hakkında şiir yarışmaları düzenleniyor hemen her yıl… Bu konularda derinliği olan şiirler yazılamaz; ancak kompozisyon yazılabilir. Fakat neticede kaliteli eserler çıkmayacağı bilinse de düzenleniyor. Daha ciddi yapılmalı bu işler…
Bence her okulun bir peryotik yayın organı(dergi, gazete) olmalıdır. Öğrenciler bu yayın organını bir yazı atölyesine çevirmelidir. Bizler okullarımızda duvar gazeteleri hazırlıyoruz sürekli… Bu gazetelerde belli şairleri, yazarları, belirli gün ve haftaları işliyoruz. Okul içinde şiir ve kompozisyon yazma, şiir okuma yarışmaları düzenliyoruz. Ders yoğunluğu içerisinde bunlara yeterince ilgi olması beklenemez zaten. Bir kere hafta içi öğrencinin her saati dolu, akşamleyin servis gelip öğrencileri alıyor, hafta sonu herkesin okul kursu veya dershanesi var. Öğrenciyle özel olarak çalışılacak, güzel sanatlara, şiire yoğunlaşacak zaman kalmıyor. Öğrenciler yarış atına döndürülmüş, başarı sadece derslerle ve sınavlarla ölçülüyor. Durum böyle olunca şiir rafa kaldırılıyor. Şiiri raftan indirip hayatın merkezine almalıyız.
10-Sayın öğretmenim Röportaj için teşekkür ederim, iyi çalışmalar dilerim.
NİHAT MALKOÇ : Bana bu imkanı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.
RÖPORTAJ: M.NİHAT MALKOÇ
HAZIRLAYAN: MUSTAFA CEYLAN
ŞAİR M.NİHAT MALKOÇ’LA ŞİİRSEL YOLCULUK…
Mustafa CEYLAN: Gazeteci, Şair ve Yazar M.Nihat Malkoç’u bize anlatır mısınız? Kimdir, şiire ne zaman başlamıştır? Şiire ilgi nasıl başlamıştır? Genç şairlerin dergilerde ürünleri yayınlanması için ne gibi yollar izlemeleri gerekir? Siz şiirinizi ilk olarak hangi tarihte, hangi dergide yayınladınız? O anki duygularınız nelerdi?
M.Nihat MALKOÇ: Trabzon’un dağ köylerinden biri olan Gündoğan’da doğdum. Buranın Trabzon’a uzaklığı 60 km civarındaydı. Köyde geçti çocukluğumuz ve ilk gençlik yıllarımız… Rahmetli babam ben doğduğum yıl Almanya’ya gitmişti. Ekmek parası için Trabzon’un bir dağ köyünden kalkıp Almanya’ya gitmek kolay olmasa gerek… Ben ailemin en küçük çocuğuyum… Bizim buralarda en küçük çocuğa, özellikle erkek çocuğa bir başka değer verirler. Ben de bu konumdaydım… Fakat köy yerinde çocukla ilgilenecek zaman bulmak pek mümkün değildir. Anneler sabah erkenden evden çıkarlar akşam karanlığında eve dönerler. Arazilerimiz dağlık ve engebeli olduğu için traktör kullanma imkânı yoktur. Her şey insan gücüyle gerçekleştirilir.
İlköğretimin birinci kademesini komşu köy olan Güneşli’de okudum. İkinci kademeyi(o zaman ortaokul derdik) Köprübaşı ilçesinde okudum. Köyümüzün yolu yoktu. Patika yollardan ve fındık bahçelerinden giderdik. Okulla köy arası yedi kilometreydi. Yani yedi gidiş, yedi geliş; toplam 14 km… Üçü ortaokul, üçü lise olmak üzere altı yıl boyunca her gün 14 kilometrelik yolu katettim.
Okulda derslerimizin çoğu boş geçerdi. Branş öğretmeni sayısı üçü beşi geçmezdi. Bu durum biz öğrencileri umutsuzluğa iterdi. Fazla bir şey öğrenemezdik okulda… Fakat Türkçe ve Edebiyat derslerine bir başka ilgi duyardım. Okulumuzda eğitim gün boyu sürerdi. Öğleleri annemden aldığım harçlıkları yemez, kitap alırdım. Kitap sahibi olmak bana tarifsiz bir haz verirdi. Yemek için harcadığım parayı ziyan kabul ederdim. Özellikle Hazreti Ali Cenklerine ilgi duyardım. Bir gün Karacaoğlan’la ilgili bir şiir kitabı satın aldım. Eve giderken yemyeşil fındık bahçesine uzanıp bu koşmaları bir solukta okudum… Hatta ezberledim bir kısmını… İçimde bir kıpırdanma ve duygu seli hissettim… Bundan sonra artık fındık bahçelerinde oturup tabiatı temaşa ediyordum. Bu, zamanla yazmaya kadar vardı. O günlerde babaannem vefat etti… Bu hadisenin tesirinde kalarak ilk şiirimi yazdım. Bu, iğneyle kuyu kazmak gibi bir şeydi benim için…
Lisede ve üniversitede çok başarılı bir öğrenci değildim. Fakat üniversiteyi ilk yılımda, hiçbir dershaneye gitmeden kazandım… İki hedefim vardı: Birincisi hukukçu olmak, ikincisi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni… Nasip ikincisineymiş… 1988 yılında girdiğim KTÜ/Fatih Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nü 1992 yılında bitirdim.
Eskiden Kültür ve Turizm Bakanlığı “Gençliğin Sesi” adlı bir dergi çıkarıyordu. İlk şiirim 1990 yılında bu dergide yayınlandı. Şiirin adı “Gece Yarısı” idi. Çok kaliteli, kuşe kâğıda basılan bir dergiydi. O zaman eseri(şiir, yazı) yayınlananlara telif ücreti ödüyorlardı. Bana da o zamanın parasıyla iyi bir telif ücreti ödemişlerdi. Dünyalar benim olmuştu. Hem ilk şiirim yayınlanmıştı, hem de bir miktar para kazanmıştım bu işten… Şöyle başlıyordu yayınlanan ilk şiirim:
“Bir ân sükûnet etrâfı kaplar
Sevdalıların yüreği hoplar
Aklını hayallerinde toplar
Alır bir keder gece yarısı”
Ta o zaman başlamıştı heceye olan meylim ve aşinalığım… Bugünkü gençler bu konularda çok şanslı… Çünkü pek çok yayın vasıtası var onlar için… Bizim için o derece imkânlar yoktu… Bugün kitle iletişim araçları çok yaygınlaştı… Hele hele internet çıktıktan sonra sınırlar coğrafya kitaplarının tozlu sayfalarında kaldı… Artık her şey mause(fare) ve klavyenin sihirli tuşlarında… Bugün hem gençlere, hem de usta şairlere seslenen edebî dergiler var… Hatta pek çok okul, dergi çıkarıyor… Bu dergilerin sayfaları genç kalemlere açık… Hemen hemen her derginin elektronik posta adresleri var. Oturduğun yerden yazını/şiirini gönderebilirsin… Bilgisayarın yoksa bu da dert değil… Her taraf internet-cafe dolu…
Mustafa CEYLAN: Sizce şiir nedir ve ne değildir? İyi şiir nasıl olmalıdır?
M.Nihat MALKOÇ: Şiir, başkalarının düşünüp de kelimelere dökemediği duygu, düşünce ve hayalleri estetik kaygılar gözeterek yansıtmaktır. Bunu gerçekleştirmek her kişinin yapabileceği bir iş değildir. Yani her insan şiir yazamaz. Belki manzume tarzında bir şeyler karalar ama bunlar hiçbir zaman şiir kabul edilmez. Şairlik Allah vergisidir bir yerde… Çalışmayla, zorlamayla ve inatla şair olunmaz. “Vermezse mabut neylesin Mahmut” misali, kendisinde şairlik ruhu olmayan insanlar, karalamalarında daima tekrara düşerler. “Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur” sözü gereğince bir tekrar faslı devam eder gider. Bu da şiirin ruhuyla bağdaşmaz.
Şiir imkânsızı yakalama olayıdır. Tarifi imkânsız duygular şairin belleğinden süzülerek şiir olur. Şairlerin diliyle kalbi arasında duygu süzgeci vardır. Kalpten gelen her türlü duygu ve düşünce dile ulaşmaz. Bu iki uzuv arasındaki manevî süzgeç, kaba lâfların dışarıya çıkmasını engeller. Dile ulaşanlar şiirsel bir özellik taşırlar. Böylelikle de herkes tarafından sevilerek okunurlar. Bilindiği gibi iki çeşit şiir vardır. Bunlar serbest şiir ve kafiyeli şiirdir. Hiçbirinin ötekine üstünlüğü yoktur. Şiir yazma kabiliyeti olanlar her iki türde de mükemmel eserler ortaya koymuşlardır. Hangimiz serbest tarzda yazan Orhan Veli Kanık’ın şiirlerine kötü diyebiliriz? Veya hangi birimiz Beş Hececiler’in yazmış olduğu kafiyeli şiirleri kötü olarak nitelendirebiliriz? Kanaatim şudur ki kafiye ve ölçü şiirin kıymetini ne artırır, ne de azaltır. Şiirin güzelliği kafiye ve ölçüde gizli değildir. Şiirin güzelliği şairin ruhunda gizlidir.
Mustafa CEYLAN: Şiirimizin dünü, bugünü ve geleceği hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
M.Nihat MALKOÇ: Bu konu o kadar geniş ki nereden başlayacağımı bilemiyorum…Bu mevzuda bana bir kitap yaz deseniz yazabilirim!.. Şiir insanlıkla yaşıt… Çünkü hisler ilk insan ve ilk peygamber Hz. Âdem’in yaradılışıyla var olmuştur. Şiirimizin dünü muhteşem… Adeta bir derya… 624 yıllık Osmanlı medeniyeti çok zengin bir şiir mirası bırakmış bizlere… Hatta bu konuda çok daha gerilere gidebiliriz. Göktürkler ve Uygurlar’dan bize kalan koşuk, sağu ve destanlar bu alanda ne kadar zengin bir şiir mirasına sahip olduğumuzu gösterir.
Osmanlı Devleti döneminde şairler padişahlar tarafından korunarak ödüllendirilmişlerdir. Zaten Osmanlı her yönüyle şiir gibi bir devletti. Padişahlar bile şiir alanında kalem oynatmışlardır… Şairler Osmanlı sarayının şeref misafiri olmuşlardır. Divan şiiri bugüne kadar aşılamamıştır; bugünden sonra da aşılamaz. Çünkü bu dönem şiiri sanat açısından mükemmellik arz etmektedir. Divan şiiri son büyük Divan şairi Şeyh Galip’le son bulmuştur… Ondan sonra Tanzimat, Servet-i Fünûn, Fecr-i Âti, Millî Edebiyat, Beş Hececiler, Garipçiler, İkinci Yeni… vs. gelmiştir… Onlar da kendilerince bir şeyler yapmışlardır. Fakat bu dönem şiirinde çok başlılık ve başına buyrukluk hâkimdir. Bu da mükemmelliğe varan yolları tıkamıştır. Kısır tartışmalar ve saplantılar alıp başını gitmiştir… Bu konu çok uzun olduğu için bu kadarla yetineceğim.
Gelelim bugüne, iki binli yıllara… Bugün şiire büyük bir alâka duyulmaktadır. Fakat günümüz şiiri henüz organize olamamıştır. Herkes bir şeyler yazıyor ama bu yazılanların ne kadar şiir olduğu sorgulanmamaktadır. Meşhur hikâyedir: Bektaşî’ye sormuşlar: “-Hocam abdestsiz namaz olur mu? O da: “Ben kıldım oldu demiş…” Misal o misal…”Ben yaptım oldu” misali herkes kendi dünyasında… Öyle şiirler yazılıyor ki bunlardan şiiri yazan da bir mana çıkaramıyor. Güya ne kadar kapalı yazarsan o kadar güzel olurmuş. Ne masal şey!.... Açılamayan, tahlili mümkün olmayan şiirin kime ne hayrı dokunur. Bir yığın deli saçmasını üst üste yığmak şiir mi olur Allah aşkına! Şiir ne kadar anlaşılmaz olursa o kadar değeri artar yanılgısı içerisinde olanlar, bir arpa boyu yol alamayan zavallılardır..... .Başını kuma gömen şairler, güneşin varlığını inkâr edecek kadar ifrat ve tefrit bataklığında yüzüyor… Birileri de buna çanak tutuyor. Bu tarz şiir yazanlar zeytinyağı gibi üste çıkıyor; rağbet görüyor. Anlaşılır şiir yazanlar da sıradanlıkla itham ediliyor. Bu ne perhiz,bu ne lahana turşusu!....
Her şeye rağmen insanların yazması iyiye işarettir. Bundan mutluluk duymamız lâzım… Yazandan değil, yazmayandan kork… Yazan, söyleyecek sözü olan insandır… Yani bilgi ve birikim sahibidir. Fakat hak edenlerin bir yerlere gelememesi, tam tersi olarak hak etmeyenlerin ‘şiir üstadı’ diye piyasada cirit atması bu işten anlayan insanları üzüyor.
Mustafa CEYLAN: Kafiye ve ölçü konusunda neler düşünüyorsunuz?
M.Nihat MALKOÇ: Kafiye ve ölçü konusunda ısrarcı olmak anlamsızdır. Bir şair ya kafiyeli ve ölçülü ya da kafiyesiz ve serbest yazacak diye bağlayıcı bir şart yoktur. Şiir ruhumuzun imbiklerinden çıkarken nasıl bir şekil alırsa dışarıya da öylece yansır. Bir şair bazen ölçülü, bazen de serbest yazabilir. Bu, şairin şiir hamurunu yoğurduğu andaki ruhî aktivitesine ve hâline bağlı bir durumdur. Ölçülü ve serbest şiirin de güzeli ve çirkini vardır.
Bence önemli olan üslûptur. Şair kendince özgün bir üslûp kullanabilmişse şiirin güzelliği de onun ardından gelir. Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi şairlerin büyüklüğü üslûplarının orijinalliğinde gizlidir. Bu isimler değerlendirilirken ölçü ve kafiyeye riayet edip etmediklerine bakılmamıştır. Sözün bu noktasında ünlü Fransız şairi Paul Verlaine’nin kafiyeden şikâyet ettiği bir şiirinden iktibas yapmak istiyorum:
“Tut belâgatı boğazından, sustur,
El değmişken bir zahmete daha gir:
Kafiyenin ağzına da bir gem vur,
Bırakırsan neler yapmaz kim bilir?
Nedir bu kafiyeden çektiğimiz!
Hangi sağır çocuk ya deli zenci
Sarmış başımıza bu meymenetsiz,
Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi?”
Ben Paul Verlaine’nin bu ifadelerine katılmıyorum… Bu kadar kesin ve kararlı hüküm vermek şiirin önünü kesmek, boğazını sıkıp öldürmek, şiirimize ve cemiyetimize bir şey kazandırmaz. Bu hususta daha esnek olmak gerekir. Bunun sayısız faydaları vardır.
Mustafa CEYLAN: Elektronik yayıncılık ve şiir dersek ne dersiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Elektronik yayıncılık çağımızın en büyük nimetlerinden biri… Bir tıklamakla milyonlarca insana ulaşmak fevkalâde bir hadise… Bugün şiirini yaz, beş dakika sonra milyonlarca insanla paylaş… Elektronik yayıncılık şiir yazma şevkini ve heyecanını da artırıyor. Bu hususta şiir siteleri de çok mühim vazifeler ifa ediyor.
Mustafa CEYLAN: Siz yurt dışında, Türk Cumhuriyetlerinde de bulundunuz. Türk Cumhuriyetlerindeki şairler ve şiiri hakkındaki görüşleriniz nelerdir? Bunların ülkemizle mukayesesini yapar mısınız?
M.Nihat MALKOÇ: Ben üç yıl boyunca kardeş Türk Cumhuriyetlerimizden Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’ta öğretmenlik yaptım… Çok şair ve yazar dostlarım oldu orada… Türkmenistan’da şiir revaçta… Çok şairleri var… Eski Türk destanlarına ve şiirlerine sahip çıkıyorlar. En büyük şairleri bizim de yakından tanıyıp sevdiğimiz Mahdumkulu… Yunus Emre’yi, Ali Şîr Nevai’yi, Karacaoğlan’ı çok seviyorlar… Hatta bu şairlerin adları şehrin en işlek caddelerine verilmiş… Fakat günümüz şairlerini tanımıyorlar…
Türkmenistan’da tek adam idaresi söz konusu olduğu için ister istemez şairlerin esas konusu idarenin başındaki şahsı övmek… Devlet tarafından himaye edilmek ve nemalandırılmak için böyle hareket etmek gerekiyor. Bu da şiire zarar veriyor… Bazı temaları işlemek yürek istiyor… Türkmenistan’da da iki tip şâir var… Bazıları Rus edebiyatından ilham alıyor; bazıları da eski Türk edebiyatından…
Mustafa CEYLAN: Etkilendiğiniz şairler var mı? Kimler ve neden?
M.Nihat MALKOÇ: Etkilendiğim şairler var tabiî ki… Bunların başında Necip Fazıl Kısakürek, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Sezai Karakoç, Abdurrahim Karakoç, Nurullah Genç vb. geliyor. Aslında daha doğru bir şekilde ifade etmek gerekirse ben şairleri değil, güzel şiirleri seviyorum. Öyle şairler vardır ki kendileri pek meşhur olmasalar da bir veya birkaç şiirleri çok mükemmeldir. Ben onları da seviyorum. Bu isimleri sevmemin esas nedeni bizi bize anlatmalarıdır. Oldum olası bizden olmayanı sevemedim. İlhamını Moskova’dan alanları hiç ama hiç sevemedim.
Mustafa CEYLAN: Bugün yeni bir edebî akıma ihtiyaç var mıdır? Varsa nasıl olmalı?
M.Nihat MALKOÇ: İnsan durup dururken bir edebî mektep(akım, ekol) açayım demez. Şartlar kişiyi bu noktaya getirince ve ihtiyaç hâsıl olunca o kendiliğinden gelir. Günümüz şiirinde büyük bir parçalanma ve bölünmüşlük söz konusu… Herkes burnunun dikine gidiyor… Çoğu şair kendinden başkasını tanımıyor. Herkesi cemaat, kendini imam sanıyor. Bu bölünmüşlük sağda da, solda da var. Şahsen bir çatı altında toplanılması gerektiği kanaatindeyim ama ortalık imam dolu… Bu imam bolluğunda cemaat bulmak müşkül… İmam da cemaat de kendimiz… Böyle olunca birleşemiyorlar… Tıpkı siyasetimizdeki çok renkli, yamalı bohça misali yelpaze gibi… Abdestini tutabilen, gür ve yanık sesli bir imam bulursam cemaat olmaya talibim!... Fakat nerde?....
Mustafa CEYLAN: Şiiri sevdirmenin ve toplumla kucaklaştırmanın yolları sizce neler olmalıdır?
M.Nihat MALKOÇ: Biz Doğu toplumlarının özelliği duygusal olmamızdır. Batıda mantık, doğuda his hâkimdir insanlarda… Onun içindir ki Cemil Meriç’in dediği gibi “Batıda roman, doğuda şiir inkişaf etmiştir.” Hakikaten çok duygusal bir milletiz… Bu nedenledir ki bizim insanımız şiiri sever… Ama hangi şiiri?... Kendini ifade eden, iç musikisi olan şiiri… Yoksa bir avuç leblebiyi yolun ortasına savurmak misali ne idüğü belirsiz kelimelerin, deli saçması ifadelerin milletimizin gönlünde yeri yoktur. Bu böyle biline…
Mustafa CEYLAN: İnternetin en büyük şiir sitesi olan Antolojı.Com’daki gruplar hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
M.Nihat MALKOÇ: Bu çeşit grupların şiirin ve edebiyatın gelişimine sayısız faydaları var. Birbirini tanımayan insanlar arasında güzel diyaloglar kuruluyor. Fakat nitelikli ve faal grupların sayısı bir elin parmak sayısını geçmiyor. Bunlardan birisi de sizin grubunuz olduğu için sizleri en içten duygularımla kutluyorum. Haftanın şiiri, haftanın şairi gibi, şiire hizmet eden etkinlikler takdire şayan… Bunlar şiire hareket getirerek ivme kazandırıyor. Fakat lâftan öteye gitmeyen gruplar da var.
Mustafa CEYLAN: .İslâmla şiir bağdaşır mı? İslâm dininin şiir ve şair karşısındaki tavrı nedir? Bu konuda bilgi verir misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Dünyada şiir kadar insanı cezbeden başka bir edebî tür yoktur. Duygu ve düşünceleri şiirin esrarına büründürerek daha etkili kılarız. İnsanlığın var oluşundan beri şiir de var olmuştur. Bu yönüyle edebiyatın en eski türü olarak da niteleyebiliriz şiiri… İnanıyorum ki insanlık, dünyadaki hükmünü sürdürdükçe şiir de varlığını devam ettirecektir.
Şiirin tarihî geçmişi çok eskilere dayanır. Özellikle Arap Yarımadası’nda bu türe çok büyük ehemmiyet verilirdi. Her yıl şiir yarışmaları düzenlenerek en güzel yedi şiir, “Muallakat-ı Seb’a” adıyla Kâbe’nin duvarına asılırdı. Şairlik övünme vesilesi olarak görülürdü. Bunların, halkın gözündeki konumu çok büyüktü.
Hz. Muhammet(sav),peygamber olunca, Arapların pek çok batıl adetleriyle beraber Kâbe’nin duvarına şiir asılması da yasaklandı. Resulullah Efendimiz İslâmiyet’i geniş kitlelere yaymak için olağanüstü bir gayret içindeydi. O, tebliğ vazifesini yaparken en büyük darbeyi Arap şairlerinden yemiştir. Resulullah’ın getirdiği dine inanmamışlar, hatta onu kendilerine rakip bir şair olarak görmüşlerdir. Sonra onu halka mecnun bir şair olarak anlatmışlardır. Bunun üzerine Cenab-ı Allah, Hz.Muhammet’in bir şair olmadığını belirten ayetler indirmiştir:
“Bir şairin sözü değildir o. Ne kadar da az inanıyorsunuz.”(Hâkka S.41.Ayet)
“Yoksa şöyle mi diyorlar: O bir şairdir. Zamanın ölüm getiren felâketine çarpılmasını bekliyoruz.”(Tûr S.30.Ayet)
“Ve şöyle diyorlardı: Mecnûn bir şâir yüzünden ilâhlarımızı mı terk edeceğiz?(Saffât S.36.Ayet)
Peygamberimizin bir şair olarak görülmesi ve zamanın Arap şairlerinin ilâhî tebliğin önüne set çekme gayretleri İslâmiyet’in şiir karşısındaki tavrının tartışılmasına yol açmıştır. Hatta Allahü Tealâ bir de Şuara(Şairler) Suresi göndermiştir Resulullah’a. Bu surenin 224.ayetinde şu kesin emri koymuştur: “Şairlere gelince onlara ancak sapıklar uyar.”
Bir kısım insanlar, bu ayet-i kerimeyi misal göstererek şiiri ve şairleri top yekûn batıl kabul etmişlerdir. Oysa durum hiç de böyle değildir. Şiiri ve şairi kötü olarak görmek cehalettir. Çünkü Kur’an, yukarıdaki ayetle sadece kötü şairleri zemmetmiştir. Bir kısım şairler, Allah’ın gönderdiği son din olan İslam’a, kalemleriyle savaş açmışlardı. Halk onların yazdığı şiirler yüzünden Allah’ın vahyini idrak edemiyordu. Ayette tenkit edilenler, sadece İslâm düşmanı şairlerdir. Bunu tüm şiire ve şairlere şamil olarak göstermek doğru değildir. Durum böyle olsaydı İslamî değerlere karşı son derece hassas olan Osmanlı Devleti’nde şiir türü o kadar gelişmezdi. Divan şiiri altı yüzyıl boyunca zirvede kalmazdı. Hatta Peygamberimiz, İslâm düşmanı şairlere karşı mücadele ederken Müslüman şairlerden istifade etmiştir. Bunun yanında Resulullah, bir kısım kâfir şairleri öldürtmüştür. Önemli olan şairin kendisi değil, ne söylediğidir. Müminleri hicvedip, müşrikleri tahrik eden şairler, daima kerih görülmüştür. Bu tarz şiirler yazan onlarca şair, davranışlarının bedelini canlarıyla ödemişlerdir. Bunun yanında Peygamberimizin canından çok sevdiği Abdullah İbnu Ravâha, Hassân İbnu Sâbit ve Ka’b İbnu Mâlik gibi Müslüman şâirler de vardır. Resulullah daima bunları korumuş ve kâfirlere karşı yazmış oldukları şiirleri belli meclislerde okutmuş, onları teşvik etmiştir.
Müminlerin emini olan Resulullah: “Bazı şiir vardır ki hikmetlerin ta kendisidir.” buyurarak, şiire asla karşı olmadığını, mühim olanın, şiirde neyin anlatıldığı hususu olduğunu beyan etmiştir. Şayet şiir, necis bir tür olsaydı Mehmet Akif ve Necip Fazıl gibi, Müslümanlığın önde gelen abide şahsiyetleri şiir yazmazdı. Yalan yanlış tevillerle insanların zihinlerini bulandırmaya kimsenin hakkı yoktur.
Mustafa CEYLAN: Osmanlı Devletinde şiir ne konumdaydı? Osmanlı padişahlarının şiirle alakaları ne düzeydeydi? Bu konuda bizi aydınlatır mısınız?
M.Nihat MALKOÇ: Osmanlı Devleti’nde hak, adalet, inanç kavramları gerçek anlamını bulmuştur. Onun içindir ki üç kıtayı sevgi ve hoşgörüyle yönetmişlerdir. Osmanlı sultanları bunca meşguliyetlerine rağmen güzel sanatlarla da yakından ilgilenmişlerdir. Güzel sanatlar içinde de en çok şiire alâka duymuşlardır. Onlar iyi bir şiir okuyucusu oldukları gibi, şairdirler aynı zamanda.
Osmanlı padişah ve şehzadeleri estetik açıdan kaliteli şiirler yazmışlardır. Bilindiği gibi Divan şiirinde şairler takma isim kullanırlar. Şairlerin şiirlerinde kullandıkları takma isimlere “mahlas” diyoruz. Mahlasların derin anlamlar taşımasına dikkat edilirdi. Osmanlı Devleti’nin yöneticileri değişik mahlaslar kullanarak Divan edebiyatı nazım şekilleriyle şiirler vücuda getirmişlerdir. Fatih Sultan Mehmet “Avnî”, İkinci Bayezid “Adlî”, Kanunî Sultan Süleyman da “Muhibbî” mahlaslarıyla orijinal şiirler meydana getirmişlerdir. Bunların yanında Korkut Sultan, Şehzade Mustafa, Sultan İkinci Selim, Şehzade Bayezid, Yavuz Sultan Selim de özgün Divan şiirleri yazmaya muvaffak olmuşlardır.
Osmanlı padişahlarının onuncusu olan Kanunî Sultan Süleyman’ın “Muhibbî” mahlasıyla yazdığı şiirler genelde kahramanlık, aşk, dinî, tasavvufî, hikemî ve rindane olmak üzere değişik muhtevalarda tecelli etmiştir. Şiirlerini ihtiva eden çok geniş bir Divan’ı vardır. Ölçü olarak arûzu kullanmıştır. Bu alanda pek marifetli olduğu söylenebilir. Çok zengin bir kelime hazinesi vardır. Şiirlerine, Bâkî gibi büyük şâirler bile nazire yazmıştır.
Onun şiirleri kendi karakterini açıkça ele vermektedir. Yaptığı fetihler ve seferlerin izlerini şiirlerinde görebiliriz. Makama, mevkiye, padişahlığa ve genel anlamda dünyalığa önem vermediğini defalarca dile getirmiştir. Onun bu hususta kaleme aldığı “gibi” redifli şu şiiri önemlidir:
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi
Saltanat didükleri ancak cihan kavgasıdır
Olmaya baht u saadet dünyada vahdet gibi.”
Mustafa CEYLAN: Bir şiirinizde Yunus Emre’ miz için :
”Yedi göğe kanat açtı
Dergâhlara ışık saçtı
Aşkın şarabını içti
Gönüller sultanı Yunus! …” demektesiniz. Peki, Türk tasavvuf şiirinin dünü ve bugünü hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
M.Nihat MALKOÇ: Tasavvuf kelimesi, Arapça “suf” (yün) kelimesinden türemiştir. Her türlü zevkin, rahatlığın, insanı Allah’tan uzaklaştıracağına inananların kaba yün giysiler kullanmaları yüzünden onlara “Sufi” (yüne bürünmüş) denilmiştir. Tarihte tasavvuf, Hicret'in II. yüzyılında başlar. Bizler din olarak İslâmı tercih ettiğimizden bu yana tasavvuf dairesinin içine girmiş bulunmaktayız. Yoksa tasavvuf bazılarının düşündüğü gibi bir avuç insanı ilgilendiren bir yol değildir.
Tasavvuf şiiri bizim manevî sığınağımız… Asıl ilhamımızı ondan alıyoruz. Hoca Ahmet Yesevî, Yunus Emre, Mevlâna, Niyazi-i Mısrî gibi isimler bu yolun öncüsü… Onların manevî tasarrufuyla bu günlere geldik. Tasavvufî şiirler edebiyatımızın tuzu biberi… Fakat günümüz şairleri arasında bu alanda fazla derinleşen yok… Zaten bugünkü şiir moda olanın peşinde koşuyor. O köklü şiir geleneği çoktan terkedilmiş durumda… Tasavvuf şiirine hayranım, çok önemsiyorum… Çünkü onlar içlerinden süzülen manevî duyguları riyasız ve yalansız bir tarzda söze dönüştürdüler. Oysa günümüz şiirinde bu saflığı ve içtenliği bulamazsınız.
Mustafa CEYLAN: Bir yazınızda demiştiniz ki: (Çok satılan kitapların kaliteli olduğu kanaati ne kadar geçerli bir ölçü olur bu belirsiz ortamda? Varın siz düşünün… Boyalı basın, edebiyatın mahrem ve sırlı dünyasından kirli ellerini çekmelidir. Aslında medya gerçek manada sanat ve edebiyata hizmet etse hepimiz bahtiyar oluruz. Fakat bu alana hizmet etmeyi bir kenara bırakın, aksine işi her geçen gün sulandırarak kendine benzetmektedir. Sözümüz tabiî ki umuma değildir. Alınanlar suçlananlardır; bu böyle biline!...) Bu konuyu biraz daha açar mısınız? Bu sitemli sözlerinizle kime ne demek istediniz?
M.Nihat MALKOÇ: Neresini açayım ki… Zaten her tarafı açık… Basının mahremiyeti kalmadı ki… Bırakın kendini, başkalarının mahremiyetini de deşifre ettiler… Bugün en çok satılan kitaplara bakınca çoğunun edebî değeri olmadığını görürüz. Şimdi isim vermek istemiyorum ama onları hepiniz biliyorsunuz… Günümüz insanı düşünmekten aciz olduğu için birileri onların yerine düşünüyor… Hatta bu öyle bir boyuta vardı ki artık birileri bizim için düşünmekle kalmıyor bizim adımıza kararlar bile veriyor… Bugünlerde 2 milyon 900 bin, 3 milyon 900 bin liralık kitaplar moda!… Veya ilk 50 bininci, ikinci 100 bininci baskı gibi ifadeler… Yalan, külli yalan… Türkiye’de kitapların tirajlarını kontrol eden ciddi bir mekanizma yok ki… Boyalı basından bir beklentimiz yok. Gölge etmesinler yeter.
Mustafa CEYLAN: Bugün şair çok, şiir yok deniyor. Doğru mu? Neden? Ne yapılmalı? Ne yapmalı?
M.Nihat MALKOÇ: Şair bolluğunda şiir kıtlığı çektiğimiz doğrudur. Fakat ben o kadar karamsar değilim… Zaman zaman güzel şiirler de yazılıyor. Fakat yeterli düzeyde değil… Bu ülkede sahtekârın, hırsızın, yolsuzun ve kapkaççının çokluğu asıl rahatsız ediyor beni… Masumane hislerle bir şeyler karalayan insanların çokluğu bizi rahatsız etmez; aksine sevindirir. Yeterki yazdıkları bizi anlatsın, ilhamını Müslüman-Türk’ün sinesinden alsın; Moskova’dan değil…
Mustafa CEYLAN: Şairlerin toplum için önemi konusunda neler söyleyebilirsiniz? Onlara lâyık oldukları değeri veriyor muyuz?
M.Nihat MALKOÇ: Herkes bir şeyler söyler ama herkes belâgatlı söz söyleyemez. Bunu ancak şairler becerebilir. Çünkü onların doğuştan gelen söz söyleme meziyetleri vardır. Bu yönüyle onlara saygı duymak lâzımdır.
Şairler toplumun sözcüleridir. İnsanların, dilinin ucuna kadar getirdikleri hâlde bir türlü kelimelere dökemedikleri duygu ve düşünceleri şairler ustaca söylerler. Eskiden Arap Yarımadası’nda çok büyük söz ustaları vardı. Estetik olarak çok kıymetli şiirler yazarlardı. Bunların tamamına yakını şirk içindeydi. Bu insanlar yazdıkları şiirlerle övünüyorlardı. Bunlara daha iyi cevap verebilmek için Kur’an-ı Kerim şiirsel bir üslûba sahiptir. Yüce Kur’an’ımızın Şuara Suresi’nin 224 ve 225.ayetlerinde şairlerden söz edilerek şöyle söylenmektedir:
“Şairlere ancak azgınlar uyar. Onların her vadide şaşkın şaşkın dolaştıklarını ve yapmadıklarını yaptık dediklerini görmez misin? Ancak, inanıp yararlı iş işleyenler, Al-
lah’ı çok çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında haklarını alanlar bunun dışındadır. Haksızlık eden kimseler nasıl bir yıkılışla yıkılacaklarını anlayacaklardır.”
Bu ayetteki ifadeler daha çok cahilliye dönemi Arap şairleri için geçerlidir. Günümüz şairlerinden pek azı bu ihtarın muhatabıdır.
Şairlerimize gereken önemi verdiğimiz söylenemez. Fakat bu sadece şairlerle sınırlı bir durum değildir. Cemiyetimiz her geçen gün öz değerlerinden uzaklaşıyor. Vefa derken aklımıza boza geliyor. Onun için bu komple bir dejenerasyonun millî ve manevî değerlere yansımasıdır.
Mustafa CEYLAN: Şairler genelde az yaşıyor? Bunu neye bağlayabiliriz?
M.Nihat MALKOÇ: Şairler seçkin insanlardır. Bu yönüyle yerleri öyle kolay kolay doldurulamaz. Fakat bu muteber insanlar her ne hikmetse çok az yaşıyorlar. Edebiyatımızın en seçkin şair ve yazarlarının çoğu elli yaşına varmadan bu fâni dünyadan sonsuzluk âlemine göçmüşlerdir. Bu durum bir hayli ilgimi çekmektedir. Acaba çok düşünen insanlar az mı yaşıyor? Yoksa bu temiz yürekli insanlar dünyanın çirkefliklerine tahammül edemiyorlar mı? Şairlerin kısa ömür sürmesi tesadüf olamaz. Yaptığım araştırmada çoğu şair olmak üzere, pek çok edibimizin elli yaşına gelmeden öldüklerini tespit ettim. Yani şairlerimiz veya daha geniş bir çerçevede ele alırsak ediplerimiz ellinci yaş yılını kutlayamıyorlar. Yaptığım çalışmada elli yaşına varmadan vefat eden şair ve yazarları belirledim:
1.Muallim Naci(1849–1893)(44 yıl yaşadı)
2.İbrahim Şinasi(1826–1871)(45 yıl)
3.Namık Kemal(1840–1888)(48 yıl)
4.Nabizâde Nazım (1862–1893)(31 yıl)
5.Tevfik Fikret(1867–1915)(48 yıl)
6.Ali Suavî(1831–1878)(39 yıl)
7.Ömer Seyfeddin(1884–1920)(36 yıl)
8.Cahit Sıtkı Tarancı(1910–1956)(46 yıl)
9.Kemalettin Kamu(1901–1948)(47 yıl)
10.Ömer Bedreddin Uşaklı(1904–1943)(39 yıl)
11.Ziya Osman Saba (1910–1957)(47 yıl)
12.Orhan Veli Kanık(1914–1950)(36 yıl)
13.Sait Faik Abasıyanık(1906–1954)(48 yıl)…vb. gibi.
“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder
Dante gibi ortasındayız ömrün” diyordu Cahit Sıtkı Tarancı… Fakat rahmetli 46 yıl yaşadı. Ömrünün yarısı 23’ü geçmedi. Şairlerin ortalama ömrünü 50 olarak düşünürsek bunun yarısı da 25 oluyor. Tarancı’nın şiirinde zikrettiği rakamlar şairleri bağlamıyor. Keşke bu güzel insanlar yüzyıl yaşasalar. Yaşasalar da bol bol seçkin eser verseler. Bizim de yüreğimiz bayram etse!...
Şairler şarap gibidir. Yaşlandıkça kıymetlenirler. Onları çok seviyoruz. Çünkü Millî Edebiyat döneminin gür sesli şairi Mehmet Emin Yurdakul’un dediği gibi:
Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet,
Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir.”
Mustafa CEYLAN: Dumanı üstünde veya hiçbir yerde yayınlanmamış bir şiirinizi bizimle paylaşır mısınız?
M.Nihat MALKOÇ: Şiirlerim genelde dergilerde, antoloji kitaplarında ve internette yayınlanıyor. Dilerseniz, geçtiğimiz yıl bu günlerde herkes bayram ederken(babam 18 Mayıs 2004’te vefat etti; 19 Mayıs 2004’te toprağa verildi) ebediyete uğurladığım rahmetli babam için yazdığım şiirin bir bölümünü sizinle paylaşayım:
“Bir gönülün merkezine har düştü
Yaz ortası yüreğime kar düştü
Hayalimde yüceleşen yâr düştü
Hüzün bedenimden göçmüyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Hasret kaldık, aylar geçti sesine
Bülbüller ram olur gül nefesine
Ruhun veda etti ten kafesine
Beden Azrail’den kaçmıyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Rengârenk bahardın, ağır kış oldun
Gerçek idin, şimdi bize düş oldun
Gözden akan bir damlacık yaş oldun
Göğümdeki kuşlar uçmuyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Cennette saraylar, cehennemde nar
Kimine ağır kış, kimine bahar
Vuslat ötelerde, bize hasret var
Ömür bize ışık saçmıyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!
Rızamızla teslim olduk kadere
Ölüm bizi götürmesin kedere
Bu filmi seyrettik bilmem kaç kere
Kul arzuyla zehir içmiyor baba!
Bahçemdeki güller açmıyor baba!”
Mustafa CEYLAN: Çok teşekkür ediyorum sevgili Hocam…
M.Nihat MALKOÇ: Benim gibi aciz bir kulu şâir olarak kabul edip fikirlerimi insanlarla paylaşma imkânı verdiğiniz için asıl ben size teşekkür ediyorum. Allah inananların yâr ve yardımcısı olsun.
RÖPORTAJ: Mustafa CEYLAN
Araştırmacı-Şair ve Yazar
Antalya Güllük Şiir Edebiyat ve Kültür Derneği Başkanı
ŞAİR VE YAZAR M. NİHAT MALKOÇ’LA RÖPORTAJ…
Röportajı Gerçekleştiren: Selcan FİLİZ
Selcan FİLİZ: Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: 1970 yılında Trabzon’un küçük ve şirin bir ilçesi olan Köprübaşı’nda dünyaya gelmişim. Yani kırklı yaşları ortaladık biz de... Beş çocuklu ailenin en küçük ferdiyim. Köprübaşı’nın Gündoğan Köyü’nün Kosron Mevkii’ndenim. İlkokulu komşu köy olan Güneşli’de okudum. Fakat benim bir tarafım da Güneşli’ye dayanır. Ortaokul ve liseyi Köprübaşı’nda tamamladım. O zamanlar Köprübaşı’nda ortaokul ve lise aynı binadaydı. Okulun yönetimi de aynıydı. Köyle okul arası yedi kilometreydi. Köyü ilçeye bağlayan araba yolu yoktu. Altı yıl boyunca köyden okula patika yoldan yürüyerek gidip geldim. Çoğu zaman da kestirme olsun diye fındıklıklardan gider gelirdik. Fakat o zamanlar bu bizim için bir zahmet değil, aksine eğlenceydi. Yani biz zahmeti eğlenceye dönüştürmüştük. Şimdi düşünüyorum da, o kadar yolu hangi akılla ve hangi güçle yürürdük?
Köprübaşı küçük bir yerdi(r)… Birçok dersin branş öğretmeni yoktu okulumuzda. Lise son sınıfta bölüm seçme imkânımız da yoktu. Tek bölüm vardı, o da Matematik Bölümüydü. Matematikten hiç haz almasam da mecburen bu bölüme devam ettim. Haftada yedi saatlik bir işkenceden farksızdı çektiğimiz. Sizin anlayacağınız Matematik Bölümü’nden mezun olup da ‘Edebiyat Öğretmeni’ olan ender insanlardan biriyim. O zamanlar dershane fırsatı falan da yoktu. Kendi gayretlerimle hiç sene kaybetmeden, üniversite sınavına girdiğim ilk yıl KTÜ/Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği Bölümü’nü kazandım. Fakat lisede eksik yetiştiğim için bunun sancılarını üniversitede fazlasıyla çektim. Çünkü bizim oralarda kullanılan dil, İstanbul Türkçesi’yle pek uyuşmaz!.. Şahsen bunun eksikliğini çok çektim. Üniversiteyi bitirdikten üç ay sonra Gümüşhane’ye, Gümüşhane Lisesi’ne atandım. Orada beş yıl boyunca çalıştım. Askerliğimi de o zaman içerisinde İstanbul’da KKK/ Lisan Okulu’nda asteğmen öğretmen olarak tamamladım. Orada yabancı subaylara güzel Türkçemizi öğrettim.
1998’den sonra iki yıl Akçaabat Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde görev yaptıktan sonra MEB’in yurtdışı öğretmenlik sınavını kazanarak Türkmenistan’ın başkenti Aşkabat’a öğretmen olarak gittim. Üç yıl ata topraklarında TÖMER’de, Mahdumkulu Üniversitesi İlahiyat Lisesi ve İlahiyat Fakültesi’nde ‘Türk Dili’ ve ‘İslam Edebiyatı’ derslerine girdim. Türkmenistan’ı baştanbaşa gezdim, atalarımızın kültürünü araştırdım. Yurtdışından döndükten sonra iki yıl Derecik İlköğretim Okulu’nda ‘Türkçe Öğretmeni’ olarak çalıştım. Sekiz yıl Trabzon Fen Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olarak çalıştım. Üç seneden beri de Trabzon İMKB Meslekî ve Teknik Anadolu Lisesi’nde öğretmenlik yapmaktayım.
Selcan FİLİZ: Şiirlerinizi nerede yazıyorsunuz? Belli bir mekânınız var mı? Yoksa kâğıt ve kaleminiz yanınızda hep hazır mı bulunur?
M. Nihat MALKOÇ: Şiirlerimi yazmak için belli bir mekân aramam. Şiir nerede gelirse hiç zaman kaybetmeden oracıkta yazmaya başlarım. Çünkü şiir beklemez. Geldiği anda yazmazsan unutulur gider. Nice güzel mısralar zihnini yoklamıştır da aceleci davranmadığım için uçup gitmişlerdir. Bunun ceremesini çektiğim için artık daima yanında ve yakınımda kâğıt kalem bulunduruyorum. Gece yattığım zaman bile yanımda kalemim ve kâğıdım vardır. Uykuya dalana kadar geçen süre içerisinde bazı dizeler gelir bulur beni. Hiç üşenmeden yatağımdan kalkar not ederim onları. Zira sabaha bırakınca hiçbir şey kalmaz zihinde. O güzelim imgeler ve dizeler yok olur gider. Gündüzleri her nereye gidersem gideyim ceplerimde kâğıt ve kalem mevcuttur. Yürürken aklıma bir dize gelince durur not ederim onu. Birileri yadırgar beni diye düşünmem. Varsın kim ne düşünürse onu düşündün.
Selcan FİLİZ: Bugüne kadar kaç şiir yazdınız? Bunları kitaplaştırmayı düşünüyor musunuz?
M. Nihat MALKOÇ: İşin doğrusu bugüne kadar kaç şiir yazdığımı net olarak söyleyemem. Çetelesini tutmadım!... Fakat üçlü rakamlara ulaşan bir sayıda şiir yazdığımı düşünüyorum. Benim bütünlük arz eden şiirlerimin yanında özlü düşünceler içeren “Berceste Mısralar”, “Şah Beyitler” adlarını verdiğim hikmetli şiirlerim de mevcuttur. Bunların her biri ikişer dizeden meydana gelir. Fakat bu iki dize öyle yoğundur ki uzun bir şiirde ifade edeceklerinizi iki dizeye sığdırırsınız. Hani divan edebiyatında felsefi konularda kaleme alınan rubailer var ya, benimkiler de ona benzer. Az sözle çok şey anlatmaya çalışırım bu tarz şiirlerde. Bunun yanında semai tarzında kaleme aldığım yoğun anlamlar içeren dört dizelik müstakil şiirlerim de vardır. Bunları da işin içine kattığımızda beş yüzlü rakamlara ulaşır şiirlerimin toplamı.
“Şiirlerinizi ne zaman kitap hâline getireceksiniz?” sorusu bugüne kadar çok defa soruldu bana. Hatta bu durum her ortamda sohbetin ilk konusu olmaktadır. Şiirleri iki kapak arasına almak işin en kolayıdır. Bugün piyasada binlerce şiir(imsi) kitabı vardır. Bizim şiir meraklıları yazmayı ve konuşmayı sökmeden ilk şiir kitaplarını yayımlıyorlar. Ondan sonra da “Benim şiir kitabım var” diye böbürlenip tafra atıyorlar. Şiir kitabı çıkarmak tamamen işin maddi yanıyla ilgilidir. Üç beş bin lirası olan pekâlâ şiir kitabı basabilir. Peki bundan sonra ne olacak? Bastığın şiir kitaplarını evin bir köşesine yığacaksın? Her gün elinde bir şiir kitabıyla kapı kapı dolaşıp kitabını pazarlamaya çalışacaksın. Hatta bedava vermeye kalkacaksın da alan olmayacak. Onca kitap elinde kalacak. Çünkü günümüzde hikâye ve roman kitapları kısmen satılsa da şiir kitapları ne yazık ki satılmıyor. Yayınevleri bunu bildiği için şiir kitabı basmaya yanaşmıyorlar. Şiir yetim bir tür olarak oradan oraya itilip kakılıyor.
Şaire ve şiire kıymet verilmediği, hatta ötekileştirildiği bir ortamda şiirlerimi iki kapak arasına almayı henüz düşünmedim. Fakat bugüne kadar 100'ün üzerindeki farklı dergide şiirlerim okuyucusuyla buluştu. Yazıp da yayımlamadığım şiirim yok denecek kadar azdır. Hatta yazılarım ve şiirlerim bugüne kadar Ayvakti, Yediiklim, Türk Dili, Mortaka, Türk Yurdu, Yüzakı, Genç, Ayraç, Kümbet, Tefekkür, Mihenk, Siyer-i Nebi, Altınoluk, Dergâh, Türk Edebiyatı, Poyraz, Maki, Töre, İnceeleyen, Çıngı, Değirmen, Mavi Yeşil, Berceste, Somuncu Baba, Tay, Nevzuhur, Cümle, Sükût, Tekne, Herfene, Gülistan, Ortanca, Çınar, Karayel gibi ciddi edebiyat dergilerinde yayımlanarak okuyucunun beğenisine sunuldu.
Bana “şiirlerinizi niçin kitaplaştırmıyorsunuz” diye serzenişte bulunanlara “Ciddi bir yayınevi bu konuda kapımı çalıp teklifte bulundu da ben hayır mı dedim” cevabını veriyorum. Cebimden ödeyeceğim parayla şiir kitabı çıkarmayı şiirime hakaret olarak görüyorum. Bu konuda ciddi bir talep olsa yayınevleri de bunun gereğini elbette yapar.
Selcan FİLİZ: Çocuklarınızdan sizin izinizde yürüyen var mı?
M. Nihat MALKOÇ: İkisi kız, biri erkek olmak üzere üç çocuk sahibi bir babayım ben. Oğlum 2015 yılında Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi Türkçe Öğretmenliği Bölümünü bitirdi. 2016 senesinin Eylül ayında da öğretmen olarak atandı. Yani oğlum seçtiği meslek ve branş itibariyle benim izimden yürüyor. Kızlarımın nasıl bir yol izleyeceğini zaman belirleyecek. Fakat çocuklarımın da benim gibi edebiyat konusunda iyi yerlere gelmelerini çok isterim. Çünkü ben bu işten büyük bir keyif alıyorum. Öğretmenliğimin dışındaki vakitlerimi yazarak geçiriyorum. Bir şeyler üretmek beni çok mutlu ediyor. Çocuklarımın da bu büyük mutluluğu tatması en büyük isteğim ve temennimdir.
Selcan FİLİZ: Lise yıllarınızda şiir defteri tutar mıydınız?
M. Nihat MALKOÇ: Siz lise yıllarını soruyorsunuz. Ben biraz daha geriye, ortaokul yıllarıma gitmek istiyorum. Şiire meylim ortaokul yıllarıma kadar iner. Köyümüzle okulumuz arasında beş-altı kilometrelik uzun ve bayır bir yol vardı. O zamanlar araba yolu da yoktu. Patika yoldan, hatta fındık bahçelerinden atlaya zıplaya kestirme giderdik okula. Akşamleyin eve dönüşlerimizde bir fındık bahçesinde oturur dinlenirdik. Oturmak ne kelime, sere serpe yatar uzanırdık yemyeşil çimenler üzerinde. Yemyeşil bir tabiat içerisinde bulunmak beni fevkalade etkilerdi. Fındık bahçelerinde dinlendiğimiz sıralarda hep bir şeyler karalardım. Daha sonra bu karalamalarımı evde temize çekerdim. Bunlar zamanla birikirdi. Bunların bazılarını bugün bile saklarım. Lise yıllarında bu biraz daha yoğunlaştı. İşin içine küçük aşklar da girdi. Karalamalarım biraz daha şiire benzemeye başladı. Üniversiteye gelince işin boyutu çok değişmişti. Öyle ki o yıllarda şiirlerim edebiyat dergilerinde görülmeye başlamıştı. Sözün bu noktasında şunu da söylemeden geçemeyeceğim. Gençlik yıllarımda en büyük tutkularımdan biri de günlük tutmaktı. Neredeyse senenin 365 gününü kayda alırdım. Her gece, o gün yaşadıklarımı günlüğüme mutlaka yazardım. Hâlâ durur günlüklerim arşivimde.
Selcan FİLİZ: Şiirde işleyeceğiniz konuları daha çok neler belirliyor? Sizi bu konularda yazmaya iten sebepler nelerdir?
M. Nihat MALKOÇ: İnsan duygusal bir varlıktır. Maddî(beden) yanından çok manevî(ruh) yanı ön plandadır. Ruh hassastır. İnsan ruhu, yaşadığı her şeyden doğal olarak etkilenir. Bu etkilenmeler önce iç dünyamızda mayalanır. Daha sonra kabararak şiire dönüşür.
Belli bir toplum içerisinde yaşıyoruz. O toplumda her gün farklı farklı hadiseler yaşanıyor. Bizler bu olayları gözlemleyen insanlar olarak onlara ilgisiz kalamıyoruz. Toplumu etkileyenler, o toplumun bir ferdi olarak bizi de derinden etkiliyor. Son yıllarda terör acısını iliklerimize kadar yaşıyoruz. Gencecik bedenler kara toprağa giriyor. Körpe kuzular babasız, gencecik gelinler kocasız, anne ve babalar da evlatsız kalıyor. Cenaze merasimleri içimizi yakıyor. Bu acı görüntüler hissiyatımıza tesir ediyor. Bütün bunlar bir şehidin ardından söylenen bir ağıda dönüşüyor. Öte yandan sahipsiz, aç ve bîilaç insanları görünce içimiz parçalanıyor. Onları kendi sevdiklerimizin yerine koyuyoruz. Yani empati yapıyoruz. Ayrılıklar hüznümüzü çoğaltıyor. Daha bunun gibi neler neler... Bunların hepsi de şairin şiirinde işleyeceği konuyu belirlemede etken oluyor. Ruh hâlinizi derinden etkiliyor. Kaleminize istikamet tayin ediyor. Siz konuyu bulmuyorsunuz, tabir caizse konu gelip sizi buluyor. Daha doğrusu içimizdeki efkâr bir noktadan sonra mısralara dönüşerek ete kemiğe bürünüyor. Kişisel acılarımız ve mutluluklarımız da şiir yazmada etkin rol oynuyor.
Bir de insanların doğuştan hassas olduğu bazı meseleler var. Bunun yanında yaşarken edindiğimiz bakış açıları ve hayat görüşümüz dünyaya bakış açımızı tayin ediyor. Dünyaya hangi nazarla baktığımız da, neticede şiirimize tesir ediyor. Umumî efkârımız da şiirimize bir şekilde yansıyor. Yazdıklarımız, duygu ve düşüncelerimize bir çeşit ayna oluyor. Bütün bunları bir araya getirdiğimizde şiirimizin konusu, rengi ve ahengi ortaya çıkıyor.
Selcan FİLİZ: Ne tür kitaplar okuyorsunuz? Geleceğimizin teminatı olan gençlere hangi kitapları önerirsiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Ne yazık ki okumayan(hadi az okuyan diyelim) bir toplumda yaşıyoruz. İnsanlar boş konuşmaktan, onu bunu çekiştirmekten okumaya zaman ayıramıyorlar. Biz nasıl olsa her şeyi biliyoruz. Kulaktan dolma bilgilerle ahkâm kesiyoruz.
Böyle bir toplumda yetişen gençler de doğal olarak okumaya yeterince ilgi göstermiyorlar. Okuyanlar da tabir caizse acur cubur okuyorlar. Abur cubur yemek mideye ne kadar çok zarar verirse, abur cubur okumak da zihnimize o kadar zarar verir. Öyle ki bazen hiç okumamak, kötü kitaplar okumaktan daha masum bir davranış olur kanaatindeyim.
Ben ilkokul yıllarından beri fırsat buldukça okuyan bir insan olmaya çalıştım. İlk ve ortaokul yıllarımda okuduklarımı bugün bile hatırlıyorum. Küçük bir kasabada oturduğum için fazla okuma alternatifim yoktu. Nahiyemizde yaşlı bir kitapçı vardı. Ondan Âşık Garip gibi halk hikâyelerini, Hz. Ali Cenklerini, Karacaoğlan gibi halk şairlerinin şiir kitaplarını satın alır okurdum. Halk edebiyatı geleneğimizi yansıtan bu kitaplar ruhumda fırtınalar estirirdi. Lise yıllarımda çıtayı biraz daha yükselterek Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip Adıvar ve Hüseyin Rahmi Gürpınar gibi romancılarımızı okumaya başlamıştım. Üniversite yıllarında(dört yıl boyunca) sevgili Nazan Bekiroğlu hocamız oldu. Çok şükür ki onun talebesi olma bahtiyarlığını yaşadık. O bize başta Ahmet Hamdi Tanpınar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Refik Halit Karay olmak üzere birçok önemli yerli yazarın kitabını okuttu. Bunun yanında bizi dünya klasiklerine yöneltti. Son yıllarda da Nazan Bekiroğlu hocamın kitaplarını büyük bir keyifle okuyorum. Bunun yanında Peyami Safa, Tarık Buğra, Sabahattin Ali, Oğuz Atay, Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Orhan Pamuk, Fakir Baykurt, Mustafa Kutlu gibi yazarlarımızın roman ve hikâyelerini okumaya gayret ediyorum.
Bugünkü gençlere bakıyorum da çok kalitesiz ve sığ kitaplar okuyorlar. Son zamanlarda wattpad kitapları moda olmuş. Gencecik isimler bu sanal ortamda yazdıklarını yayımlıyorlar. O sitede çok okunan metinler, tamamen ticarî mantıkla kitap hâline getiriliyor. Edebî değerleri olmadığı için belli bir süre sonra saman alevi gibi sönüp piyasadan çekiliyorlar. Bu kalın kitaplar basit aşk maceraları ve fantastik kurguları sebebiyle gençler tarafından büyük ilgi görüyorlar. Gençler büyük paralar vererek bu sığ kitapları alıp okuyorlar. Bu kitaplar bazen gençlerin o nazik zihinlerini çıkmazlara sokabiliyor.
Son yıllarda birçok yeni yetme yabancı yazarın kitabı kötü tercümelerle dilimizde yayımlanıyor. Şiddet, nefret, bazen de aşk ve şehvet kokan bu kitaplar gençlerimiz tarafından tercih ediliyor. Böyle kitaplar gençliği manevî uçurumlara sürüklüyor.
Görünen o ki henüz dünya klasiklerinin o doyumsuz tadına varamamış, Reşat Nuri’yi, Halide Edip’i, Refik Halit’i, Yakup Kadri’yi, Sait Faik’i okumamış bu gençler vakitlerini bu gibi sığ kitaplarla zayi ediyorlar. Kanaatim odur ki öncelikle dünya klasikleri(Suç ve Ceza, Sefiller, Anna Karenina, Karamazov Kardeşler, Ölü Canlar, Goriat Baba, Fareler ve İnsanlar, Ana, İki Şehrin Hikayesi, İnsan Ne İle Yaşar, Babalar ve Oğullar, Kırmızı ve Siyah…vb.) okunmalıdır. Onları bizim yerli klasiklerimiz(İntibah, Araba Sevdası, Mai ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Eylül, Sinekli Bakkal, Yaban, Kiralık Konak, Semaver, Huzur, Çalıkuşu, Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, İnce Memet, Esir Şehrin İnsanları, Küçük Ağa… vb.) izlemelidir. Bu edebî eserleri okumayan gençlerin ucuz aşk romanları okuyarak vaktini zayi etmemesi gerekir.
Selcan FİLİZ: “100 Temel Eser” hakkında ne düşünüyorsunuz?
M. Nihat MALKOÇ: “100 Temel Eser” Millî Eğitim Bakanlığının en güzel projelerinden biridir. Bilindiği gibi ortaokullar için ayrı, liseler için ayrı 100 Temel Eser mevcuttur. Fakat öğrencilerimiz ve onların velileri 100 Temel Eser projesini hakkıyla ve layıkıyla anlayabilmiş değildir. Sanki “sadece bu yüz eser okunmalıdır, bunların dışındaki eserler o kadar önemli değildir” anlayışı çoğu öğrencinin ve velinin zihnine yerleşmiştir. Oysa bu yüz eser belli başlı şair ve yazarlarımız tarafından kaleme alınan sembolik bir kitap listesidir. Burada verilmek istenen mesaj şudur: “Siz okumaya nereden başlayacağınıza karar veremiyorsanız işte alın size yüz temel eser… Buradan okumaya başlayabilirsiniz.” Fakat bu sembolik liste verilirken “bunların dışındaki eserler çok da önemli değildir” demek istenmemiştir. Siz işe bu listeden başlayın, gerisini zaten getirirsiniz. İlle de bu listeyi takip etmek mecburiyetinde değilsiniz. Fakat öncelikle bu listenin okunmasında dil eğitimi açısından sayısız faydalar vardır. Ama siz Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye’sini değil de Sözde Kızlar’ını okusanız da aynı dil zevkine varabilir, aynı hedefe erişebilirsiniz. Onun için bu gibi listeler okumayı gündemimize getirmek için birer araçtır. Ötesi okurlara kalmıştır.
Selcan FİLİZ: Bir edebiyat öğretmeni olarak kitaplığınız veya kütüphaneniz vardır herhalde. Bugüne kadar kaç kitap sahibi olduğunuzu sorsam cevabınız ne olur?
M. Nihat MALKOÇ: Kendimi bildim bileli harçlıklarımı biriktirip kitap alırdım. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite yıllarımda yüzlerce kitap satın almışım. Harçlığımı kitaplara verdiğim için öğle yemeğini yemediğim çok olmuştur. “Yediğin görünmez, kitap görünür” mantığıyla yemez, paramı kitaplara verirdim. Üniversitede Kredi ve Yurtlar Kurumundan aldığım bursun çoğunu kitaplara harcamıştım. Zaman içerisinde kitaplarım o kadar çoğaldı ki oturduğum eve sığmaz oldu. Evde mutfaktan yatak odasına kadar her yer kitaplarla doldu. Böyle bir durumda hanımların nasıl bir tepki vereceği malumdur. Kitaplarım artık eve sığmaz olunca çözüm yolları aramaya koyuldum. Yıllarca dişimden tırnağımdan artırarak aldığım kitapları yarı fiyatına ikinci el kitapçılarına satamazdım. Satmak bir yana hâlâ kitap almaya devam ediyordum. Kitaplar için büro tarzında bir yer aramaya başladım. Sonunda iki odalı bir giriş kat bularak satın aldım. 10 bini aşkın kitabımı oraya yerleştirdim. Böylelikle evdekiler de kurtuldu kitaplar da. Şimdi başta hafta sonları olmak üzere, boş zamanlarımda kütüphane diyebileceğim o eve gider kitapların dünyasında huzur ararım.
Selcan FİLİZ: Sizce bir şairin olmazsa olmazı nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Malum olduğu üzere şiirin ve şairin ana malzemesi dildir. İnsan duygularını, düşüncelerini, heyecanlarını ve coşkularını dili kullanarak dış dünyaya yansıtır. Dil olmazsa şiir olmaz, şiir olmazsa şair olmaz. Şairliğe soyunan bir kişi öncelikle ve özellikle dile hâkim olmalıdır. Duygularımızı ifade etmede çoğu zaman günlük hayatta kullandığımız kelimeler yetersiz kalır. Kelimelere bunun ötesinde anlamlar yüklemek gerekir. Mecaz anlam, yan anlam ve deyim anlam bu ihtiyaçtan doğmuş dil zenginlikleridir.
Şair, ana dilini kusursuza yakın kullanır. Argo tabirle söylemek gerekirse şair kelimelere taklalar attırabilen müstesna insandır. O, kelimeler ülkesinin yegâne sultanıdır. Söz kapılarının altın anahtarı ondadır. Mühür onun elindedir. Onun dile hâkimiyeti herkesçe kabul edilir. Onun sözünün üstüne söz olmaz. Öyle olmazsa diğer insanlardan farkı olmazdı. Dile hâkim olmayan bir insandan şair filan olmaz. Nasıl ki hamur yoğurmasını beceremeyen kişiden iyi bir fırıncı olmazsa; öyle de ana dilini mükemmel derecede bilmeyenden de şair filan olmaz. İşe dili eksiksiz olarak öğrenmekle başlamalı şair. Dilin inceliklerini bilmeli şair.
Selcan FİLİZ: Kitaba ya da kültür sanata dair takip ettiğiniz bir program var mı?
M. Nihat MALKOÇ: Doğrusunu söylemek gerekirse çok az televizyon seyreden bir insanım. Televizyon başında geçirilen zamanın en büyük israfların başında geldiğine inanırım. Zaten televizyonlarda çok da seyredilecek program yok. Başta haberler olmak üzere tartışma programlarını ve kültürel ağırlıklı belgeselleri takip ederim. Bunun dışında televizyonlarda nadir de olsa kitaba ve kültür-sanata dair programları takip etmeye çalışırım. TRT-2’deki “Okudukça”, yine aynı kanaldaki “Selim İleri’nin Not Defteri”, TRT Türk’teki “Açık Şehir”, 5. Kanal’daki “Kitabiyat”, Tvnet’teki Kitap Cafe, Diyanet TV’deki Kebikeç, NTV’deki “Önce Söz Vardı” bunlardan bazılarıdır. Tarih, kültür ve tartışma programları arasında “Her Kişi Niyetine”(Ülke TV), Derin Tarih(Tvnet), “Tarihin Arka Odası”(Habertürk TV), Meksika Sınırı (Ülke TV), “Sıradışı” (Ülke TV) gibi programları çoğunlukla izlerim.
Selcan FİLİZ: Şiir yazarken müzik dinler misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Oldum olası müzik dinleyerek iş yapanlara şaşarım. İnsan nasıl olur da hem müzik dinler hem de işine odaklanır? Bence şiir yazmak çok ciddi bir dil işçiliğidir. İnsan şiir yazarken şiire yoğunlaşmak ve pürdikkat kesilmek zorundadır. Böyle bir durumda işin içine müziği de sokmak kanaatimce doğru değildir. Bazıları müzik dinlemeyi bir çeşit duygusal demlenme olarak görse de ben bu düşüncede değilim. Kişi zaten şiire başlarken duygusal yoğunluk bakımından demlenmiş durumdadır. Buna ‘konuya odaklanma’ da diyebiliriz. Böyle bir ruh hâlindeyken işin içine müziği katarsak o ahengi yok etmiş oluruz. Bu durum kişiden kişiye değişebilir de. Zira insanların tabiatları çok farklıdır. Netice itibariyle demem o ki şiir yazarken cephedeki asker gibi pürdikkat kesilirim. Şiir yazmadan evvel müzik dinleyerek duygu moduna girebilirim. Fakat şiir yazarken müzik dinlemem.
Selcan FİLİZ: “Benim olması için bütün şiirlerimi verirdim” dediğiniz şiir veya dörtlük var mıdır?
M. Nihat MALKOÇ: Millet olarak çok zengin bir şiir hazinemiz vardır. İslamiyet’ten Önceki Türk Edebiyatından günümüze kadar binlerce şair gelip geçmiş bu dünya sahnesinden. Her gelen arkasında hoş bir seda bırakarak sonsuz âleme göçmüştür. Ben de güzel şiir yazanlara oldum olası gıpta ile nazar etmişimdir. Fakat hiçbirini kıskanmamışım. Çünkü kıskanmakta bir art niyet ve çekememezlik duygusu saklıdır. Güzel yazanları kıskanma hakkımız yok; onlara ancak gıpta edebiliriz. Gıpta ettiğim bu şairleri ve şiirleri bire indirmem mümkün değildir. Bunlar arasında Necip Fazıl’ın “Kaldırımlar”, Attila İlhan’ın “Ben Sana Mecburum”, Nurullah Genç’in “Yağmur”, Mehmet Akif Ersoy’un “Bülbül”, “Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz Beş Yaş”, Sezai Karakoç’un “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine”, Nazım Hikmet Ran’ın “Ağa Camii”, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman”, Âşık Veysel’in “Toprak”, Dilaver Cebeci’nin “Sitare”, Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı”, Arif Nihat Asya’nın “Naat”, “Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları”, Bedri Rahmi Eyüboğlu “Türküler Dolusu”, Bekir Sıtkı Erdoğan’ın “Bin Birinci Gece”, Yavuz Bülent Bakiler’in “Anadolu Gerçeği”, şiiri ilk akla gelenlerdir.
Selcan FİLİZ: Eserlerinizi yayınladığınız internet siteleri ve dergiler hangileridir?
M. Nihat MALKOÇ: Günümüzde şiir yazan kişilerin eserlerini yayımlayacağı, tabir caizse görücüye çıkaracağı birçok ortam mevcuttur. İnternet üzerinde yüzlerce şiir sitesi vardır. Şiire meraklı insanlar bu sanat ortamları kullanarak eserlerini ilgililere ulaştırıyorlar. Fakat bu kolay(cı)lık birçok olumsuzluğu da beraberinde getiriyor. Bunların başında ham şiirlerin(şiir karalamalarının) henüz olgunlaşmadan şiir diye okura sunulması geliyor. Bu durum(biraz kaba bir tabir olacak ama) sanal ortamı bir şiir karalamaları çöplüğüne döndürmüştür. Şiire heves duyanların yayımlama konusunda acele etmemeleri gerekir. Çay bile belli bir süre demlenmesi için bekletiliyor. Şiire hemen son noktayı koymamak gerekir.
Bana gelince şiirlerimi antoloji.com, edebiyat defteri.com. izedebiyat.com, şiirdefterim.com, edebiyatevi.com gibi değişik sitelerde okurların ilgi ve beğenisine sundum. Bunun yanında bugüne kadar yetmiş farklı dergide şiirlerim ve nesir türündeki yazılarım yayımlandı. Yazdığım dergiler arasında “Türk Edebiyatı, Türk Dili, Bizim Çocuk, Çınar, Dergâh, Poyraz, Türk Yurdu, Gülistan, Bizim Azerbaycan, Anadolunun Sesi, Üniversitelinin Sesi, Türkiye, Bizim Okul, Şenliğin Sesi, Mavi-Yeşil, Mortaka, Kubbealtı Akademi, Nida, Kardelen, Ortanca, Yeşilay, Değirmen, Cümle, Kümbet, Sükût, Yeni Pulathane, Semerkant, Alkış, Herfene, Yeni Sesleniş, Genç, Yediiklim, Ayvakti, Somuncu Baba, Tekne, Beyaz Gemi, Bilimin ve Aklın Aydınlığında Eğitim, İnsanlığa Çağrı, Berceste, Seviye, Ayraç, Gökekin, Karadeniz’de Hayat, Karayel, Gençliğin Sesi” önemli bir yer tutmaktadır.
Selcan FİLİZ: Sizce ülkemizde şiire ve sanatçıya yeterince ilgi gösteriliyor mu?
M. Nihat MALKOÇ: Bu soruya ne yazık ki müspet bir cevap veremeyeceğim. Şiire değer verilseydi ülkemizde şiir kitapları bu kadar az satmazdı. Şiirin müşterisi olsaydı yayınevleri şiir kitabı basmaktan bu kadar korkmazdı. Ülkemizde şiirle ve edebiyatla uğraşanlar geçimlerini temin etmek için başka bir iş yapmak mecburiyetinde kalmazdı.
Sualinizin “ülkemizde sanatçılara değer veriliyor mu” kısmına gelirsek şunu söyleyebilirim. Öncelikle “Sanat nedir, sanatçı kimdir?” bunu açıklığa kavuşturmak lazım. Günümüzde, başta popçular olmak üzere, bir kısım sahne sanatçıları belli kitleleri peşlerinden koşturuyorlar. Bunlar özellikle gençlerden çok da rağbet ve itibar görüyorlar. Konserlerine gelmek için yüklü miktarlarda para ödüyorlar. Bu ilgi ne yazık ki şair ve yazarlardan esirgeniyor. Medyatik olmayan şair ve yazarlar bütün uğraşlarına rağmen belli bir yere gelemiyor. Kitaplarını kendi imkânlarıyla basanların çoğu, ellerindeki kitapları satamıyor. Böyle bir ortamda şair ve yazarların hâlâ yazıyor olması, yazma tutkusuyla açıklanabilir. Kaleme sevdalananlar yapayalnız kalsalar da yazma sevdasından kolay kolay kurtulamazlar.
Selcan FİLİZ: Sizce şiir nedir? Gerçek bir şair nasıl olmalıdır?
M. Nihat MALKOÇ: Aslında şiir tek bir tanıma sığdırılamayacak kadar geniş bir kavramdır. Şiiri tanımlayan herkes hakikatte kendi dünyasındaki şiiri tarif eder. Aynı edebî topluluğun içerisinde yer alanlar bile mutlak anlamda aynı görüşün savunucusu olamamışlardır. Ayrıntıda kendi renklerini ortaya koymuşlardır. Zira doğal olan da budur.
Şiir duyguların en saf hâlidir. Hayata gönül gözüyle bakmaktır şiir. Şiir ruhun yankısıdır. Şiir kalp çarpıntısının dizelere yansıyan hâlidir. Şiir en insanî hâlimizin kelimelere dökülmesidir. Şiire ilginin azalması insanî yönümüzün zayıfladığını da gösteriyor. Zira şiiri sevdiğimiz kadar insanız. Günümüz toplumu maddiyata yaklaştıkça şiirden uzaklaşıyor.
Şiir kelimelerden azamî derecede tasarruf etmektir. Şiir sözlerin darasının alınmış hâlidir. Sözcüklerin huzura ve sükûna kavuştuğu ortamdır dizeler. Şiir, kelimelerin kardeşliğidir bir anlamda. Bin bir çiçekten toplanan süzme bal gibidir şiir. Ruhlara inşirah neşesi katar. Şiirle hemhâl olanlar ruhlarını maddî ve manevî kirlerden arındırırlar.
İyi bir şair dile hâkim olandır. Konuştuğu ve yazdığı dilin inceliklerini bilendir şair. Aynı zamanda yaşadığı toplumun değerlerini değer edinendir şair. Edebiyatın edep kökünden geldiğini bilen ve bu bilgiyi yazdıklarına ve yazacaklarına eşik edendir. Şairlik bir iddiadır. Bu etiketi toplum yapıştırır insana. Kendi etiketini kendi yapıştıran şair değil, müteşairdir.
Selcan FİLİZ: Şiirlerinizde belli bir akıma dâhil misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Tarihî süreç içerisinde Türk ve dünya edebiyatlarında birçok şiir akımları ortaya çıkmıştır. Divan edebiyatından sonra Tanzimat, ondan sonra Servet-i Fünûn, onun ardından Fecr-i Âtî, peşinden Millî Edebiyat anlayışları edebiyatımıza damgasını vurmuştur. 1923 yılından sonra başlayan Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı da kendi içinde farklı şiir anlayışlarına sahne olmuştur. Beş Hececiler, Yedi Meşaleciler, Şaf(Öz) Şiirciler, Garipçiler, II. Yeniciler, Toplumcu Gerçekçiler, Maviciler, Hisarcılar bunlardan bazılarıdır. Fakat son dönemlerde bu tarz edebî gruplaşmalar yok denecek kadar azdır. Artık herkes kendi bireysel şiir ağını örnekle meşgul. Bana gelince belli bir şiir ekolü içerisinde değilim. Daha çok heceyle yazsam da serbest tarzda yazdığım şiirler de vardır. Heceyle yazdıklarım saf şiire yakın duruyor. Zaman içerisinde değişim kaçınılmazdır. Şimdilik bu kadarını söyleyeyim.
Selcan FİLİZ: “İlk mısra ilhamın, gerisi çalışmanın eseridir” sözü hakkında ne düşünüyorsunuz?
M. Nihat MALKOÇ: İlham, şiir ateşini tutuşturan bir kıvılcımdır. O ateşin devamlı yanabilmesi için ona sürekli odun atmak gerekir. Şiirde de ilham başlangıç için bir sebep teşkil eder. Fakat yazdıklarımızın sıra dışı olabilmesi için üzerlerinde bir kuyumcu titizliğiyle sabırla çalışmak gerekir. İlham şairi tetikleyen bir unsurdur. O olmasa şiire oturamayız. Fakat bu, şair için asla yeterli değildir. İlham sadece ham dizeler getirir, onları işlemek tecrübe, sabır, tahammül ve irade işidir. Bu özellikleri bir araya getirebilenler umulan neticeye varır.
Şair ilhamla birlikte, tabir caizse tavuk misali bir çeşit kuluçkaya yatar. Hepimiz biliriz ki kuluçkaya yatan her tavuk civciv çıkaramaz. Kuluçkanın yavru çıkarma aşamasına gelmesi sabır ve tahammül gerektirir. Bu sabrı ve tahammülü emekle taçlandıranlar hayırlı neticeye erişirler. Bir de kuluçkaya yatacak atmosferin olması gerekir. Bu “mış” gibi yapmayla olmaz.
Gerçek şair, bir gram altın elde etmek için bir ton toprağı işleme azmi ve gayreti içerisinde olandır. Nasıl ki bir gram altına dönüşmemiş o bir ton toprağa altın diyemiyorsak efkârlı zamanlarımızda idrakimizi yoklayan işlenmemiş ham ilhama da şiir diyemeyiz.
İlham yazma isteği doğuran bir etkendir. Bizi harekete geçirendir ilham. İlham bir sezme, şairlik ise bir sezdirme eylemidir. Sezme aşamasından sezdirme aşamasına geçmek hem bir yetenek, hem bir gayret, hem de bir irade işidir. İçine ilham düşen herkes şair olsaydı dünyada şairden geçilmezdi. İçine ilham düşenler, ilhamın bu sığ halini emekle ve alın teriyle şekillendirirler. Onu hamlıktan kurtararak sanat eserine dönüştürürler. Kanaatim otur ki şiirin dörtte biri ilham dörtte üçü ise emek ve alın teridir. Ötesi lâf-ı güzaftan ibarettir.
Selcan FİLİZ: Sizce yazmak bir ihtiyaç mıdır? İnsan niçin yazar?
M. Nihat MALKOÇ: Her insanın içinde bir ebediyet arzusu yatar. Sonlu varlıklar olarak bu yalan dünyadan göçerken hoş bir seda bırakmak emelindeyiz. Aslında sanatkârlar bedenen aramızdan ayrılsalar da bıraktıkları eserlerle toplumda ve içimizde hep yaşarlar. Yedi asır evvel aramızdan ayrılan Yunus Emre ve Mevlâna bugün hâlâ konuşulup baş tacı ediliyorlarsa bu onların ölmediklerini gösterir. Yunus’un “Ölen hayvan imiş, âşıklar ölmez” mısraı da bu hakikati dile getirmiyor mu? Şairin güçlü bir mısra, yazarın vurucu bir cümle, ressamın kalıcı bir resim peşinde koşması adını yaşatmak için değil de nedir? Dünyada hiçbir eser üretmeyen insan bedenen yaşamakta olsa da onun yaşadığında kaç kişinin haberi vardır?
“Söz uçar, yazı kalır” demiş eskiler… Yazmak biraz da ölümün elinden bir şeyler kurtarmak değil midir? Duygu ve düşüncelerimizi yazıya dökmezsek bir nefes misali uçup giderler. Yazma ihtiyacı biraz da tecrübeleri kalıcı hâle getirme ihtiyacından doğmuyor mu?
Aslında yazarlık bir iddiadır. Yoksa her yazan yazar değildir. Bunu ortaya koyduğumuz eserlerin toplum tarafından benimsenip benimsenmemesi belirler. Kişisel iç dökmelerin eser hüviyetine bürünmesi için tekrar tekrar elden geçirilmeleri zorunludur.
Bir kişi yazmaya tutulmuşsa, kanına yazarlık virüsü bulaşmışsa bir daha iflah olması zordur. Yazarlığa başlamak elimizde olsa da yazarlığı bırakmak çoğu zaman elimizde olan bir şey değildir. Sözün bu noktasında usta öykücümüz Sait Faik’in şu serzenişleri gelir aklıma: “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kâğıt kalem aldım oturdum. Ada'nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm… Yazmasam deli olacaktım.”
Selcan FİLİZ: İkinci bir meslek seçme hakkınız olsa tercihiniz ne olurdu ve neden o mesleği isterdiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Ülkemizde meslek seçimi çok da bilinçli yapılmıyor. Çünkü bu konudaki genel geçer kural, yapacağımız mesleğin bizi mutlu etmesi değil, karnımızı doyurmasıdır. Zaten meslek seçiminin önünde aşılmaz bariyerler de var. Siz isteseniz de fıtratınıza uygun bir meslek seçemiyorsunuz. Sınavdaki netleriniz mesleğinizi tayin ediyor.
Aslında ben de mesleğimi bilinçli olarak seçmedim. Zira Edebiyat Öğretmenliği benim 15. tercihimdi. İlk tercihlerim hukuk ve kamu yönetimi alanlarıydı. Az bir puan farkıyla kamu yönetimi bölümünü kaçırmıştım. Yeni bir hazırlığa imkânım ve tahammülüm olmadığı için öğretmenliği uygun görmüştüm kendime. Belki alışılmış çaresizlikti bu.
24 seneden beri bu mesleğin içindeyim. Düz liselerden Fen Liselerine, Meslek Liselerinden İmam-Hatip Liselerine kadar değişik türlerde liselerde öğretmenlik yapma imkânı buldum. Hatta Türkmenistan’da kaldığım üç yıl içerisinde İlahiyat Fakültesinde İslâmî Edebiyat ve Türk Dili derslerine de girdim. Ortaokullarda iki yıl Türkçe öğretmenliği tecrübem de oldu. Bu süreç içerisinde beni mutlu eden anlar olduğu gibi, mutsuz eden anlar da oldu. Bazen “iyi ki öğretmen olmuşum” dedim; bazen de uzun uzun keşke’lerimi sıraladım. Bu durum, çalıştığınız ortamla beklentilerinizin örtüşüp örtüşmediğine bağlıdır.
Herkes gibi benim de keşke’lerim var. Keşke’lerimin başında hukukçu olma konusunda ısrar etmeyişim geliyor. Bir yıl daha beklesem iyi bir üniversitede hukuk okur, idealimdeki mesleği daha mutlu ve başarılı bir şekilde icra ederdim. Fakat mevcut şartlar bazen hayatınızın güzergâhını belirlemede en büyük etken olarak karşınıza dikiliyor.
Hukuk konusundaki istek ve ısrarım dünyadaki ve ülkemizdeki kronikleşmiş hukuksuzluklara neşter vurmak içindi. Allah’ın adaletini kullarına dağıtmak isterdim. Zalimlerin planlarını bozmak, mazlumların elinden tutmak azmi ve niyeti içerisindeydim. Bunu sıradan bir fert olarak yapmaya çalışsam da bir hukuk adamı kimliğiyle çok daha faydalı olabileceğimi düşünüyordum. Yine de bugünkü mesleğimi seviyor ve alanımda en iyi olmanın azmi ve gayreti içerisinde hareket ediyorum. Çünkü sorumluluğumu biliyorum.
Selcan FİLİZ: Edebiyat dünyasında ulaşmak istediğiniz bir yer var mı?
M. Nihat MALKOÇ: Aslında edebiyata olan ilgim tamamen duygusal eğilimle alakalıdır. Hissiyat olarak çabuk etkilenen bir insan olduğumu düşünüyorum. Uzun yıllar boyunca gerçekleştirdiğim okumalarım ve aldığım üniversite tahsilim beni edebiyata yakınlaştırdı. Bir noktadan sonra okuduklarıma öykünerek ilk karalamalarımı gerçekleştirdim. Daha sonra bu karalamalar özgün metinlere dönüşmeye başladı. İlk eserlerimi dergi ve gazetelerde yayınlayınca olumlu tepkiler aldım. Bu olumlu hava edebiyata olan tutkumu artırdı. Her geçen gün yeni şeyler okudum, yeni şeyler yazdım. Daha sonra da kendimi edebiyatın içinde buldum. Yani demem o ki bunların hiçbiri önceden planlanan şeyler değildi.
Geldiğim noktada edebiyatın içerisinde olmaktan çok mutluyum. Ürettiğim zaman kendimi huzurlu hissediyorum. Eser üretmediğim günü kayıp addediyorum. Fakat geleceğe dönük belli bir planlamam yok. Tek düşüncem nefes aldıkça yeni şeyler yazmak, özgün eserler oluşturmaktır. Bu yazdıklarım beni nereye götürürse buna rıza göstermesini de bilirim. Edebiyattan çok büyük bir beklenti içerisinde değilim. Küçük başarılarla bile mutlu olmasını bilen bir insanım. Zaman ne gösterir bilinmez. Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.
Selcan FİLİZ: Sizce şairin toplumdaki görevi ve konumu ne olmalıdır?
M. Nihat MALKOÇ: Şairler toplumun duygu ve düşüncelerini dile getiren mümtaz insanlardır. Onlar güzel duyguların daima yanında, kötü duyguların ise karşısındadırlar. Onların gönül aynasından şiddet ve nefret yansımaz. Zira onlar sevgiyi, barışı ve dostluğu kendilerine şiar edinirler. Herkese sevgi ve muhabbetle yaklaşırlar. Hiç kimseyi ötekileştirmezler. Kelimelerden dostluk köprüleri kurarlar. Millî birlik ve beraberlik kaleleri inşa ederler. Huzurun mumunu tutuştururlar. Karanlıkları sevgi mumuyla aydınlatırlar.
Şairler toplumların sesine ses olurlar. Onların vicdanları toplumun vicdanları gibidir. Şairlerin sesinin gür çıktığı memleketlerde zalimlerin saltanatı uzun sürmez. Çünkü onlar hakikatten yanadırlar. Ezenlere karşı daima ezilenlerin yanındadırlar. Hakkın ve hakikatin sesidirler. Millî Edebiyat dönemi şairlerinden Mehmet Emin Yurdakul bir şiirinde “Unutma ki şairleri haykırmayan bir millet/Sevenleri toprak olmuş öksüz çocuk gibidir” diyordu.
Şair kendi ekseninden daha çok, toplumun ekseninde dönen bir gözlemcidir. Fakat onun gözlemleri satıhta kalmaz, içe işler. O, toplumla arasındaki bağı güçlü olduğu ölçüde büyür. Topluma tepeden bakan bir şairin sevilmesi ve benimsenmesi muhaldir. Onun içindir ki şair yaşadığı toplumu çok iyi tanımalıdır. Toplumun kıymet hükümlerine muhalif olmamalıdır. İçinden çıktığı toplumun değerlerinden beslenmelidir. Böyle bir şair, toplumu gönül aynasından yansıtarak maddî ve manevî bütün güzelliklere köprü olur.
Şair, sezgileri güçlü olan insandır. O ki ruhunda birikenleri kâğıda dökendir. O, kalemi ve kelâmı güçlü insandır. Şair herkesin göremediğini görebilen, herkesin duyamadığını duyabilen, herkesin ifade edemediğini ifade edebilen duyarlılığı inkişaf etmiş insandır.
Şair yaşadığı dönemde olup bitenlere şahitlik eden insandır. O, gördüklerini ve duyduklarını edep süzgecinden geçirip sanata dönüştürür. Divan şiirinin güçlü kalemlerinden Nef’î şairler için şunları söylüyor: “İltifat et sühan erbabına kim anlardır/Medh-i şâhân-ı cihân-bâna veren unvanı/Kim bilirdi şuarâ olmasa ger sâbıkda/Dehre devletle gelip yine giden sultânı/Haşre dek âb-ı hayât-ı sühan-ı Bâkî’dir/Andırıp zinde kılan nâm-ı Süleyman Hân’ı”(Söz (sanat) sahiplerine iltifatta bulunup himayeni göster ki cihanı avucunda tutan hükümdarların adlarını onlar yaşatır. Nitekim Sultan Süleyman'ın adını kıyamete kadar andırıp tazeleyen de Bâkî gibi bir sanatçının âb-ı hayat değerindeki şiirleridir.”
Kalemin kılıçtan üstün olup olmadığı tarih boyunca hep mülahaza edilir. Neticede kalemin ve kelâmın gücünde karar kılınır. Balzac’ın “Napolyon’un kılıçla fethettiği dünyayı ben kalemimle fethedeceğim” sözü meşhurdur. Bu söz kalemin gücünü açıkça gösterir.
Selcan FİLİZ: Türk edebiyatının geleceğini aydınlık görüyor musunuz?
M. Nihat MALKOÇ: Victor Hugo, Dostoyevski, Tolstoy, Balzac, Puşkin, Stendhal, Schiller, Goethe, Emile Zola, Charles Dickens, Shakespeare, Bacon ve Moliere gibi üst düzey şair ve yazarlar yetiştiremesek de yine de dünyanın en zengin edebiyatlarından biridir Türk edebiyatı. İlk yazılı metinler olarak kabul edilen Orhun Kitabelerinden bugüne kadar yüz binlerce şiir, hikâye, deneme, makale, hatıra, fıkra ve eleştiri türünde eser yazılmıştır.
Günümüzde yayınevi sayısı düne nazaran çok daha arttı. Bu da basılan kitap sayısının artması demektir. Günümüzde edebiyatımızdaki renklilik ve çeşitlilik kendini göstermektedir. Eskiye nazaran her türde daha çok ve daha kaliteli eserler yazılıp yayımlanmaktadır. Yazmaya olan rağbet düne göre çok daha fazla artmıştır. Gençlerin edebiyata duyduğu ilgide ciddi artışlar dikkat çekmektedir. Çocuklara yönelik kitaplara olan talep artmıştır. Öte yandan kitap sektörü hem nitelik hem de nicelik bakımından daha da gelişmiştir. Editörlerin, çevirmenlerin ve grafikerlerin sayısında ciddi artışlar var. Bunlar sektörün canlanması anlamına geliyor.
İletişimin gelişmesi edebiyata ve edebiyatçılara olan ilgiyi bir hayli artırmıştır. Eskiden yazarlara ulaşmak hiç de kolay değildi. Günümüzde yazarlar toplumdan uzak, fildişi kulelerinde yaşamıyor. Okurlar çeşitli fuarlar ve söyleşiler vesilesiyle yazarlarla bir araya gelip konuşabiliyor. Okurlar sevdiği yazarlara eserlerini imzalattırabiliyor. Okudukları kitaplara dair duygu ve düşüncelerini yazarlarına iletebiliyor. Bu da aradaki iletişim kopukluğunu ortadan kaldırmıştır. Yazarla okurun beklentileri bir şekilde örtüşmüştür.
Günümüzde internetin hayatımıza iyiden iyiye girmesi bence edebiyatı da olumlu etkilemiştir. Basılı dergi çıkaramayanlar çok cüzi maliyetlerle sanal ortamda dergiler çıkararak okurla buluşma imkânına kavuşmuşlardır. Bu dergilerde yazanlar belli bir zaman sonra basılı esere yönelmektedir. Eskiden yazdıklarını okura ulaştıramayanlar artık rahatlıkla okura ulaşmaktadır. Basılı gazetelerde kendine yer bulamayanlar değişik sitelerde kalem oynatabilmektedir. Artık yazarın yazdıklarını okura ulaştırması için arada hiçbir engel yoktur.
Bu arada eskiden kitap sadece kitapçılardan alınabilirdi. Zamanımızda kitapla okur arasında köprü vazifesi gören birçok sanal kitap mağazası hizmet vermektedir. Böylelikle okur istediği kitaba hem daha ucuza hem de daha kısa zamanda ulaşabilmektedir.
Bütün bu etkenler Türk edebiyatının önünün açık, geleceğinin parlak olduğunu gösteriyor. Bize ilk Nobel edebiyat ödülünü kazandıran Orhan Pamuk’tan sonra niçin yenileri ortaya çıkmasın. Bunun olmaması için hiçbir engel mevcut değildir. Olacağına dair umudumuz vardır. Çünkü Türkçemiz bu hususta birçok dünya dilinden çok daha zengindir.
Selcan FİLİZ: İlk eserinizi ne zaman nasıl bir duygu ile yazdınız?
M. Nihat MALKOÇ: Yayınlanan ilk şiirim “Gece Yarısı” adını taşıyordu. Bu, hece ölçüsüyle yazılmış hüzün içerikli bir aşk şiiriydi. O zamanlar Kültür Bakanlığı tarafından gençlerin çalışmalarına yönelik, birinci hamur kâğıda basılan “Gençliğin Sesi” adlı kaliteli bir dergi çıkarılıyordu. Bu şiirim de o dergide yayınlanmıştı. İlk telif ücretini de o zaman almıştım. Dergilerin telif ücreti verdiğini bilmediğim için şahsıma gönderilen bu para benim için bir sürprizdi, o zamana göre de ciddi miktarda bir harçlıktı. Bu, benim şairlik serüvenimde adeta bir dönüm noktasıydı; şiire olan aşkımı perçinleyen güzel bir sebepti.
Selcan FİLİZ: İlk ödülünüzü alırken ne hissettiniz? Kaç tane ödül aldınız?
M. Nihat MALKOÇ: Yerel ve ulusal olmak üzere bugüne kadar 123 tane ödül kazandım. Evimde plaket koyacak yer kalmadı desem abartmış olmam sanırım. Ödüllerimi sıralamaya kalksam herhalde birkaç sayfa tutar. Bu beni fevkalade mutlu ediyor; yazma şevkimi daha da artırıyor; hissiyatımı kamçılıyor. Ben bu kaynaktan besleniyorum. Eserimin beğenildiğini görmek bana enerji olarak yansıyor. Onun içindir ki bu durumu bilen ve yaşayan bir insan olarak beğendiğim eserlerin sahiplerine övgü dolu sözler sarf etmede cimri davranmıyorum. Biliyorum ki övgü; büyük küçük, kadın erkek herkes için bir ilaç kadar tesirlidir. Fakat samimiyetten uzak olan özgüler bu tesiri sağlamaktan çok uzaktır.
‘Marifet iltifata tabidir’ der eskilerimiz… Samimi iltifat görmek dünyanın en güzel duygusudur. ‘Samimi’ sözünü özellikle vurguluyorum. Çünkü günümüzde iltifatın da ayarını bozdular. Ne yazık ki bu alanda da kantarın topuzu kaçtı. İnsanlar iltifatlarında da samimi değiller çok kere. Bunda iltifat edenler kadar iltifat görenler de suçludur. Zira eleştiriye tahammül edemeyen fertlerden oluşan bir toplumuz. Adam şiir kitabı yayınlıyor. Size de getiriyor kitabını. Bir anlamda hediye ediyor size. Fakat açıkça söylemese de sizden kitapla ilgili bir yazı bekliyor. Okuyorsunuz şiir kitabını. Aslında hiç de beğenmiyorsunuz. Bunu dile getirmek hiç de kolay değil. Çünkü size kitabını imzalayan kişi sizden nasihat değil, övgü dolu sözler bekliyor. Sözde eleştirmenler basıyor övgüyü. Fakat gerçek eleştirmen gördüğü hataları açık yüreklilikle ifade ediyor. Bu sefer de kitabın sahibiyle bozuşuyorsunuz.
Bunları bizzat yaşayan biri olarak konuşuyorum. Bana da şairinden imzalı çok kitaplar geldi. Nezaketle aldım, teşekkür ettim, okudum ve hakkında yazılar kaleme aldım. Beğenmediğime gerekçelerini de sıralayarak açıkça ‘beğenmedim’ dedim. Beğendiklerimi de överken hiç cimri davranmadım. Hakkında olumsuz eleştirilerde bulunduğum bir kısım şair ve yazardan selam alamadım. Fakat doğru bildiğim yoldan sapmadım yine de… Bunu yaşayan biri olarak iltifatın da samimi ve yalancı olanlarını ayırt etmek gerektiğine inanıyorum. Samimi eleştiriler aslında eleştirilen kişinin elinden tutmak, ona yol göstermek anlamı taşır. Beni eleştirenler aslında benim gerçek dostlarımdır. Ödüllere de böyle bakıyorum ben. Zaten akıllı bir şair ve yazar ödülün niteliğini de anlayabilecek yetkinliktedir.
Selcan FİLİZ: Beğendiğiniz size yakın olan üstad var mı?
M. Nihat MALKOÇ: Çok iyi bir şiir okuyucusu olduğumu söyleyebilirim. Günümüzde internet denen bir nimet var önümüzde. Nimet diyorum; zira internet faydalı kullanıldığında bulunmaz bir nimettir. İnternet ortamında binlerce şairin milyonlarca şiirine ulaşmak mümkündür. Artık şiir okumak için ille de şairin kitabına para vererek sahip olmak da gerekmiyor. Yüzlerce şiir sitesi var sanal ortamda. O sitelerde yeni ve eski şairlerin şiirlerine ulaşılabiliyor. Ben de bu sitelerde sık sık dolaşıyorum. Eskilerin şiirlerini okuyorum, yeniler neler yazıyor diye bakıyorum. Bir anlamda şiir mütalaa ediyorum. Demek istediğim o ki belli bir şaire bağlı kalmıyorum. Herkesi okumaya ve takip etmeye çalışıyorum. Bu bana olumlu olarak yansıyor. Belli bir kalıba sıkışıp kalmıyorum. Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni olmak da benim için bir avantaj teşkil ediyor. Zira şiirin teorisini ve geçmişini de iyi bildiğimi düşünüyorum. Bu beni öteki şairlerin yanında daha avantajlı kılıyor. Fakat bu durum şiir yazmayla doğrudan bağlantılı bir durum değildir. Böyle olsaydı bütün edebiyat öğretmenleri şair olurdu. Oysa büyük şairlerin çoğu edebiyat öğretmeni değildir.
Çocukluk yıllarında halk şairlerini çok okumuşumdur. Özellikle Karacaoğlan’ın şiirlerine ilgi duymuşum. Karacaoğlan’dan koşmalar ezberlemişim. Üniversite eğitimi sırasında işin ilmini öğrenirken divan şairlerini de görüp onlar üzerinde yoğunlaşmışım. Özellikle Fuzuli ve Şeyh Galip bende derin izler bırakan büyük divan şairleridir. Mehmet Akif’in Safahat’ı da benim için özel kitaplardan biridir. Bu kitap da ruhumu beslemiştir. Cumhuriyet döneminde yaşayan Necip Fazıl Kısakürek, Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi şairler de ilgi alanıma girmiştir. Üzerimde en çok tesiri olanı da Necip Fazıl’dır. Bu daha sonra yerini günümüz şairlerine bırakmıştır. Günümüz şairlerinden Sezai Karakoç, okumaktan haz aldığım şairlerin başında gelir. Bu şairlerin şiiri içselleştirmeleri ve kuruluktan kurtararak derinleştirebilmeleri beni etkilemelerinin yegâne sebebidir.
Selcan FİLİZ: Sizce şiirde ölçü gerekli midir? Eserlerinizde genelde hangi ölçüyü kullanıyorsunuz?
M. Nihat MALKOÇ: Kafiye ve ölçü konusunda ısrarcı olmak anlamsızdır. Bir şair ya kafiyeli ve ölçülü ya da kafiyesiz ve serbest yazacak diye bağlayıcı bir şart yoktur. Şiir ruhumuzun imbiklerinden çıkarken nasıl bir şekil alırsa dışarıya da öylece yansır. Bir şair bazen ölçülü, bazen de serbest yazabilir. Bu, şairin şiir hamurunu yoğurduğu andaki ruhî aktivitesine ve hâline bağlı bir durumdur. Ölçülü ve serbest şiirin de güzeli ve çirkini vardır.
Bence önemli olan üslûptur. Şair kendince özgün bir üslûp kullanabilmişse şiirin güzelliği de onun ardından gelir. Yahya Kemal, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Faruk Nafiz Çamlıbel gibi şairlerin büyüklüğü üslûplarının orijinalliğinde gizlidir. Bu isimler değerlendirilirken ölçü ve kafiyeye riayet edip etmediklerine bakılmamıştır. Sözün bu noktasında ünlü Fransız şairi Paul Verlaine’nin kafiyeden şikâyet ettiği bir şiirinden iktibas yapmak istiyorum:
“Tut belâgatı boğazından, sustur,
El değmişken bir zahmete daha gir:
Kafiyenin ağzına da bir gem vur,
Bırakırsan neler yapmaz kim bilir?
Nedir bu kafiyeden çektiğimiz!
Hangi sağır çocuk ya deli zenci
Sarmış başımıza bu meymenetsiz,
Bu kof sesler çıkaran kalp inciyi?”
Ben Paul Verlaine’nin bu ifadelerine katılmıyorum… Bu kadar kesin ve kararlı hüküm vermek şiirin önünü kesmek, boğazını sıkıp öldürmek, şiirimize ve cemiyetimize bir şey kazandırmaz. Bu hususta daha esnek olmak gerekir. Bunun sayısız faydaları vardır.
Selcan FİLİZ: Yazar/Şair olmak isteyen öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir?
M. Nihat MALKOÇ: Şiir edebiyatta özün özüdür. Şiir kelimelerin süzülmüş halidir. Şiirde kelimeler yerli yerinde kullanılmalıdır. Ne bir fazla, ne bir eksik kelime, her şey yerli yerinde… Onun içindir ki şiir cesaret isteyen bir edebiyat sahasıdır. Fakat bu deli cesareti değildir. Şiir yazma heveslileri bunları bilerek bu yola revan olmalıdır. Şiir yazmaya heveslenenler öncelikle uzun bir okuma süreci geçirmelidirler. Şiiri tanımak ve inceliklerine vakıf olmak için çok şiir okumak lazımdır. Şiir aceleye getirilecek bir sanat ve edebiyat dalı değildir. Şiir sabır ister, ancak sabredenler geniş kitleleri peşinden sürükleyen güzel şiirler yazabilirler. Türk şiirinin yüz aklarından biri olan Yahya Kemal Beyatlı’nın bir şiirine son şeklini vermek için 16 yıl beklediğini söylersek işin ehemmiyeti daha iyi anlaşılır kanaatindeyim.
Türk ve dünya şiirini öncelikle okumalı, bu sahada emsalsiz eserler veren büyük şairleri tanımalıyız. Şiirin teorisi üzerinde de iyice kafa yormalıyız. Şiirin de bir felsefesi olduğunu bilmeliyiz. “Anlaşılmaz ve kapalı ne söylersen şiir olur” sakat mantığıyla, kendisinin de anlam veremediği uçuk imgelerle okuyucuyu yoran bir şair; gün gelir etrafında kimseyi bulamaz. İmge demek bilinmeze yolculuk demek değildir. Şiirde her imge bir duyguya karşılık gelmelidir. Fakat duyguyla imge arasındaki mesafe çok iyi ayarlanmalıdır. Ne çok uzun, ne de çok kısa olmalıdır bu yol... Okuyucu bu mesafeyi kat etmek için çaba göstermelidir. Fakat zaman zaman da okuyucunun elinden tutulmalıdır. Bilinmelidir ki imgeyi çözen okuyucunun şiirden alacağı haz hiçbir şeyden elde edilemeyecek kadar büyüktür.
Şiir çetin bir dil işçiliğidir. Adeta iğneyle kuyu kazmaktır. Şiir yazanlar, tonlarca topraktan bir gram altın elde etmek için uğraşan madenciler gibidir. Bir gram altın elde etmek için nice fedakârlığa ve zorluğa katlanırlar. Öyle olsa da neticede elde ettiğiniz altındır. Bunu elde etmek bütün yorgunluları unutturur. Zor olduğu için kıymetlidir zaten. Şiir yazmaya heveslenenlerin bu yolun uzun ve çileli bir yol olduğunu bilmeleri gerekir. Şiire ve şairliğe talipseniz bunu bilerek ve kabul ederek yola çıkmalısınız. Kimse kimseyi şair olmaya zorlamıyor. Şiiri ya ciddiye al, ya da hiç bulaşma. Ortalık son yıllarda kendini şair sanan zavallılardan geçilmiyor. Kelimeleri leblebi gibi beyaz sayfalara serpiştiren bu müteşairler çok şey yaptıklarını sansalar da şiire hiçbir şey katmıyorlar aslında. Bilinmelidir ki bu ülkede herkes şair olmak mecburiyetinde değildir, olamaz da… İnsanlar en iyi bildiği işi yapmalıdır. Memleketimizdeki kötü şairler veya diğer tabirle müteşairler(kendini şair sananlar) kervanına bir şaşkın yolcu daha eklemek faydadan çok zarar verir Türk şiirine. Eski Türk şiirinden modern Türk şiirine kadar bu sahada kalem oynatanları; düşüncesine hiç bakmadan, bağnazlığa sapmadan okumalı yeni şairler… Ondan sonra da bir örümcek misali sabır ve tahammülle kendi şiir ağlarını örmelidirler. Bunun başka bir yolu ve yordamı da yoktur.
Selcan FİLİZ: Bir öğretmen olarak baktığınızda öğrenciler arasında şiire olan ilgi ne derecededir?
M. Nihat MALKOÇ: Öğrenciler arasında şiire olan ilgi son derece düşüktür. Çünkü şiir ciddi bir sanat dalıdır ve belli bir seviye gerektirir. Günümüzde öğrenciler şiire ilgi duymuyorlar. Okumayı ciddiye alan çalışkan öğrenciler gece gündüz demeden üniversite sınavlarına hazırlanıyorlar. Onların başını kaldıracak ve kaşıyacak zamanları yok dersek yeridir. Aklı fikri üniversite sınavında olan bir öğrencinin şiirle ciddi olarak ilgilenmesi ne kadar mümkündür? Aslında şiir insanı rahatlatır, dinlendirir. Ders çalışmaktan çok bunaldığınız bir zamanda elinize bir şiir kitabı alıp rahatlayabilirsiniz. Fakat öğrenciler bunu pek yapmıyor. Genellikle şiire, hikâyeye ve romana zaman ayırma hususunda cimri davranıyorlar. Oysa çok çalışan bir insanın zihni belli bir zaman sonra yorulur. İşte o esnada okuyacağı bir şiirle, hikâye veya romanla pekâlâ dinlenebilir. Bu onların iç dünyalarını da genişletir ve rahatlatır. Bu psikolojik rahatlama yönteminin farkında olanlar olsa da sayıları çok azdır. Onlara şiirin güzelliğini fark ettirmeliyiz. Zaman zaman ders dışı okumalarla rahatlamalarını sağlamalıyız.
Öte yandan okumayı ciddiye almayan, öğrenciliği sadece okula gidip gelme olarak görenler, zaten kitap okumazlar. Onlar vizyona yeni giren filmleri, bin bir çeşit bilgisayar oyunlarını takip ederler. Onlar internet kafelerde zaman öldürürler, kalabalık caddelerde volta atarlar. Her taşın altından onlar çıkarlar. Onlara şiiri ve kitap okumayı sevdirmek zordur. Aslında onların içerisinde de duygu yoğunluğu olanlar çoktur. Ancak planlı ve düzenli bir çalışmayla bu yoğunluk söze ve yazıya dökülebilir. Gençleri bu yöne yönlendirmek hiç de kolay değil. Fakat bence her şeye rağmen onları güzel sanatlara ve şiire yönlendirmeliyiz.
Okullarda şiiri sevdirmek için şiir yazma ve okuma yarışmaları düzenlenebilir. Zaten Milli Eğitim Bakanlığı değişik zamanlarda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenliyor. Fakat bu yarışmalara ilgi bir hayli düşük oluyor. Bunda öğrencilerin ilgisizliğinin yanında düzenlenen yarışmaların da iş savma kabilinden, adet yerini bulsun diye yapılması önemli bir etkendir. Yetkililer öğrencilerin ilgisini çekecek konularda şiir ve kompozisyon yarışmaları düzenlemelidir. Bu yarışmalarda öğrencinin yazma iştahını kabartacak miktarda ödüller verilmelidir. Örneğin vergi hakkında, verem hakkında şiir yarışmaları düzenleniyor hemen her yıl… Bu konularda derinliği olan şiirler yazılamaz; ancak kompozisyon yazılabilir. Fakat neticede kaliteli eserler çıkmayacağı bilinse de düzenleniyor. Daha ciddi yapılmalı bu işler…
Bence her okulun bir peryotik yayın organı(dergi, gazete) olmalıdır. Öğrenciler bu yayın organını bir yazı atölyesine çevirmelidir. Bizler okullarımızda duvar gazeteleri hazırlıyoruz sürekli… Bu gazetelerde belli şairleri, yazarları, belirli gün ve haftaları işliyoruz. Okul içinde şiir ve kompozisyon yazma, şiir okuma yarışmaları düzenliyoruz. Ders yoğunluğu içerisinde bunlara yeterince ilgi olması beklenemez zaten. Bir kere hafta içi öğrencinin her saati dolu, akşamleyin servis gelip öğrencileri alıyor, hafta sonu herkesin okul kursu veya dershanesi var. Öğrenciyle özel olarak çalışılacak, güzel sanatlara, şiire yoğunlaşacak zaman kalmıyor. Öğrenciler yarış atına döndürülmüş, başarı sadece derslerle ve sınavlarla ölçülüyor. Durum böyle olunca şiir rafa kaldırılıyor. Şiiri raftan indirip hayatın merkezine almalıyız.
Selcan FİLİZ: Sayın öğretmenim röportaj için teşekkür ederim, iyi çalışmalar dilerim.
M. Nihat MALKOÇ: Bana bu imkânı verdiğiniz için ben teşekkür ederim.
M. NİHAT MALKOÇ'LA BİLGE TARİHÇİ YILMAZ ÖZTUNA'YA DAİR PAZAR SOHBETİ...
Hizmet Gazetesi: Hocam, çok şerefli bir tarihe sahip bir milletiz. Milletimiz hep vakur yaşamış, tarihte utanılacak işler yapmamıştır. Fakat bütün mesele tarih yazanın tarih yapana sadık kalmasıdır. Bu noktada aklımıza Atatürk'ün şu veciz sözü geliyor: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır.” Peki nedir tarih? Tarih nerede başlar, nerede biter? Tarihe nasıl ve nereden bakmak lazımdır? Bugünkü sohbetimize tarihimizle ilgili nasıl bir giriş yapmak istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Tarih, dünü bugüne, bugünü yarına bağlayan muhkem bir bilinç köprüsüdür. Bu köprü olmasaydı mazimizden haberdar olamazdık; bugünü yarına taşıma imkânından da mahrum kalırdık. Böyle bir durumda dostumuzu da, düşmanımızı da hakkıyla bilemezdik. Sürekli aynı hatalara düşerdik. Bu noktada Üstad Mehmet Akif’in şu serzenişini de göz ardı etmemek gerekir: “Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar/Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
Çok şükür ki şeref tablolarıyla dolu çok zengin bir tarihî geçmişimiz vardır. Dünyada bizim kadar köklü bir tarihî ve medeniyeti olan milletler nadirattandır. Fakat ne yazık ki millet olarak “Derya içredir deryayı bilmezler” misali bu büyük tarihî zenginliğin farkında bile değiliz; bu yüzden de bunun kıymetini bilmiyoruz. Amerikalı tarihçi Bernard Lewis’in bizimle ilgili çok güzel bir sözü vardır: “Batı ülkelerinde bir lise öğrencisi eski metinleri okur ve anlar. Siz bir harf devrimi yaptınız, eski metinler kütüphanelerde kaldı. Eski metinler, zamanında çok ağdalı idi. Binaenaleyh Türk tarihçisine çok önemli vazife düşmektedir. Tarih bir milletin hafızasıdır; tarihini bilmeyen millet, hafızasını kaybetmiş insana benzer.”
Hizmet: Hocam, Cumhuriyet Dönemi Türk tarihçiliğinin mühim simalarından biri de merhum Yılmaz Öztuna'dır. O, milliyetçi ve muhafazakâr bir çizgide yaşamış ve Türk tarihine dair kitaplarını bu iklimin etkisinde kaleme almıştır. Bize Yılmaz Öztuna'nın hayatını kısaca anlatır mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: Bize tarihimizi öğretenlerden ve bu sahada çok büyük emekler sarf eden kişilerden biri olan Yılmaz Öztuna’nın aramızdan ayrılması, beni tarih konusunda biraz da olsa düşünmeye sevk etti. Tarih alanında başlı başına bir otorite olan ve bu konuda binlerce sayfa eser kaleme alan bilge tarihçi Yılmaz Öztuna, 9 Şubat 2012’de, 82 yaşında hayata gözlerini yumdu.
Merhum Yılmaz Öztuna, bize gerçek tarih şuuru kazandıran ender kalemlerden biriydi. O, uzun sayılabilecek ömrünü tarih araştırmalarına adamıştı. O, okuma alışkanlığı olmayan milletimize bile tarihi sevdirebilmişti. Ömrünün son demlerine kadar adeta bir ibadet aşkıyla bildiklerini yazmış, arkasında binlerce makale ve 60 tane kitap bırakmıştır.
Yılmaz Öztuna, düşünceleriyle, yazılarıyla ve birbirinden kıymetli kitaplarıyla hafızalarda yer etmiş mümtaz şahsiyetlerden biriydi. O, ölene dek kalemi elinden bırakmamış, bir ibadet aşkıyla yazmış, doğru bildiklerini okurlarıyla paylaşmıştır. Onun en büyük eseri şüphesiz ki Ötüken Yayınları arasında çıkan 12 ciltlik Büyük Türkiye Tarihi’dir. Bence bu değerli eser, her aydının şahsî kütüphanesinde bulunmalıdır. Merhum Öztuna, bu kıymetli eserinin Giriş'inde tarih konusunda şu anlamlı ve önemli değerlendirmelere yer veriyordu:
“Tarihçi, geçmişin muhasebe ve muhakemesini yapmakta, hâdiseler, şahıslar ve milletler hakkında hükümler vermektedir. Hükümleriyle bazen topyekûn bir toplumu mahkûm etmekte, bir diğer cemiyeti şan ve şerefe boğmaktadır. Hâdiseler değişmez. Şüphesiz tarihi yapan şahıslar ve topluluklar da aynı şahıs ve topluluklar olarak kalır. Fakat değer hükümleri, tarihçiden tarihçiye, bazen hayret uyandıracak derecede değişir. Onun içindir ki Atatürk ‘Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir; yazan, yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır’ demiştir.”
Hizmet: Merhum Yılmaz Öztuna meşhur ve usta bir tarihçi olduğu gibi, çok iyi de bir insandı. O bir gönül adamıydı; hoşsohbetti. Biraz da onun insanî yönünden bahseder misiniz? Öztuna nasıl bir şahsiyete sahipti?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Öztuna; yaşının ilerlemiş olmasına rağmen, çok okuyan, sürekli araştıran, kendini yenileyen, Türkiye ve dünya gündemini çok iyi takip eden, ustalıkla yorumlayan bir kişiydi. Türkiye Gazetesindeki başyazılarında onun gündeme dair isabetli yorumlarını zevkle okurduk. Öztuna, bu başköşedeki yazılarında güncel konuları yorumlasa da, hadiselere bakan kişinin usta bir tarihçi olması, üslubuna da tesir eder, hadiseler tarihi perspektiften yansırdı.
Rahmetli Yılmaz Öztuna iyi bir tarihçi olmasının yanında, sayıları tükenmekte olan iyi bir gönül adamıydı. Hadiselere hiçbir zaman yüzeysel ve taraflı bakmayan, daima hakikati gözeten Öztuna, güzel Türkçemizi de kusursuz kullanma gayreti içerisinde olmuştur. Uzun yıllar boyunca Türkiye Gazetesinde yazdığı başmakalelerinde güncel meseleleri ele alırken bile onlara tarih penceresinden bakmayı ihmal etmemiştir. Evvela tarihî bilgileri aktarmış, günceli onun üzerine bina etmiştir. Böylece gençlere şuur kazandırmayı amaçlayarak adeta bir taşla iki kuş vurmuştur. Bunu yaparken okurlarını güncelin lüzumsuz ayrıntısına boğmamıştır. Onun güncel yazılarını bugün bile okusak, eskimemiş birçok kıymetli bilgiye ulaşabiliriz.
Hizmet: Merhum Yılmaz Öztuna, tarihî herkese ve her kesime sevdiren insandı. Gençlerin tarih bilgisi ve bilinci edinmesinde onun çok büyük hizmetleri vardır. O, ele alınan hangi millet olursa olsun, söz konusu tarih olunca meselelere tarafsız bir bilim adamı ve tarihçi gözüyle bakardı. Türk tarihini gidebileceği en eski noktaya kadar götürürdü. O, 'tarih' adı altında miş'li geçmiş zamanda masallar anlatanlardan değildi. Tarihe bütüncül perspektiften bakardı. Dünle yarın arasında sağlam köprüler kurardı. Biraz da onun tarihe getirdiği bu yeni yaklaşımdan bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Gençliğin tarih bilinci edinmesinde, geçmişle gelecek arasında sağlam köprüler kurulmasında Yılmaz Öztuna'nın büyük hizmeti olmuştur. Zira o, sıra dışı tarih yazıcılığıyla tarihi büyük küçük herkese sevdirmiştir. Zira onun tarihe bakışı yekparelik(bütünlük) arz ediyordu. Hunlardan Türkiye Cumhuriyeti'ne kadar, tarihimize bütüncül gözle bakıyor, devletler ve aktörler değişse de sahnedeki milletin Türk milleti olduğu gerçeğini vurguluyordu. Hun, Göktürk, Uygur, Karahanlı, Selçuklu, Osmanlı ayrı milletler değil, “Türk” olarak adlandırabileceğimiz çınarın birer dalıydı. Bunları farklı devletler olarak görmemek lazımdı; bunlar ancak birer hanedanlık olarak görülebilirdi. Biz bugünkü devletimiz olan Türkiye Cumhuriyetini tek başına ele alma gafletine düşersek bu devletin köklerini en çok 90 sene evveline kadar götürebiliriz. Oysa Türkler 90 sene evvel tarih sahnesine çıkmadılar. Türk milleti olarak tarih sahnesine çıkışımız 2200 sene evveldir. Türkiye Cumhuriyeti, şanlı milletimizin kurduğu son bağımsız devlettir. Bu bakış açısı merhum Yılmaz Öztuna'nın ortaya koyduğu ve savunduğu doğru bir bakış açısıydı. Eski yeni ayrımı yapmadan, onun tarihe bu bütüncül bakışı, tarihî malumatlara olan güveni de artırmıştır. Onun, milletimizin geleceğine dair şu isabetli değerlendirmesi dikkate değerdir:
“Tarihle de uğraşan Namık Kemal, şair sezişiyle ‘Değişmez fen mi vardır, müstakar/eşya mı kalmıştır?’ demiştir. Ben, sınırları bir iki asır olsun değişmeden kalan hiçbir devlet bilmiyorum. Şüphesiz mânevi değerler daha sürekli, daha kalıcıdır. Hatta ebedî olabilir. Maddî nesneler ise devamlı değişir. Ve toplumların geleceğini değiştirir.
Bütün milletler gibi Türk milletini de nasıl bir gelecek bekliyor? Türk devletinin istikbâli nedir? Herhalde bugünkünden epey farklıdır. Zira geçmiş dönemlerde de çok farklı idi. Bu sürekli, bitip tükenmek bilmez oluşumu, son çizgi sanmak kadar gaflet olamaz. Böylesine bir gaflete düşenler devlet yöneticisi iseler, milletlerinin, çocuklarının, ileriki kuşakların geleceğiyle oynarlar. Zira Arz denen önemsiz gezegenin Tarih çağına girişi 5.000 yıldan az fazladır. Ama Arz’ın daha birkaç milyar yıllık ömrü vardır... 1800 Türkiyesi, Nizâm-ı Cedîd Türkiyesi’dir. 1850 Tanzimat Türkiyesi, 1900 Mutlakıyyet Türkiyesi, 1950 Demokrasiyi Tecrübe Türkiyesi... 2000 Türkiyesi Demokrasiye Geçiş...
Atalarımız bizim Meriç’le Ağrı Dağı arasındaki asgarî sınırlar içinde hür ve mutlu yaşayabilmemiz için akıl almaz fedakârlıklara katlanmışlardır. Bu toprakların her karışını kan ve terleriyle yoğurmuşlardır. Gaflet uykusuna dalmamak için göz kırpmamışlardır. Gerçi asırların yorgunluğuyla kendilerinden geçtikleri, uyudukları olmuştur. Ama tekrar uyanıp, daha büyük fedakârlıklar sergilemekten vazgeçmemişlerdir. Bunca gayret, hep gelecek nesillerin mutluluğu için göze alınmıştır. İnsanın fâni olmayan tek özelliği, işte bu devamlılık azmidir. 2500 yılı Dünyası, birçok yıldızı iskân etmiş bir Arz’dır. Kâinatın fethi asırlarında da atalarının mânevî değerlerinden kopmamış milletler, varlıklarını devam ettireceklerdir. Rehâvet, umursamazlık, ahlâksızlık, bencillik uçurumuna düşmemiş toplumlar için gelecek açık ve ümit doludur.”(Türkiye Gazetesi-07 Ocak 2012 Cumartesi)
Hizmet: Son dönem tarihçilerinin kutbu sayılan Yılmaz Öztuna, tarihi bir bütün olarak görürdü. Bu bakış açısında başarılar da, başarısızlıklar da bizimdi. O, tarihî kaynaklardan yola çıkarak yorumlardı. Bu yorumlayışta egemen olan duygular değil, yaşanan gerçeklerdi. Ondan önce birçok tarihçi zamanın modasına uyarak II. Abdülhamit'i yerden yere vururken o, tarihî gerçeklere sadık kalarak onu olması gerektiği şekilde tarafsız olarak yorumlamış ve değerlendirmiştir. Biraz da onun bu yaklaşımlarını bizimle paylaşabilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: İlk makalesi on üç yaşındayken, ilk kitabı ise on beş yaşındayken basılan Yılmaz Öztuna, tarih muhtevalı eserlerinde sadece başarıları yazmıyor, başarısızlıklara da vurgu yapıyordu. Çünkü başarılar da, başarısızlıklar da bizimdi. İnsanın kendi kendini kandırmasının bir anlamı yoktu. Gerçekler elbette bir gün bütün çıplaklığıyla ortaya çıkartılabilirdi. Üstelik inandırıcılığını kaybeden bir tarihçinin okunması da mümkün değildi.
Öztuna, bilinçli olarak kötü gösterilmeye çalışılan Sultan II. Abdülhamit gibi bir kısım Osmanlı padişahlarının itibarlarını iade eden vefalı bir insandı. Bu konuda ders kitaplarında yazılan yanlış bilgilere muhalif bir duruş sergilemiş, onların düzeltilmesini sağlamıştı. O, bir abide niteliğindeki Büyük Türkiye Tarihi'nin son cildinde II. Abdülhamit'i anlatmıştı. Bazı kindar çevreler, onun anlattığı gerçek bilgilerden hoşlanmadığı için, söz konusu bilgiler kendi çıkarlarına ters düştüğü için, bu büyük tarihçinin Türk Tarih Kurumu üyeliğini geri almışlardı. O, bazı gerçekleri savunmanın bedel gerektirdiğini bildiği için, bunları hoşgörüyle karşılamış; fakat hiçbir zaman birilerinin karşısında eğilip bükülmemiş; asil, dik ve diri durmuştur.
Hizmet: Merhum Öztuna, çevresi ve ilgi alanları geniş olan bir insandı. Siyasetten musikiye kadar birçok güzel şeyle ilgilenmiştir. Onun milletvekilliği yaptığı zamanları da biliyoruz. Ömrü boyunca, son nefesine dek hep araştırdı, yazdı, geleceğe birşeyler taşıdı. Bizlere çok zengin bir tarih kütüphanesi ve külliyatı bıraktı. Bunlardan söz eder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Öztuna, bir zamanlar siyasetle de içli dışlıydı. 1969’da Adalet Partisi’nden Konya Milletvekili seçilen Öztuna, bu vesileyle Ankara’ya yerleşmişti. O, tarihçiliğinin yanında İstanbul Konservatuarında müzik eğitimi de almıştı. Müziğe büyük ilgisi ve hizmeti vardı. Türk Mûsikisi Konservatuarının kurulmasında büyük emekler harcamıştı.
82 yıllık uzun sayılabilecek ömrüne çok şey sığdırmıştı Yılmaz Öztuna... O, bu süre içerisinde birçok kıymetli kitap kaleme alarak Türk okuruyla buluşturmuştu. “Bir Darbenin Anatomisi, Türk Tarihinden Yapraklar, Osmanlı Padişahlarının Hayat Hikâyeleri, Türk Tarihinden Portreler, Tarih Sohbetleri 1-2-3, Osmanlı Devleti Tarihi 1-2, Tarih ve Politika Ansiklopedisi, Büyük Osmanlı Tarihi” onun kıymetli kitaplarından sadece birkaçıdır.
Yılmaz Öztuna'nın tarihî konulara merakı ve ilgisi her şeyin fevkindeydi. O bir akademisyen olmadığı halde, ömrü boyunca bir üniversite dolusu akademisyenin yapamadığı büyük işleri yapmıştı. O, resmi ideolojinin dayattığı tarihi değil, araştırma ve incelemeleri neticesinde elde ettiği sağlam verileri okuyucularına sunmuştur. Bu yönüyle bazı kesimlerin hışmına uğrasa da o, doğru bildiğinden şaşamamış, tarihe hizmet etmeye devam etmiştir.
Hizmet: Onun bilmediğimiz özellikleri de vardı. Tam adı, Eşref Edip'in damadı oluşu, radyoculuğu, televizyonculuğu...vs. Bu arada Ayasofya Hünkâr Mahfili’nin ibadete açılması ve Topkapı Sarayı’nda Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur'an okunması onun üstün gayretleri sayesinde gerçekleşmiştir. Bize bunlardan da bahsedebilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ:Milliyetçi bir insan olan tarihçi Yılmaz Öztuna, bu milletin dününü unutturmak isteyenlerle çetin mücadeleler etmiştir. “Büyük Türkiye”, “Osmanlı Cihan Devleti”, “Büyük Türk Hakanlığı” gibi ifadeler onun tarih dağarcığımıza kazandırdığı armağanlardı.
Biz onu kısaca “Yılmaz Öztuna” olarak bilsek de onun tam adı Abdullah Tahsin Yılmaz Öztuna’ydı. O, büyük ilim ve iman adamı Eşref Edip Fergan’ın damadıydı. Yazarlığının yanında, birçok radyo ve televizyon programı da yapmıştı. O, bu programlarda, bazı çevrelerce saklanmak istenen hakikatleri cesurca ifade etmiştir. Ayasofya Hünkâr Mahfili’nin ibadete açılması ve Topkapı Sarayı’nda Hırka-i Saadet Dairesi’nde Kur'an okunması onun ısrarlı gayretleri neticesinde gerçekleşmiştir. Onun tarih bilmenin önemine dair şu ifadeleri gençliğin hafızasına kazınmalıdır: “Gerçek milletler, geçmişlerini iyi bilenlerdir. Geçmişini bilmeyen millet, hafızadan mahrumdur ve davranış aksaklıkları ile illetli bir hayat yaşamaya mahkûmdur. İnsanoğlu için en önemli zaman parçası, içinde yaşadığı andır. Geçmişi çabuk unutur. Günün gelişmeleriyle şartlanmıştır. İnsan karakteri budur. Bununla beraber insanoğlu, geçmişten tamamen kopamaz. Şu veya bu derecede geçmişin etkileriyle yaşar. Bu geçmiş, uzak zaman parçalarına uzanabilir. Hayvan için geçmiş ise, yalnız kendi hayatıdır. Kendi hayatı öncesinde bir geçmişi bilmesi mümkün değildir.”
Hizmet: Bir zamanların gözde dergisi olan Hayat Tarih Mecmuası demek, en çok da Yılmaz Öztuna demekti. O, en velût dönemlerini bu dergi zamanında yaşamıştır? Onun Hayat Tarih Mecmuası ile olan bağı konusunda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Hayat Tarih Mecmuası, Öztuna’nın uzun yıllar boyunca çıkardığı, yazı işleri müdürlüğünü yaptığı bir dergiydi. Söz konusu mecmua 1965’ten 1982’ye kadar yayımlanmıştır. O, bu dergide “Yılmaz Öztuna, Tahsin Tunalı, Abdullah Tunaboylu” isimleriyle yazardı. Yani bu derginin her sayısında onun üç yazısı bulunurdu. O isteseydi kullanacağı müstear isimlerle tek başına bile bir dergi çıkarabilirdi. Bu yönünü de düşündüğümüzde onun velut bir kalem olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu dergi o zamanın şartlarında bile yüz binlerce basılır, bayilerden adeta kapışılarak alınırdı. Bu büyük ilgi, Öztuna'nın üstün başarısıydı. Çünkü onun tarihe tarafsız yaklaşımı okurlara güven veriyordu.
Hizmet: Sohbetimizin bu son kısmında merhum Yılmaz Öztuna'yla ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Öztuna, demokrasiye yürekten inanırdı; gelecekte demokrasinin bütün dünyada en hâkim yönetim biçimi olacağını belirtirdi. O, tarihin büyük değişimlere gebe olduğunu ısrarla söylerdi. Tarihini hakkıyla ve layıkıyla bilmeyen milletlerin hafızadan mahrum oldukları, öte yandan da bütün büyük milletlerin geçmişlerini en iyi bilen milletler oldukları iddiasındaydı.
İnsanlar, vücuda getirdikleri eserleriyle zamana yenilmekten kurtulurlar. Öztuna, bedenen ölse de, eserleriyle hep yaşayacak ve bizleri aydınlatmaya devam edecektir. Onun onlarca ciltlik kitabı, binlerle ifade edilen makaleleri geleceğe aktarılarak, bizleri aydınlattığı gibi, yarınki nesilleri de aydınlatacaktır. O, insan olarak vazifesini fazlasıyla yerine getirerek arkasında hoş bir seda bıraktı. Keşke bu gibi güzel ve kalıcı hizmetler hepimize nasip olsa!..
“Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir” diyen Peygamberimiz, âlimlere çok müstesna bir yer ve değer vermiştir. Merhum Yılmaz Öztuna da bir tarih âlimiydi. Onun ölümüyle milletimiz çok önemli bir değerini ve değerlisini yitirmiştir. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.
M. NİHAT MALKOÇ'LA BİLGE TARİHÇİ YILMAZ ÖZTUNA'YA DAİR PAZAR SOHBETİ...
Hizmet:
M. Nihat MALKOÇ: Trabzon’un Boztepe’sinde bir büyük zatın mezarı vardır. Şehrin bu yüksek ve hâkim tepesinden Trabzon’u temaşa etmeye gelenlerin ekserisi semaverden demli çaylarını yudumlar da hemen yanıbaşlarında bulunan bu büyük insanın mezarını ziyaret etmeden geri dönerler. Bu kişilerin bunu bilinçli yaptıklarını söylemiyorum. Çoğu kişi Boztepe’deki çay bahçesinin hemen yanında bir mezarın bulunduğunun farkında bile değillerdir. Oysa orada bir Hakk ve hakikat dostu, sonsuzluk uykusunu uyumaktadır. Bu kişi Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’dir.
Hizmet Gazetesi:
M. Nihat MALKOÇ: Güçlü bir iradeye sahip olan Ali Şükrü Bey, İstanbul Meclis-i Mebusan’ından Birinci Büyük Millet Meclisi’ne katılan kişilerden biriydi. Bahriye Binbaşılığından emekli olan Ali Şükrü Bey, İstanbul Donanma Cemiyeti ikinci başkanıydı. İngiltere’de okumuştu.
Merhum Ali Şükrü Bey’le ilgili biyografik bilgilerimizi şöyle bir yokladığımızda O’na dair şu bilgilere ulaşabiliriz: “1884 yılında Trabzon’da doğan Ali Şükrü Bey, 1904’te Bahriye Mektebini bitirmişti. 1909’da kurulan Osman-ı Muavenet-i Milliye Cemiyeti’nin ikinci başkanı olmuştu. Donanma Dergisini çıkarmıştı. İttihat ve Terakkiye karşı tavır takınmıştı. 1920’de Osmanlı Meclis-i Mebusan’ına Trabzon üyesi olarak seçilmişti.”
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey taviz vermeyen cesur bir insandı. Önünde onca tehlike sıralansa da hak bildiği yoldan asla dönmezdi. Makam ve mevki hırsı yoktu. İslamın değerlerine sıkı sıkıya sarılan bir kişiydi. Haksızlığa asla dayanamazdı. Meclisin en gür sesli hatiplerinden biriydi. İnandıklarını içine atmaz, boynunu asla bükmezdi. Bütün özellikleriyle Karadeniz insanının hırçınlığı, keskin zekâsı ve hakperestliği kimliğinin bir parçasıydı.
Hizmet:
M. Nihat MALKOÇ: Bir dava ve aksiyon adamı olan Ali Şükrü Bey, Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde(1920-1923) bir muhalefet grubu olarak ortaya çıkan, II. Müdafa-i Hukuk Grubu görüşlerini açıklamak ve yaymak amacıyla 19 Ocak 1923’te, Ankara’da, “Tan” adıyla bir gazete yayınlamaya başlamıştır. Gazetenin sahibi, grubun meclisteki sözcülerinden olan Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey, Mesul Müdürü İbrahim Hıfzı Bey, Genel Yayın Yönetmeni ise Balıkesir Mebusu Hasan Basri Çantay’dı. Ankara’daki Taşcıoğlu binasındaki Ali Şükrü Bey Matbaası’nda basılıyordu. Cumartesi günleri hariç, her gün çıkan gazete dört sayfa olup, fiyatı beş kuruştu. Bu gazetenin ilk sayısında Ali Şükrü Bey yayın ilkelerini şöyle açıklamıştı:
“Gazetenin büyük bir kısmını memleketin hayatî, fikrî ihtiyaçlarına müteallik neşriyata, millî, ilmî mevzulara ve bu yoldaki cereyanlara hasreylemek emelindeyiz. Çünkü bir gazete her şeyden evvel mensup olduğu muhitin ayinesi olmak mecburiyetindedir. Her Türkiyeli, hürdür, hürriyeti taarruzdan masundur. Her türlü hakkına sahiptir. Vatanın muhterem bir uzvudur… Her hususta en büyük muktedamız vatan ve milletin menafi-i âliyesinden(üstün menfaati) ibarettir. Yolumuz hak yolu, millet yoludur Tevfik Allah’tandır.”
Hizmet:
M. Nihat MALKOÇ: Ali Şükrü Bey’in kararlı, inatçı tutumu başının belaya gireceğinin bir göstergesiydi. Nitekim öyle de oldu. Meclis görüşmelerinin birinde bardağı iyice taşırdı. O zaman meclisi Hasan Fehmi Bey yönetiyordu. Gerisini o dönemleri bizzat yaşayan Mahir İz’den dinleyelim: “Başkan ‘Efendim on beş kişi söz aldı, isimlerini okuyorum.’ dedi. Daha liste tamamlanmadan, gözlüklü ve Osmanlı bıyıklı genç bir zât salon kapısının sağ tarafındaki orta köşesinden haykırdı: ‘Reis Bey! Söz istiyorum. Ben üçüncü olarak söz almıştım, sekizinci sırada okudunuz, lütfen sırayı tashih (düzeltiniz) buyurunuz’ dedi. Reis ‘Efendim! Biz burada divan kâtipleri beylerle üç kişiyiz, sizden daha iyi görürüz, listede yanlışlık yoktur.’ deyince; ‘Reis Bey! Ben söylediğim sözü bilirim. Dikkat etmiştim, üçüncü olarak söz almıştım, hakkımı istiyorum.’ dedi. Reis bunun üzerine : ‘Ali Şükrü Bey! Müzakereyi ihlal ediyorsunuz, hakkınızda nizamname-i dâhiliyeyi (iç tüzük) tatbik edeceğim.” dedi. Ali Şükrü, hak istemeye devam edince: ‘Rica ederim Ali Şükrü Bey! Tıkanıklığa sebep oluyorsunuz.’ derken Ali Şükrü Bey salonu terk etmişti.” (Yılların İzi-Mahir İz- İzYayınları)
O akşamdan sonra Trabzonlu Ali Şükrü Bey kaybolmuştu, daha doğrusu kaçırılmıştı.
Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in şehit edilişi üzerine Ankara alarma geçmişti. O’nu öldürenlerin kim olduğu kulaktan kulağa dolaşıyordu. Ali Şükrü Bey, Topal Osman ve adamları tarafından boğdurularak öldürülmüştü. Topal Osman aslında Ali Şükrü Bey’in en yakın arkadaşlarından biriydi. Zira Topal Osman, Trabzon havalisinde Pontosculara karşı yaptığı mücadeleyle tanınıyordu. Çoğu zaman birlikte oturur, çay içer, nargile çekerlerdi.
Hizmet:
M. Nihat MALKOÇ: Ali Şükrü Bey’le Topal Osman sürekli diyalog içindeydi. Çünkü aynı yörenin, aynı iklimin insanıydılar. Birbirlerini ziyaret ederlerdi. Yine günlerden bir gün Ali Şükrü Bey, Topal Osman’ın daveti üzerine Samanpazarı’ndaki evine gitmişti. Odaya girildiği zaman orta yerde tabure gibi küçük bir şey ve karşılıklı arkalıksız hasır örme iki sandalye bulunuyormuş. Osman Ağa kapıya bakan iskemleye geçmiş, Ali Şükrü Bey de karşısındaki iskemleye oturmuş. Nargileler gelmiş. Nargileyi fokurdatırken bir yandan da lakırdı ediyorlarmış. Bu arada kahveler gelmiş. Ali Şükrü Bey kahve fincanını eline alır almaz, Kara Donlu çete efradından dördü yağlı ipi Ali Şükrü Bey’in o eğilmeyen başına geçirmişler. Ali Şükrü Bey o esnada: “Osman! Yaktın beni!” demiş ve bir eliyle oturduğu iskemlenin hasırlarına can havliyle o kadar kuvvetle sarılmış ki ölümünden sonra avucunda o hasır parçaları görülmüş…
Topal Osman, Giresunluydu. Eşkıyalıktan gelmeydi. Emri altında silahlı güçleri vardı. Düzenli ordu kurulmadan evvel elindeki silahlı adamlarıyla düşmana karşı gerçekleştirdiği mücadelelerle tanınıyor, seviliyordu. Çankaya’da resmi muhafız kıtası kurulmadan önce, orada Mustafa Kemal’in koruma vazifesini görüyordu. Yani nerden bakılsa yararlı bir kişiydi. Ama gün geldi işler değişti, çok yakın arkadaşını ısmarlama bir cinayet mantığıyla öldürdü. Fakat ‘Su testisi su yolunda kırılır’ misali birkaç gün sonra da kendisi öldürüldü. Yani Topal Osman’ın yaptığı yanına kâr kalmadı. O’nun da güvendiği dağlara kar yağdı, bu sefer de oyun kendi üzerine oynandı. Öyle ki cesedi Ankara’da Taşhan’ın önündeki meydana asıldı.
Hizmet:
M. Nihat MALKOÇ: Trabzonlu Ali Şükrü Bey yüzbaşıyken istifa ederek siyasete atılmıştı. İttihat ve Terakki’ye karşıydı. Meclis’te sert muhalefetiyle dikkat çeken ‘İkinci Grup’ diye tabir edilen kesimin doğal lideri olarak biliniyordu. Hilafet’in kaldırılması, Lozan Antlaşması ve içkinin yasaklanması gibi konularda muhalefetiyle dikkat çekiyordu. Zira Ali Şükrü Bey’in dinî hassasiyetleri dikkat çekecek derecede barizdi. Meclis-i Mebusan’ın Misak-ı Millî kararlarını almasında O’nun mühim etkisi vardı. İngilizceyi çok iyi bildiği için dünya politikalarından da haberdardı. O, İsmet İnönü’nün bizi Lozan’da hakkıyla temsil edemediği kanısındaydı.
Hizmet:
M. Nihat MALKOÇ:TBMM’de çok sert muhalefet eden Ali Şükrü Bey’in şehit edilişinden sonra O’nun yakın arkadaşları bile bu konu üzerinde konuşmaktan çekinmişlerdir. Çünkü ortam fazlasıyla gerilmişti. İnsanlar Ali Şükrü Bey’den yana görünmekten bile çekinebiliyorlardı.
Hunharca öldürülen Trabzonlu Ali Şükrü Bey, aslında bastırılmış duyguların bir anlamda tercümanı, halkın gür sesiydi. Başkalarının söylemeye cesaret edemediklerini O, yılmadan ifade edebiliyordu. Kendisinde ‘Kral çıplak’ diyebilecek cesaret fazlasıyla vardı.
Hizmet:
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Ali Şükrü Bey’in cenazesine kalabalık bir halk topluluğu iştirak etmişti. Aziz naaşı, rengini şehit kanlarından alan bayrağımıza sarılarak top arabasına konulmuştu. Cenaze daha sonra Trabzon’a gönderilerek bugünkü medfun olduğu Boztepe’ye gömülmüştür.
Hizmet:
M. Nihat MALKOÇ: Şehit Ali Şükrü Bey, herkesin düşüncelerini özgürce söylemesi gerektiğine inanmış, kelimenin tam anlamıyla bu uğurda hayatını ortaya koymuştur. Trabzonlular olarak O’nu daha yakından tanımalı, düşüncelerinden istifade etmeliyiz. Trabzon Belediyesi O’nun adını bir caddeye veya bir yere vererek adının unutulmasının önüne geçmelidir. Zira O, Trabzon’un renkli simalarından biridir. O’nu sevmekten, O’nu yaşatmaktan korkmamalıyız. Giresunlular Topal Osman’ı bir millî kahraman olarak kabul ederek bağırlarına basarlar. Topal Osman onlar için önemli bir değerdir. Giresunlular Topal Osman’ı ne kadar önemsiyorlarsa bizler de asıl mağdur olan ve davası için canını feda eden Ali Şükrü Bey’i o kadar önemsemeliyiz.
Hizmet:
M. Nihat MALKOÇ: Ali Şükrü Bey, Türk siyasetinin sembol isimlerinden biridir. O’nun Türk siyasetinde çok mühim bir yeri vardır. Geleneksel ve dinî değerlerin iyice aşındığı bu çağda, fikirlerini O’nun kadar yaşayan ve yaşatan, bunun için canını ortaya koyan kaç siyasetçi vardır?
Trabzon’un Boztepe isimli hâkim noktasından şehri temaşa eden Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in öldürülüşü Cumhuriyet tarihinin ilk siyasî cinayeti olarak tarihteki yerini almıştır. O dönemde TBMM zabıt kâtibi olan Mahir İz, “Yılların İzi” adlı anı kitabında hem Ali Şükrü Bey’in yıpratıcı muhalefetinden hem de artık hizmetine lüzum kalmayan Topal Osman çetesinden kurtulmak için bir taşla iki kuş vurulduğunu söyler. Ali Şükrü Bey’in şehadeti üzerine, kendisi de milletvekili olan dostu Mahir İz hissiyatını, bir kısmını aşağıya aldığım, “Şehid-i Millet Ali Şükrü Bey’in Rûh-i Mübecceline” adlı şu şiirinde dile getirmiştir:
Hizmet:
M. Nihat MALKOÇ:
“Ey ruh-ı mübarek! Seni bir sâil-i menhûs
Şehrah-ı hakîkatde şehid eyledi ehsûs…
Bir dest-i mehîn, dest-i şakî, dest-i hiyânet
İhnak ile mahveyledi, kahreyledi, lanet.
Kaalin, kalemi rehberi olmuştu sedâdın,
Her yerde tecellî-i hakîkatdı murâdın.
Kurbân-ı fazîletsin, evet hiç şüphe yoktur,
Mağdûr-ı hakikatsin, evet; âleme Makdûr
İfnâ-yı şehâmet
Tarih ile müsbet
Sen ölmedin asla, ölemez çünki hakîkat!
Hiç görmedi hilkat.
Bir böyle tecellîsini kanûn-ı Hudâ’nın,
Makhûr-ı zebûn olduğunu ehl-i Hûda’nın
Ölmezsin evet, yâd-ı hazîninle yaşarken.
Sen sîne-yi milletde kalırsın ebediyen.
Tahlîd edecek fazlını târih-i milel de,
Destân olacak âleme her darb-ı meselde,
Bir hâdise-i mefhareti şanlı gazânın,
Her yâd-ı gam-engizi birer levha-yı nefrîn
Bir âteş-i per kîn.
Ey her sesi bir vecd-i hamiyetle hurûşân,
Fikr uğruna, hak uğruna, nûr uğruna kurbân!
Mefkûre vü dînin/Her azm-i metînin
Etvâr-ı tecellîsini ta’yîn eder ancak
İcâz ü fesâhatla o bir tek hecedir: hak!...
Ey arz-ı fecâyi’deki nâkûs-i mezâlim,
Her darbesi bir umde-i hürriyeti hâdim!
Her sayha-i şûmun
Mat’unu umûmun.”(4 Nisan 1339/Rûmî -1923)
Muhalefet dün olduğu gibi bugün de nerden baksan risklidir. Muhalif olanlar her şeyi göze alabilmelidir. Muhalif görüşleriyle tanınan Ali Şükrü Bey de bunun farkındaydı; fakat bu yolda yürümeye, doğru bildiklerini gür bir sesle haykırmaya kararlıydı. Nitekim öyle de yaptı. Neticede derin hesaplaşmaların kurbanı oldu. Fakat milletin ve Hakk’ın huzurunda büyüdükçe büyüdü. Bu millet hakikatlere ses verenleri, canını ortaya koyanları unutmadı, unutmayacak…
Hizmet:
M. Nihat MALKOÇ:Trabzonlular hemen yanıbaşlarında medfun, Cumhuriyet tarihinin en büyük muhalif seslerinden biri olan Ali Şükrü Bey’i yeterince tanıyorlar mı? Bu soruya olumlu cevap vermek pek mümkün değildir. Çünkü gençlerimiz, genel anlamda insanlarımız ne idüğü belirsiz magazin haberleriyle ilgilenmekten böyle ciddi meselelere yeterince zaman ayıramıyorlar.
Ali Şükrü Bey, Trabzon’un yiğit evlatlarından biridir. O, hak bildiği yolda ısrarla yürüyen, kellesini koltuğuna alabilmeyi göze alan, Karadeniz kadar hırçın ve delikanlı bir kişidir. O, bu iklimin çocuğudur. O, şimdi Boztepe’de çok sevdiği Trabzon’u temaşa etmekte. Bu Hakk dostuna Allah’tan rahmet dilerken, manevi huzurunda saygıyla eğiliyorum…
M. NİHAT MALKOÇ'LA VEFATININ 38. YILINDA ARİF NİHAT ASYA'YA DAİR PAZAR SOHBETİ...
Hizmet Gazetesi: Hocam, Cumhuriyet Dönemi Türk şiirinin mühim simalarından biri de Arif Nihat Asya'dır. O, milliyetçi ve muhafazakâr bir çizgide yaşamış ve şiirlerini de bu iklimin etkisinde kaleme almıiştır. Bize Arif Nihat Asya'nın hayatını kısaca anlatır mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: Türk şiirinin çok mühim simalarından biri olan Arif Nihat Asya, 07 Şubat 1904 tarihinde Çatalca'ya bağlı İnceğiz Köyünde doğmuştur. Şair, doğum yerini bir şiirinde şu mısralarla açıklar: “Nerelisin diye soruyorlar: / İnceğiz köyünde doğmuşum.../İnceğiz'i Çatalca'ya,/Çatalca'yı İstanbul'a bağlamışlar... /İstanbullu olmuşum.”
Arif Nihat Asya, babası Zîver Efendi'yi, doğduktan bir hafta sonra kaybetmiştir. Asya'nın asıl adı Mehmet Arif'tir. Ailenin tek çocuğuydu. Küçük yaşta yetim kalan Mehmet Arif, dedesi İbrahim Tevfik Efendi'nin himayesinde büyümüştür. Annesi de evlenince bir anlamda hem öksüz, hem de yetim kalmıştır. Babaannesi ölünce de köyünden ayrılarak, bir çeşit göçebe hayatı yaşamıştır. Fakat o, çocuk haliyle hayata tutunmayı başarmıştır.
İnceğiz köy okulunda başlayan eğitim hayatı, sırasıyla İstanbul Gülşen-i Maarif Rüştiyesi'nde, Bolu Sultanîsi'nde, Kastamonu Sultanîsi'nde sürmüş; İstanbul Yüksek Muallim Mektebi'nde son bulmuştur. Böylece öğretmen unvanıyla eğitim ordusuna bir nefer olmuştur.
Hizmet: Arif Nihat Asya'nın aile hayatı, evlilikleri ve çocukları hakkında neler söylemek istersiniz?..
M. Nihat MALKOÇ: Aile kurumuna çok kıymet veren bir insandı Arif Nihat Asya. İki kez evlenen Asya'nın ilk eşi Hatice Semiha Hanım'dan iki, ikinci eşi Servet Hanım'dan da iki çocuğu olmuştur. İlk evliliğinde huzuru yakalayamayan Asya, aradığı mutluluğu ikinci eşinde bulmuştur. Bunu da “Ne şiirden, ne şöhrettendir/Mutluluk Arif'e Servet'tendir” dizeleriyle dile getirmiştir. Bu beyit ebcet hesabıyla evlilik tarihleri olan 1941'e karşılık gelir.
Hizmet: Arif Nihat Asya, öğretmen kökenli şairlerimizden biriydi. Öğretmenliği boyunca nerelerde, hangi okullarda çalıştı? Nereden milletvekilli seçildi?
M. Nihat MALKOÇ: Arif Nihat Asya, öğretmen kökenli şairlerimizdendir. Sırasıyla Adana Erkek Muallim Mektebi'nde, Adana Erkek Lisesi'nde, Malatya Lisesi'nde(müdür olarak), Edirne Lisesi'nde, Ankara Gazi Lisesi'nde ve Lefkoşa Erkek Lisesi'nde Edebiyat Öğretmeni olarak görev yapmıştır. Adana ve çevresinde çok sevilen Asya, Demokrat Parti'den Seyhan(Adana) milletvekili seçilmiştir. Bu, onun kendi tabiriyle mektep kürsüsünden memleket kürsüsüne geçişidir. Mecliste çok aktif faaliyetler gösterse de milletvekilliğinden haz almamıştır.
Hizmet: Merhum Arif Nihat Asya'yı en iyi tanıyan ve anlayanlardan biri de onunla şahsî dostluklar kuran şair-yazar Yavuz Bülent Bakiler'di. Bakiler'in onunla ilgili mühim değerlendirmeleri ve anıları vardır. Bize Yavuz Bülent Bakiler'in gözüyle Arif Nihat Asya'yı anlatır mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: Bundan yıllar evvel Yavuz Bülent Bakiler Trabzon'a gelerek Asya'yla ilgili bir konferans vermişti. O, konferansta kadim dostu Asya'yla ilgili çok özel hatıralar anlatmıştı. Ben de bunları not etmiştim. Bu notlarımdan enteresan bulduklarımı aktarmak istiyorum:
“Asya, sıradan bir insan değildi. Onun için de, sıradanlığı sevmezdi. O yıllarda Ziya Gökalp’in kardeşi, abisiyle ilgili olarak bir anma programı düzenlemiş Diyarbakır’da. Arif’i de o anma programına çağırmışlar. Fakat o, şu gerekçeleri ileri sürerek, fikirlerinden ilham aldığı ve çok sevdiği Gökalp’in anma programına katılmamış: “Şimdi orada Ziya Gökalp nerede doğdu, nerede öldü, neler yaptı gibi sıradan ve bilindik şeyler anlatacaklar. Ben bu gibi abidevî şahsiyetlerin kuru kuruya anlatılmasına karşıyım. Basmakalıp ifadelerden hoşlanmam. Onun hususî hayatıdır mühim olan. İnsanlar böyle kuru malûmatlardan usandı artık.”
Bugünün tabiriyle medyadan çok şikâyetçiydi Arif Nihat Asya... O yıllarda TRT bir kez olsun onunla program yapmadı. Program yapmayı bir kenara bırakın, kendisinden bir satır bile söz etmedi. Kıbrıs’ta öğretmenlik yaptığı 1960’lı yıllarda Kıbrıs Rum Televizyonu bile kendisiyle bir program yaptı ama bizimkiler böyle bir şeyi akıl etmedi bile. Ne kadar yazık!...
Arif Nihat Asya, gülümsemesini ve gülümsetmesini bilen nüktedan bir insandı. 1940’lı yıllarda Adana’da bir gece, dostuna ziyarete gitmiş. Malûm, dönüşte eve yürüyerek gitmek zorunda… Ötelerden bir köpek sesi duymuş. Sesin sahibi köpek, iyice yaklaşmış onlara. Kucağındaki çocuğu olan Fırat’ı, eşine vermiş. Başlamış köpekle taktik savaşına. Köpek ne yapmışsa o da onu yapmış. Kendi tabiriyle köpekle hırlaşmış; köpeğe köpeğin diliyle cevap vermiş.15 dakika böyle bir hırlaşmadan sonra köpeği kaçırmış. Bunu aynen bana anlattıktan sonra şöyle devam etti: “Yavuz, biz köpekle köpekçe, insanla insanca konuşmasını biliriz.”
Hizmet: Merhum Arif Nihat Asya cesur ve hazırcevap bir insandı. Karşısında her kim olursa olsun yeri gelince sözünü sakınmadan söylerdi.
M. Nihat MALKOÇ: Asya, hazırcevap bir insandı. Zamanın Millî Eğitim Bakanlarından Hasan Ali Yücel, Malatya’da okulları geziyor. O vakitler Arif Nihat Asya da Malatya’da bir lisede müdürlük yapıyor. Tabiî ki birbirini çok iyi tanıyorlar. Çünkü Yücel, bakanlığının yanında yazar olarak da kendini kabul ettirmiş bir isim… Fakat ikisi de farklı düşüncelerin temsilcileri… Bakan, okulun durumunu beğenmiyor: “Bu ne biçim okul; okuldan çok hapishaneye benziyor.”diyor. Asya cevabı yapıştırıyor: “Efendim ben bu okul yapıldıktan sonra geldim. Yoksa siz beni buraya hapishane müdürü diye mi gönderdiniz.” Bakan Yücel çok kızar ama belli etmez. Arif Nihat’ı bırakmaya hiç niyeti yoktur. Tahkire(aşağılamaya) devam ederek eleştirilerini giyimine yöneltir: “Hoca o ne biçim kıyafet… Paçaların çamur içinde...”der. Asya kızar, hatta köpürür. Şu üstü kapalı ve kinayeli cevabı verir: “Sayın Bakan!.. Paçalarımı ağzınıza almayın.” Daha sonra müdürlükten alınarak Türkçe ve Fransızca öğretmenliğine indirilir.
Hizmet: Arif Nihat Asya'nın nüktedanlığı da meşhurdu. Eleştirirken de ölçülü ve nükteli eleştirirdi. Onun nüktedanlığına örnekler verebilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Nükteleri meşhurdu onun. Eşi Servet Hanım, Kimya öğretmeniydi. O zamanlar onlu not sistemi geçerliydi. Servet Hanım’ın öğrencileri, hocalarını Arif Nihat’a şikâyet etmişler. Bir ilâ beş arasında not verdiğini, beşten yukarı not alamadıklarını, oysa kendisinin genelde beşten aşağı not vermediğini belirttiler. Bunun üzerine Asya şu nükteli cevabı verir: “Biz aile meclisi olarak karar aldık. Birden beşe kadar notlar eşimin, beşten yukarkiler de benim!..”
Lâfı gediğine oturturdu o… Aşırı makyaj yapıp soyunan kadınların bu davranışlarının ardındaki sebebin ne olabileceğine dair kendisine soru yönelten bir muhatabına şu cevabı vermiş: “Onlara sayın demişler, soyun anlamışlar; bayan demişler, boyan anlamışlar!..”
Arif, 05 Ocak 1975’te Ankara Numune Hastanesi’nde öldü. Yakınları onu ölümüne yakın günlerde terk ettiler. Eşi Servet Hanım’a: “Hanım şu telefon defterini getir bakalım. Bizim dostlarımız vardı bir zamanlar!.. Ne oldular şimdi?” diye serzenişte bulunmuştu.”
Hizmet: Merhum Arif Nihat Asya, aramızdan ayrıldığında arkasında zengin bir külliyat bırakmıştı. Onun kaleme aldığı kitaplar hangilerdir?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Arif Nihat, Rahmeti Rahmana kavuştuğunda arkasında millî ve manevî değerlerle örülmüş zengin bir şiir hazinesi bırakmıştır. O hem usta bir şair, hem de usta bir yazar(nasır)dır. Fakat onun şairliği, yazarlığının çok ilerisindedir. Arif Nihat Asya, çok zengin bir şiir külliyatı bıraktı okuyucularına.... Onun kaleme aldığı birbirinden kıymetli şiir kitapları şunlardır: “Heykeltıraş(1924), Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor(1945), Rubâiyyat-ı Arif(1956), Kubbe-i Hadrâ(1956), Kökler ve Dallar (1964), Kıbrıs Rubaileri(1964), Nisan(1964), Emzikler(1964), Dualar ve Âminler(1967), Kova Burcu(1967), Yürek(1968), Avrupa’dan Rubailer(1969), Köprü(1969), Aynalarda Kalan(1969), Divançe-i Arif(1970), Basamaklar(1971), Şiirler(1971), Büyüyün Kızlar Büyüyün(1976), Fatihler Ölmez(1976), Yerden Gökten(1976), Ses ve Toprak(1976), Takvimler(1976)...”
Hizmet: Arif Nihat Asya iyi bir şair olmasının yanında iyi de bir nesir yazarıydı. Fakat onun yazarlığı, şairliğinin gölgesinde kalmıştır. Asya'nın yazarlığı konusunda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Arif Nihat Asya'nın şairliğinin yanında, yazarlığı da çok ehemmiyetlidir. Bir sanatkâr duyarlılığıyla kaleme aldığı nesirlerinde sosyal ve siyasal konuları, yurt gözlemlerini, arkadaşlarını, yakın çevresini, tarihî konuları, dinî meseleleri, aşkı, tabiatı anlatmıştır. Nesir türündeki kitapları şunlardır: “Yastığımın Rüyası(1930), Ayetler(Kanatlarını Arayanlar)(1936), Kanatlar ve Gagalar(1945), Enikli Kapı/Top Sesleri(1964), Terazi Kendini Tartamaz(1967), Tehdit Mektupları(1967), Onlar Bu Dilden Anlar(1970), Aramak ve Söyleyememek(1976), Ayın Aynasında(1976), Kubbeler(1976), Sevgi Mektupları....”
Arif Nihat'ın nesirleri usta işidir. Bu metinleri büyük bir sabırla, adeta bir kuyumcu titizliğiyle kaleme almıştır. Onun bazı sözleri bir çeşit aforizmadır. Sözün bu noktasında bunlara birkaç örnek vermek istiyorum: “Düşünülüyorum, öyleyse varım”, “Onlar asil doğmuşlar çocuğum, bize de asil ölmek kalmış”, “Benim öksüzlüğüm Hz. Adem'in ölümüyle başlar”, “Kulun olarak doğmasaydım, kendiliğimden gelir, fahrî kulun olurdum Allah'ım!”, “Dünün Arşimed'i 'Buldum' diye haykırmıştı. Yarının Arşimed'i 'Kaybettim' diye haykıracaktır”, “Bu dünya düşmanlarını da gemiye alacak bir Nuh ister”
Hizmet: Şair Arif Nihat Asya, Kıbrıs davasına yürek koymuş bir vatanseverdi. O, Kıbrıs'ta öğretmenlik yapmış, burada çok sevilmiştir. Onun Kıbrıs günlerinden bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Şair Arif Nihat Asya, 1960 senesinde DP hükümeti tarafından Lefkoşa'daki Celal Bayar Lisesi'nde öğretmen olarak görevlendirilmiştir. O, görev yaptığı bu okulda öğrencilere öncelikle Türklük ve tarih şuurunu aşılamıştır. Asya'nın bu bilinçlendirme gayreti okulla da sınırlı kalmıyor, Kıbrıs halkını da fırsat ve zemin buldukça hıyanetlere karşı uyandırıyordu. Bu küçük adanın Türk kesimindeki halk, kendisini çok sevmiş ve fikirlerini benimsemişti. O, Kıbrıs Türk'ünün haklı ve şanlı davasıyla ilgili 25'in üzerinde yazı yazmıştır. Kıbrıs Rubaileri adlı şiir kitabı da onun Kıbrıs'a dair yazmış olduğı çok anlamlı ve kıymetli bir eserdir.
Asya, aslında Kıbrıs'ta iki sene kalacak, gerekirse buradaki görev süresi iki yıl daha uzatılıp dört yıla tamamlanacaktı. Fakat o arada 27 Mayıs İhtilali olunca, hoca görev süresinin ilk dilimini bile tamamlayamadan geri çağrılmıştır. Fakat o, Kıbrıs'a olan ilgi ve sevgisini Türkiye'ye döndükten sonra da devam ettirmiştir. Onun Kıbrıs'la ilgili bir dörtlüğünü paylaşmak istiyorum: “Bir gün sana bir falcı gelip ikbâl açar/Bahtında, bakar ki, mutluluk dal dal açar/Gam çekme, der, üç vakte kadar koynunda/Ey yavru vatan, bütün çiçekler al al açar”
Hizmet: Şair Arif Nihat Asya inançlı bir insandı. Onun önemli bir özelliği de Mevlevî olmasıdır. Asya'nın Mevlevîlik yönünden bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Arif Nihat Asya, dindar bir insandı. Milliyetçi oluşu da onun bariz vasıflarından biriydi. Asya, arkadaşı Hakkı Mahmut Soykal vasıtasıyla mevlevî şeyhi Ahmet Remzi Akyürek'le tanışmıştır. Onun müridi olmuştur. Mevlevîlikte mühim noktalara gelmiştir. Hocasıyla olan manevî dostluğunu “Senden el aldığım gün sana vermiştim izin /Hem müridi hem şeyhi olduk birbirimizin” dizeleriyle anlatmıştır. Mevlevilikte önemli merhaleler kateden Asya, aradığı gerçek huzuru da bu dergâhta bulmuştur.
O, Mevlâna'ya yürekten bağlanmıştır. Mevlevî büyüklerini de saygı ve sevgiyle anmış, onlara şiirlerinde yer vermiştir. “Kubbe-i Hadra” adlı şiir kitabı onun Mevlevîliğini açıkça ortaya koyan, bu gelenekten gelen bir adlandırmadır. Onun şu dörtlüğü Mevlâna'ya duyduğu derin sevgiyi göstermektedir: “Mâlûmumuz olmayan murâdınca göğün/Sizlerle helâlleşmeye sıram geldiği gün/Ey sevgili dostlar, beni Mevlânâ'nın/Âriflere giydirdiği hil'atla gömün!”
Hizmet: Şair Arif Nihat Asya, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimize büyük bir aşk ve muhabbet duyuyordu. “Naat” deyince akla belli başlı şairlerin şiirleri gelir. Bunların başında da Arif Nihat Asya vardır. “Seccaden kumlardı” diye başlayan o muhteşem “Naat”, Peygamber dostlarının gönlünde taht kurmuştur. Onun Peygamber sevgisinden söz eder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Asya'nın Resul-i Ekrem Efendimize derin bir sevgisi ve muhabbeti vardı. O, peygamberimize yazılmış olan şiirlerin en uzunlarından biri olan 200 mısralık “Naat”ı kaleme almıştır. “Seccaden kumlardı” diye başlayan “Gelin ey Fâtihalar, Yâsinler!” dizesiyle biten bu muhteşem söz abidesi, bugüne kadar yazılmış naatlar içinde kendine has bir yer tutmaktadır. Bu şiir, söz incileriyle büyük bir özen ve dikkatle gergef misali nakış nakış işlenmiştir.
Naatlar genellikle kaside biçiminde yazılır. Fakat Arif Nihat Asya'nın naatı serbest tarzda(ölçüsüz) kaleme alınmıştır. Bu, aslında naat sahasında yepyeni bir denemedir, o bu denemede çok da başarılı olmuştur. Bu şiirde peygamberimize duyulan derin muhabbet, sevgi, hasret ve hayranlık vardır. Bu şiir dün olduğu gibi bugün de çok sevilerek okunmakta ve ezberlenmektedir. Bu özleyiş dolu şiirden bir bölümü dikkatlere sunmak istiyorum:
“Şimdi seni ananlar,/Anıyor ağlar gibi.../Ey yetimler yetimi,/Ey garipler garibi;/Düşkünlerin kanadıydın,/Yoksulların sahibi.../Nerde kaldın ey Resûl,/Nerde kaldın ey Nebi?... //Gel, ey Muhammed, bahardır.../Dudaklar ardında saklı/Âminlerimiz vardır.../Hacdan döner gibi gel; /Mi’râc’dan iner gibi gel; /Bekliyoruz yıllardır!”
Şair Arif Nihat'ın Resulullah Efendimize duyduğu derin sevgi ve iştiyak sadece bu şiirden ibaret değildir. O, bunun gibi daha birçok şiirinde peygamberimize olan hayranlığını ve özleyiş duygularını defaatle dile getirmiştir. Tarih düşürme sahasında bir üstad sayılan Arif Nihat Asya, Peygamberimizin doğumuna da birçok kez tarih düşürmüştür. Buna da bir örnek verelim şimdi: “Beklerken ümîd, Tanrı’nın gözdesini,/Bir sırrın, kimse açmamış, perdesini…/Vermekteymiş meğer ki 'Arş' Ebced’den/Dünyâya cihânın en büyük müjdesini// Bir mu’cize var, belki siler kuşkusunu:/Ey Asya, çağır şüphelerin yolcusunu/Anlat, ki bu âlemde “Şeriat” bir ağaç…/ Saklar kökü, tarihlerin en kutlusunu(570)”
Hizmet: Sohbetimizin bu son kısmında merhum Arif Nihat Asya'yla ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Türk şiirinin millî ve yerli gür seslerinin başında gelirdi Arif Nihat Asya... Biz onu daha çok “Bayrak Şairi” olarak tanıdık, bildik ve sevdik. O, memleketin değerleriyle değerlenen, milletimizin dertleriyle dertlenen mümtaz bir söz eriydi. Kim bilir şimdi çok uzaklarda yine Hakk'ı ve hakikati terennüm etmektedir. Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun.
M. NİHAT MALKOÇ'LA ÇANAKKALE ZAFERİ ÜZERİNE PAZAR SOHBETİ
Hizmet Gazetesi: Hocam, tarihten bugüne savaşlar mazlumların kâbusu olmuştur. Dünyada huzur bırakmamıştır. Dünyayı kan gölüne çevirmiştir. Ne dersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Güzel dünyamızı kan gölüne döndüren savaşların insan ruhundaki tahribatı sanıldığından çok daha büyüktür. Bu savaşlarda yakınlarını kaybedenlerin iç dünyalarına ayna tutulabilse o aynada kim bilir ne büyük yanardağlar görülür. Çünkü nerden bakarsanız bakın savaş maddî ve manevî bir yıkımdır; ruhların infilâkıdır. Atatürk’ün “Ulusun yaşamı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir” sözü bu gerçeği ortaya koymaktadır.
Hizmet: Savaşlar ve acılar bahsine girince ister istemez Çanakkale geliyor insanın aklına. Çünkü Çanakkale'de havsalamızın almakta zorlanacağı bir ölüm kalım mücadelesi yaşanmıştır. Bu savaşın ruhlarda yaptığı tahribat, edebiyatımıza da yansımıştır. Bu konudaki duygu ve düşüncelerinizi bizimle paylaşır mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: Ortalığın kan gölüne döndüğü Çanakkale, Türk tarihinin dönüm noktalarından biridir. Türk milleti için adeta ikinci bir Ergenekon’dur. Bu kanlı coğrafyada emperyalistlere unutamayacakları bir ders verilmiştir. İngilizler, Yeni Zelandalılar, Avustralyalılar ve onların işbirlikçileri burada bir milleti boğmak istemiştir; tertemiz bir coğrafyayı kana bulamışlardır. İslam’ın haremine girmişlerdir. Fakat serdengeçti cengâverlerimizin kahramanlıklarıyla ve Rabbimizin inayetiyle şer güçler bozguna uğrayarak ölenler ölmüş, kalanlardan canını kurtarabilenler geri dönmüşlerdir. Hilal gönderde dalgalanırken, Haç boynunu bükmüştür.
Bir milletin ölüm kalım mücadelesi olan Çanakkale, Türk edebiyatının şaheserlerine konu olmuştur. Şairler ve yazarlar Çanakkale’den ilham alarak eserler vücuda getirmişlerdir. Bu hüzün coğrafyasını nice kalem erbabı eserlerine yansıtmıştır. Kalemlerde mürekkep yerine, adeta gözyaşı kullanılmıştır. Böylece bizde de bir savaş edebiyatı oluşmuştur.
Acıların, hüzünlerin ve ayrılıkların kol gezdiği savaşlar; hammaddesi duygu olan edebiyatın vazgeçilmez malzemeleridir. Bu yüzden birçok milletin savaş edebiyatları mevcuttur. Bu milletlerden biri de Türklerdir. Bizim de zengin sayılabilecek bir savaş edebiyatımız vardır. Çünkü şanlı milletimiz tarih boyunca cepheden cepheye koşmuş, emsalsiz zaferler kazanmıştır. Yaşananların hissiyata yansıyarak kalıcı olması ve gelecek nesillere aktarılması için bu zaferler ve hezimetler edebî eserlerde sıkça işlenmiştir.
Türk edebiyatına en çok konu olan tarihî dönemeçlerden biri de yedi düvele karşı kazandığımız Çanakkale Zaferi’dir. Bu zafer Osmanlı’nın sonsözü olsa da, yeni Türkiye’nin bir anlamda Önsöz’üdür. Bu eşsiz zafer, edebiyatımızda çok farklı ve özel bir yer tutar.
Hizmet: Çanakkale birçok milletten ve milliyetten insanın çarpıştığı, kanını toprağa akıttığı bir savaş olmuştur. Bugünkü Türkiye'nin temelleri o savaşta atılmıştır dersek abartmış olmayız. Zira Çanakkale modern Türkiye'nin Önsöz'üdür. Çanakkale Savaşı kaybedilseydi İstanbul da giderdi. Siz ne dersiniz bu konuda?
M. Nihat MALKOÇ: Kanla yazılmış bir destandır Çanakkale… O büyük savaştan sonra gökler barut, toprak kan kokmuştur uzun zaman. Küllerinden doğmuştur ateşe verilmek istenen vicdanlar… Ecnebiler ne kadar çırpınsa da şanlı bayrağı gönül gönderinden indirememişlerdir. Tevhidin emaresi olarak minarelerden okunan ezanı susturamamışlardır. Asım’ın tertemiz neslini yıldıramamışlardır. Türk’ü, Kürt’ü, Laz’ı, Çerkez’i bu cephede omuz omuza vererek tertemiz kanlarıyla şanlı bir destan yazmışlardır. Bu zafer tarihe sığmayacak kadar büyüktür. Onun içindir ki Çanakkale Zaferi, şairlerimizin şiirlerinin vazgeçilmez konularından biri olmuştur.
Hizmet: Türk şiirinde Çanakkale Zaferinin apayrı bir yeri vardır. Birçok büyük şairimiz bu tarihî süreçle ilgili abidevî söz anıtları oluşturmuşlardır. Mehmet Akif'in “Çanakkale Şehitlerine” şiiri bunların başında gelir. Şiirle uğraşıp da Çanakkale ile ilgili şiir yazmayan yok gibidir. Şairlerin Çanakkale'ye rağbetinin nedeni sizce nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Hakkında en çok şiir yazılan zaferlerden biridir Çanakkale… Birçok şairimiz bu mühim zaferi şiirlerinde ebedileştirmiştir. Bu şairlerin başında hiç şüphesiz ki Mehmet Akif Ersoy gelmektedir. Çanakkale’de ölümüne savaşan askerlerimizin asil ve dik duruşunu onun kadar güçlü anlatan başka bir şair yoktur. İstiklal Marşı’nı yazarak milletine hediye eden Millî Şair Mehmet Akif, Hilâl’in Salip’e karşı kazandığı Çanakkale Zaferini de destanlaştırmayı ihmal etmemiştir. Onun “Çanakkale Şehitlerine” adlı muhteşem eseri, kelimenin tam anlamıyla bir şiir anıtıdır. Bu harikulade şiir, o sıkıntılı günleri bizlere tekrar yaşatır. Bu şiiri okurken tüylerimiz adeta diken diken olur; kalbimiz göğüs kafesimizden taşmak ister. Sanki kıyama durur kelimeler… Sözlerin her biri millî bir ruha bürünür. Mehmet Akif, Çanakkale kahramanlarına yazdığı bu emsalsiz şiirde bu zor savaşı kelimelerle şöyle canlandırmıştır:
“Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer
O ne müthiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer...
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.”
Çanakkale, bu milletin millî bir davasıdır. Milletini canından çok seven söz erleri olan şairler bu millî davayı işlemeyi kendilerine vazife addetmişlerdir. Şairliğin dönüm noktalarından biri olarak Çanakkale şiiri yazmayı görmüşlerdir.
Hizmet: Çanakkale ile ilgili kısa ve öz şiir yazanlardan biri de Necmettin Halil Onan’dır. Onun “Bir Yolcuya” adlı şiiri Çanakkale sırtlarına yazılmıştır. Bu şiirin Çanakkale şiirleri içerisindeki yeri ve önemi nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Çanakkale Savaşı; Türklerin esaret zincirlerini kırarak, özgürlüğün ufuklarına kanatlandığı, hürriyetin bedelini kanlarıyla ve canlarıyla ödediği bir savaştır. Çanakkale kıpkızıl akşamların aydınlık fecirlere döndüğü kutlu bir seherdir. Çanakkale ruhunu en iyi anlatan şairlerden biri de Necmettin Halil Onan’dır. Onun Gelibolu yamaçlarında yazdığını söylediği “Bir Yolcuya” adlı şiiri, kısa olmasına rağmen Çanakkale ruhunu en iyi yansıtan şiirlerden birisidir. Bu derin şiir, günümüzde Çanakkale sırtlarına yazılmıştır. Çanakkale sıradan bir toprak parçası değildir Onan’ın gözünde. Zira bu topraklar kanla yoğrulmuştur. Bir milletin nabzı atmaktadır bu topraklarda. Geçmişin daima hatırlanmasını isteyen şair Necmettin Halil Onan, bu şiirinde Çanakkale’den gelip geçenleri şöyle uyarmaktadır:
“Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın
Bu toprak bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver, bu sâkit yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.”
Hizmet: Çanakkale, hangi düşünceden olursa olsun, bu milletin bütün fertlerinin yüreğinde yaşayan bir davadır. Her kesimden şair, bu davayı şiirlerine konu edinmiştir. Bunlardan biri de, halk şiirimizin modern çizgiye oturmasında önemli katkılarda bulunan Behçet Kemal Çağlar'dır. Onun Çanakkale şiirinden bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Türk’ün ateşle imtihanıdır Çanakkale… Düşmana mezar olmuştur bu kutlu topraklar… Burada kara toprak yatak, masmavi gökler yorgan olmuştur kınalı kuzulara. Seyit Onbaşılar burada Allah’ın sonsuz inayetiyle imkânsızı mümkün kılmışlardır. Burada bir tümene bedel olan Yahya Çavuşlar, binlerce askerden oluşan İngiliz birliklerini durdurma cesareti göstermişlerdir. Çanakkale ile ilgili şiir yazan şairlerden biri olan Behçet Kemal Çağlar, “Çanakkale Destanı” adlı şiirinde Çanakkale’yi “Mahşerin dünyada kurulduğu yer” olarak nitelemektedir. Çağlar, şiirinin devamında Çanakkale’yle ilgili şunları söylemektedir:
“Ejder ateş salan arslan böğrüne,
Timsah diş saplayan insan bağrına
İstanbul denilen canan uğruna,
Yüz bin canın yere serildiği yer...”
Hizmet: Çanakkale'yi en güzel anlatan şairlerden biri de Beş Hececilerin en büyüğü olan Faruk Nafiz Çamlıbel'dir. Onun Çanakkale şiiri hecenin en güzel örneklerindendir. Çamlıbel 'in Çanakkale şiirinden söz eder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Türk’ün geçit vermez kalelerinden biri olan Çanakkale’yi şiirlerinde ebedileştiren şairlerden biri de Beş Hececilerden biri olan Faruk Nafiz Çamlıbel’dir. O, “Çanakkale” adlı şiirinde bu savaştaki güçlerin orantısızlığına vurgu yapmaktadır. Bizim askerlerimizin mızrakla, okla ve yayla savaştığını, düşman ordularının güçlü bir kara ve deniz ordusuna sahip olduğunu dile getirmekte ve “Karşına çıktı düşman çelikten bir alayla” demektedir.
‘Ölüme davet’ olarak da niteleyebileceğimiz amansız bir savaştır Çanakkale... Korkusuz Türk askeri, her şeyi göze alarak bu davete icabet etmiştir. Ölüm, ölümsüzlüğe uzanan bir köprü olmuştur onlar için... Çanakkale Savaşı’nda bizim toplarımız düşmanların koca donanmasıyla, tüfeklerimiz düşmanın bataryalarıyla başarılı bir şekilde mücadele etmiştir. Neticede yüreklerdeki pörsümez iman, çelikten alaylara galebe çalmıştır. Çamlıbel, Çanakkale’yi ‘silahın inançla sövüştüğü yer’ olarak tanımlamaktadır. Faruk Nafiz Çamlıbel’in dizelere can kattığı ve kanat taktığı “Çanakkale” adlı bu şiiri şu dörtlükle başlamaktadır:
“Övün, ey Çanakkale, cihan durdukça övün!
Ömründe göstermedin bin düşmana bir düğün.
Sen bir büyük milletin savaşa girdiği gün,
Başına yüz milletin birden üştüğü yersin!”
Hizmet: Osmanlı Devletinde birçok padişah, onca devlet işlerini gördükten sonra şiirle de ilgilenmişlerdir. Bunlardan biri de Sultan Reşad'dır. Bu son dönem padişahı, Çanakkale ile ilgili hissiyatını dizelere dökmüştür. Bundan bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Çanakkale Zaferi sadece şairleri değil, padişah Sultan Reşad’ı da heyecanlandırmış, onun bu zaferle ilgili gazel yazmasına sebep olmuştu. Bu gazele zamanında yüzlerce tahmis yazılmıştır. Yahya Kemal Beyatlı da Sultan Reşad’ın bu gazeline tahmis yazanlardandır. Beyatlı’nın “Tahmis-i Gazel-i Hümayun” adlı şiirinin ilk bölümünü paylaşmak istiyorum:
“Cepheden topları ejder gibi bârû-efgen
Arkasından gemiler bir sürü dîv-i âhen
Gökde tayyârelerinden saçarak nâr-ı fiten
Savlet etmişdi Çanakkal‘aya bahr ü berden
Ehl-i İslâmın iki hasm-ı kavîsi birden”
Hizmet: Beş Hececilerin bir diğeri olan Enis Behiç Koryürek de Çanakkale'ye kayıtsız kalamamış, o da Çanakkale temalı güzel bir hece örneği vermiştir. Bu şiire değinir misiniz? Bu şiirden bir dörtlük örneği verir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Dağların, taşların tekbir sesleriyle inlediği yerdir Çanakkale… Tek dişi kalmış bir canavarın kanaryaya alçakça saldırısıdır. Hepimiz bu savaşın muhatabı ve mağduruyuz. Zira Çanakkale Savaşı’nda hemen her evden bir veya birkaç kişi şehit olmuştur. O büyük yaralar, aradan bir asra yakın zaman geçmesine rağmen kabuk bağlamamıştır. Bugünkü neslimiz o tertemiz şehitlerin soyundandır. Bu sebeple mayası temizdir neslimizin. O nesil tertemiz kanını katmıştır al bayrağa. O neslin torunları var oldukça bu bayrak hep dalgalanacaktır.
Şairler Çanakkale’deki ulvî hissiyatın tercümanı olmuşlardır. Bu büyük cephede yaşanan acıları ve zaferden sonraki tarifi imkânsız mutlulukları şiirleriyle ebedileştirmişlerdir. Çanakkale’yi şiirlerinde işleyen şairlerden biri de Enis Behiç Koryürek’tir. O, dünyayı ‘alçak’ olarak niteleyerek şehitlere ‘Günahkâr gözyaşım layık mı size?” diye soruyor. O, “Çanakkale Şehitliği’nde” adlı şiirinde mübarek kanlarıyla toprağı sulayan yiğitlere şöyle seslenmektedir:
“Ey şimdi köyünden pek çok uzakta
Ey şimdi bir yığın kara toprakta
Uyanmaz uykuya dalan yiğitler!
Şehitlik şanını alan yiğitler!..”
Hizmet: “Çanakkale” deyince şairler adeta birbiriyle yarışmışlardır. Mehmet Akif Ersoy’un yakın dostu olan Mithat Cemal Kuntay da Çanakkale'ye dair duygularını dizelere dökmüştür. Neydi bu şiir? Biraz da buna değinir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Çanakkale, vatan sevgisinin en ileri noktasının somutlaşmış hâlidir; faniliği aşıp bakiliğe erişmektir. Çanakkale’yi layıkıyla anlamak için yüreklerin imanla ve ihlâsla çarpması zaruridir. Şehitlik çok büyük bir manevî makamdır; uhrevî saltanatların en güzelidir. Allah-ü Teâlâ şehitler için “Allah yolunda öldürülenlere ‘ölüler’ demeyin. Onlar diridirler fakat siz farkında değilsiniz” diyor. Bu ne büyük bir mükâfattır şehitler için... Şehitliğin bu manevî cephesini hakkıyla bilmeyenler, o savaşta ölenlerin yüce gayesini elbette ki anlayamazlar.
Merhum Mehmet Akif Ersoy’un yakın dostu olan Mithat Cemal Kuntay’ın da Çanakkale’ye dair şiirleri vardır. O da Çanakkale’yi, yazdığı şiirlerle ifade etmeye çalışmıştır. O da Necmettin Halil Onan gibi Çanakkale topraklarına destursuzca girilmemesi gerektiğini, orada ölenlere, o topraklarda yatanlara saygı, sevgi ve hürmet gösterilmesini ısrarla ister:
“Basma, sahilleri hep insan eti
İki yüz bin ölünün iskeleti.
Basma, ta Ankara’dan tut da Van’ın
Yıkılan namütenahi yuvanın
Canlı enkazı olan evlâdı
Bu sevâhilde geçen yel kanadı.”
Hizmet: Çanakkale, pak ruhlu “Asım'ın Nesli”nin zaferidir. Son olarak Türk şiirinde Çanakkale zaferi bahsine dair neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Çanakkale, sadece ‘yedi düvel’ diye tabir edilen düşmanla değil, yoklukla ve yoksullukla da savaşılan bir yerdir. O zamanlar askerlerimizin sırtında paltosu, ayağında potini yoktu. Kışa, soğuğa ve ayaza karşı da bir büyük mücadele verilmiştir Çanakkale’de… Fakat söz konusu olan vatansa gayrisi onlar için teferruattan ibaretti. Bunların hepsi aşılırdı, nitekim de aşılmıştır. Onların bu fedakârlıkları neticesinde Çanakkale Boğazı geçilememiştir.
Çanakkale’de ölümüne savaşarak şahadet şerbetini içenler, son damla kanları akana kadar savaşanlar, Mehmet Akif’in ifadesiyle ‘Asım’ın Nesli’ydi. Onlar helal süt emmişlerdi analarından… Yurdu yavuklu bellemişlerdi. Onlar cefakâr analarının besleyip büyüttüğü, sonra da asker ocağına gönderdiği kınalı kuzulardı. Onun içindir ki namuslarını çiğnetmediler. Onların torunları olan bugünkü gençler de o şanlı bayrağı gönderden indirmeyecektir. Bu millet ve bu gençlik, zor zamanlarda toparlanmasını, bir ve beraber olmasını, kenetlenmesini çok iyi bilir. Tarihimiz bunun şanlı örnekleriyle doludur. Sözün bu noktasında Çanakkale’de şehit düşerek ruhlarını ölümsüzleştiren cennet erlerine Akif’in şu mısralarını sunuyorum:
“Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.”
Çanakkale, dünden bugüne yüzlerce şiire konu olmuştur. Bu ruh yaşadıkça bundan sonra da birçok vefalı şairimiz tarafından işlenmeye devam edilecektir. Ruhları şâd olsun.
M. NİHAT MALKOÇ'LA GAZETECİ ERGUN GÖZE'YE DAİR PAZAR SOHBETİ...
Hizmet Gazetesi: Hocam, güzel insanların aramızdan ayrılması, ölümü gündemimizin başına oturtuyor. İşte onlardan biri de ebediyete yolcu ettiğimiz gazeteci-yazar Ergun Göze... Her faninin bir gün mutlaka yaşayacağı ölüm, size neleri çağrıştırıyor? Ölüm nedir, ne değildir? Bir duygu insanı olarak, Ergun Göze'nin ölümünü de hesaba katarak bu konuda ne dersiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Ölüm yine bozdu bağlarımızı. Kırdı dallarımızı fırtınalar, boranlar... Sert esen rüzgâr sürükledi, götürdü canları toprağın kara bağrına. Bahardan bir hatıra kaldı geriye. Tebessümler asılı kaldı sisli aynalarda. Gidişler kalanların zihninde acı izler bıraktı. Gidenlerin ardından bakakalanlar acıyı azık ettiler. Derin bir uykuya daldı hatıralar… Gidenler biraz da bizleri götürdü uzak diyarlara. Geride “Süreyya” misali yıldızlar bıraktılar. Yeni bir hayatın temelini attı gidenler… Sonsuzluğun kapısından geçip menzile vardılar. Dünyadaki fanilikleri de toprak oldu onların göçüsüyle birlikte. Ayrılığın hüznünü kalanlar çekti içine. Gidenler acıyı emanet bıraktılar. Geride kalanlar hayata tutundular en zayıf noktasından. Gidenler bir daha geri dönmemek üzere ayrıldılar bu limandan; vedalaşmaya bile zaman bulamadan. Evvel gidenler gittikleri yerde daha kıdemlidirler şimdi…
Üstad’ın “Ölüm bu, güzel şey, budur perde ardından haber;/ Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü peygamber” dizeleri bize ölümü şirin gösteriyor. Biz kabul etmeye yanaşmasak da ölüm güzellikler ülkesine, sonsuzluklar diyarına yol almaktır. Hayatı sonsuzluk aşısıyla tazelemektir bir anlamda. Onun içindir ki ölüm sonsuz hayata açılan geniş bir kapıdır. Bu kapıdan geçmeyen yiğit çıkmadı bu güne kadar; bundan sonra da çıkmayacaktır elbette....
İnsanlar vardır bir çınar misali dimdik yaşar ve öylece eğilip bükülmeden emaneti sahibine teslim ederler. Onlar ki sadece Hakk karşısında eğilirler. Onların; peşinde koştukları, varını yoğunu uğruna feda ettikleri davaları vardır. Bir ömür boyu aynı çizgide yaşarlar; eğilip bükülmezler. İşte vasıflarını belirttiğim bu insanlardan birini daha ebediyete uğurladık.
Hizmet: Hocam, aslında asıl gelmek istediğim konu, geçtiğimiz yıllarda ebediyete uğurladığımız gazeteci-yazar Ergun Göze... Bu büyük halk ve Hakk dostunu ne yazık ki kaybettik... Bize gazeteci-yazar Ergun Göze'yi insanî yönleriyle anlatabilir misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Tarihler 13 Kasım 2009’u gösterdiğinde bir kalp durdu Babıâli’de… Türk basınının muhafazakâr kalemlerinden Ergun Göze, Hakk’a yürüdü. Hak bildiği yolda yürüyen ve kalemini adeta bir hançer gibi kullanan Ergun Göze artık yok aramızda. Türk basın hayatının onurlu kalemlerinden biriydi Göze… Fikir hayatımızın gözelerinden biri daha kurudu ne yazık ki!... Koca bir çınar devrildi sessizce… Fırtınalı bir hayat sükûnetle son buldu.
O, milliyetçi muhafazakâr bir kalem olarak biliniyordu. Doğru bildiğini söylemekten çekinmedi hiçbir zaman… Hak ve hakikat davasının emrine verdiği kalemi bir kılıç kadar keskindi. İmanlıydı, ihlâslıydı ve büyük bir vatanseverdi O… Anadolu’nun bağrından, Sivas’tan kopmuş bir seldi Ergun Göze… O, önüne engel olarak dikilen şer güçleri büyük bir cesaretle ezmesini bilmiştir. Sözünü hiçbir zaman muhataplarından sakınmamıştır. Nefes aldıkça kimseye minnet etmemiştir. Ömrünce mal mülk peşinde koşmamıştır. Onun için varsa yoksa hak ve hakikat davasıydı. Gerisi teferruattan ibaretti bu dünyada.
Onun heyecanı hiçbir zaman eksik olmazdı. Çünkü sırtladığı Türk-İslam ülküsü bu coşkuyu ve heyecanı diri ve iri tutuyordu. Polemikçiliğiyle de tanınıyordu. Çoğu meslektaşı menfaat rüzgârının esiş yönüne göre sürekli cephe değiştirirken o, aynı noktada sabit ve daim duruyordu. Nokta kadar menfaat için virgül gibi eğilmeyi zül ve onursuzluk sayıyordu.
Hizmet: Ergun Göze, Babıâli'de çok tanınan, saygı duyulan ve sevilen bir simaydı. Çok geniş bir çevresi vardı. Onun dost halkasından söz eder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Dost canlısı bir insandı Ergun Göze… Dostlarıyla aynı havayı teneffüs etmek için zaman ve mekân engel değildi hiçbir zaman… Çok geniş bir dost halkası vardı Göze’nin... Peyami Safa’dan Necip Fazıl’a, Fethi Gemuhluoğlu’dan Aydın Bolak’a kadar çok geniş bir dost çevresi vardı. Muhabbet konuları memleket meseleleriydi. Futbol ve magazin lakırdıları dillerinden ve gönüllerinden fersah fersah uzaktı. Memleketteki kısır döngü ve idealsizlik onu fazlasıyla üzerdi. Memleketteki ahlakî çöküş onun içinde bir yaraya dönüşmüştü.
Necip Fazıl, Peyami Safa ve Cemil Meriç gibi sağın aydınlarıyla derin dostlukları vardı Ergun Göze’nin. Bu üç münevveri, onun kaleminden okumak apayrı bir keyiftir. Bu keyfi yaşamak için onun “Üç Büyük Muzdarip” adlı kıymetli eserini okumak gerekir.
Hizmet: Merhum Ergun Göze'nin gazetecilik ve yazarlık dışında asıl mesleği neydi?
M.Nihat MALKOÇ: Merhum Ergun Göze aslında İstanbul Barosu’na kayıtlı bir avukattı. Avukatlık görevini uzun süre sürdürmüştü. O zamanın barosuyla mücadeleleri meşhurdur. Bu arada basın yayın işlerini de yürütüyordu. Çok geniş bir ilgi ve bilgi alanı vardı onun. Edebiyattan musikiye kadar pek çok güzel sanatla yakından ilgilenirdi. Geleneksel sanatlara alakası çok büyüktü. Bunları yayılması ve yaşatılması için kalemini her fırsatta kullanırdı.
Hizmet: Gazeteci-yazar Ergun Göze'nin, adıyla özdeşleşen Tercüman'ından ve Tercüman yıllarından bahseder misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Ergun Göze’nin Tercüman’ı benim de severek okuduğum ve her fırsatta aldığım bir gazeteydi. Kemal Ilıcak’ın Tercüman’ı o zamanlar sağın büyük gazetelerindendi. Tarihî bir misyonu omuzlamıştı bu güzide gazete. Bir mektep vazifesi görüyordu muhafazakâr çevrede. Bu gazetenin üç büyük atlısı vardı: Ergun Göze, Ahmet Kabaklı, Tarık Buğra… Göze’nin “Köşebaşı” köşesi ilk okuduğum kısımdı. Çünkü onun parlak düşüncelerine katılmadığım pek olmazdı. Onun meseleler karşısındaki tavrı benim düşüncelerimle örtüşürdü çoğu zaman…
Hizmet: Ergun Göze'yi hayata bağlayan millî ve manevî değerleriydi. O, bu değerlerin toplumda yaygınlaşması için bir ömür mücadele verdi. Onun hayatını ve hatıratını anlattığı kitabı “Yaşasın Hatıralar” adını taşıyordu. Biraz da bundan bahseder misniz?
M.Nihat MALKOÇ: Ergun Göze son nefesini verdiğinde 78 yaşındaydı. Fakat kendisini hayattan hiçbir zaman soyutlamamıştı. İlerleyen yaşına rağmen, geleceğin imanlı nesilleri için yapması gerekenler vardı. O, çok büyük zorlukları aşarak bugünlere gelmişti. Günümüz gençliğinin bu acı tecrübeleri yaşamaması için onların yolundaki engelleri bertaraf etmekle meşguldü.
Ergun Göze, Babıâli’de geçen elli yılını “Yaşasın Hatıralar” adlı eserde dile getirmişti. Ergun Göze, “Gazetecilik, yazı hayatı bir mikrop gibi insanın içine girdi mi, bir daha çıkmaz. Ben de, gazeteciliğe bir fikir içinde olduğum için, o fikrin çok saldırıya ve haksızlığa uğradığını gördüğüm için girdim” demişti. Gerçekten de Göze, inançlarının savunuculuğunu yapmıştır kaleme aldığı yazı ve kitaplarında. Düşüncelerini müdafaa etmiştir sürekli...
Merhum Ergun Göze’yi yakından tanımak için onun “Yaşasın Hatıralar” adlı anı kitabını dikkatlice okumak gerekir. Ergun Bey, Tercüman gazetesinde yaşadıklarını bu kitapta 170 sayfa boyunca anlatmıştır. O, “Babıâli’de Sabah” gazetesinde genel yayın müdürü olarak görev aldığı yılları, yakın tarihin mühim dönemlerini, ihtilalleri, kalem kavgalarını Yaşasın Hatıralar’da bir bir anlatmaktadır. İyi ki böyle bir hatıra kitabını kaleme almış. Zira bu kitap sayesinde yakın geçmiş hakkında birinci ağızdan doğru bilgilere ulaşabiliyoruz.
Hizmet: Merhum Ergun Göze'yle ilgili bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?
M.Nihat MALKOÇ: 2009 yılında Trabzon’da, valiliğin öncülüğünde “Kitaplı Hayaller Vadisi” adlı bir kitap şenliği düzenlendi. Bu şenliğe Türkiye’nin değişik yerlerinden şair ve yazarlar davet edildi. Bunlar arasında merhum Ergun Göze’nin muhterem eşi Hicran Göze ve kızı Zeynep Uluant da vardı. Bu kitap şenliğinde ben de mihmandar olarak görevliydim. Ergun Bey’in eşi ve kızıyla uzun ve derin sohbetler yaptık o zamanlar... Ergun Bey de hasta olmasaydı bu kitap şenliğine katılacaktı. Eşinden Ergun Bey’in telefon numarasını aldım. Kendisine telefon ederek geçmiş olsun dileklerinde bulundum. Meşgul olduğu için kısa konuştuk. Fakat kendisi daha sonra beni aradı. Telefonda güzel bir sohbet ettik. Eşinin ve kızının yanımda olduğunu söyleyince “Ben de gelecektim Trabzon’a ama sağlığım elvermedi. Eşimi ve kızımı iyice gezdirin oralarda. Onlar size emanet… Daha sonra yine görüşelim” dedi. Bu benim, gazetedeki köşe yazılarını ve kitaplarını severek okuduğum Ergun Göze Bey’le ilk ve son konuşmam oldu. Çok kibar bir adam olduğunu bu konuşmamızda bir kez daha anladım.
Hizmet: Göze ailesi okumaya ve yazmaya gönül vermiş insanlardan oluşuyor. Bildiğimiz kadarıyla Ergun Göze'nin eşi Hicran Göze ve kızı Zeynep Uluant da yazardır. Biraz da onlardan bahseder misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Merhum Ergun Göze’nin bütün ailesi kalem erbabı… Eşi Hicran Göze ve kızı Zeynep Uluant birbirinden kıymetli yazılarıyla ve kitaplarıyla tanınıyorlar. Hicran Göze’nin kaleme aldığı “Mehmet Akif-Hüzünlü Bir Yolculuk”, “Kadıköylü Yıllarım”, “Maveradan Gelen Ses”, “Halide Edip Adıvar-Zor Yılların Zor Kadını” gibi eserler okuyucu tarafından sevilerek okunmaktadır. Öte yandan Ergun Göze’nin kızı Zeynep Uluant da “Hasbihaller”, “İlhan Ayverdi-Bir Hayat Bir Lügat”, “Cenap Şahabettin’in Avrupa Mektupları”, “Bir Ömür Böyle Geçti: Samiha Ayverdi”(Aysel Yüksel’le birlikte) adlı kitapları kaleme almıştır.
Hizmet: Merhum Ergun Göze, nefes aldıkça doğru bildiklerini yakın ve uzak çevresiyle paylaştı ve değişik dergi ve gazetelerde yazdı. Onun birçok kitabı da kütüphanelerimizi ve zihinlerimizi süslüyor. Biraz da onun kitaplarından söz eder misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Ergun Göze, yaşadıkça araştırdı ve yazdı. Bildiklerini okurla paylaşmayı çok severdi O... Neticede 34 tane kitap yayınladı bugüne kadar… Bu kitaplar arasında şunlar ilk göze çarpanlardır: “Meşhurların Son Sözleri, Anadolu Sahabeleri, Peyami Safa-Nazım Hikmet Kavgası, Köşebaşı, Peyami Safa’dan Seçmeler (F.K. Timurtaş ile beraber), Mukayeseli İslam Tarihi Kronolojisi, Dirilen Çöl, Soruşturma, Çar Tabancası (piyes), Üçüzler (piyes), İçimizden Otuz Kişi, Üniversite Dosyası (Profesörler Geçiyor), Dısişleri Kavgası, Ecevit Çıkmazı, Bulunmuş Defterden Cuma Düşünceleri, Seçmeler, Üniversite Niçin Çöktü, İslamiyet ve Teknoloji, Freud ve Freudizmin İçyüzü, Üç Büyük Muzdarip, Rusya’da Üç Esaret Yılı, Gözümle ve Gönlümle Tanıdıklarım, Peygamberimiz ve Dört Halifesi, İslam’a Selam, Peyami Safa’nın Türk Düşüncesindeki Yeri, Theodor Harzl’in Hatıraları ve Sultan Abdülhamit, Besmele Bahçesi, Kuğunun Son Ötüşü (Çanakkale Destanı).”
Hizmet: Gazeteci-yazar Ergun Göze'nin yazarlığının yanında yayıncı olduğunu da biliyoruz. Biraz da buna değinir misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Ergun Göze aynı zamanda bir yayıncıydı. Yani sadece yazmıyor, aynı zamanda yazı mutfağında aşçılık da yapıyordu. O, Boğaziçi Yayınevi’ni başarıyla idare ediyor, bu yayınevi aracılığıyla Türk kültürünün temel dinamiklerini gün yüzüne çıkarıyordu. O, Boğaziçi Yayınevi’nden çıkardığı eserlerle kültür ve medeniyetimize ayna tutuyordu. Böyle bir yayınevinin varlığı büyük bir boşluğu dolduruyordu. Devletin yapamadığını bu yayınevi başarıyla yapıyordu. Boğaziçi Yayınları’nın her kitabı kültür hayatımızda ses getiriyordu.
Hizmet: Merhum Ergun Göze, yaşarken kıymeti bilinmeyen aydınlarımızdandı. Onun entelektüel yanından bahseder misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Ergun Göze tam bir entelektüeldi. O, zaman zaman bir kısım eserler de çevirdi dilimize. Fransızcayı, bu dilde tercüme yapacak kadar iyi biliyordu. Fransızcadan on tane kitap çevirmiştir dilimize. Bunlar arasında şunları sayabiliriz: “Malik Binnebi’den: İslam Davası, Kur’anı Kerim Mucizesi, İslam ve Demokrasi, Cezayir’de İslam’ın Yeniden Doğuşu, Asrın Şahidinin Hatıraları; Vincent Monteil’den: İsrail’in Gizli Dosyası Terörizm”
Hizmet: Rahmetli Ergun Göze, inançlarına samimiyetle bağlanan mümtaz bir kişiydi. Bu milletin değerlerinin ve değerlilerinin unutulmaması için büyük bir mesai harcamıştır. O, imanlı nesillerin çoğalması için gecesini gündüzüne katmıştır. Onun bu irşat edici yönünü bize anlatabilir misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Ergun Göze, yaşadıkça inancının peşinden gitmiştir hep… Sivri dili bir arı gibi sokmuştur muhaliflerini. İhanet içerisinde görmüştür çoğu aydınları. Bu hususta sağ ve sol ayrımı da yapmamıştır. Bu özelliği yüzünden çok da düşman kazanmıştır. Fakat onun için inançlar ve değerler her şeyin önünde gelirdi. Bunlardan taviz verilemezdi. Son nefesine kadar da o, inançlarının sıkı takipçisi olmuştur. Zira inançlarını yaşam için itici ve hayat verici bir güç olarak görüyordu. Onun inançla ilgili şu sözleri altın yaldızla yazılmaya değerdir:
“Aslında imansız yaşamak imkânsızdır. ‘Hiçbir şeye inanmıyorum’ diyen de hiçbir şeye inanmadığına inanmıştır. İnanınız. İnanmaya inanınız. İnanmak, basite alınamayan muhteşem bir kuvvettir. İnanmak, vazgeçilmez bir bilgidir. Bu dünyanın sınırlarını aşan bilgi... Öyle ise bu muhteşem kuvvet ve bilgiden mahrum kalmayınız... İnanınız! İnanmak sevgidir. Sevmeyen inanamaz. İnanmadan sevmek olmaz. İnanınız!... Sevgiye inanınız!
İnanmak fedakârlıktır… Teknoloji çarkları arasında sıkışmış insanın unuttuğu fedakârlık... İnanmadan fedakârlık olmaz... İnanınız!.. İnanmış insanın yüzündeki güzellik, fiziki sebeplere bağlanabilir mi? Hatta, renklere sığmayan bu güzellik, başka güzelliklerle kıyas olunabilir mi? İnanınız. İnanmanın güzelliğine inanınız!.. Taşlara, putlara, batıl ideolojilere inananların haline bir baksanıza… İnanışlarındaki güzellik, inandıklarının çirkinliğini bile örtecek neredeyse. İnanınız. Evet, inandığınız için birçoklarının bağımlı hale geldiği zevklerden mahrum kalacaksınız. Fakat unutmayınız, onlar da sizin tattığınız birçok ulvi zevklerden mahrum kalmaktalar. İnanınız! İnanmanın sağladığı tartışılmaz mutluluğa inanınız. İnanmak kuvvettir, bilgidir, sevgidir, güzelliktir, birliktir, samimiyettir, saadettir.”
Hizmet: Gazeteci-yazar Ergun Göze'yle ilgili son sözlerinizi bizimle ve okurlarımızla paylaşır mısınız? Hastalığı, ölümü, cenazesi... vs.
M.Nihat MALKOÇ: Ergun Göze geçen yıl bir kalp ameliyatı geçirmişti. O günden beri bir türlü sağlığına kavuşamadı. Fakat hastalığına rağmen hiçbir zaman çalışmaktan da geri durmadı. Örnek bir aydın sorumluluğu içinde ülkenin karanlıklarına ışık tuttu. Çocukluğumuzun ve gençliğimizin kılavuz yazarı olan Ergun Göze, Kadıköy’deki evinde son nefesini verdi. Türkiye çok değerli bir aydınını ve güçlü bir kalemini yitirdi. Onun boşluğunu dolduracak inançta ve donanımda kalemlerin azlığı bizleri derin hüzünlere gark ediyor. Bizler bundan sonra yeni Ergun Gözeler ve yerli kültürü benimsemiş inançlı kalemler yetiştirme gayreti içinde olmalıyız.
Son dönemlerde İstanbul Merkez Efendi Mezarlığı, Türk kültürünün köşe taşlarını bağrına bastı. Bunlardan birisi de Ergun Göze’dir. O şimdi servilerin gölgesinde sonsuzluk uykusunu uyumaktadır. Geride bıraktığı telif eserleri ve tercümeleri okurlar tarafından zevkle okunuyor. Onlar okundukça onun ruhuna da Fatihalar ulaşıyor. Bunların yanında Boğaziçi Yayınları aracılığıyla Türk kültürüne armağan ettiği eserler de onun ruhuna rahmet okunmasına vesile oluyor. Boşuna dememiş Mevlana Celâleddin-i Rumî: “Kamil odur ki koya dünyada bir eser, / Eseri olmayanın yerinde yeller eser.” Merhuma Allah rahmet eylesin.
M. NİHAT MALKOÇ'LA HAFIZLIK VE HAFIZLAR KONULU PAZAR SOHBETİ...
M. Nihat MALKOÇ: “HAFIZLAR, ‘NUR’UN KUTLU TAŞIYICILARIDIR”
Hizmet Gazetesi: Hocam, hafızlık kavramını bize biraz açar mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: “Hafız” Arapçada “koruyan, ezberleyen” anlamına gelir. Zira o, “korumak, ezberlemek” anlamına gelen “hıfz” kökünden türetilmiş güzel bir sıfattır. Kur’an-ı Kerim’in tamamını ezbere bilen kişiye “Hâfız” diyoruz. Hafızlık, ülkemizin de içinde bulunduğu kutlu İslam coğrafyasında daima önemsenmiş, hafızlara her zaman büyük bir kıymet verilmiştir.
Resulullah Efendimizin(sav) “Ümmetimin en şereflileri Kur’ân’ı ezberleyenlerdir” hadisinin müjdesine mazhar olmak başlı başına hafızlığın mükâfatıdır. Bu söze muhatap olmak için hafız olunur. Zira hafızlık vahyi muhafaza etmek ve satırdan sadıra damıtmaktır.
Hizmet : “Hafız” sadece Kur'an-ı Kerim'i ezberleyen değil, onu hayatına tatbik edendir? Bu iş, kuru bir ezberle bitmiyor. Öyle değil mi Hocam?...
M. Nihat MALKOÇ: Kur’an’ı ezberlemek hafızlığın ilk ve en zor aşamasıdır. Fakat hafız olmak kadar hıfzı muhafaza etmek de bir o kadar önemlidir. Kur’an’ı unutanı, Kur’an’la amel etmeyeni, dünyanın süsüne kanıp aldananı Kur’an da unutur ve yevm-i mahşerde aleyhine şahitlik eder.
Hafızlığın mükâfatı cennette ‘Cemalullah’la şereflenmektir. Hafızlar mukaddes kitabı sadece dillerinde değil, gönüllerinde de taşırlar. Onların fikri de, zikri de, şükrü de Kur’anîdir. Ahdine sadık kalandır onlar… Kur’an’ın rahmanî ikliminde felaha ve salâha erenlerdir.
Hafızlar mukaddes vahiy yükünü taşımaktadır. Onlar hak ve hakikat davasını yorgun sırtlarına yükleyip dik yokuşları çıkanlardır. Buna rağmen Üstad’ın diliyle “Bu yük senden Allah’ım, çekeceğim, naçarım/Senden sana sığınır, senden sana kaçarım” diyebilenlerdir.
Onlar kutsal bir çilenin gönüllü hamallarıdır. Ağır bir yükün altında olmalarına rağmen hallerinden de şekva etmezler. Peygamber Efendimizin saçlarını ağartan Hûd Suresi’ndeki “Festakim kemâ ümirte” (Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..) ayeti onların sırtını da iki büklüm etmiştir. Onlar bu emri hakkıyla yerine getirenlerin, sonsuza dek kalacakları yerin cennet olduğunu düşünerek soluklanırlar. Bu, onların alnındaki teri silen bir mendil olur.
Hizmet : Hafızlık sadece bir ezber işi değil, aynı zamanda bir gönül işidir. Kur'an'a aşkla bağlananlar ancak bunun üstesinden gelebilir. Öyle değil mi?
M. Nihat MALKOÇ: Kur’an okumak “En Sevgili”yle konuşmaktır; bir anlamda Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna çıkmaktır. Onun içindir ki hayatın en zevkli demleridir Kur’an’la geçen dakikalar… Namaz kıldığımız ve Kur’an okuduğumuz vakitler Allah’a en yakın olduğumuz zamanlardır. Bunu en çok yaşayanlar da hiç şüphesiz ki hafızlardır. Bunun emsalsiz tadını en çok onlar bilir.
Hafızlar Kur’an aşığı insanlardır. Onların gönülleri Kur’an’la cilalanmıştır; nazarları Kur’an’ın nuruyla keskinleşmiştir. Hafızlar zihinlerini ilahî kelamla süslerler. Her hayrın başı olan besmele, onların altın anahtarıdır. Kur’an sarayından içeri ancak o altın anahtarla girilir.
Hafızlık, manayla lafzın aynı gönülde birleştirilmesi, bir anlamda mayalanmasıdır. En iyi hafız, Kur’an’ın sadece lafzıyla değil, manasıyla da buluşmuş olan insandır. Zira Kur’an’ın manasıyla buluşmayan, onu içselleştirmeyen, gerçek anlamda Kur’an’la buluşmuş sayılamaz.
Hizmet: İnsan bir sayfa yazıyı veya bir şiiri ezberlemek için onca emek sarfederken koca Kur'an'ı(600 küsur sayfayı) ezberlemek büyük bir cesaret işi değil midir?
M. Nihat MALKOÇ: Hafızlık bir gönül işidir; Kur’an sevgisini iliklerine kadar hissetmektir. Dünya ile olan ilişkilere belli bir mesafe koymaktır. Hiçbir dünyevî beklentisi olmadan dirsek çürütmektir. İnsanların kuştüyü yataklarında uyudukları bir zamanda, rahleyi önüne alıp gece yarılarına kadar Kur’an’la sırdaş olmaktır. Tefekkür edip gözyaşlarıyla temizlenmektir. Dağların taşıyamayacağı ağır bir yükü yiğitçe sırtlamaktır. Onun içindir ki yüce kelamın her harfi onların kurtuluşu için şahitlik edecektir. Zira onlar Kur’an’ın her bir harfini yüreklerine nakşetmişlerdir. Onlar Kur’an’ın canlı şahitleridir. İlahî kelam onların diline ne de yakışır.
Onlar batıldan, taundan kaçar gibi kaçan, Hakk’a sığınan müstesna insanlardır. Hayat iksirini kelime-i tevhidde bulanlardır. Onlar ruhlarını antipas hükmündeki vahiyle cilalandıranlardır. Onların ruh alıcıları Hakk’ın mesajlarını eksiksiz alacak şekilde konuşlandırılmıştır. Onlar hakikat karşısında kör ve sağır değillerdir. Akıllarını hidayet rehberi olan Kur’an’la inşa etmişlerdir. Onların feraset ve basiret nazarları keskindir. Onlar sadece alın teri değil, akıl teri de dökerek Kur’an’ı layıkıyla anlamaya ve yaşamaya çalışırlar. Zira Kur’an anlaşılmak ve yaşanmak için Allah’ın kullarına gönderdiği bir hayat rehberidir.
Hizmet: “Ümmetimin en şereflileri Kur’an’ı taşıyanlardır” hadisi, hafızlar için büyük bir müjdeyi içinde barındırıyor. Hafızlara ve hafızlığa manevî pencereden bakınca neler görürüz?
M. Nihat MALKOÇ: Hafızlar Kur’an’ı tilavet eden değil, kıraat eden seçkin insanlardır. Zira ‘kıraat’ anlamak için, ‘tilavet’ ise aktarmak ve duyurmak için okumadır. Oysa aslolan anlamak için okumadır. Efendimiz bir hadislerinde “Eşrâfu ummetî hameletu’l-Kur’an” (Ümmetimin en şereflileri Kur’an’ı taşıyanlardır) buyurur. Buradaki ‘taşımak’ sadece Kur’an’ı ezberlemek değil, aynı zamanda onunla amel etmek, onu hayatı çepeçevre kuşatan unsur haline getirmektir. Zira Kur’an mezarlara okunmak için gönderilmemiştir, o dirilere nasihat etmektedir. Rabbimiz, katından gönderdiği vahyi anlamanın ve onunla amel etmenin önemiyle ilgili olarak şu çarpıcı ayeti göndermiştir: “Tevrat’ı taşıma sorumluluğu kendilerine verilip de sorumluluğunun gereğini yerine getirmeyenlerin durumu, kitaplar yüklenmiş (fakat sırtındaki yükün değerinden bîhaber olan) eşeğin durumu gibidir.” (Cuma 62/5).
Hafızlık harflerin ruhuna inebilmektir. Hafızlar, söz konusu olan Kur’an okumaksa yorulmak nedir bilmezler. Zira onlar, okudukça dinlendiklerini hissederler. Kur’an onların gül yüzünde tebessümler bırakır. Onlar Kur’an’la bakar, Kur’an’la görür, Kur’an’la işitirler.
Gül yüzlü hafızlar Kur’an okudukça elest meclisindeki o büyük yeminlerini de tazelerler. Okudukça, ellerinden kayıp giden hayatı geri kazanırlar. Hakikatin zirvesine olan yürüyüşlerinde Kur’an’ın her bir harfini kendilerine yoldaş, yüreklerine de sırdaş ederler.
Hafızlık dünya durdukça hiç sönmeyecek rahmanî bir meşaledir. Hafızlar, adları hep Kur’an’la anılan bahtiyar insanlardır. Onlar Kur’an’ın nidasıyla ve nefhasıyla geceleri gündüze tebdil eyleyenlerdir. Onlar Kur’an ahlakıyla ahlaklanan bahtiyar insanlardır.
Hizmet: Peygamber Efendimizin övdüğü hafızlarla ilgili siz neler söylemek istersiniz? Kimdir hafız? Bize hafızı tarif eder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Hafız-ı Kur’an, nefsanî arzularına geçit vermeyendir. Zira o izzetli ve iffetlidir. Küfrün bataklığa döndürdüğü bir dünyada, Rabbimizin kitabına korkusuzca dört elle sarılandır. O parayı, malı mülkü değil, Kur’an’ı ve onun sahibi olan Allah’ı dost edinendir. O, soğuk kış gecelerinde bile rahlenin başında oturup sabır ve sebatla geceleri nurlu seherlere devirendir. O, insana vesvese veren şeytanın çirkin sesini bastırıp Kur’an’ın diliyle konuşandır. Zira o, zikrullahı diline pelesenk etmiştir. O, kalbiyle Rabbi arasında Kur’an’ı rabıta kılmıştır.
Hafız, dünyevî menfaatleri elinin tersiyle itip Allah’ın şefkat ve merhametine sığınandır. O, gönlünü Kur’an’ın duru sularında bütün beşerî, hayvanî ve cismanî kirlerden arındırmıştır. Salât ü selamlarla gönlünü hoş eylemiştir. O herkesi değil, Hakk’ı memnun etmeye çalışandır. Firak ve iftirak tohumları saçanların karşısında dimdik durandır o....
Kur’an, hafızın tertemiz ruhuna giydirilen altından bir elbisedir. Bu elbise aynı zamanda manevî bir zırh hükmündedir. Küfrün paslı kılıçları bu elbiseyi delip geçmeye muktedir değildir. Kur’an, aynı zamanda hafızın başındaki billurdan taç hükmündedir. Bu taç, Allah katında kralların dünyevî makam ve mevkilerinden çok daha hayırlı ve de üstündür.
Hizmet: Hocam biraz da hafızlığın zorluklarından söz edelim. Bu iş gerçekten zor bir iş mi acaba?
M. Nihat MALKOÇ: Hafızlık, çölde gül yetiştirmek kadar zahmetli olsa da onun kokusu nebevî iklimlerden gelir. Hafızlar zifiri karanlıklara doğan ayın on dördü gibidir. Hafızlar geceyi aydınlatan kutlu kandillerdir. Gönül göğünün yıldızlarıdır onlar... Hafızlar tüm engellere göğüs gerip ashabın nurlu yolundan gidenlerdir. Onlar kutlu seherlerde bir güneş gibi doğarak dünyamızı ısıtırlar.
Hizmet: Resul-i Ekrem Efendimizin Kur'an'ı öğrenen ve öğretenlerle ilgili övücü hadisleri var. Bundan bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Hafızların serdarı Resulullah Efendimiz “Sizin en hayırlınız Kur’an-ı Kerim’i öğrenen ve öğreteninizdir.” diyerek hafızlık müessesesini yüceltmiştir. Hafızlar Resulullah Efendimizin sadık yoldaşlarıdır. Onların Kur’an’a yaptıkları hizmetlerinin mükâfatını Rabbimiz misliyle verecektir. Resul-i Ekrem Efendimizin Kur’an okumayla ilgili şu mübarek veciz sözü, altın harflerle yazılmaya layıktır: “Kur’an okuyan mü’min portakal gibidir: Kokusu hoş, tadı güzeldir. Kur’an okumayan mümin hurma gibidir: Kokusu yoktur, tadı ise güzeldir. Kur’an okuyan münafık fesleğen gibidir: Kokusu hoş fakat tadı acıdır. Kur’an okumayan münafık Ebû Cehil karpuzu gibidir: Kokusu yoktur ve tadı da acıdır.” (Buhârî)
On dört asırdan beri bir harfi bile değişmeyen, manası âlemleri kuşatan Kur’an, ilahî bir sevdaya düşen hafızların gönüllerinde açan vahiy çiçeğidir. Onun satırlardan sadırlara taşınmasında hafızların rolü çok büyüktür. Onlar Kur’an’ın her bir ayetinin derin manasını ruhlarına giydirmişlerdir. Pörsümeye yüz tutmuş ruhlar, böylelikle yeniden dirilmiştir.
“Huffaz-ı Kiram” dediğimiz hafızlar, Kur’an’ı gönül aynasına düşürenlerdir; onu nesilden nesile aktaranlardır. Onlar İslam’ın ve Kur’an’ın ruhunu yaşatanlardır. “Yaşayan ve yürüyen Kur’an” olarak niteleyebileceğimiz hafızlarımızı Allah başımızdan eksik etmesin; Rabbim onların sayısını kat kat artırsın. Kur’an onların dilinde çiçek çiçek açsın, serpilsin…
Hizmet: Sohbetimizin sonunda Kur'an-ı Kerim'le ilgili kaleme aldığınız bir şiirinizi okurlarımızla paylaşır mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: Tabii, memnuniyetle... Vaktiyle kaleme aldığım “Kur'an İklimi” adlı şiirimi okuyucularımızla paylaşmak istiyorum.
KUR’AN İKLİMİ
…indirilişinin 1400. yılında Yüce Kur’an’a tazimle…
Gönül semalarında dalgalanan bayraksın
Susayanlara zemzem, sütten daha da aksın
Yürek kapımız senle açılır ayet ayet
Kur’an okuyan insan, mümin ölür nihayet
İnsanlığın muştusu, gözlerimin ferisin
İki cihanda baki, sonsuza dek dirisin
Varlığın ganimettir, sebepsin her huzura
Dağıt karanlıkları, gönlümü erdir nura!...
Kılavuzdur her ayet, kula Hakk’ın nidası
Susayana bengisu, gönüllerin gıdası
On dört asırdan beri kıtaları dolaşır
Hakk’ın emirlerini dört bir tarafa taşır
Hakk’tan ve hakikatten haber veren ilimsin
Gönül bahçelerinde açan gonca gülümsün
Cehennem olsa gelen, söndürürsün ateşi
Ruhları ısıtırsın ey hakikat güneşi!...
Kur’an okunmayan ev harap bina gibidir
Şeytandan esen rüzgâr; fırtınadır, tipidir
Kur’an her ne söylerse Yaradan’ın adına
Gaflete düşenlerin yetişir feryadına
Kur’an hakikatleri efkârına akseder
Rahmet meleği kulun etrafında raks eder
İnsanlığın göz nuru, kurtuluş beratısın
Dirilişin öncüsü, müminin Sırat’ısın
Cennete taşır kulu Yüce Kur’an’ın izi
Nur akar oluklardan, taşar rahmet denizi
Onun yolundan giden, hakikate yaslanır
Kur’an’ı zikretmeyen diller bir gün paslanır
Can verir ruhumuza Kur’an’ın munis sesi
Mamur eyler gönlümü ebediyet bestesi…
M. NİHAT MALKOÇ
M. NİHAT MALKOÇ'LA İSRAF ÜZERİNE PAZAR SOHBETİ...
Hizmet Gazetesi: Hocam, günümüzün en büyük sorunlarından birisi israftır. Bize israfın ne olduğunu anlatabilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: İsraf; “gereksiz yere para, zaman, emek harcamak, savurganlık, tutumsuzluk…” demektir. Tanımda da görüldüğü gibi israfın birçok boyutu vardır. Fakat niteliği ve boyutu her ne olursa olsun, israfın hepsi dinimizce yasaklanmıştır. İslam inancı, israfı yasakladığı gibi, cimriliği de hoş görmemiştir. Zira İslam demek, ölçülü yaşamak ve ‘orta yol’ demektir.
Hizmet: Çağımızda insanlar alışveriş delisi olmuş çıkmış. Ekonomi çok da rayında olmadığı halde adeta tüketim çılgınlığı yaşanıyor. Durum bu iken, öte tarafta bir somun ekmekle karınlarını doyurma imkânı olmayanlar var. Nedir bu tüketim furyası, bu durum karşısında ne yapmalı?
M. Nihat MALKOÇ: Günümüzde Türkiye’de ve dünyada korkunç bir tüketim çılgınlığı yaşanmaktadır. Bu vahim durum, küresel ekonomik krizlere kapı aralamaktadır. Bu konuda da her şeyi devletten beklemek kolaycı bir yaklaşımdır. Herkes evindeki israfı önlerse ekonomik krizler de yaşanmaz. Çocuklarımıza, eşimize ve ulaşabildiğimiz herkese tasarruf yapmasını öğütlemeliyiz. Hiçbir kaynağın sınırsız olmadığını, hazıra dağların bile dayanmadığını bilmeliyiz. Doğalgazdan, soframızın baş tacı olan ekmeğe kadar bütün kaynaklar sınırlıdır. Aslında kaynaklar kıt, ihtiyaçlar alabildiğine sınırsızdır. Tüketirken bunu dikkate almak ve ona göre hareket etmek zorundayız. Aksi takdirde karanlık günlerle karşılaşmak muhtemeldir.
Bilinçsiz tüketim ve israf alışkanlığı, sınırlı kaynaklarımızın elimizden çıkmasına yol açarak, geleceğe dönük endişelerimizi artırmaktadır. Dünyadaki ve ülkemizdeki ekonomik krizlerin nedenleri araştırıldığında, meselenin kökeninde hep israfın yattığı görülmektedir.
Hizmet: Zenginleri gören fakirler bu tüketim çılgınlığına bir anlam veremiyor. Kara kara düşünüp kendi durumlarını sorguluyorlar. Çok kere de bu dengesiz harcamalara, döküp saçmalara kızıyorlar. Bu durum, dengesiz gelir dağılımının sonucu olsa gerek. Bu durum nasıl yorumlanmalı?
M. Nihat MALKOÇ: Yüce Allah, dünyaya gelen her canlının rızkını verir. Fakat kişi veya genel anlamda canlı, rızkını çalışarak aramalıdır. Aşağı yatarak nimet beklemek, gelmeyince de isyan etmek küstahlıktır. Önce hareket, sonra bereket!... Hareket olmayan yerde bereket olmaz. Allah’a nihayetsiz şükürler olsun ki bizlere cennet gibi bir ülkede yaşama bahtiyarlığını vermiş. Ülkemiz yer altı ve yerüstü kaynakları bakımından dünyanın gözbebeğidir. Fakat buna rağmen yine de geçim sıkıntısı çekiyoruz. Bunun asıl sebebi her türlü israftır.
İnsanlar, uzun yıllar boyunca elde ettiği nimetleri, savurganlıkları yüzünden bir çırpıda kaybedebilirler. Zira israf, bereketin zayi olmasına sebep olur. Bazı evlere birkaç maaş girmesine rağmen, o evlerde hâlâ geçim darlığı yaşanmasını, israfın getirdiği bereketsizliğe bağlamak gerekir. Çünkü israf, eldeki nimetlerin uçup gitmesine neden olur.
Hizmet: İnsanlar hayattta hiç kullanmayacakları şeyleri alıp evlerini eşyadan geçilmez hâle sokuyorlar. Alışverişte sınır tanımayanlar, daha sonra da aldıklarından kurtulmak için çare arıyorlar. Durup dururken, alışveriş yaparak can sıkıntısını giderenler bile var. Ne dersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: İnsanların temel ihtiyaçları bellidir. Bunlar yeme, içme, barınma, sağlık, eğitim olarak sıralanabilir. Aslında esas olan bu zorunlu ihtiyaçları gidermektir. Fakat günümüzde insanlar durup dururken kendilerine yeni ihtiyaç kapıları açmaktadır. Evlerimizin içi eşyadan geçilmiyor. Tıka basa eşya doldurmuşuz malikânelerimizi. Elektronik aletler hayatımızı çepeçevre kuşatmış. Bir elimiz yağda, öbürü balda. Yine de içimizdeki madde açlığını gideremiyoruz. Aldıkça yeni ihtiyaçlar beliriyor. Buna bir “dur” demenin zamanı gelmedi mi?
Merhamet iklimiyle bütün zamanı ve mekânı kuşatan dinimiz İslamiyet, her hususta ölçülü olmayı emretmiştir. Hiçbir şeyde aşırılığa kaçmamak lâzımdır. Her şeyin en güzeli orta olanıdır. Yüce dinimiz, saçıp savurmayı şiddetle yasaklamıştır. Öte yandan bugünkü kapitalist sistemde çok büyük bir tüketim çılgınlığı yaşanmaktadır. Bir şey alınırken ihtiyaç olup olmadığına bakılmamaktadır. Televizyonlardaki reklâm furyası bu çılgınlığı körüklemektedir. Birilerinin cebi para dolarken, ülkemizin kaynakları ne yazık ki boş yere tüketilmektedir.
Hizmet: Daha çok kazanma ve daha çok harcamayı esas alan kapitalist sistemin yansıması mıdır bu çılgınlıklar?
M. Nihat MALKOÇ: Kapitalist sistem, kaynakları çarçur ediyor. Daha çok kazanmayı esas alan bu sistemde insan ihtiyaçları sınırsız kabul ediliyor ve içimizdeki madde açlığı daha da körükleniyor. Batı iktisat sistemi, hayatı felç etti. Maddî yanımızı doyurdukça manevi tarafımızın açlığı daha da belirginleşiyor. Fakat o tarafı doyurmaya yönelik hiçbir girişimde bulunulmuyor. Manevî açlık, huzursuzluklarımızın asıl kaynağıdır. Fakat sistemin soyluları bunu görmezden geliyor.
Hizmet: Alışverişte ve israfta sınır tanımayanların önemli bir kısmı da ne yazık ki inançlı kesim. Onlar da ölçüsüz harcayabiliyor. Yüce dinimiz İslam'ın israf karşısındaki tutumu nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Yüce Allah lüks ve israfı yasaklamıştır. “Külli müsrifin haram(Her israf haramdır)” hadisi, bu gerçeği vecizce dile getiriyor. Her ne alanda olursa olsun, inancımızda ölçüsüzlük kerih addedilmiştir. En güzel yol ‘orta yol’ kabul edilmiştir. Peygamber Efendimiz: “Cömertliğin afeti israftır” buyuruyor. Demek ki israfa varan cömertlik de ölçüsüzlük olarak görülüyor. Verirken de ihtiyaçlı olanlara vermeliyiz. Bunda da ölçüyü tutturmak şarttır.
İsrafın haram olduğu konusunda kimsenin tereddüdü yoktur. Fakat nereden sonrası israf, bunun sınırları koyulmuş mudur? Bu hususlarda eksik ve yanlış bilgilerimiz vardır. Aslında ihtiyaçtan ötesi israftır. Zorunlu ihtiyaçlar da bellidir. Bir insanın asgari düzeyde yaşaması için gerekli olanları sağlaması gereklidir. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde: “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz” buyuruyor. Fakat bu rahmanî sesi duymamak için kulaklarımızı tıkıyoruz. Yine o mübarek zat, bir başka sözünde şöyle buyuruyor: “Kim savurganlık yaparsa, Allah onu yoksul bırakır.” Geçim sıkıntısı çekenlerin mevcut durumlarına bu pencereden bakmaları sağlıklı bir yol olur kanaatindeyim. Suçu başka yerlerde aramak zaman kaybından başka bir şey değildir. Gelin düzeltmeye kendimizden başlayalım. Başımızı kuma gömerek, mevcut gerçekleri yok farz ederek sağlıklı yol alamayız.
Hizmet: Gelir dağılımında uçurumların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Birileri yemediklerini çöpe atarken, birileri de çöpten rızkını çıkarmanın peşindedir. Bu çelişki toplumsal huzuru da olumsuz etkiliyor. Bunun ahlakî yansımaları neler olabilir?
M. Nihat MALKOÇ: Lüks ve israf aynı zamanda ahlâkî bozulmalara da zemin hazırlar. Bir tarafta savurganlık içerisinde yaşayanlar, öbür yanda çöplerden rızkını arayanlar… Böyle bir cemiyette toplumsal barıştan söz edilebilir mi? Zenginle fakir dostça, kardeşçe yaşayabilir mi? Hırsızlık ve kapkaç önlenebilir mi? Bunlara müspet cevap vermek zordur. Öyleyle zengin fakirin elinden tutsun; böylelikle fakirler de zenginlere sevgi ve muhabbet duyacaktır.
Birileri israf batağında yüzerken, birileri de açlığa mahkûm yaşamaktadır. Ruhun afeti olan bencillik, insanların paylaşma duygularını tüketmiştir. Dinimizde zekât ve sadaka müessesesi hakkıyla işleseydi kimse aç ve bîilaç kalmazdı. Çünkü zenginler mallarının kırkta birini muhtaçlara dağıtacaklarından dolayı fakirler mağdur olmazdı. Garibanlar, zenginlere saygı ve minnet duyarlardı. Hiç kimse çöplerden ekmek aramak durumunda kalmazdı.
Hizmet: Günümüzde en çok israf edilen, çöpe atılan nimetlerin başında ekmek gelmektedir. Toprak Mahsulleri Ofisi Genel Müdürlüğü tarafından yapılan bir araştırmada, ülkemizde günde 6 milyon, yılda 2.1 milyar ekmeğin israf edildiği sonucu ortaya çıkmıştır. Bu korkunç tabloyu nasıl yorumlarsınız?
M. Nihat MALKOÇ: Günümüzde en çok israf edilen nimetlerin başında, şüphe yok ki, ekmek gelmektedir. Şehirlerde yaşayanlar, doğal olarak ekmeklerini fırınlardan temin etmektedirler. Oysa köylerde herkesin sobası veya tandırı vardır. Her zaman çarşıya gitme imkânı olmadığı için ekmeklerini kendileri üretirler. Bu yüzden, şehirliler ekmek yapmanın zorluklarını bilmezler.
Şehirlerde yaşayanlar, fırına gitmeye üşendikleri için, gereğinden fazla ekmek alıyorlar. Bu ekmekler bir iki günde bayatladığı için çocuklarca yenmiyor. Mecburen anne babalar tüketiyor. Onlar da yemeyince bayat ekmekler doğru çöpe gidiyor. Bunun yanında lokantalarda, yatılı okullarda, otellerde artan ekmekler çöpü boyluyor. Resmi kurumların yemekhanelerinde artan ekmeklerin kaderi de bunlardan farklı değil. Fırınlarda satılamayan ekmekler de ertesi gün atılmaktadır. Bunları bir araya getirince her gün milyonlarca somun ekmek zayi oluyor. Bu savurganlığımız yüzünden buğday ithal etmek durumunda kalıyoruz.
İsraf, hesapsızlığın sonucudur. Ekmek israfı da bunun kötü neticesidir. Bu basit bir hesapla önlenebilir. Herkesin veya her kurumun tüketeceği ekmek miktarı bellidir. Bu ölçüyü tespit ettikten sonra, o miktarda ekmek alırsak mesele kendiliğinden çözülmüş olur. Fakat her işte olduğu gibi, ekmek konusunda da aç gözlülüğümüz, israfın asıl nedeni olmaktadır.
İstanbul, ekmek israfında başı çekmektedir. Türkiye Fırıncılar Federasyonu'nun İstanbul için verdiği rakamlara göre, bir günde üretilen yaklaşık 15 milyon ekmeğin yaklaşık yüzde 25’i israf ediliyor. Bu da 3 milyon 750 bin ekmek demek. Aynı kaynakta, tüm ülkedeki ekmek israfının ise, 15 milyon adet olduğu belirtiliyor. Bu ne korkunç bir rakamdır! Bir de bunun dünya boyutunu dikkate alırsak, ne denli israfla karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkar. Bu ekmekler ihtiyaç sahiplerine ulaştırılsa memleketimizde ve dünyada aç insan kalmazdı.
Öncelikle yapmamız gereken şey, ihtiyacımız kadar ekmek almaktır. Şayet yine de ekmek artıp bayatlıyorsa bunları farklı şekillerde değerlendirebiliriz. Ekmek kavurması, papara, ekmekli omlet, ekmek helvası yapmak şu anda aklıma ilk gelenler… Gelin bu israfı hep birlikte önleyelim. Bu nimetlerin sahibi olan Allah, bizlere bunların hesabını soracaktır. Allah’a hesap verebilmek için öncelikle kendimizi hesaba çekelim ve sofralarımızın baş tacı olan ekmeğe hak ettiği değeri verelim ve israf edilmesine göz yummayalım.
Hizmet: Türkiye'de otellerde, yemekhanelerde ve lokantalarda çöpe giden ekmek ve diğer gıda maddeleri yerinde değerlendirilse aç ve muhtaç insan kalmaz. Öyle değil mi?
M. Nihat MALKOÇ: Kesinlikle doğru. Zira ülkemizde her gün binlerce ton ekmek ve gıda maddesi çöpe atılmaktadır. Özellikle yurtlarda, kışlalarda, otellerde ve lokantalarda bu duruma şahit oluyoruz. Durum böyle olunca, zamanla elimizdeki nimetleri de kaybediyoruz. Zaten değerini bilmediklerimiz, kaybolmaya mahkûmdur. Peygamberimiz bu konularda, bizi şöyle uyarmaktadır:
“Beş şey gelmeden evvel beş şeyin kıymetini bil: Ölüm gelmeden evvel hayatın, hastalık gelmeden evvel sağlığın, meşguliyet gelip çatmazdan evvel boş vaktin, ihtiyarlık gelmeden önce gençliğin, fakirlik gelmeden önce ise zenginliğin kadrini, kıymetini iyi bil.”
Hizmet: İsraf sadece maddi varlıklarla sınırlı değildir. Ülkemizde büyük bir zaman israfı da yaşanmaktadır. Ne dersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: İsraf deyince aklımıza ille de maddî varlıklar gelmemelidir. Zaman ve emek savurganlığı, en az bunlar kadar önemlidir. Zaman en kıymetli hazinemizdir. Geçen zamanı geri getirmek hiç mümkün değildir. Günümüzü, olur olmaz işler peşinde geçirmemeliyiz. Zaman tasarrufu para tasarrufundan önemlidir. Neticede para da, zaman varsa kazanılır.
Bugün hizmet üretecek yaştaki yüz binlerce insanımız, sigara dumanlarıyla kaplı sağlıksız kahve köşelerinde zaman öldürmektedirler. Hiçbir şey üretmeyen bu insanlar topluma katkıda bulunmamaktadır. Bu, hazır emeğin israf edilmesi değil de nedir?
Hizmet: Zamanımızda en değerli şey enerji kaynaklarıdır. Ülkemiz enerji konusunda kendi kendine yeten bir ülke değildir. Böyle olduğunu bile bile enerji tasarrufu konusunda sınıfta kalmış bir ülkeyiz. Bu konuda sizin düşünceniz nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Enerji çağımızın gücüdür. Son yıllarda ülkemiz enerji darboğazıyla karşı karşıyadır. Elektrik enerjisini şuursuzca ve yerli yersiz kullanıyoruz. Resmi dairelerde, gerekmediği hâlde gündüzleri bile elektrik lambaları yakılmaktadır. Hatta bazı kendini bilmezler fütursuzca, kaloriferlere rağmen, elektrikli ısıtıcılar kullanarak devleti zarara uğratmaktadır. Bugüne kadar, “Devletin malı deniz, yemeyen keriz” zihniyetindeki insanlardan çok çektik.
Unutulmamalıdır ki bu devir hesap kitap devridir. Türkiye’de sadece 2008 yılında 1 dolarlık Gayrisafi Yurtiçi Hasıla elde edebilmek için brüt 0.75 kilovat/saat elektrik harcandı. OECD ülkelerinde ise bu rakam 0.4 kilovat saat... Ayrıca Türkiye’de tüketilen enerjinin yüzde 75’i ithal ediliyor. Türkiye'de ortalama bir alışveriş merkezinin tasarruf etmemek nedeniyle ödediği ortalama fazla enerji faturası yüzde 30’u buluyor. Enerji yönetimi sektörünün yeni başladığı Türkiye’de sektörlere göre enerji harcamasında yüzde 5 ila yüzde 30 arasında bir verimlilik sağlanması durumunda yıllık 7.5 milyar dolar tasarruf sağlanacağı öngörülüyor.
Hizmet: Ülkemiz üç tarafı denizlerle çevrili bir su cennetidir. Fakat tatlı su kaynaklarımız sınırsız değildir. Eğer suyumuzu tutumlu kullanmazsak gelecekte susuzluk problemleriyle karşılaşabiliriz. Su tasarrufu konusunda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: İsraf ettiğimiz sınırlı kaynaklarımızdan biri de sudur. Su deyip geçmeyin; su, sudan bir mesele değildir. İçme, kullanma ve tarım için hizmetimize sunulan suyun dengesiz ve israf edilerek kullanılması, şu an bile tehlikeli çanlarının çalmasına neden olmaktadır. Yarınlarımızın su gibi berrak olması için suyumuzu idareli kullanmak, su israfının önüne geçmek durumundayız. Zira su, hayattır. Sağlık ve afiyet içinde yaşayabilmemiz için mutlaka suya ihtiyacımız vardır. Susuzluk çekmeyen suyun kıymetini hakkıyla bilemez.
Hizmet: Sağlık en değerli varlığımızdır. Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi” diyerek bu gerçeği dile getirmiştir. Fakat millet olarak sağlık konusunda da çok savurganız. Sağlığımızı koruma konusunda ihmalkârız. Ne dersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: İsraf yapılan alanlardan biri de sağlıktır. ‘Sağlıkta da nasıl israf olur?’ demeyin. Her yıl milyonlarca doz ilacı çöpe attığınızı unutmayın. Oysa bu ilaçların birçoğunu dış ülkelere döviz vererek satın alıyoruz. Biz, sanıldığı kadar zengin bir ülke değiliz. Onun için bu gibi kaynaklarımızı kullanırken bu gerçeği göz önünde bulundurmamız gerekir.
Sağlık konusuna değinmişken vücudumuzu sigara ve alkol gibi zararlı maddelerle tehlikeye sokmanın da bir çeşit sıhhat israfı olduğunu belirtmemiz gerekir. Bizi sağlıklı olarak yaratan Allah’ın, bize emanet ettiği sağlığımızı bu gibi zararlı maddelerle tehlikeye düşürmek de sağlık israfı sayılabilir. Sözün bu noktasında Cihan Padişahı Kanunî Sultan Süleyman’ın “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi/Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.” beytini hatırlatmamız gerekir. Kulluğumuzu layıkıyla yerine getirebilmemiz için sağlığımızı korumak dinî bir sorumluluktur. “Kendinizi kendi elinizle tehlikeye atmayınız” ilahî buyruğu, bunu ifade etmektedir. “Vücut benimdir” deyip de onu tehlikeye atma hakkınız yoktur.
Hizmet: İsraf konusunda son olarak okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Kur’anî bir hayat tarzı yaşayanlar israf yoluna asla gitmezler. “Yiyiniz, içiniz fakat israf etmeyiniz” ilâhî buyruğu, nasıl hareket etmemiz gerektiğini göstermektedir. Yüce Allah, İsra Suresi’nde: “Gerçekten saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı pek nankördür.” buyurarak, müsrif insanların dikkatini çekerek, onları uyarmaktadır.
Bu ülke Allah’ın biz müminlere bir lütfüdür. Bu nimete şükretmek, kulluğun gereğidir. Ülkemizdeki tabiî zenginliklere rağmen, yoksulluk içinde kıvranmamızın nedeni israf ekonomisidir. İsrafa dayanan bir ekonomi, enflasyon canavarına mahkûmdur. Enflasyon dedikleri, israfın doğurduğu bir musibettir. Peygamberimizin dediği gibi: “İktisatlı olmak, geçimin yarısıdır. İktisada riayet eden fakr u zarurete düşmez.” Bereketli günler dileğiyle!...
M. NİHAT MALKOÇ'LA KUR'AN-I KERİM'E DAİR PAZAR SOHBETİ
Hizmet Gazetesi: Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim bütün zamanlara ve bütün insanlara gönderilmiş son mukaddes kitaptır. Bundan sonra ne kitap, ne de peygamber gelecektir. Kur’an, hayatımızı tanzim eden bir hayat kitabıdır. Kur’an-ı Kerim deyince aklınıza neler geliyor? Bize Kur’an’ın size çağrıştırdıklarını anlatır mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: Kur’an, âlemlere rahmet olarak gönderilen son elçinin, Cebrail vasıtasıyla getirdiği, hayatı çepeçevre kuşatan bir hayat kitabıdır. Birileri onu hayatın dışında tutmaya çalışsa da, o; hayatın en merkezi noktasındadır. Zaten onun olmadığı her yer karanlıktır, virandır.
Kur’an, zemherilerde içimizdeki buzları eriten, içimizi sımsıcak eden bir ağustos güneşidir. “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn’’ hakikatini her dem kulağımıza fısıldayan bir hocadır. Onun içinde sonsuz sır ve hikmetler vardır. Zira o hidayet ve hikmet pınarıdır. O, nisyandaki insana hakkını ve haddini bilmeyi öğretir. Gönüllerimizi imar ve ıslah eder o…
Hizmet: Kur’an-ı Kerim hayatımıza neler katar, ahlakımızı ne yönde değiştirir?
M. Nihat MALKOÇ: O, insanlığı karanlıktan çıkarıp nura kavuşturandır, ahlakımızı ziynetlendirendir, noksanlarımızı tamamlayandır. Amellerimizin bize yoldaş olacağı zor vakitlerde kabirlerimizi aydınlatan nurdur. O bir ışık deryası, bir inci ırmağıdır. Rabbanî terbiyenin esasları onun her satırının süsüdür. O Kur’an ki âlemlere rahmet olan Hz. Muhammed(sav)’i inşa etmiştir.
Kur’an-ı Kerim, maddenin çarklarında pörsüyen ruhlarımızı diriltendir. Rızayı ilahiye götüren sırat-ı müstakimdir. Onun girmediği gönüller gerçekte birer harabeden farksızdır.
Hizmet: Kur’an-ı Kerim birçok konuya değinse de, bu konuları enine boyuna incelemez. Böyle olsaydı o, onlarca ciltten ibaret olur, kullanışlı bir kitap olmazdı. Hadisler Kur’an’ın tefsirinde bize yardım eder. Peki Kur’an, gönül kulağımıza neleri fısıldar? Ona hangi pencereden bakmak gerekir?
M. Nihat MALKOÇ: Kur’an, hazır bilgiler veren ansiklopedik bir eser değil, bilginin yollarını öğretendir. O, kendini Kur'ân öğrenmeye ve öğretmeye adayan “Ashâb-ı Suffa”nın gözünün nuru, gönlünün sürurudur. O, bir ayağı cennet üzerinde olan, çelikten sağlam gönül köprüsüdür.
Kur’an, insanın fıtratına en uygun hayatı öngörendir. O, vahiy eksenli bir hayatın temel dinamiğidir. O, kalplerde sevgiye dönüşendir. İnsanlığın kutlu yürüyüşünün kılavuzudur. Varlığın ruhudur. O iki cihan saadetini sağlayan mutluluk ve kurtuluş reçetesidir. Onun gölgesine sığınmayanlar, cehennemî ateşlerde kavrulmaya mahkûmdur.
Kur’an hayatımızı idame ettirmemizde bize yoldaşlık eder. O bizim hayat rehberimizdir. O, doğruyu eğriden ayırandır. O, darda kaldığımızda bize güç verendir. Şairin dediği gibi “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı/Asrin idrakine söyletmeliyiz İslamı”
Kur’an, ruhumuza hayat iksiri üfleyendir. O, çekilmez yürek sancılarını dindirendir. Çölleşen gönüllerimizi yeşerten rahmet damlasıdır o… Bizi hayatın dik yokuşlarından alıp selamet düzlüğüne çıkarandır. İçimizden akıp giden, bengisu hükmünde olan duru ırmakların bembeyaz köpüğüdür. Ruhların mana yoksulluğunu zenginliğe çevirendir. Puslu havalarda önümüzü görmemizi sağlayan rahmanî bir ışıldaktır. Sönmeye yüz tutmuş gönül ocağını imanın çırasıyla harlayandır. Tükenmemişliğin, dirilişin delilidir; gönül bacamızdan tüten dumandır. Yalnızlığın ruhumuzu kıskıvrak yakaladığı demlerde bir dost tebessümüyle gelip kapımızı çalandır. Manayla aramızda engel olan, sımsıkı kapatılmış gönül perdelerini açandır.
Hizmet: Bilindiği gibi Kur’an-ı Kerim, hayatın tam ortasında yer alır, daha doğrusu orada yer almalıdır. Bazıları onu evin en güzel köşesine asıp zaman zaman tozunu alır. Böylece ona hürmet gösterdiğini sanır. Oysa o okunmak ve yaşanmak için gönderilmiştir. Hayatımızı tanzim etmede ondan azamî düzeyde istifade etmek gerekir. Kur’an’la ilişkimiz nerden baksak sakattır. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Kur’an hayatımızın neresindedir, neresinde olmalıdır?
M. Nihat MALKOÇ: Bir hayat kitabı olan Kur’an, bazen vahşileşebilecek kadar ileri gidebilen insanı frenleyen ilâhî bir mekanizmadır. Zira iman, insanı insan eder. Vahiyden beslenmeyen ruhların içi boştur. Böyle bir ruha sahip kişilerde manevî derinlik aramak beyhude bir uğraştır.
Kur’an, hayatı şekillendirendir. Onu evimizin en güzel köşesine, en yüksek yerlere asmak yetmez. Onu anlamadan, derinliğine inmeden, körü körüne okumak da kâfi değildir. O anlaşılmak içindir. Dünya, aslında güneşin değil, onun etrafında dönmektedir. Mananın kökü onda saklıdır. Bu derin mana köküne inmeden hayattaki her şey sığ ve yüzeysel kalacaktır.
Kur’an Şairi Mehmet Akif, ahir zamandaki müminlerin Kur’an’la ilişkisi hususunda acı ve isabetli bir teşhiste bulunuyor: “Ya açar Nazm-ı Celil’in bakarız yaprağına/Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına” Oysa Rabbimiz bizi bu konuda uyarıyor: “Ey inananlar, hep birden Allah’ın sağlam ipi olan Kur’an’a sımsıkı sarılın. Hani hatırlayın Allah’ın size verdiği o nimeti ki sizler birbirinizle düşmandınız da Allah onunla kalplerinizi uzlaştırdı da siz de bu sayede kardeş oldunuz. Oysaki içinde ateş dolu bir çukurun tam kenarındaydınız. İşte doğruyu bulasınız diye delillerimizi böyle açıklamaktayız.” (Ali İmran Suresi Ayet 103)
Hizmet: Kur’an-ı Kerim aslında müminleri ortak paydada(maneviyat paydasında) birleştirendir. O, Müslümanların gönül zenginliğidir. Müminler bu zenginlikle ruhlarını doyurur, başka bir zenginliğe de ihtiyaç duymazlar. Ruhların doyurulması hususunda Kur’an’ın etkisi nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Kur’an, dünyanın malına mülküne tamah etmeyen müminlerin en büyük gönül zenginliğidir. Allah’ın mübarek elçisi Peygamber Efendimiz onu şöyle tanıtır: “Kur’ân öyle bir zenginliktir ki, artık onun ötesinde bir fakirlik ve onun dışında bir zenginlik yoktur.”
Kur’an, hayata hayat katandır. Kur’ansız bir hayat basit bir canlı organizmadan ibarettir. İnsan hayatın, Kur’an da gönüllerin ışığıdır. İnsansız dünya nasıl anlamsızsa imansız ve Kur’ansız ruh da öyle anlamsız ve boştur. Bedeni ayakta tutan ruh, ruhu da ayakta tutan iman ve Kur’an’dır. Bu iki hayatî unsurdan mahrum bedenler aslında ceset hükmündedir.
Kur’an manevi bir ziyafet sofrasıdır. Bu sofraya oturanlar ruhlarını doyururlar. O, kalplerimizin çırasıdır. Ondan mahrum kalpler karanlığa mahkûmdur. Bu mübarek kitap, cahiliye toplumundan, insanlığın iftihar tabloları diyebileceğimiz “ashab-ı güzîn”i çıkarmıştır.
Hizmet: Kur’an-ı Kerim, şairlerin söz hünerleri gösterdiği belâgati zengin olan bir topluluğa gönderildiği için üslubu eşsiz güzelliktedir. Zamanın şairleri bile bu üsluba hayran kalmışlardır. O, söz güzelliğinin zirvesidir. Fakat o, bir edebiyat ve şiir kitabı değildir. O, dünyevî ve uhrevî hakikatleri muhatap kitleye, yani insanlığa iletendir. Onun bu yönünden, ruhları şekillendirmesinden bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Kur’an, sözlerin en üstünüdür; ilahî kelamdır; üslubu en veciz olandır, mevsimler içinde ilkbahardır, kalplerin taze baharıdır. Dünya yaşlansa da o her geçen gün daha da gençleşmekte ve zindeleşmektedir. Bu sancılı çağın kıskacında daralan gönüller ancak onun ruhanî ve nuranî ikliminde inşirah bulur. Onun hadimi olmak dünyanın hâkimi olmaktan çok daha muteberdir. Zira Kur’an, Halik’tan mahlûkların en şereflisine yazılan ilahî bir mektuptur. O, ummanları bile içine alan bir ummandır. Gönlü hasta olanların şifasıdır.
Kur’an, terbiye eden, iyiye, güzele ve hayra ulaştırandır. Ashab-ı Kiramı insanlığın medar-ı iftiharı yapan odur. İçimize inşirah neşvesi katan, ruhumuzu fethedendir. İnsanlığı küfrün karanlıklarından kurtarıp imanın aydınlığına kavuşturandır. O, hiçbir şeyle değişilmeyecek kadar kıymetli, okundukça çoğalan, zamanla gençleşen ahiret sermayemizdir.
Hizmet: Günümüzde teknoloji alabildiğine gelişmiş, hayatı kolaylaştırmıştır. Halk tabiriyle insanlarımız elini sıcak sudan soğuk suya değdirmiyor. Eskisi gibi açlık ve yoksulluk da yok. Nimetler içinde yüzüyoruz. Fakat bütün bu olumlu gelişmelere rağmen bugünün insanı umduğu mutluluğu yakalamaktan uzaktır. İnsanlar bolluk içinde olsa da mutlu değildir. Stres, insanları ezip geçmektedir. Ruhların içi boşaltılmış vaziyettedir. Bu bir manevî hastalık hâlidir. Böyle olumsuz bir manzara karşısında Kur’an’ın reçetesi nedir?
M. Nihat MALKOÇ: O Kur’an ki, hedef kitlesi insan olan bir kitaptır. Onun manasını hakkıyla anlamak, kulların boyunlarının borcudur. Bu, Allah’ın da kullar üzerindeki mühim bir hakkıdır.
Çağımızın en büyük kâbusu olan “stres” denen zehrin, panzehiridir Kur’an… O, Allah tarafından muhafaza altına alınmıştır. Vaktini onunla dolduranlar hiçbir zaman can sıkıntısı çekmezler. O, bu uçsuz bucaksız gaflet çölünde yolunu şaşıranlara en doğru kılavuzdur, bir hidayet kaynağıdır. O, iman açlığı çeken ruhları doyurur. Sığındığımız kurtuluş adasıdır yüce Kur’an… Onun sırlarını keşfettikte ve derinliğine vardıkça gerçek huzura kavuşacağız.
İçimizdeki çölleri yeşerten bereketli yağmurdur Kur’an… Onun gül yüzlü nefesinin değdiği her yerde bolluk ve bereket vardır. Onun rahmet iklimindeki dallar yeşerir, sonra da meyveye durur. Kur’an, dünyevî emellerin doluştuğu, harap olmuş ruhları imar ve inşa eder.
Gözümüzü ve gönlümüzü doyurandır o… Karanlıklarımıza ışıktır. Ağır kışların ardından gelen güneş yüzlü bahardır. Gönlümüzün Himalaya’sıdır, içimizde sıralanan dağların geçit verdiği noktadır. Ruhumuzdaki lambanın fitilini ateşleyen kıvılcımdır. Zifiri karanlıkları delen bir ışık huzmesidir. Umudunu yitirenlere umuttur. Zihnî yorgunluklarımızı alıp götüren sükûnetgâhtır. Hayatın dik yokuşlarında soluğu kesilenlere taptaze soluktur.
Hizmet: Kur’an-ı Kerim’i Rabbimizin biz kullarına gönderdiği bir çeşit ilahî mektup olarak niteleyebilir miyiz? Bu mektubu okuyup anlamayanların varlığı, ayrı bir mesele teşkil etmiyor mu? Bu mektupta Hakk tarafından muhatabına hangi mesajlar verilmektedir?
M. Nihat MALKOÇ: Kur’an-ı Kerim’i, sevilmeye ve ibadet edilmeye en çok layık olan Rabbimizin biz kullarına Cebrail aracılığıyla gönderdiği bir mektuba benzetebiliriz. Biz onu okudukça aramızdaki muhabbeti derinleştiririz. Fakat ne yazık ki toplumumuzda sevgiliden gelen bu mektubu okuyamayanlar da var. Bu, sevgiliyle olan bağımızı zayıflatan bir durumdur.
Kur’an, Hakk’ın muradını layıkıyla anlatan ilâhî bir kelamdır. Onun muhatabı, hayatın öznesi olan insandır. Bu yüzden onu okumak yetmez, anlamak ve hayatımıza tatbik etmek de gerekir. Zira vahiy terbiyesinden geçmeyen ruhlar ham kalmaya mahkûmdur. Rabbimizin buyurduğu gibi, Kur’an insanları uyaran bir hidayet rehberidir: “Ey Habibim, bu öyle bir kitaptır ki insanları uyarman, inananlara öğüt vermen için sana indirildi.” (Araf Suresi Ayet 2)
Hizmet: Kur’an-ı Kerim’in ilâhî yansımalarından mahrum gönüller, kurumaya yüz tutmuş meralar gibidir. Bunları bir çeşit “kavruk çöl” olarak da niteleyebiliriz. Kur’an’ın nefesiyle nefeslenenler, gerçek huzuru bulanlardır. Kur’an, ayarı bozulmuş gönülleri ayarlayabilecek tek kurtuluş yoludur. Bu hususlarda ne dersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Kur’an çorak gönüllere yağmur misali yağıp onu yeşertendir. Bir harfine on ecir verilendir. O paha biçilemeyen manalardan mürekkep bir inci tanesidir. O, dünya sevgisiyle ayarı bozulmuş gönüllerimizi tamir eden ve ziynetlendirendir. Hattatların asırlar boyu yazmaktan haz aldığı, müzehhiplerin el emeği, göz nuruyla süslediği, hafızların dilleriyle ekip biçtiği, gönüllerine işlediği, hayata hayat katan ilahî kelamdır Kur’an… Onun manası ve sureti, kalplere nakış nakış işlenmeye layıktır. Kalpler ancak bu mana ve suretle dirilebilir.
Kur’an, bağışlanma umudunu kaybedenlere umuttur. Sayfalardan gönüllere akan rahmet ırmağıdır. Bu ırmakta yıkanan ruhlar dünyevî kirlerinden arınır. O, rahmanî bir soluktur. Bu ilahî solukla soluklananların soluğu hayatın dik yokuşlarında bile kesilmez.
Hizmet: Geçmişten günümüze kadar Kur’an’la ilgili çok güzel sözler ve şiirler söylenmiştir. “Kur’an” konulu sevdiğiniz bir şiiri okurlarımızla paylaşabilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Bu konuda çok güzel şiirler var. Vaktiyle kaleme aldığım “Kur'an İklimi” adlı şiirimi okuyucularımla paylaşmak istiyorum:
KUR’AN İKLİMİ
…indirilişinin 1413. yılında Yüce Kur’an’a tazimle…
Gönül semalarında dalgalanan bayraksın
Susayanlara zemzem, sütten daha da aksın
Yürek kapımız senle açılır ayet ayet
Kur’an okuyan insan, mümin ölür nihayet
İnsanlığın muştusu, gözlerimin ferisin
İki cihanda baki, sonsuza dek dirisin
Varlığın ganimettir, sebepsin her huzura
Dağıt karanlıkları, gönlümü erdir nura!...
Kılavuzdur her ayet, kula Hakk’ın nidası
Susayana bengisu, gönüllerin gıdası
On dört asırdan beri kıtaları dolaşır
Hakk’ın emirlerini dört bir tarafa taşır
Hakk’tan ve hakikatten haber veren ilimsin
Gönül bahçelerinde açan gonca gülümsün
Cehennem olsa gelen, söndürürsün ateşi
Ruhları ısıtırsın ey hakikat güneşi!...
Kur’an okunmayan ev harap bina gibidir
Şeytandan esen rüzgâr; fırtınadır, tipidir
Kur’an her ne söylerse Yaradan’ın adına
Gaflete düşenlerin yetişir feryadına
Kur’an hakikatleri efkârına akseder
Rahmet meleği kulun etrafında raks eder
İnsanlığın göz nuru, kurtuluş beratısın
Dirilişin öncüsü, müminin Sırat’ısın
Cennete taşır kulu Yüce Kur’an’ın izi
Nur akar oluklardan, taşar rahmet denizi
Onun yolundan giden, hakikate yaslanır
Kur’an’ı zikretmeyen diller bir gün paslanır
Can verir ruhumuza Kur’an’ın munis sesi
Mamur eyler gönlümü ebediyet bestesi…
M. NİHAT MALKOÇ
M. NİHAT MALKOÇ'LA MEVLÂNA'YA DAİR PAZAR SOHBETİ...
Hizmet Gazetesi: Hocam, Mevlâna deyince aklınıza neler geliyor? Bize Mevlâna'yı biraz anlatabilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Gönül göklerinin parlak yıldızıdır Mevlâna… Karanlık gecelerimize dolunaydır. İçimizin üşüdüğü demlerde gönlümüzü ısıtan güneştir. “Hazret-i Pîr, Hüdâvendigâr ve Mollâ-yı Rûm” sıfatlarına haizdir. Mevlânâ Celâleddîn, BahâeddînVeled’in goncasıdır. Bu gonca Seyyid Burhaneddin ve Şems-i Tebrizî’nin elinde açarak iri bir güle dönüşmüştür. Hayatını ‘Hamdım, piştim, yandım’ sözleri ile özetleyen Mevlânâ, bir gönül adamıdır. Çocukluk yıllarını Belh’te geçiren Mevlânâ, daha sonra Selçuklular devrinde zamanın en büyük ilim ve medeniyet merkezlerinden biri olan Konya’yı kendisine vatan etmiştir; ömrünün sonuna kadar da burada yaşamıştır. O, Sultan Veled ve Alâaddin Çelebi’nin sevgili babasıdır.
Hizmet: Hocam, eserlerini Farsça yazması nedeniyle Mevlâna Celâleddin Rûmî'nin Türk olmadığı; İranlı(Fars) olduğu söylentileri ve iddiaları var. Siz bu konuda ne dersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Tarihî bilgilerimizi yokladığımızda Mevlâna’nın yaşadığı dönemde Anadolu Selçuklularının resmî dilinin Farsça olduğunu görürüz. Sırf bu yüzden Mevlânâ, zamanın modasına uyup eserlerini Farsça yazsa da; o, Fars kökenli değil, öz be öz Türkoğlu Türk’tür. O, eserini Farsça kaleme almış olmasına rağmen evinde Farsça konuşmuyor, Hakanî Türkçesini kullanıyordu. İranlılar onun Farsça yazmasından yola çıkarak, bunu kendilerince bir delil sayarak, bu kıymetli Türk büyüğünü elimizden almaya kalkmışlardır. Sadece İranlılar sahip çıksa iyi; Afganistanlılar da Mevlânâ, Belh’te doğdu diye onu kendi milletlerinden saymaktadırlar. Fakat tarihî gerçekler onun Türk olduğunu göstermektedir. Bunun da ötesinde kendisinin kaleme aldığı şu şiir, bunu açıkça ortaya koymaktadır: “Yabancı bellemeyin beni, ben de bu ildenim,/Sizin vatanınızda kendi yurdumu aramaktayım,/Her ne kadar düşman gibi görünsem de, düşman değilim,/Her ne kadar Farsça söylesem de, aslım Türk’tür benim.”
Hizmet: Hocam, Mevlâna Hazretleri yaşadığı dönemde ve öldükten sonra çok konuşuldu, çok sevildi. Sizce bu sevginin ve ilginin kaynağı neydi?
M. Nihat MALKOÇ:
Zamana meydan okuyan şiirlerin şairi Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, zamanı ve mekânı aşarak günümüze ulaşmıştır. O, yedi asrı aşkın bir zamandan beri şiirleriyle gönüllerimizde taht kurmuştur. O, yüce Rabbimizin tecelligâhı olan gönlü yüceltmiş, onu insanî duyguların merkezî olarak kabul etmiştir : “Bu dünya su küpü, gönülse ırmak… Bu dünya oda, gönülse şaşılacak şeylerle dolu bir şehir...”, “Toprakta yeşeren gül bahçesi yok olur, gönülde yeşeren gül bahçesi ise ne hoş…”, “Bil ki lezzet içtendir dıştan değil. Köşk ve saraylar arzu etmeyi ahmaklık bil”, “Gönül ovasına girmek gerekir, zira dünya ovasında ferahlık yoktur. Dostlar! Gönül emin yerdir. Orada pınarlar, gül bahçesi içinde gül bahçesi vardır.”
Peygamber Efendimizden sonra en çok sevilen fânilerden biri de yüce gönüllü Mevlânâ’dır. O, her çağda ilgileri üzerine çekmiş, sevgide doruğa ulaşmıştır. Onu; şiirlerinde, hikâyelerinde ve romanlarında anlatanlar, onu tarif etmede sözün kifayetsiz olduğu gerçeğini kabullenmiştir. Mevlânâ’yı şiirine konu edinenlerden biri olan Arif Nihat Asya, bu engin sevgiyi şu beyitlere sığdırmaya çalışmıştır: “Yeter ey günlerin mûnadisi,/Yeter artık günün taaddisi/ Sen nasıl seslenirsin ey nâra/Uyuyor Şehri yâr-ı cûndisi/Elverir gıllugîş teâtisi/Ki bu vadi sükût vadisi.” İranlı Filozof Molla Câmi, Mevlâna için “Nist Peygamber veli dâret kitap” (Peygamber değil; amma kitabı var) diyerek ona olan hayranlığını dile getirmiştir.
Alman şair Goethe, Mevlânâ’yı dünyanın en büyük mistik şairi olarak nitelendirmiştir. Pakistanlı şair ve düşünür Muhammed İkbal “Mevlânâ, aşkın rehberidir./Sözleri susuzlara çeşme/Vücudu vecd-ü heyecandır” diyerek onun ruh iklimini tasvir ediyordu. Büyük Fransız muharriri Maurice Barres: “O, öyle bir şair ki, sevimli, âhenktar, âteşin ve müfrittir. O öyle bir dehadır ki, ondan ıtır, nur ve biraz da garabet intişar eder. Bana göre şevk, ışık ve neşe âleminin habercileri olan şairlerin, bu ilâhî insanların hiç birinin hayatı Mevlâna Celâlüddin’inki ile ölçülemez. Onun semâ’ ve teganni yüklü şiirini ve mektebini gördükten sonra Dante’nin, Shakespeare’in, Goethe’nin, Hugo’nun eksik kalan taraflarını fark ettim.” diyerek onu övdükçe övmüştür. Daha bunun gibi nice mümtaz örnekler sayabiliriz.
Hizmet: Hocam, Mevlâna'yı Mevlâna yapan emsalsiz gönül sultanları vardır. O, bu maneviyat sultanlarının rahle-i tedrisatından geçerek o büyük maneviyat mertebelerine erişmiştir. Bu büyük gönül insanının ruhunu imar eden gönül mimarları kimlerdir?
M. Nihat MALKOÇ: Hakk ve hakikat dostu Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan, onu bir anlamda tamamlayan manevîyatı güçlü isimler vardır. Bunlar arasında Seyyid Burhaneddin, Şems-i Tebrîzî, Selahaddin-i Zerkubî, Hüsâmeddin Çelebi, İbn’ül Arabî, Sadreddin Konevî, Kuyumcu Şeyh Selâhaddin sayılabilir. Fakat Mevlânâ’nın hayatında Şems-i Tebrîzî müstesna bir yer teşkil eder. Hazreti Mevlânâ için diğer Hakk dostları bir yana, o bir yanadır. Onunla olan dostluğu ve sırdaşlığı dillere destandır. Birçok kere ayrılan ve tekrar buluşan bu iki Hakk dostunun dostane ilişkileri birçok kesim tarafından kıskanılmış, dedikoduların kaynağı olmuştur.
Hizmet: Mevlâna'nın dostlarının büyük bir yekûn teşkil ettiği tartışmasız bir gerçektir. Fakat sayıları az da olsa, Mevlâna'nın yazdıklarını anlayamayan, onları yanlış yorumlayan, temsillerde verilmek istenen hakikatlara varamayan, sırf bu yüzden ona iftiralar atmış ham ruhlu radikal bir kesim de mevcuttur. Onlar Mevlâna'ya çirkin yakıştırmalarda bulunmuşlardır. Bu konuda neler söylersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Bazı şer odakları hakikatin ışığı Mevlânâ’ya çeşitli iftiralarda bulunmuşlardır. Onun hoşgörü anlayışından zıt mânâlar çıkaranlar olmuştur. Onun “Ne Hıristiyan’ım, ne Yahudi; ne Mecûsî, ne de Müslüman/Ne Doğulu, ne Batılı; ne karadan, ne denizden/Ne dünyadanım, ne ahretten; ne tamudan, ne cennetten/Ne Havvâ’dan, ne Âdem’den; ne Aden’den, ne de Firdevs’ten.” gibi sözlerine bakıp da onları yüzeysel algılayanlar, onu tekfir etme noktasına gelmişlerdir. Oysa burada ifade edilen, onun hoşgörüsünün enginliği ve birleştiriciliğidir.
Mutasavvıfları anlamak için asgari de olsa belli bir tasavvuf kültürüne ve terbiyesine ihtiyaç vardır. Bu iklimden nasiplen(e)meyenler, bu havayı teneffüs etmeyenler, kabuğu öz zannederler. Basiretleri körelmiş bu kişiler, yedikleri kabuğu ceviz sanırlar. Hadiselere bu pencereden baktığımızda Hallacı Mansur'un “Enel Hak(Ben Hakk’ım)” çıkışını, görünen anlamıyla sınırlı tutanlar neyse, günümüzde Mevlânâ’yı mesnetsizce suçlayanlar da odur. Oysa o “Canım bedenimde oldukça Kur’an’ın kuluyum, seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım. Birisi, sözlerimden bundan başka bir söz naklederse; ondan da şikâyetçiyim ben, bu sözden de şikâyetçiyim.” diyerek ilhamının kaynağının Kur’an ve sünnet olduğunu açıkça beyan etmiştir. Demek ki görünene değil, kast edilene bakarak hüküm vermek daha isabetlidir. Perde arkasını hiçe sayıp görünene göre hükmedenlerin yanılma ihtimalleri yüksektir. Bu mantıkla hareket edenler, Mevlânâ konusunda da yanılmışlardır.
Hizmet: “Mevlâna”, adı hoşgörüyle özdeşleşen bir gönül eridir. O, başta hoşgörü olmak üzere, birçok evrensel duyguyu bir vecize kıymetinde anlatmıştır. Bize, onun evrensel temalarından ve hoşgörü kavramına yüklediği anlamdan bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Bir sevgi insanı olan şair ve mütefekkir Mevlânâ’nın Mesnevi’sine baktığımızda onun evrensel görüşlere sahip mutasavvıf bir bilge şair olduğunu görürüz. Onun çağları aşıp bugünlere gelen, manevî hastalıklara iksir olan şu yedi öğüdü bugün de geçerliliğini korumaktadır: “Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol./Şefkat ve merhamette güneş gibi ol./Başkalarının kusurlarını örtmede gece gibi ol./Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol./Tevazû ve alçak gönüllülükte toprak gibi ol./Hoşgörülülükte deniz gibi ol/Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.” Bu öğütlere uyup gereğini yerine getirenler cimrilik, haset, zulüm, nefret, kibir, asabîlik, ikiyüzlülük ve tamahkârlık hastalıklarından kurtulur.
Mevlânâ’nın şiirlerinde hoşgörü duygusu apayrı bir yer teşkil eder. Yunus için ‘sevgi şairi’ derler. Mevlânâ ise, tabir caizse bir 'hoşgörü şairi'dir. Günümüz insanında eksikliği barizce hissedilen sevgi ve hoşgörü kavramları Mevlânâ’da fazlasıyla vardır: Onun, altın suyuna batırılarak dört bir tarafa yazılmaya lâyık şu sözü hoşgörünün bugün bile varılamayan ileri noktasıdır: “Gel ne olursan ol, gel/İster tanrı tanımaz, ister ateşe tapar,/İster bin kez tövbeni bozmuş ol/Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değil,/Gel, ne olursan ol, gel ”
Mevlânâ’nın bizlere emanet bıraktığı sevgi ve hoşgörü duygusu, bugün kalplerimizde yeşerebilseydi bunca kanlı savaşlar yaşanmaz, insanlar birbirini cânice öldürmezdi.
Hizmet: Mevlâna, engin hoşgörüsüyle tanınsa da onun sabra da çok özel bir yer ve önem verdiği de bilinmektedir. Nedir onun sabra yüklediği derin mânâ? Biraz bahsedermisiniz?
M. Nihat MALKOÇ:
Hazreti Mevlânâ altı ciltlik Mesnevî’sinde ve çileli hayatında sabra özel bir yer ve önem verir; sabrı kendine kılavuz edinir. O, belâları imtihan sebebi sayar. Bu yüzden başına gelen sıkıntılardan dolayı sesini çıkarmaz, boyun büker. Bu konuda Mesnevi’de şu ölümsüz sözlere yer verilir: “Sabır iman yüzünden baş tacı olur. Sabrı olmayanın imanı da yoktur. Peygamber ‘Sabrı olmayanın imanı tamam değildir’ demiştir.”, “Acelecilik, çabukluk şeytanın hilesindendir. Sabır ve hesaplı olmaksa Cenab-ı Hakk’ın lütfüdür.” ,“Tespihlerinin ruhu sabırdır. Sabır, başlı başına bir tespihtir. O derecede hiçbir tespih yoktur. Sabırlı ol. ‘Sabır, kurtuluşun anahtarıdır’; Sabır, sırat gibi insanı cennete ulaştırır.”
Hizmet: Mevlâna, müminin miracı olarak tavsif edilen namaza çok hususî bir ehemmiyet vermiştir. Onun namaz anlayışından ve Müslümanlığından söz eder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Hazreti Mevlânâ, özüyle ve sözüyle samimi bir Müslümandı. O, gerçek hürriyeti Allah’a kullukta bulurdu. Namazı, kulluğun en büyük şiarı sayardı. Namazla ilgili şu sözleri bunun en büyük delilidir: “Ben namazda Rabbim’e yönelirim; O'nun iltifatına alışmışımdır. 'Namaz gözümün nûrudur.' sırrı zuhur eder; gözlerim nûrlanır, içim açılır. Namazda, içimde duyduğum rahatlıktan, mânevî zevkten ötürü rûhumun penceresi açılır da, oradan vasıtasız olarak Allah’tan haberler gelir, ilham gelir. Allah’ın ilhamı, feyz yağmuru, rahmeti, nûru, ezeldeki kaynağımdan ve hakîkatimden gelir, penceremden evime girer.
Hizmet: Mevlâna, zamanı çepeçevre kuşatmış ender mütefekkirlerimizden biriydi. Onun bir tarafı dünde, bir tarafı bugünde, bir tarafı da yarındaydı. Yani pergel misaliydi. Mutassıp değildi. Gerçek anlamda çağdaş bir insandı. Yani çağının bir adım önündeydi. Peki, onun ufkundan hayata bakanlar neleri görürdü? Biraz bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Mevlânâ, kökü mâzide olan âtîydi. Yani bir ayağı dünde, bir ayağı ise yarındaydı; taassupkâr değildi. Hiçbir şeye körü körüne bağlanmazdı. O; yeninin peşinde koşan, eskiye saplanıp kalmayan, dünle bugün arasında sağlam köprüler kuran bir hakikat avcısıydı. “Dün, dünle gitti cancağızım/Ne kadar söz varsa düne ait,/Bugün yeni şeyler söylemek lazım." sözü onun yeniye ve yeniliğe olan iştiyakını gösterir. O, hayata daima evrensel ufuklardan bakar; görüş alanını geniş tutardı. Zira o, Hakk’ın, hakikatin ve güzelin yanında durmayı gaye edinmişti. Hakperestti; nefsin değil, daima Hakk’ın üstünlüğünü yeğlerdi. Mesnevi’de anlattığı şu hikâye kıssadan hisse alabilecekler için mühim bir anekdottur:
“Bir sinek, küçük bir su birikintisi üzerindeki saman çöpünün üstüne konar. Kaptan gibi de poz verir. Ve şöyle hava atar: ‘Denizi de, gemiyi de en iyi ben bilirim. İşte şu, deniz; bu da gemi... Bense ehliyetli, doğru düşünen, yerinde karar veren bir kaptanım...’
Sinek, denizin üstünde gemisini sürüp durur... O kadarcık su, ona, uçsuz bucaksız bir deniz gibi görünür. O su birikintisi, ona göre o kadar sınırsızdır ki, onu olduğu gibi görecek göz nerede?.. Görüşü ne kadarsa, dünyası da o kadardır. Denizi de görüşüncedir...
Aslı esası olmayan yorum sahibi de sineğe benzer. Onun vehmi de su birikintisidir. Düşüncesi ise, saman çöpü... Sinek, kendi düşüncesine saplanıp yoruma kalkmışsa, bundan vazgeçse, baht o sineği devlet kuşu hâline getirir. İbretle bakan kişi sinek olmaz...”
Hizmet: Hocam, Mevlâna Hazretleri kaleme ve kelâma dost bir insandı. O, üretken bir gönül adamıydı. Onun kalemle dostluğu hakkında neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Mevlânâ Hazretleri, ömrü boyunca kalemle ve kelamla dost yaşamış, tasavvuf sahasında birbirinden kıymetli özgün ve derin eserler vermiştir. Bunların başında altı ciltlik “Mesnevi” gelmektedir. Bizde Kur’an’dan sonra sünnet-hadis geldiği gibi, Süleyman Çelebi’nin halk arasında “Mevlid” olarak bilinen “Vesiletü’n-Necat” adlı eserinden sonra da “Mesnevi” gelmektedir. Mevlânâ, birçok dile çevrilen Mesnevi’nin yanında “Divân-ı Kebir, Fîhi Mâ-Fîh, Mecalis-i Seb’a, Mektubat” isimli değerli eserleri de kaleme almıştır.
Hizmet: Hocam, Mevlâna Hazretleri ölümü “şeb-i arûs”(düğün gecesi) olarak nitelendiriyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Ölüm, Mevlânâ’nın hoşnutlukla karşıladığı doğal bir süreçtir. Ölümle birlikte ruh ten kafesinden kurtularak özgürleşir; katre, kaynağı olan ummana karışır. Aslında ona göre ölüm iki türlüdür. Birincisi Resulullah Efendimizin “Ölmeden evvel ölünüz” hadisinde belirttiği nefsin öldürülmesi ki bu bir manevî ölümdür; diğeri de maddî ölümdür. Mevlânâ, ölümü dostu dosta kavuşturan bir köprü olarak görürdü. Ölüm, 'Sevgililer Sevgilisi'ne kavuşmaktır; Hakk’ın cemaliyle nimetlenmektir. Zira kişi, ölümle birlikte bu dünyadan göçmekte, fâni yanlarından kurtulmakta, sonsuz âleme doğmaktadır. Onun için Mevlânâ ölümden korkmaz, ölümü “şeb-i arûs(düğün gecesi)” olarak nitelendirirdi. Onun ölümünden sonra, ölüm yıldönümlerinde bu büyük velinin hatırasına her yıl “şeb-i arûs törenleri” düzenlenmektedir.
Hizmet: Hocam, Mevlâna Celâleddin Rûmî anlatmakla bitmez. Onun için ne dersek azdır, ne dersek eksiktir. Bu konudaki son sözlerinizi sorsak...
M. Nihat MALKOÇ: Söz sultanı Mevlânâ, bu fâni âlemde silinmez izler bırakarak bekâ yurduna göçmüştür. Göçmeden evvel de geride kalanlara iki cihan saadetini temin edecek şu mühim vasiyette bulunmuştur: “Ben size, gizli ve aleni, Allah’tan korkmanızı, az yemenizi, az uyumanızı, az söylemenizi, günahlardan çekinmenizi, oruç tutmaya ve namaz kılmaya devam etmenizi, daima şehvetten kaçınmanızı, halkın eziyet ve cefasına dayanmanızı avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmanızı, kerem sahibi olan salih kimselerle beraber olmanızı vasiyet ederim. (İnsanların) Hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı da az ve öz olanıdır. Hamd, yalnız tek olan Allah’a mahsustur. Tevhid ehline selam olsun.”
Hayat; doğum, yaşam ve ölüm çizgisinde sürer gider. İnsanın dünyaya gelmesiyle yaşamla ölüm arasındaki süreç başlar. Daha sonra Yahya Kemal’in deyimiyle ‘Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir.’ Mevlânâ Hazretleri için de süreç bundan ibaretti. Gönül göklerimizin sönmeyen yıldızı Mevlânâ, 17 Aralık 1273’te vefat edince, babası Sultanü'l-Ulemâ Bahaeddin Veled’in başucuna defnedilmiştir. “Ölümümüzden sonra türbemizi toprakta aramayın, bizim mezarımız âriflerin gönlündedir” diyen Mevlânâ, şimdi Kubbe-i Hadra’da sonsuzluk uykusunu uyumaktadır. Rabbim bizleri kendisine dost ve komşu eylesin.
M. NİHAT MALKOÇ'LA RIZA AKDEMİR'E DAİR PAZAR SOHBETİ...
Hizmet Gazetesi: Hocam, ölüm birçok değerimizi ve değerlimizi bizden koparıyor. Gün geçmiyor ki bir büyük yazarımızı, şairimizi, devlet adamımızı, sanatçımızı, gönül adamımızı kaybetmeyelim. Ölüm, bağlarımızı bozuyor. Ne dersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Uzun ve geri dönüşü olmayan bir yolculuktur ölüm… Kabir kapısına kadar dört kişinin omzunda ötelere yollanmaktır. Muvakkat dünya defterinin kapanıp sonsuz ahret defterinin açılmasıdır. Ölüm, çoğu insanı içten içe yiyip bitiren endişelerin asıl kaynağıdır. Hayatı sorgulamaya sebeptir ölüm… Apansız dünyanın dışına itiliştir belki de…
Ölüm dünyaya göre bir çeşit gurbettir. Onun içindir ki hep hüznü ve matemi çağrıştırır bizlere. Yahya Kemal ““Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde” dese de biz yine de soğuk buluruz bu sonsuz yolculuğu… Ölümle birlikte dünyayla olan bağlarımızı da koparırız.
Ölüm dünyaya ait her ne varsa onları geride bırakmaktır. Hayatın sonbaharı ve kışıdır, Hakk dostlarının düşüdür; bir çeşit sonsuzluğa doğuştur ölüm… Doğarken nasıl çıplak doğduysak ölürken de öyle üryan gideriz. Sözün bu noktasında Karacaoğlan’ın şu dörtlüğünü hatırlamamak mümkün müdür: “Üryan geldim gene üryan giderim/Ölmemeye elde fermanım mı var/Azrail gelmiş de can talep eyler/Benim can vermeye dermanım mı var…”
Ölüm duygusu; zihnimizi kemiren, bizi hiç yalnız bırakmayan, adeta gölgemiz olan bir histir. Zira o bizi ne gece, ne de gündüz yalnız bırakır; daima zihnimizin bir köşesinde durur.
Ölüm serviler altında gölgelenmektir. Ölümle birlikte, dünyada kalanlar için anılar devreye girer. Gidenlerin ardından bakakalanlar, iyice yalnızlaşır. Ölen kişi, sanki bir yanımızı da alır götürür beraberinde.... Şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın dediği gibi “Çalkalanır gidersin kapkara bir boşlukta/Ne sevinç, ne de keder; artık her şey anlamsız…”
‘Durup dururken bu sözler de neyin nesi’ diyenleri duyar gibiyim. Kıymetli bir şairin, bir gönül dostunun ölümü bizi ölüme dair düşünmeye ve söyleşmeye itti. Şair valilerimizden Rıza Akdemir’den söz ediyorum.
Hizmet: Ömrünü devlet hizmetiyle geçirmiş bir gönül adamını daha kaybettik. O, milliyetçi ve vatansever bir insandı. Şiirlerinde bu atmosferi rahatlıkla hissedebiliriz. Merhum şair Rıza Akdemir'den bahsediyorum. Hocam, bize şair ve devlet adamı(vali) Rıza Akdemir'i kısaca anlatabilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Güzel insan, gönül dostu, muhabbet fedaisi Rıza Akdemir, 9 Nisan 2012 tarihinde aramızdan ayrıldı. O, arkasında 25 eser, güzel anılar ve binlerce dost bıraktı. Onun uzun sayılabilecek hayatının kesitlerini gözümüzün önünden geçirelim…
1930 yılında Rize’nin İkizdere ilçesinde hayata gözlerini açan şair valilerimizden Rıza Akdemir, 2012 yılının 9 Nisan’ında Ankara’da hayata kapadı gözlerini. O, ilk ve orta öğrenimini Samsun’da tamamladı. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin İdari Şubesinden mezun oldu. İlk olarak Samsun’da maiyet memurluğu yaptı. Çorum’un Ortaköy ilçesine kaymakam olarak atandı. Daha sonra Almanya Hükümetinin davetlisi olarak, Federal Almanya’da mahalli idareler üzerinde araştırmalar yaptı. Türkiye’ye döndükten sonra sırasıyla Sarız, Olur, Niksar kaymakamlıklarında bulundu. 1975 yılında Siirt Valiliğine atandı. Daha sonra İçişleri Bakanlığı’nda Özlük İşleri Genel Müdürlüğü, Müsteşar Yardımcılığı görevlerinde bulundu. 1982 yılında 36 vali arkadaşı ile birlikte emekliye sevk edildi. Büyük Türkiye Partisi’nin ve daha sonra da Doğru Yol Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. ANAP Hükümetinin iktidara gelmesiyle birlikte, tekrar İçişleri Bakanlığına geri döndü. Bu sefer Müsteşar Yardımcılığı görevinde bulundu. Ardından Balıkesir Valiliğine tayin edildi. Vali Akdemir, 1 Ağustos 1995 tarihinde yaş haddinden emekli oldu.
Hizmet: Merhum Rıza Akdemir resmî, soğuk ve abus suratlı bir insan değildi. O; kalbi Hakk sevgisiyle dolu, halktan biriydi. Yumuşak huylu olmasına rağmen millî meselelerde kararlı ve dik duruşluydu. Onun ruh dünyasının akislerini bize anlatabilir misiniz? Onun ummanlar kadar geniş ruhunu besleyen kaynaklar nelerdir?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Rıza Akdemir, ülkesini ve milletini canından aziz bilen bir vatan sevdalısıydı. O, eserlerinde vatan ve millet sevgisini anlatmıştır. Çocuklara ve gençlere bu asil duyguyu aşılamayı amaçlamıştır. Dr. Nermin Akdemir’le evli olan Rıza Akdemir’in iki kızı vardı. Merhum Rıza Akdemir, Sevinç Atan Hanım’la yaptığı bir röportajda hayatı boyunca ruhunu beslediği kaynaklar ve kitaplar hakkındaki duygularını şöyle özetlemiştir:
“Çocukluk yıllarımda, ilkokul, ortaokul ve lisede, şunu okumanız lazımdır, bunu okumanız gereklidir diye bize Doğu ve Batı edebiyatının yıldızlarını gösteren kimse olmadı. Hangi yollardan yürümemiz, hangi kapıları çalmamız, hangi çeşmelerden su içmemiz, neleri okumamız gerektiğini bilmeden ilkokulda görevli olduğum okul kütüphanesinde ne kadar kitap varsa hepsini tek tek okuyarak, elime geçen her kitabı hiçbir ayrım gözetmeden başladım okumaya. Çok genç yaşlarda Divan edebiyatından da Halk edebiyatından da Batı edebiyatı ve Osmanlı edebiyatından da bir şeyler almaya çalıştım. Bilinçli bir seçim yaptığımı söyleyemem. Bir insanın şu kadar kitap okudum diye öğünmesini son derece anlamsız buluyorum. Önemli olan kişinin okuduklarından neler aldığı ve elinde nelerin kaldığıdır. İşte kültür de budur. Ben dünya uluslarının ve Türk edebiyatının en önemli isimlerini okuyup incelemeye, anlamaya çalıştım. Edebiyatımızda çok sevdiğim şair ve yazarlar olmuştur.
Divan edebiyatında pek fazla yoğunlaştığımı söyleyemem ama Divan edebiyatının güzellikleri ve pırıltısı kaybolmasın istedim ve divan edebiyatını gelecek nesillere aktarabilmek amacıyla da bir kitap hazırladım. Şu tarz şiiri severim, şunu sevmem, şu edebiyatı buna tercih ederim gibi bir ayırımı pek doğru bulmuyorum. Şiir her kalıpta güzeldir. Gülün her vazoda güzel olması gibi.”( )
Hizmet: Merhum Akdemir, resmî görevlerinin dışında edebiyatla, şiirle hemhâl olan bir insandı. O, bir şiir sevdalısıydı. Onun bu yönüne değinir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Şiirimizin güler yüzlü şairlerinden biriydi merhum Rıza Akdemir… Bugüne kadar millî ve manevî hissiyatı nakış nakış işlediği değişik türlerde 25 eser yayınlamaya muvaffak olmuştu. Bu kitapları okuyanlar, yurt sevgisini kendilerine şiar edinmişlerdi. Onun kitapları Kültür Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar tarafından yayınlanmıştır.
Merhum Rıza Akdemir, çok okuyan, az ve öz konuşan mümtaz bir insandı. O, bir Ankara beyefendisiydi. Kaymakamlık, valilik, bürokratlık gibi üst kademe yöneticiliklerinde bulunmuş bir vatan sevdalısıydı. Siirt ve Balıkesir illerimizde valilik görevini başarıyla ifa etmişti. Buralarda halk tarafından da çok sevilmişti. Bir zamanlar başarılı bir bürokrat olarak İçişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcılığı görevinde de bulunmuştu. 12 Eylül dönemi öncesinde Balıkesir Valisi olarak görev yapmaktaydı. Fakat 12 Eylül’ün değirmeninde o da öğütülmüş, vazifesinden sebepsizce alınmıştır. Merhum Akdemir, şair kimliğiyle önce İLESAM Başkan Yardımcısı olmuş, 2006 senesinde de İLESAM Başkanlığı yapmıştır.
Hizmet: Rıza Akdemir'in hayatının anlamlarından biri de kitaplarıydı. İdareciliklerinin dışında, ömrü okumak ve yazmakla geçmiştir. Bize onun bu yönünden söz eder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Rıza Akdemir’in en büyük sermayesi kitaplarıydı. O, hayatında okumak ve yazmaktan başka bir şey düşünmemiştir. Makam ve mevki peşinde koşmamıştır. Hayatı boyunca edebiyata büyük bir tutkuyla bağlanmıştır. Kelimelerle dostluklar kurmuş, onları kullanarak duygu evleri inşa etmiştir. Akdemir’in arkadaşı Yavuz Bülent Bakiler onu şöyle anlatıyor:
“Kibar, kibar, kibar bir adamdı. Arkadaşlarına: “Caanım Efendim!” diye hitap ederdi. Elli yedi yıllık dostluğumuz esnasında birbirimize bir defacık olsun kırılmadık. Benim, tarihimize edebiyatımıza karşı biraz merakım vardı. Hiç abartmadan yazıyorum: Hem üniversite yıllarımızda, hem de çok daha sonraki devlet hayatımızda, edebiyatımızı da, tarihimizi de bana ders verecek derecede biliyordu. On beş bin kitaplık kütüphanesi olan devlet adamlarımızdan biriydi. Türkiye’mizde on beş bin kitabı olan kaç aydınımız vardır acaba?... Fakülte yıllarımızda, Rıza Akdemir’in bizden üstün özellikleri vardı. Evvela, kendi gayretiyle, bin yıllık eski alfabemizi öğrenmişti. Bizim, bön bön baktığımız eski Türkçe yazılmış kitaplarımızı, belgelerimizi, şiirlerimizi rahatlıkla okuyup anlatıyordu. Sonra, yabancı dil olarak Almancayı iyi biliyordu. Nitekim daha sonraki yıllarda Alman edebiyatının bazı kitaplarını tercüme ederek dilimize kazandırmıştı. Edebiyat ve tarih konusunda da bizden ve çevresinden, çok daha zengin bilgilerle yüklüydü.
Nesri hitabetinden, hitabeti nesrinden güzeldi. Şaşırtan bir belagatle konuşuyor, insanı çekip-çeviren, imrendiren, kıskandıran bir üslupla yazıyordu. Serdengeçti Osman Yüksel’in o, bir yazıda bir yanlış kelimenin, bir lüzumsuz cümlenin geçmesine tahammül edemeyen kimsenin, Rıza Akdemir’in yazılarını döne döne okuduğuna, o yazıları öve öve göklere çıkardığına kaç kere şahit olmuşumdur. Nitekim, Rıza Akdemir’in daha Samsun Lisesi sıralarında yazdığı yazılarını “Bir Gün Gelecek” ismiyle Serdengeçti Yayınları arasında çıkarmasına birlikte sevinmiştik.”()
Hizmet: Merhum Rıza Akdemir, Mehmet Akif'i çok severdi. Onun Safahat'ı çok sevdiğini, çok okuduğunu, başucu kitabı olarak gördüğünü biliyoruz. Bu sevginin ve derin muhabbetin sebepleri sizce nelerdir?
M. Nihat MALKOÇ: Yakın geçmişte ebediyete uğurladığımız Rıza Akdemir, Mehmet Akif Ersoy’u çok seven ve Safahat’ı elinden düşürmeyen bir kişiydi. Çünkü o, aradığını Safahat’ta bulmuştu. Akif sanki onun içinden geçenleri okuyarak mısralara dökmüştü. O, Akif’i çok iyi anlayan ve her fırsatta anlatan sorumlu bir aydındı. Onun fikirleri Akif’le birebir örtüşüyordu. Zira her ikisi de millî ve manevî değerleri önemseyen ve bunlar üzerinde titreyen insanlardı.
Hizmet: Rıza Akdemir'in şiirlerine baktığımızda daha çok millî ve manevî muhtevalı şiirler yazdığını görüyoruz. Onun şiirden ne anladığını, şiiri nasıl anlamlandırdığını bize anlatabilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Geçtiğimiz günlerde 82 yaşında aramızdan ayrılan Rıza Akdemir, şiiri amaç olarak değil; düşüncelerini geniş kitlelere aktarmak için bir araç olarak görüyordu. Zira şiir iyi bir propaganda aracıydı. Akdemir, şiirin o büyülü atmosferinden yararlanarak yeni nesillere öz benliklerini hatırlatıyordu. O, şanlı geçmişiyle gurur duyuyor ve şöyle sesleniyordu:
“Fırtınalar gibi dilim var benim
Törem var, yasam var, ilmim var benim
Doğusu, batısı bu diyar benim
Önümde baş eğmiş bir sürü devlet
Halklar değilim ben, milletim millet...
Göller alın terim, ırmaklar kanım
Fatih’im ben, Ulubatlı Hasan’ım
Ay yıldızı gök kubbeye asanım
Bir elimde ezel, birinde ebed,
Halklar değilim ben, milletim millet....”
Hizmet: Akdemir'in, geleceğimizin teminatı olan gençlere çok ehemmiyet verdiğini biliyoruz. Gençlerin millî ve manevî değerlerin şuuru içerisinde yetiştirilmesi onun en büyük arzusuydu. Onun bu hassasiyeti konusunda ne dersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Rıza Akdemir, şöhret olmak için değil, gençleri bilinçlendirmek için yazıyordu. Yazmaktan tek beklentisi şuurlu nesillerin yetişmesiydi. Onun kaleme aldığı eserler arasında şunları sayabiliriz: “Bir Gün Gelecek, İnci Taneleri, Masal Çiçekleri, Çocuklarımıza Masallar, Dinî Şiirler, Manzum Öğütler, Türk Gençliğine Mektuplar, Adalet(piyes), Çocuk Hikâyeleri, İstanbul’dan Orta Asya’ya Seyahat, Güldeste, Dinî ve Millî Şiirler Antolojisi... Çevirileri: Şövalyenin Şatosu, Sevimli Kuzu, Şişedeki Cin, Türkmenler Arasında, İnatçı Kız, Şarkıcı Kanarya, Cesur Kız, Vatansız Adam, Yemin...”
Hizmet: Merhum Akdemir ömrü boyunca yaratılış gayesine uygun olarak yaşamayı şiar edinmiş, mal biriktirmek için yaşamamış, dostluğa yatırım yapmıştır. Son nefesine dek çok zengin bir dost halkası oluşturmuştur. Mevlâna misali göründüğü gibi olmuş, olduğu gibi görünmüştür. Bunu bütün yaşantısıyla yakın ve uzak çevresine hissettirmiştir. Dostları onun samimiyetinden hiç şüphe etmemiştir. Onun pazara kadar değil, mezara kadar süren dostluğu ve dost çevresi hakkında neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Rıza Akdemir’i tanıyanlar onunla ilgili hep güzel şeyler söylemişlerdir. Değerli şair ve yazar Halistin Kukul, merhum Rıza Akdemir’i şöyle anlatıyor: “Rıza Ağabey, bir başka güzeldi; sevgi doluydu, heyecanlıydı, fikir yüklüydü, muhabbetliydi, fedâkârdı, azîmliydi, çalışkandı... Yüksek bir “İslâmî-millî şuûra sâhip”; dâimâ kılık- kıyafetine itinâ gösteren, kibar; fikri, heyecanı kadar ve heyecanı da fikri kadar mükemmel ve makbûl, ateşli bir hatip, nezakete numûne bir beyefendi insandı. Milletseverdi, vatan severdi, bayrak severdi, insan severdi!.. O, bir kültür adamıydı. Önde yürümesini bilen nadirlerdendi. Gençlik hakkında kitabı olan, sanıyorum ki, Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’den sonra ikinci fikir adamı Rıza Akdemir’dir. Başgil Hoca’nın 1949 yılında yazdığı ‘Gençlerle Başbaşa’ adlı küçük, fakat emsalsiz eserinin bir takipçisi olarak, 1977 yılında Damla Yayınevi tarafından neşredilen ve ithafında: ‘Bu eserimi, ‘Güneş sağ tarafıma, ay da sol tarafıma konsa, bu davayı terk etmeyeceğim’ diyen Hazreti Peygamber’in yolunda hak için, bayrak için şehit düşen altmış altı vatan evlâdının ölmez hatırasına adıyorum.’ diye başlayan ‘Türk Gençliğine Mektuplar’ adlı kitabı, başlı başına takdire şayandır.”( )
Hizmet: Rıza Akdemir'in şiir anlayışı merhum Akif'inkiyle örtüşüyor. O da Akif gibi, kitlelere mesajı olan bir şairdir. Şiiri kelime oyunu ve hüner göstermek için bir araç olarak görmemiş, şiirin öğretici ve terbiye edici yönünden azamî derecede istifade etmiştir. Bize onun şiire bakış açısı ile ilgili olarak neler söyleyebilirsiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Akdemir’in, şiirde sanatkârlık ve hüner gösterme diye bir düşüncesi ve kaygısı yoktu. O da Akif gibi ‘Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek’ düşüncesinde bir insandı. Maksadı uyanık ve şuurlu bir nesil oluşturmaktı. Onun en etkileyici şiirlerinden biri de “Şehidin Babası” adlı manzum hikâyesiydi. Bu şiiri okuyup da ağlamayan insan yok denebilir. Akdemir, bu şiirde vatansever bir subayla olan diyaloğunu anlatır. Askerlik şubesinde çalışan bir subayın hatırasına yer verir… O gün şubeye bir yaşlı adam gelmiştir. Adamın geleceğe dair büyük ümitler bağladığı oğlu, terhisine 17 gün kala şehit olmuştur. Şair Akdemir, yaşlı adamın ağzından şehit oğlunun acısını ustaca anlatır. Sonunda yaşlı adam subaya şöyle der: “Şimdi bir sıkıntım var uykularımı bölen,/Şehit olur mu acep vatana borçlu ölen.//Öbür dünyada oğlum belki üzülür buna,/Onun bir tek gün borcu kalmamalı yurduna.//Bu vatana, millete borcu kalmasın beyim,/On yedi gün eksiği yerine ben edeyim.//Bir tek bu umut kaldı hayata karşı bağım,/Bakma yaşlılığıma ben de eski toprağım.//Benim de bayrak tutar, silâh tutar bileyim,/Budur senden son arzum, budur sende dileyim.”
Bilmem sizin gözleriniz nemlendi mi?
Hizmet: Son olarak bize onunla ilgili neler söylemek istersiniz. Onun bir şiirini okuyucularımızla paylaşmanızı istesek tercihiniz hangi şiirinden yana olur?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Rıza Akdemir, tıpkı Mehmet Akif ve Necip Fazıl gibi derdi ve davası olan bir şairdi. O; mavi gözlü, ince belli dilberlere methiyeler düzen hovarda ruhlu şairlerden değildi. O, bir gönül adamıydı. Allah rahmet eylesin. Ruhu şâd olsun....
Merhum Rıza Akdemir'in beni en çok etkileyen şiiri “Şehidin Babası” adını taşıyor. Bu, yüzde yüz gerçek bir hadiseden yola çıkılarak yazılan ve yürekten kaleme alınan şiiri siz kıymetli okurlarımla paylaşmak istiyorum:
ŞEHİDİN BABASI
Bir subay arkadaşım vardı birkaç yıl önce,
Beni arar bulurdu Ankara’ya gelince.
İçi dışı aydınlık sözü demirden sağlam,
Kalbi vatan aşkıyla çarpan yiğit bir adam.
Ankara’ya uğrardı ayrılınca izine,
Bana telefon etti, buluştuk bir gün yine.
Hiç unutmam serin bir akşamıydı Temmuzun,
Bir bahçede oturup dertleştik uzun uzun.
Sohbet konusu birden Güney-Doğu’ya kaydı,
Unutulmaz günlerdi, müthiş bir faciaydı.
Bir tutuşmuş meşale baştanbaşa ufuklar,
Daha beşikte iken öldürülen çocuklar.
İhanet pusu kurmuş her kayanın ardında,
Çakallar kol geziyor aslanların yurdunda.
Tabutları bayrağa sarılı cenazeler,
Bağrı yanan anneler gözü yaşlı tazeler.
Kuşatmış hudutları ihanetin alevi,
Her köy mezarlık gibi, her ev bir ölü evi.
Her adımda bir tuzak, her dönemeçte pusu,
Yüreğimizi yakan ne olacak sorusu.
Bunları düşünürken çatlayacaktı başım,
Bir hatıraya dalmış gibiydi arkadaşım.
Ufukları tarayan bakışları sislendi,
Sigarasını yakıp bana şöyle seslendi.
Bu yaz başımdan geçen bir olay anlatayım,
Biliyorsun Askerlik Şubesinde subayım.
Bu basit bir hatıra ve günlük olay değil,
Gözlerim yaşarmadan anlatmam kolay değil.
Ne zaman hatırlasam ıslanır kirpiklerim,
Beni bir Türk yaratan Tanrı’ya şükrederim.
Bir yaz günü şubede biraz çalışıp durdum,
Raporlar hazırlayıp epey kendimi yordum.
Nöbetçi er kapıyı vurup girdi içeri,
Dedi ”Bir bekleyen var sizi epeyden beri”
“Niye haber vermedin” dedim, “Hemen koş çağır”
Yorgun yaşlı bir adam yaklaştı ağır ağır.
Yer gösterdim oturdu, derin bir nefes aldı,
Hüzünlü bakışları bir süre bende kaldı.
Solgun yanaklarından aktı birkaç damla yaş,
Dua gibi bir sesle konuştu yavaş yavaş.
“Az ötede evimiz, Hacı Mustafa adım,
Bundan iki ay önce şehit oldu evladım.
Oğlum yirmi yaşında çakı gibi bir erdi,
Allah’ı sever gibi vatanını severdi.
Bir görseydiniz onu ne hoş delikanlıydı,
Komşumuz Ali beyin kızıyla nişanlıydı.
Aradan yıllar geçse unutamam o günü,
Meydanda davulların çalındığı düğünü.
Belediye önünde defneyapraklı taklar,
Davul zurna sesleri, oyunlar albayraklar.
Nişanlılar genç kızlar, gelinler akrabalar,
Gözü yaşlı analar, dalgın duran babalar.
Yaslandığım çınardı, bağlandığım ümitti,
Tren dumanlarına yavrum sarılıp gitti.
Yuvadan ayrılışın kırıklığı sesinde,
Onu son defa gördüm tren penceresinde.
Yokluğuna alışmak inanınız çok zordu,
Arada mektup yazıp “Geleceyim” diyordu.
Su gibi akıp geçti, günler peşi peşine,
Dayandık iki garip hasretin ateşine.
“Ramazanda evdeyim” diye haber salmıştı,
Terhisine oğlumun on yedi gün kalmıştı.
Gözlerimiz yollarda bekledik üzgün üzgün,
Bayraklara sarılı tabutu geldi bir gün.
Evimizi bir deprem vurmuşçasına çöktük,
Eller bayram eyledi, biz kanlı yaşlar döktük.
Elden ne gelir beyim vadesi bu kadarmış,
Kanlı avuçlarında birkaç saç teli kalmış.
Ona verdiği saçlar Elif kızın giderken,
Matemlere boğulduk düğün yaparız derken,
Cesedi mezarlıkta hatırası bizdedir,
Fotoğrafı duvarda yeri kalbimizdedir.
Sonra birden doğruldu ve yükseltti sesini,
Dedi yardımın için rahatsız ettim seni.
Şimdi bir sıkıntım var uykularımı bölen,
Şehit olur mu acep vatana borçlu ölen.
Öbür dünyada oğlum belki üzülür buna,
Onun bir tek gün borcu kalmamalı yurduna.
Bu vatana, millete borcu kalmasın beyim,
On yedi gün eksiği yerine ben edeyim.
Bir tek bu umut kaldı hayata karşı bağım,
Bakma yaşlılığıma bende eski toprağım.
Benimde bayrak tutar, silâh tutar bileyim,
Budur senden son arzum, budur sende dileyim.
Karşımda konuşan bu büyük insana baktım,
Heyecandan hüngür hüngür ağlayacaktım.
Dinçleşmiş, canlanmıştı, bakışı sanki kordu,
Sakalından aşağı damlalar sızıyordu.
Sildi gözyaşlarını çıkarıp mendilini,
Fırlayarak yerimden öptüm iki elini.
Hangi dağ bundan yüksek, hangi yar bundan derin,
Eğiniz başınızı önünde bu pederin.
Vicdanı böyle yüce, imanı böyle metin,
Eğiniz başınızı önünde bu milletin.
Rıza AKDEMİR
M. NİHAT MALKOÇ'LA SACİT ONAN'A DAİR PAZAR SOHBETİ
Hizmet Gazetesi: Hocam, hakikatte dostu dosta kavuşturan ölüm, nedense biz faniler tarafından pek hoş karşılanmıyor. Ona öcü gözüyle bakıyoruz. O, kurulu düzenleri, yapılan hesapları alt üst ediyor. Kişileri sevdiklerinden koparıyor ölüm. Siz nasıl bakıyorsunuz ölüme?
M. Nihat MALKOÇ: Selam durur ölüme yola dizilen ruhlar... Ölüm ki hayatın son durağıdır. Gün gelir onun boynuna sarılırız birer birer… Soğuk olsa da, gülen bir yüzü vardır onun. Zira dostu dosta kavuşturan bir köprüdür ölüm… Ancak o ince köprüden geçenler Cemalullah’a erişir.
Sınırların tükendiği, zamanın donduğu bir âleme yol almaktır ölüm… Sonsuzluğa yelken açmaktır masmavi denizlerden geçerek… Her canlı elbet bir gün tadacaktır lezzetleri acılaştıran ölümü(Al-i İmran 185)… Kimse kaçamayacaktır onun önünden. Hepimizi alacaktır kanatlarının altına. Şefkat nazarlarıyla bakacaktır yüzümüze. Onun önüne düşüp yola revan olacağız. Ne zaman mı? Vaktini ancak bize hayatı bahşeden o yüce Malik bilir…
Ölüm; aslında yok oluş değil, yokluktan silkiniştir. Dünya hayatının anlamını yitirdiği demlerde en büyük sığınaktır ölüm… Zira onun ikliminde soluklanırız sonsuza dek… Ölüm olmasaydı, bir şeylerin eksik olduğu bu dünyada ölümü ne kadar da arzulardık; onu en büyük nimet olarak sayardık. O olmasaydı ruhların uhrevî açlığı nasıl giderilirdi? Bir düşünün!...
Sırası gelen geçiyor o uzun, ince ölüm köprüsünden. Kimler geçmedi ki bu yoldan… “Canlar Canı” da, Firavun’u da bu yoldan geçerek kapattı hayatın perdesini. Hüzünle harmanlandı cümle tebessümler… Biz de aslında yaşamıyor, sonsuzluğa varmak için sıramızı bekliyoruz bu dünya gurbetinde. Dostlarımız birer birer geçiyor o köprüden. “Ayağınızı denk alın, kibirlenmeyin… Dünya bir imtihan yeridir. Bir gün size de sıra gelecektir” dercesine…
Hizmet: Ömrünü sanatla, şiirle, yönetmenlikle, şiir seslendirmeleriyle geçirmiş bir gönül adamını daha kaybettik. Merhum Sacit Onan'dan bahsediyorum. Onu nasıl bilirdiniz?
M. Nihat MALKOÇ: İşte yolcusu tükenmeyen, kıyamete kadar da tükenmeyecek olan o ölüm köprüsünden bir dost daha geçti selamet sahiline… O’nu o tok sesiyle tanıdık ve çok sevdik. Gün geldi “Seni de vururlar bir gün ey acı/Uçuşup durduğun kanatlarından” deyip Ferman Karaçam’ın hissiyatına ses oldu. Bir gün “Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde/Bir çocuk gibiydi ve ağlıyordu” deyip Mehmet Akif İnan’ın Filistin’e dair duygularını yüreklere sindirdi. Bazen de “Akşam erken iner mahpushâneye/Ejderha olsa kâr etmez” diyerek Ahmet Arif’in ruhuna adeta bir ayna oldu. Yine o güzel ses “Yere Düşen Yıldızlar” adını verdiği Filistin şiirleri albümüne sesini ve yüreğini vererek mazlumların acılarını dünyaya haykırdı kararlılıkla...
Yönetmen, şair ve seslendirme sanatçısı Sacit Onan’dan söz ediyoruz dostlar… O da ömrün ahirinde ebediyete yürüyenler kervanına katıldı; O da ruhların mahşerine dâhil oldu.
Hizmet: Hocam, bize “redaktör spikeri, reklam ve belgesel yönetmeni, seslendirme sanatçısı” Sacit Onan'ı kısaca anlatabilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: 1945 yılında İstanbul’da, Rumelihisarı’nda başlayan mütevazı bir hayat, 12 Kasım 2010’da yine İstanbul’da son buldu. Yani O, 65 yaşında aramızdan ayrılarak sonsuzluğa yol aldı. O’nun biyografisine göz attığımızda çok dolu bir hayat geçirdiğini görüyoruz:
“12 yaşına kadar babasının devlet görevlisi olması sebebiyle Anadolu’nun doğusundan batısına, çok çeşitli ilçe ve kentlerini dolaştı. Sanat hayatı, 1962 yılında tiyatro ve sinema çalışmalarıyla başladı. İstanbul Şehir Tiyatrosu aktör ve yönetmenlerinden merhum Sami Ayanoğlu’nun gözetiminde dublaj sanatçısı olarak ilk filmini seslendirdi. 4 yıl Türk Sineması'nda yönetmen asistanlığı ve özel tiyatro oyunculuğu yaptı.
1971 yılında açılan sınavı kazanarak TRT’de kadrolu spiker ve redaktör olarak görev aldı. O yılların yabancı belgesellerinden; Savaşan Dünya, Kaptan Cousteau ve İpek Yolu, yerli yapımlardan ise; Toprak ve İnsan, Keçenin Teri, Fırat’ın Türküsü, Su ile Gelen Kültür, Karadeniz’den Çeşitlemeler isimli yapıtlara ses verdi. Kır Yoksullarının Türküsü, Madenlerin Devletleştirilmesi, Balyanın Taşı Toprağı Kurşun ve Güney Antalya Projesi-Yasak Deniz gibi sosyal içerikli belgesellerde ise hem seslendiren hem de yönetmen olarak çalıştı.
Bugüne kadar; reklam filmi yapım ve yönetmenliğinin yanı sıra reklam filmleri seslendirme çalışmalarını da yürüten Sacit Onan, ilk kez profesyonel olarak ‘Yere Düşen Yıldızlar’ adlı Filistin Şiirleri albümüne imza attı. Başarılı yönetmenlik ve seslendirme çalışmaları kariyerine şiir albümünü de eklemiş oldu. 2004 ile 2009 yılları arasında Radyo 7, Marmara FM, Show Radyo ve TV5’te Canlı Yayında ‘Su Tadında’ isimli şiir programı ve yorumculuğunu yaptı. Ayrıca Bursa Olay TV’de ‘Su Tadında -Vaktin Darağacında Şiir’ programını hazırlayıp sunmuştur. Sacit Onan, iki kız çocuk babasıdır.”()
Hizmet: Merhum Sacit Onan usta bir şiir seslendirmecisiydi. Milletimiz birçok şiiri onun sesiyle sevdi ve tanıdı. Onun şiir seslendirmeciliğini bize anlatabilir miisniz?
M. Nihat MALKOÇ: Yakın zaman evvel kaybettiğimiz, seslendirme alanında büyük bir değer olan merhum Sacit Onan, şair ruhlu olan bu millete şiiri sevdirdi. Şiir, halk arasında kendine yer buldu. Şiir O’nun billur sesine çok ama çok yakıştı. Nurullah Genç’in ‘Yağmur’ şiirini O’nun güzel sesinden dinleyip sevdik. Sezai Karakoç’un ‘Mona Rosa’ şiiri O’nun sesiyle hayat buldu. Attila İlhan’ın ‘Ben Sana Mecburum’ şiirini mutlaka bir de ondan dinlemek gerekir. O bir yorum ustasıydı. Dublaj deyince akla gelen ilk isimlerdendi. Şiir okurken, seslendirme yaparken vurgu ve tonlamaları yerli yerindeydi O’nunla birlikte dizelere can ve heyecan geldi.
Hizmet: Merhum Sacit Onan şiir seslendirmeciliğinde tabir caizse bir ekol olmuştur. Onun sesinde hayat bulan şiirlerden bize bahsedebilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Sacit Onan, “Suya Düşen Mısralar” da inanç özgürlüğüne vurgu yaptı. Bu şiir albümünde Ahmet Mercan’ın ‘Resmin Söylediği Şarkı’, Mevlana İdris’in ‘Sis Oldu Şarkılar’, Erdem Beyazıt’ın ‘Sebep Ey’, Sezai Şengönül’ün ‘Bilendi’, Abdurrahim Karakoç’un ‘Mihriban’, Mustafa İslamoğlu’nun ‘Sevda’, M. Fethullah Gülen’in ‘Su’, Bestami Yazgan’ın ‘Yollarda Ben Kalırım’, Nurettin Durman’ın ‘Hüznü Atamıyorum Hayatımdan’, İbrahim Kiras’ın ‘A Dark House’, Tayyip Atmaca’nın ‘Gözlerin’, Ferman Karaçam’ın ‘Açelya’ adlı şiirleri O’nun güzel sesinde yeniden hayat buldu. Bu şiir albümünü dinleyenler, şiirin nasıl seslendirilmesi gerektiğine bizzat dinleyerek şahit oldular; farkı fark ettiler.
O, “Yere Düşen Yıldızlar” adlı şiir albümünde de Ferman Karaçam, Nizar Kabbani, Nurettin Durman, Şeref Akbaba, Özcan Ünlü, Ömer Özbay, Mustafa Yürekli, M. Akif İnan, Osman Sarı, Ahmet Mercan, M. Önal Mengüşoğlu gibi şairlerin şiirlerini ustaca seslendirdi.
Hizmet: Sacit Onan, on binlerce seslendirmeye sesini katmış müstesna bir insandır. Bunlar arasında nice sinema filmini, belgeseli, reklam filmini, tanıtım filmini sayabiliriz. Biraz da bunlardan söz edebilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Sacit Onan bugüne kadar on binin üzerinde belgesele, reklam ve tanıtım filmine ses verdi. Özel yapımları arasında “Ecevit Belgeseli(1975), Cumhuriyet Halk Partisi Belgeseli(1977), Refah Partisi Seçim Kampanyası(1991), İmar Bankası ‘Macit Beni Otomobillendir’ ve ‘Kır At Türkiye’ Belgeselleri(1992), T.C. Sağlık Bakanlığı AIDS Kampanyası(1993), T.C. Sağlık Bakanlığı Sigarayı Bırakma Kampanyası(1993), 1995-2009 yılları arasında 500 Reklam Filmi, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na Sinop ve Samsun Belgeselleri Yapımı(2006), Gülümse Taş Duvar Belgesel Şiir Klibi(2006)” sayılabilir. Bu ve benzeri eserleri, alanında yapılmış özgün çalışmalardır ve büyük bir titizlik ürünüdür.
Hizmet: Merhum Sacit Onan'ın “şahsına münhasır” diyebileceğimiz bir kişiliği vardı. Bu milletin bir parçasıydı. Renkler içinde bir renkti. Onun şahsiyetinden de biraz bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Sacit Onan inançlı bir adamdı. Ömrü boyunca onurlu ve dik yaşadı. Birçok insan, dinî hakikatlere O’nun sesiyle vakıf oldu. Pek çok dinî metin O’nun gür sesiyle bambaşka bir mana ve derinlik kazandı. O, Kur’an-ı Kerim Meali’ni baştan sona kadar seslendirerek bu sahada büyük bir hizmet yapmıştır. Bu seslendirme sayesinde nice insanlar Hakk ve hakikat yolunu bulmuş; Kur’an hakikatlerini birinci ağızdan öğrenmiştir. Bu ve bunun gibi nice güzel hizmetler O’nun manevi heybesinin dolmasına vesile olmuştur.
Yıllarını televizyona, sinemaya ve tiyatroya vermiş olan Sacit Onan, sinema sanatçısı Arzum Onan’ın dayısıydı. O, gönül ehliydi; bir tevazu abidesiydi. En güzel ve en seçkin şiir gecelerinin başkahramanıydı… O, sanki vaktinin dar olduğunun şuuru içerisinde yaşadı; ne söylemek gerekiyorsa çoğunu söyledi ve sahnelere veda etti; geride sesinin yankısı kaldı.
Hizmet: Son olarak bu kıymetli seslendirme sanatçı hakkında neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Hayat böyledir işte… Gelirsin sevinirler, gidersin üzülürler. Âşık Veysel’in deyimiyle dünya iki kapılı bir handır; biz kullar bu handa gece gündüz gelir gideriz. Menzil bellidir; fakat her nedense birçoğumuz bu son gidişi hesaba katmadan yaşarız. Neticede bir imtihan bu… Herkes nefsiyle, şeytanla ve daha nice şeyle deneniyor. Bu zor imtihanı kimileri kazanır, kimileri kaybeder… Ne mutlu bu imtihan dünyasından alnı ak, yüzü pak ayrılanlara!...
Bir hayat daha son perdesini kapattı dünyaya. Bir fani daha sevdalısına kavuştu. Bir can daha uçtu masmavi göklere ve âlem-i berzaha… Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Camii’nde cenaze namazı kılınan Sacit Onan’ın naaşı Çengelköy Mezarlığı’nda toprağa verildi. Gür bir ses toprağa gömüldü. Kim bilir belki de şimdi Çengelköy sırtlarından çok sevdiği ve ömrünü geçirdiği İstanbul’u temaşa etmektedir. Belki de İstanbul’a şiirler okumaktadır gece gündüz. O’nun sesini ve gül suretini çok özleyeceğiz. Allah rahmet eylesin.
M. NİHAT MALKOÇ'LA TAHİR BÜYÜKKÖRÜKÇÜ'YE DAİR PAZAR SOHBETİ DAİR PAZAR SOHBETİ...
Hizmet Gazetesi: Hocam, değerli insanlar bir bir ayrılıyor aramızdan. Ölüm bağlarımızı bozuyor. Ölüm, dünyamızı ve içindekileri yalnızlaştırıyor. Ne dersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Ölüm, dostu dosta kavuşturan sonsuzluk köprüsüdür. Bu köprüden geçmeyecek bir canlı bile gösteremezsiniz. Zira her canlı doğar, büyür ve ölür. Hayatın kanunudur bu, bunu değiştiremezsiniz. Öyleyse mühim olan, ömrümüzü Hakk ve hakikat dairesinde geçirmektir. Aksi takdirde nefes almak yaşamak anlamına gelmez. Gerçek anlamda yaşamak Hakk dairesinde kalmakla mümkündür. O daireden çıkanlar yaşamıyor, sadece nefes alıyorlar.
Hizmet Gazetesi: Hocam, yakın zaman evvel aramızdan ayrılan Hakk ve hakikat dostlarından biri de Tahir Büyükörükçü'dür. O, dosdoğru yaşamış ve hakikat dairesinden çıkmamış bir kişiydi. Bize merhum Tahir Büyükkörükçü'yü kısaca anlatır mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: Gönül bahçemizde bir manevî çınar daha yapraklarını döktü; ötelerde yeşermek için tebdil-i mekân eyledi. Maneviyat göğünden bir yıldız daha kaydı. O yıldız ki, ışığını nübüvvet güneşinden alarak gönülleri aydınlatıyordu. O, Hakk’a üful edince gönül dünyamızın ışığı söndü. Âlimdi, abiddi, zahiddi, Sultân’ül Vâizîn’di O... Onun hicretiyle gönül dünyamız şevkini yitirdi; yürekler mahzun oldu. Fakat sonsuzluğa göçse de geride hoş bir seda bıraktı.
O, ismiyle müsemma olan ender şahsiyetlerden biriydi. Zira adı “Tahir”di. ‘Tahir’in kelime anlamı ise ‘temiz’ demekti. O da tertemiz bir kalbe sahipti. Ruhunu hasetten ve nefretten arındırmıştı. İsmi de, ilmi de, ahlakı da, gönlü de, yüzü de, alnı da, dili de, vaaz ve nasihat eyleyen sesi de, gittiği Hakk ve hakikat yolu da Tahir’di onun. O, ‘Tahir’ olan ismini son nefesine kadar onurla taşıdı. Şerefle taşıdığı ‘Tahir’ adı en çok da ona yakıştı.
Tahir Büyükkörükçü, 1925 yılının sonbaharında Konya’da doğmuştu. 1965 yılında Konya Müftülüğü yapan Tahir Büyükkörükçü, yedi yıla yakın devam eden müftülük döneminden sonra kendi arzusu ile tekrar kısa bir süre vaizliğe dönmüştü ve 1973 yılında emekliye ayrılmıştı. 1977’de Milli Selamet Partisi’nden Konya Milletvekili olarak Meclis’e girmişti. 12 Eylül darbesinde tutuklanmış; ‘İslâmî esaslara dönülmesini ve İslâmî devlet kurulmasını istediği’ iddiasıyla askerî mahkemece yargılanarak, 11 ay cezaevinde kalmıştı.
Hizmet: Tahir Büyükkörükçü zor zamanlarda dinî eğitim almıştı. Adeta ateşten bir gömleği gönüllü olarak sırtına giymişti. Peki neydi bu zorluklar?...
M. Nihat MALKOÇ: Tahir Büyükkörükçü, dinî baskıların yoğun olduğu dönemlerde dinî eğitim almış, bütün engellemelere rağmen onun dinî eğitimini hiç kimse sekteye uğratamamıştır. Dinî tedrisatının önündeki bütün engelleri aşmasını bilmiştir. Derse giderken kitaplarını gömleğinin içine saklayarak, kendisini takip edenleri şaştırtmıştır. Konya’nın meşhur hocalarından Hacı Veyiszâde Mustafa Kurucu Hoca’dan ‘Hadis’ ilmini öğrenmiştir. Ebû Said Muhammed Hâdimî’nin ‘Berika’ adlı eserini de, Kurucu Hoca’dan okumuştur. Hacı Hâki Efendi’den de Farsça dersleri almış, Bulgur Tekkesi’nde hafızlık çalışmalarına devam emiştir.
Hizmet: Merhum Tahir Büyükkörükçü’nün en mühim hizmetlerinin başında irşat çalışmaları geliyordu. O, müslüman bir neslin yetişmesi için gecesini gündüzüne katmıştır. Onun bu irşad yönünü biraz daha açar mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Tahir Büyükkörükçü bu ülkede çok büyük manevî hizmetler yapmış, insanlığın imanının muhafazası hususunda gece gündüz demeden azimle çalışmıştır. Şeytanın pençesinde manevî alanda var olma savaşı veren gençlerimiz onun vaaz kasetlerini dinleyerek çok şükür ki imansızlık çukuruna düşmekten korunmuştur. Bu, az bir hizmet değildir.
Hiç kimse ebedî kalmak için gelmedi bu dünyaya. Dünya hayatı ahiret hayatıyla kıyaslandığında bir nefes kadar kısadır. Manevî dinamiklerimizden Tahir Büyükkörükçü de bu dünya gurbetinde uzun bir soluk alıp ebediyete göç eyledi. Merhum Büyükkörükçü, Konya eski milletvekillerindendi. O, Mevlana diyarı olan Konya’nın manevî mimarlarındandı.
Merhum Tahir Büyükkörükçü’nün hayatı, vaaz kürsüsünden meclis kürsüsüne kadar uzanır. Zira o, bir ara Milli Selamet Partisi’nden Konya Milletvekili olarak, siyasî sahada da hizmet vermişti. Tevafuka bakın ki bu partinin lideri olan Prof. Dr. Necmeddin Erbakan’la, en önemli milletvekillerinden biri olan Tahir Büyükkörükçü bir hafta arayla ebediyete göçtüler.
Hayatını imanın, ahlakın ve faziletin hâkim kılınması için harcayan Tahir Büyükkörükçü de her insan gibi, ömrünün nihayetinde 86 yaşında Rabbine sefer eyledi. Fakat o, yaşadıkça bir gününü bin eyledi. Mümin olarak yaşamakla kalmadı, müminlere en güzel kılavuz oldu. Nefesini, hakikat davasını anlatma yolunda tüketerek gaflettekileri uyardı. Allah ona uzun olduğu kadar, bereketli de bir ömür nasip etti. O, tebliğ ve irşat görevini son nefesini verene kadar hiç bırakmadı. Bunu yaparken Allah rızasının dışında hiçbir beklentisi olmadı.
Tahir Büyükkörükçü bir mürşitti. O, manevî bereketlerle dolu 86 yıllık hayatının elli yılında, kürsülerde ettiği vaaz ve nasihatlerle insanları adeta cennete taşımıştır. O, gaflet ve dalalete düşme ihtimali olan bütün insanlara hakikatin ışığını tutmuştur. Bir anlamda ahir zaman ümmetinin elinden tutmuş, onları cehennem uçurumlarından çekip kurtarmıştır.
Hizmet: Merhum Tahir Büyükkörükçü'nün öğrenmeye çok meraklı bir insan olduğu bilinir. Onun ilim ehline ve hocalara çok büyük saygısı vardı. Hocalarla dostluğu ve fikir alışverişi dikkat çeken bir özelliğidir. Merhumun daha çok kimlerle diyaloğu vardı?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Tahir Büyükkörükçü öğrenmeye meraklı bir insandı. Onun en belirgin hususiyeti öğrendiklerini geniş kitlelerle paylaşmasıydı. Zira o bir âlimdi, bilgi kıskançlığı yoktu onda. İlmin zekâtının onu başkalarına öğretmekle ödendiğini bilir, böyle hareket ederdi.
Merhum Tahir Büyükkörükçü, Mahmud Sami Ramazanoğlu Hoca’ya apayrı bir sevgi duyardı. Zira onun rahle-i tedrisatından geçmişti. Manevî sahada ondan çok şey öğrenmişti. Cömert ve misafirperver bir insan olan merhum Tahir Büyükkörükçü birçok meşhur hocayı evinde misafir etmiştir. Bunlar arasında Mahmud Sami Ramazanoğlu Efendi Hazretleri başta olmak üzere, Lâdikli Hacı Ahmed Efendi, Hacı Veyiszade Mustafa Efendi, Muhammed Harranî Hazretleri, Musa Topbaş Efendi, Muhammed Zahid Kotku Efendi, Mekkeli Üstad Muhammed Alevi Malikî, Yahyalılı Hacı Hasan Efendi, Ali Ulvi Kurucu, Havlucu Ahmed Efendi, Konyalı Dişçi Mehmed Efendi ve Necip Fazıl Kısakürek gibi isimleri sayabiliriz.
Hizmet: Merhum Tahir Büyükkörükçü'nün bir Osmanlı hayranı olduğunu biliyoruz. Böyle şanlı bir maziye sahip olduğu için hem iftihar, hem de şükrederdi. Bundan biraz bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Tahir Büyükkörükçü Hoca, Osmanlı Devletine, İslamî ve insanî hassasiyetlerinden ötürü şükran borcunu hep dile getirirdi. Osmanlı’nın manevî mirasına daima sahip çıkardı. “O zaman Avrupa’dan gelenler Osman Gazi’nin evladının elini nerde öpecek, üzengisini öpmeye sıraya girerlerdi. Avrupa’ya gittikleri zaman da ‘Dudaklarımızı ziyaret edin, Osmanlı’nın üzengisini öptük’ derlerdi. Bu kokmuş dünyada bir saat dahi ömür istemiyorum. Ama şu günleri ver diye, Rabbim ömür ver diye dua ediyorum. Hayata vahyin hâkim olduğu, bir buçuk milyarın kardeşçe kucaklaştığı, elli beş İslam devletinin bir ruh, bir kalp, bir el, bir yumruk, bir beden, bir gönül haline geldiği mesut günü görmek için Rabbimden ömür istiyorum.” diyerek Müslümanların aynı paydada buluşup bir ve beraber olmasını arzulardı.
Hizmet: Tahir Büyükkörükçü'nün Konya ve Mevlana sevgisi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Tahir Büyükkörükçü, Mevlana’nın yaşadığı ve kabrinin bulunduğu topraklara, güzel Konya’mıza çok yakışan bir insandı. O, irşat ve tebliğle geçen uzun ve bereketli ömrünü Konya’da geçirmişti. Onun Konya sevgisi kelimelerle tarif edilemezdi. “Konya denince aşk şehri, iman şehri, Kur’an şehri, ilim şehri, Mevlana şehri, enbiya yurdu akla gelir. Konya gibi bir Türkiye istiyoruz biz...” sözleri bu sevgiyi açıkça gösteriyordu.
Hayır işlerinde yarışan merhum Tahir Büyükkörükçü, bir Mevlana hayranıydı; onun manevî talebesiydi. Vaazlarında bu büyük mutasavvıfın beyitlerine sıkça yer verirdi. O, Mehmet Akif’e de hayrandı. Onun Ali Ulvi Kurucu ve Necip Fazıl’la şahsî dostlukları vardı.
Hizmet: Tahir Büyükkörükçü, Konya'da uzun yıllar vaizlik yaptı. Çok seveni oldu. Sohbetleri tiryakilik meydana getirdi. Vaazları çok etkileyici olduğu için kendisine “sultan'ül vaizin(vaizlerin sultanı)” denildi. Onun bu yönüyle ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Tahir Büyükkörükçü, Konya’nın ve Türkiye’nin maneviyat burçlarından biriydi. O, cemaatiyle çok güçlü manevî bağlar kurmuştu. Türkiye’nin değişik yerlerinden özel olarak Konya’ya gelip vaazlarını dinleyenlerin sayısı az değildi. Zira o, cemaatini çok sever, cemaati de onu çok severdi. Cemaatine “Sizler benim gözbebeğim, ruhum ve kalbim mesabesindesiniz” derdi. Vaazlarıyla korkutmaz, insanlara her zaman ümit verir, Allah’ın tövbe kapısının daima açık olduğunu ısrarla hatırlatırdı. “Hocalar cemaatini korkutmaz, eğer korkutursa Allah korkutur, hocalar ümit verir.” sözleri bunu teyit etmektedir.
Tahir Büyükkörükçü, manevî konularda asla taviz vermezdi; dik, diri ve iri dururdu. Sözü ezip büzmeden, olduğu gibi söylerdi. Cesaretini Hakk ve hakikatten alırdı. O, bir gönül doktoruydu. Onun manevî feyizli sohbetleri, gaflet ve dalalet hastalığı çekenleri tedavi ederdi. Manevî tatlarla süslü sohbetlerini dinleyenler, uzun süre muhabbetin tesirinden kurtulamazdı.
Hizmet: Onun dinî sahada çok büyük bir bilgi birikimi mevcuttu. Onun duygu ve düşünce dünyasına ayna tutarsak bu aynadan neler yansır?
M. Nihat MALKOÇ: Bu dünya gurbetinden sonsuzluk âlemine göçen Tahir Büyükkörükçü Hoca, gerçek bir vatanseverdi. O, vatan sevgisinin imanın bir gereği olduğuna inanırdı. Her zaman birlik, beraberlik ve kardeşlik çağrısı yaparak cemaatine şöyle derdi: “Arşımız bir, Allah’ımız bir, kitabımız bir, Peygamberimiz bir, canımız bir, kanımız bir, gayemiz bir, davamız bir, ecdadımız bir, tarihimiz bir, geleceğe birlikte bakıyoruz. Bu ihtilafın, bu tefrikanın adı ne?”
Gönül dünyamızın gül yüzlü simalarından biri olan Tahir Hoca, yarınlara dair felaket sahneleri çizmezdi; zira o, gelecekten çok ümitliydi. İstikbalde İslam’ın sesinin bugünkünden daha gür çıkacağına olan kanaati tamdı. O, yarınların bugünlerden daha aydınlık olacağına yürekten inanır, “Her şeyin daha iyi olacağına kaniim inşallah…” derdi. Zamanımızdaki büyük maneviyat erozyonuna rağmen, o yine de yarınlarımızın ışığı olacak bugünkü gençlere çok güvenir ve şöyle derdi: “Rabbime milyarlarca hamd ediyorum; farklıyız, neden mi? İmanlı, inançlı, Hakk’a inanan bir nesil geliyor. Bugün farklıyız elhamdülillah…”
Tahir Hoca, engin tevazu sahibi bir gönül adamıydı. O, cesur ve kararlıydı. “Rabbim bana kulum desin, Resulullah da kölem desin. Dünyada benim için en büyük rütbe budur.” diyerek tevazuun derecesini gösterirdi. Bunu laf olsun diye değil, yürekten inanarak, büyük bir samimiyetle ifade ederdi. O, kendini hakikatleri aktarmada bir aracı olarak görür, şahsını hiçbir zaman ön plana çıkarmazdı. Onun, cemaatinden büyük manevî beklentileri vardı.
Merhum Tahir Büyükkörükçü, Allah dostlarına dost, maneviyat düşmanlarına ise düşmandı. Onun ölçüsü Kur’an’dı. Kura’an’ın ve Peygamberin sünnetine uyan her ne varsa onları yaşar ve yayardı. Kur’an ve sünnet çizgisindeki nurlu hayatı, cemaatine yerleştirmeye çalışırdı. O, insanlar arası ilişkilerde dünyevî çıkarlarını hiçbir zaman söz konusu bile etmezdi. Ömrünü vaaz kürsülerinde geçiren, tebliğ ve irşat vazifesini hiç aksatmayan Tahir Büyükkörükçü Hocaefendi’nin vefatından önceki son tembihi ‘namazlarınızı kılın’ olmuştur. Cemaatine ve yakın dostlarına namazda devamlı ve ısrarcı olmalarını salık vermiştir.
Hizmet: Merhum Tahir Hoca adeta bir mektepti. Bu mektepte ilme talip olan herkes, ondan nasibince faydalanmıştır. O, gelecekten fazlasıyla ümitliydi. Onun biraz da hizmet adamlığından söz eder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Konyalı Tahir Hoca, dosdoğru yaşadı ve arkasında çok güzel bir nam bıraktı. Onun binlerce sesli ve görüntülü vaazı sanal ortamda dolaşmaktadır. O, müminler için manevî bir mektep sayılırdı. Bu mektepte insanı cennete götürecek yolun güzergâhı öğretilirdi. O, bir manevî çeşmeydi; nasibi olanlar bu çeşmeden idrak kabını doldururdu. Onun; oğluna, torununa, yıllarca vaaz ettiği Kapı Camii’nin cemaatine ve bütün müminlere vasiyeti ve duası şuydu: “Eliniz arşa açık, alnınız secdede, dudağınız Hz. Muhammed(sav)’in eşiğinde, yanağınız Fahr-i Kâinat’ın izinde olsun. Mevla’mız bizi bu büyük neşeden ayırmasın.”
Tahir Büyükkörükçü bir hizmet adamıydı. O, “Ben bir kapının kuluyum, o da Allah kapısı; bir kapının kölesiyim, o da Hz. Muhammed(sav)’in eşiğidir. Dudağım Hz. Muhammed(sav)’in eşiğinde, yanağım onun topraktaki ayak izinde…” diyerek takip ettiği manevi yolu tarif eder. Bu hakikat yolu, onu ve ondan ders alanları düzlüğe çıkarmıştır. Onun şu sözleri, kendisini İslam davasına adadığını, her şeyiyle Hakk’a teslim olduğunu göstermektedir: “Varlığımız, nefesimiz, nefsimiz ve her şeyimiz İslam’ın hizmetine feda olsun. Onun için doğurduk, onun için büyüttük, onun için okuttuk, onun için koşturuyor evlat ve torunlarımız… Niye? İslam’ın izzet günlerini göster Allah’ım diye.. Milyonlar, milyarlar dua ediyor âtî(gelecek) İslam’ın olsun Rabbim diye. O saadetli günleri göreceğiz inşallah…”
Hizmet: Sağlığında manevî sahada çok büyük hizmetler yapan Tahir Büyükkörükçü'yü unutmamak ve unutturmamak lazımdır. Bunun için sizce neler yapılabilir? Ondan ölümünün ardından da yararlanmak mümkün müdür?
M. Nihat MALKOÇ: Manevî sahadaki büyük insanlar, ölümlerinden sonra da davalarına hizmet etmeye devam ederler. Zira onların bıraktığı eserler, evlat ve öğrenciler; amel defterlerinin açık kalmasını sağlar. Merhum Tahir Büyükkörükçü’nün adının ve ilhamını Kur’an’dan alan düşüncelerinin bundan sonra da yaşatılması lazımdır. İnsanlarımızın onun vaazlarından bundan sonra da düzenli olarak faydalanması için kendisiyle ilgili bir vakfın kurulması gerekir. Onun adını taşıyan bu hizmet vakfının kurulmasında hocamızın oğlu, kıymetli insan Abdurrahman Büyükkörükçü de önderlik yapmalıdır. Bu maneviyat önderiyle ilgili bir de kapsamlı internet sitesi kurulmalı, burada bütün vaazlarına yer verilmelidir. Çünkü onun, ilhamını ayet ve hadislerden alan vaazları sadece dünü ve bugünü değil, bütün zamanları kuşatıyor. Bu hastalıklı çağda bu vaaz ve nasihatlere her zamankinden daha çok muhtacız.
Hizmet: Tahir Büyükkörükçü'nün kutsal topraklara olan sevgisi büyüktü. Çünkü o topraklara 'Sevgililer Sevgilisi'nin kokusu sinmişti. Son olarak merhum Büyükkörükçü'yle ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Tahir Büyükkörükçü, mübarek topraklarda büyük bir huzur bulur, Mekke ve Medine’de altı ay boyunca kalır; irşat vazifesini orada da bütün insanlığı içine alacak şekilde gerçekleştirirdi. “Cenab-ı Hakk ölümümü Medine’de kılsın inşallah” diyerek o mukaddes topraklarda ölmeyi çok arzu ederdi. Onun bu arzusu gerçekleşmese de o, gönüllerin Medine’sinde, sevginin ve hoşgörünün payitahtı olan şehirde, maneviyat diyarı Konya’da vefat etti. Tahir Büyükkörükçü Hoca, öğle vakti Kapu Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Üçler Mezarlığı’nda toprağa verildi. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.
TRABZONLU ŞAİR VE YAZAR M.NİHAT MALKOÇ’LA TRABZON ÜZERİNE...
HİZMET: Hocam şehir ve medeniyet birbirini çağrıştıran kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Şehirler büyük ve köklü medeniyetlerin inşa edildiği yerler olarak kabul ediliyor. Fakat bu büyük medeniyetlerin inşa edildiği bu mekânlarda bazen hiç de medenî olarak vasıflandıramayacağımız sıradanlıklar yaşanıyor. Şehir, medeniyet ve insan bağlamında ve Trabzon ekseninde düşündüğümüzde size “Şehirde yaşayanlar ne kadar medenî?” diye bir soru yöneltsek bize neler söylersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Kökeni Arapça olan “Medine” kelimesinin manası “şehir” dir. “Şehirleşmek, kent hayatı” şeklinde ifade edilen “medeniyet” de bu kelimeden türetilmiştir. Bunun Batı dillerindeki karşılığı ‘civilisation’dur. Günümüzde ‘medeniyet’ kelimesi yerine “uygarlık” sözü de kullanılmaktadır. Fakat “uygarlık” kelimesi “medeniyet” sözünün manasını tam olarak veremez. Çünkü “medeniyet” kelimesi, manası itibariyle çok daha kuşatıcıdır.
Tarihe baktığımızda görürüz ki medeniyetler hep şehirlerde kurulmuştur. Şehirler kültür, sanat ve edebiyatın merkezi olmuştur. Durum bu iken, günümüzde şehirler insanların ortak paydası olmaktan çıkarılıp kültürel yozlaşmanın yaşandığı, insanların istiflendiği diriler mezarlığına dönüştürülmektedir. Buna ‘modern toplama kampları’ da diyebilirsiniz.
Bugünün medinelerinde(şehirlerinde) yaşayanların tavır ve davranışlarına medeniyet penceresinden baktığımızda hiç de iç açıcı manzaralar göremeyiz. Şehirlerde yaşayanların daha medeni davranışlar göstermesi beklenirken, yaşanan durum hiç de bu doğrultuda değildir. Cadde ve sokağın ortasına rahatlıkla tüküren, elindeki çöpü pervasızca yere atan kişinin, şehirde yaşasa da medenî olduğunu söylemek mümkün değildir.
Büyük ve köklü uygarlıkların temeli kentlerde atılmıştır. Bu gerçeği teslim ettikten sonra bizler de kent kültüründen ve bu uygarlıktan payımızı almalıyız. ‘Köyümün kültürünü kente taşıyacağım ve orada kendi fildişi kulemde yaşayacağım’ diyenler, ne kentli olabilir, ne de köylü kalabilirler. Bir kere kişi, bulunduğu konumu bilmeli ve ona göre davranmalıdır.
Kentte yaşamanın belli başlı kıstasları vardır. Kent yaşamı, insanı disipline eder ve belli noktalarda kısıtlar. Köyde yaptığınız gibi, içinizden geldiği gibi davranamazsınız. Halısını alt kattaki komşusunun başına silkeleyen, sabahtan akşama kadar tepinerek alt kattaki komşusunu bezdiren, çerini çöpünü apartmanın ortak alanlarında, merdiven altlarında biriktiren, asansörü sadece kendi malıymış gibi sorumsuzca kullanan kişilerin şehirli(medenî) olduğunu kim söyleyebilir ki?... O insanlar ki asansörde karşılaştıklarında bile komşusuyla selamlaşmazlar, hastası olana geçmiş olsuna, cenazesi olana taziyeye gitmezler. Sözün bu noktasında Üstad Necip Fazıl’ın “Apartman” şiirini hatırlıyorum. Şöyle diyordu Üstad: “Sır vermeye alışkan/Pencereler aydınlık/Duvara şüphe çakan/Gölgelerde şaşkınlık//Üst üste insan türü,/Bu ne hayat, götürü!/Yakınlıktan ötürü/Kaçıp gitmiş yakınlık...”
HİZMET: Şehirler üzerine düşünen kimi düşünürler, şehirlerin de bir kimliği, kişiliği ve ruhu olduğu iddiasındadırlar. Şehirde yaşayan kişilerin kimliğiyle, şehirlerin kimliği birer ayna misali birbirini yansıtır(dı). Alabildiğine kalabalıklaşan bugünkü modern şehirlerin de belli bir kimliği ve kişiliği var mı? Günümüzde şehirde yaşayanlarla, şehirlerin kimliği birbiriyle örtüşüyor mu? Şehirde yaşayanlar şehrin kadim ruhunun bilincinde midir? Bu sorulara Trabzon bağlamında nasıl cevaplar verebilirsiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Şehirler insanların kaynaşmasına müsait alanlardır. Fakat günümüzde şehirlerde paylaşma kültürü iyice zayıflayarak yok olma noktasına gelmiştir. Zira şehirlerde yaşayanlar biyolojik anlamda diri olsalar da, kültürel ve sosyal iletişim anlamında birer ölüden farksızdırlar. Herkes kendi içinde kurduğu dünyada kalabalıklar içinde yalnızlık yaşamaktadır. Bu, güzel Trabzon’umuz için de geçerlidir. Trabzon’da sokağa çıktığınızda candan ‘merhaba’ diyeceğiniz, selamlaşabileceğiniz insan sayısı her geçen gün azalmaktadır.
Eskiden şehirlerin de bir kimliği ve ruhu vardı. Burada yaşayanlar bu kimlikten ve ruhtan beslenir, şahsiyetlerine şekil ve renk verirlerdi. Fakat bugünün şehirlerinin belli bir kimliği, kişiliği ve genel anlamda söylemek gerekirse ruhu yoktur. Kozmopolit yapı, şehirlerin ruhunu dinamitlemektedir. Ruh olmayınca bedenin de bir hükmü yoktur. Zira ruhsuz beden bir leşten ibarettir. Onun içindir ki günümüzde şehirler hep birbirine benzemektedir. Oysa eskiden Trabzon deyince bu şehri çağrıştıran değerler gözümüzde canlanırdı. Fakat günümüzde bu değerler her geçen gün azalmakta ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu, şehrimiz için tehlike çanlarının çaldığı anlamına gelmektedir.
Şehirle onun sakinlerini birbirine bağlayan bağlar vardır. Bu bağlar sevgi, muhabbet, dayanışma ve aidiyet duygularını güçlendiren bağlardır. Trabzon’la Trabzonlular arasındaki güçlü bağlar her geçen gün zayıflamaktadır. Kentine yabancılaşanlar, bir noktadan sonra kendine de yabancılaşarak yalnızlığa düşerler. Bunun dayanılmaz sancılarını yaşamaktayız.
Kent bilinci bir inancın yansımasıdır. Bilge mimar Turgut Cansever “Allah’ın yarattığı dünyanın güzelliğini idrak etmeyen, kendisini bu dünyayı güzelleştirmekle yükümlü saymayan, toprağı kısa vadeli çıkar ve talan aracı olarak gören nesiller tarafından dünyanın kirletildiği yirminci asırda insanın kendisine temiz ve güzel bir çevre, şehirler, mahalleler ve evler geliştirmesi de imkânsızdır.” diyerek bir gerçeğe parmak basmaktadır. Bu tespit ne yazık ki genel anlamda birçok şehrimizde ve özelde Trabzon’umuzda doğrulanmaktadır.
HİZMET: Kentler, içinde yaşayan sakinlerinin varlığıyla bütünleşirler. Bu kişilerin donanımları ve geçmişten gelen birikimleri, şehrin insanî zenginliğini oluşturur. Şehirlerde her gün nice hadiseler yaşanır. Bunların kimi acı, kimi mutluluk, kimi de hüzün yüklüdür. Yani demem o ki kentler birer canlı organizmadır. Her gün dipdiridirler. Şehirlerde çok kere farklı kültürler de harmanlanır. Fakat öyle olsa da insanların belli konularda ortak paydada buluştuğu görülür. İnsanlar şehrin imkânlarını daha cazip buldukları için şehirlere göç ederler. Siz bu konularda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Şehirler aslında canlı organizmalardır. Onların da olan biteni seyrettikleri gözleri, iyi kötü sözleri duydukları kulakları, hoş veya nâhoş kokuları hissettikleri burunları, lisan-i hâl ile de olsa içlerini döktükleri dilleri, her şeyden daha önemlisi de bir ruhları vardır. İnsanlar 24 saatin yarıya yakınını uykuda geçirmelerine rağmen şehirler yüzyıllardır hiç uyumazlar.
İnsanların olduğu gibi şehirlerin de bir kimliği ve kişiliği vardır. Ortak kültür, bu kimliğin ve kişiliğin deseninin rengini oluşturur. Şehirler devasa film platoları gibidir. Orada her gün farkında olunmadan yüzlerce film çekilir; hayat, zamanın nehrinde akar alabildiğine, sonsuzluğa... Şehirler bazen bir ana kadar şefkatli, bazen de bir baba kadar otoriterdir; bazen de bir sevgili kadar cana yakındır. Şehir, sakinleriyle aşk üzere söyleşir, söyleşmelidir. Bu minval üzere sürüp giden şehir hayatı şehrin sakinlerine huzur ve sükûn pompalar.
Kent sosyal bir olgudur. Kentte yaşayanlar şehrin sosyal dokusunu oluştururlar. Bu kişilerin şehre dair sorumlulukları ve yükümlülükleri vardır. Kişi yaşadığı şehrin kültürünü benimsemeli, o kültürle ruhunu cilalamalıdır. Kent sakini, kent bilincini iri ve diri tutmalıdır.
Şehir, orada yaşayanların ortak paydası olmalıdır. Orada yaşayanlar bu ortak paydada buluşurlar. Bu durum şehrin sakinlerinin şehre aidiyet duygusunu da güçlendirir. Şehre aidiyet duygusu zayıf olanların o şehri sahiplenmesi ve o şehirle bütünleşmesi mümkün değildir.
İnsanlar yaşadıkları şehirlere köylerini taşımamalıdır. Eğer herkes köyündeki kültürü şehre taşırsa ortak paydada birleşmek mümkün olmaz. Bu da kültürel çatışmalara ve ayrışmalara zemin hazırlar. Bunun ötesinde şehre yabancılaşmak tehlikesi vardır.
Kentin eğitim, sağlık ve ekonomik imkânları köylere göre daha fazladır. Kente gelenler bunun için köylerini terk ederler. Fakat sırf bunun için kente göçenleri bekleyen sosyal riskler de vardır. Keza kentte ilişkiler ne yazık ki faydayla sınırlıdır. Bu ortak mekânda yaşayan insanlar dost çevrelerini seçerken faydayı ayırt edici unsurların başına koyarlar. Bu sakat mantıkla kurulan ilişkiler, fayda unsuru ortadan kalkınca çabucak çöküverir.
HİZMET: Günümüzde, Trabzon da dahil olmak üzere, şehirler TOKİ tarafından birer şantiyeye çevrilmiştir. Eski binalar yıkılarak yerlerine devasa binalar yapılıyor. Bazı cadde ve sokaklar genişletiliyor. Parklar yapılıyor. Şehirler yeniden planlanıyor; sözüm ona “marka şehirler” inşa ediliyor. Fakat binalar yeni de olsa mimarî açıdan özgünlük teşkil etmiyor. Ülke genelinde yapılan bütün TOKİ binaları birbirine benziyor. Bu evler geleneksel kültürden izler taşımıyor. Yine birer beton yığını olarak karşımızda yükseliyorlar. Oysa bu yeni ve devasa binalar yapılırken çok düşünülmesi gerekirdi. Eski hatalara düşülmemeliydi. Bu arada şehrin son yeşil alanları da, ne yazık ki TOKİ tarafından yapılan binalarla yok ediliyor. Yapılan binalar estetikten mahrum... Konuya Trabzon'u da içine larak baktığınızda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Günümüzde kentsel dönüşüm çalışmaları almış başını gidiyor. Yerel ve merkezi yönetimler kentsel dönüşüm hamleleriyle, moda tabirle ‘marka şehirler’ kuracaklarını, şehirleri kurtaracaklarını sanıyorlar. İlgili kuruluşlar bu yolda koşar adım ilerliyorlar. Geleneksel mimariden, yerli motiflerden nasiplenemeyen bu dönüşüm gayretlerinin hamileri, ‘kentsel dönüşüm’ adı altında ‘kentsel hapishaneler’ kurduklarından haberdar bile değillerdir.
Trabzon’daki kentsel dönüşüm hamlelerine, TOKİ konutlarına bu pencereden baktığımızda çok müspet şeylerle karşılaşamayız. Zira Bahçecik’teki son yeşil alan olan bir fındıklık, kentsel dönüşüme kurban edilmiştir. Burada yapılan çok katlı binalar şehrin tarihî dokusunu bozmuştur. Trabzon’un son dönemlerdeki yüz akı olan Mehmet Akif Ersoy Camii, onun zarif ve naif minareleri yapılan binaların, beton yığınlarının gölgesinde kalmıştır.
Bence şehirlerin asıl sorunu kentsel dönüşüm değil, sosyal dönüşümdür. Siz ne kadar kentsel dönüşüm projeleri gerçekleştirseniz de sosyal dönüşüm yapmadıktan sonra insanlar koca sitede veya apartmanda kalabalıklar içerisinde yalnızlaşmaya ve onun derin sancılarını çekmeye devam edeceklerdir. O zaman da bu binalar barınma amacından öteye gidemeyecektir. Oysa binalar sadece barınma amaçlı yapılmamalı, insanın ruh dünyasına da seslenmelidir. Sitelerde kişinin kendini mutlu hissedebileceği sosyal ortamlar oluşturulmalıdır. Fakat bugünkü mesken anlayışında bunun düşünülmediğini görüyoruz.
HİZMET: Günümüzde kentlerde yaşayanların en büyük eksiği kentlilik bilincidir. Kişiler yaşadıkları şehirle yeterince bütünleşemiyorlar.Onun için de eğreti duruyorlar. İnsanlar şehre gelmeden önceki alışkanlıklarını şehirde de ısrarla devam ettiriyorlar. Oysa şehirleri büyük bir aile olarak görmek gerekir. Bu olmayınca ayrılıklar, gayrılıklar mevcut bağların kopmasına neden oluyor. Çoğu insan köyden kente göç ederken köyünün davranışlarını ve geleneksel kültürünü şehre taşıyor. Bu durum şehirlerde kültürel kirlenmeye de neden oluyor. Hemşehri dernekleri buna çanak tutuyor. Yani hemşehri dernekleri, şehre aidiyet bilincini zedeliyor. Trabzon'u da göz önünde bulundurarak bu konuda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Kentlilik bilinci aslında öncelikle kişinin zihninde gerçekleşen duygusal bir oluşumdur. Kentte yaşayan kişi öncelikle ve özellikle kendini kentin bir parçası olarak görmelidir. Kentin kültürünü ve kentin değerlerini layıkıyla benimseyemeyenler kentte yaşasalar da kentlileşmiş sayılmazlar. Onların ruhu göçebe kalmaya mahkûmdur. Onlar bir yanlarını geldikleri yerde bırakır. Onlar şehirde şehre yabancı ve iğreti bir duruş sergilerler.
Şehirler devasa bir aile gibidir, öyle de kalmalıdır. Aile bağları nasıl güçlüyse şehri oluşturan fertlerin şehirle ve orada yaşayanlarla olan bağları öyle güçlü olmalıdır. Siz evinizin mobilyalarını çocukların kırıp dökmesinden, çizmesinden nasıl koruyorsanız şehrin mobilyaları olarak niteleyebileceğimiz banklarını, sokak lambalarını, oyun parklarını, bahçelerini, kamelyalarını, billboardlarını, çöp kutularını, fitness aletlerini, otobüs duraklarını da öylece korumalısınız. Bu bilince sahip fertlerden oluşan şehrin önü açık demektir.
Kentlilik bilinci zamanla kazanılan bir şeydir. Zira köyden kente göç eden kişilerin buraya kısa zamanda uyum sağlaması beklenemez. Bu belli bir süreç gerektirir. Bunun yanında kişinin kentte yaşadığı yerin konumu da bu süreci hızlandırmakta veya yavaşlatmaktadır. Özellikle ‘şehrin varoşları’ diye tabir ettiğimiz kenar mahallelerde yaşayanlar kentlileşememekte, aksine köyü kente taşımaktadır. Trabzon’un Değirmendere, Esentepe, Boztepe, Yenicuma ve Kaymaklı gibi kenar mahallelerinde bu sancıyı açıkça yaşıyoruz. Bunu aştığımız ölçüde kent bilincimiz ve kente bağlılığımız artacaktır.
Günümüzde her yerde hemşehri dernekleri vardır. Bazıları bu dernekleri dayanışma ve kenetlenme için vazgeçilmez unsurlar olarak görse de aslında bunlar şehrin kültürel anlamda bütünleşmesine engel olmaktadır. Bu dernekler köyü kente taşımakta, hemşehri gruplaşmalarına zemin hazırlayarak kentsel bütünleşmenin önünde engel teşkil etmektedir. Trabzon’umuza bu açıdan baktığımızda mühim bir sorun görülmemektedir. Trabzon’da Bayburtlular ve Gümüşhaneliler gibi dernekler hemşehri dayanışmasına hizmet edeyim derken bulunduğu yere ait olma fikrine, Trabzon paydasında bütünleşmeye, farkında olmadan köstek olmaktadır. Bu durum zaten zayıf olan kent bilincini ve kent kültürünü zedelemektedir.
Günümüz kentleri, adeta bir değirmen misali, içinde yaşayan insanları öğütüyor, un ufak ediyor. Şehrin çarklarında öğütülmemek için şehrin ortak paydasında birleşmeliyiz. Gelin bizi biz yapan kentimize dört elle sarılalım. Kentine sahip çıkan, kendine sahip çıkar.
HİZMET: Bu şehrin sanat(resim, edebiyat) sahasındaki değerlerinden biri olan Bedri Rahmi Eyüboğlu “Trabzon deyince aklıma bir salkım karayemiş gelir” demişti. Peki Trabzon deyince sizin aklınıza neler gelmektedir:
M. Nihat MALKOÇ: Düşlerimizi besleyip büyüten şehirdir Trabzon… Hatıraların masmavi sularında soluklanırız bu şehirde. Kıldan ince, kılıçtan keskin ve bir o kadar da inatçı yağmurlar yıkar; rüzgârlar da bir ana şefkatiyle kurular ve tarar kır saçlarımızı… O yağmurlar ki toprakla olan dostlukları iki sevgiliyi andırır. Faroz’da bir balıkçının ağına takılıp gider bakışlarımız… Hamsi kokar denize ve (bordo)maviye dair düş ve düşüncelerimiz…
Bu şehir candır, canandır; cadde ve sokakları üzerinden geçenleri bağrına basar. Onları zaman tünelinden geçirerek tarihin dehlizlerine götürür. İstanbul’un Fatih’i Sultan Mehmet, onca meşakkati göze alarak Zigana sırtlarından iner Trabzon’da üs kuran Rum’un üstüne. Yıllar geçer Yavuz Sultan Selim’i genç bir şehzade, bir vali olarak, Kanunî’yi ise Ortahisar sokaklarında dolaşan kendi küçük, hayalleri büyük bir sultan ve halife olarak görürsünüz.
Yollarına, köprülerine, camilerine, cadde ve sokaklarına tarihin enfes kokusu sinmiştir Trabzon’un. Zağnos ve Tabakhane köprülerinden geçenlerin izi kalmıştır kesme taşlarda. Boztepe bir kalkan olmuştur şehrin üstüne. Hayret ve hayranlık dolu bakışlar şehrin üstünde odaklanmıştır. Zaman içinde zaman, devir içinde devir bu toprakların gül yüzünü düne çevirmiştir. Sümela Manastırı’nda ve Ayasofya’da hoşgörü ve bağlılık, Uzungöl’de tabiatın gülen yüzü bu şehri daha da yaşanılır kılmıştır. Ganita’da içilen demli çayların buğusu hatıraların demine karışarak gönülleri nostalji ırmaklarında sürüklemiştir.
HİZMET: Hocam, düşüncelerinizi okurlarımızla paylaştığınız için size teşekkür ediyorum.
M. Nihat MALKOÇ: Bana bu imkânı verdiğiniz için asıl ben teşekkür ediyorum.
HİZMET: Hocam son olarak Trabzon'la ilgili olarak kaleme aldığınız bir şiirinizi bizimle paylaşır mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: Büyük bir memnuniyetle... Vaktiyle kaleme aldığım “Ganita'da Akşam” adlı şiirimi okuyucularımızla paylaşmak istiyorum...
GANİTA’DA AKŞAM
Güneşin yangınını Ganita’da seyre dal
Gerçeği kıskandırır yaşadığımız masal
Bulutların alnından öper bir mavi damla
Hatıralar canlanır yüreğim dolar gamla
Bir martının sesiyle uyanırım düşlerden
Rengi kaçmış yüzümde ne kaldı gülüşlerden?
Uzar gider yürekte geçmişin saltanatı
Ne zaman döner bilmem gönlümün yılkı atı
Gözyaşlarım söndürmez hüzün ateşlerini
Tutunurum düşlere bırakmam peşlerini
Görürsün gurup vakti ufukların cengini
Eşyaya düşer gölge, renk yitirir rengini
Çağırır Karadeniz gönlünü eğlenceye
Aydınlık kaybolurken selam durur geceye
Suların yangınında gönlünü ummana sal
Aşınadır yüreğe terk etmez beni melal
Ganita’da her lahza geçmişten izler taşır
Zemheri ayazında balıklar suda üşür
Dalgalar kıyıların öperken dudağından
Bir damla yaş süzülür mazinin yanağından
Ganita’da her akşam oturunca köşeye
Bir yudum çayın zevki bedeldir her bir şeye
Çayına şeker diye akşamın hüznü düşer
Bugünün hoyrat eli hatıraları eşer
Hiçbir şeye değişmem içimdeki uzleti
Ganita’da bulurum aradığım lezzeti
Gözyaşlarımın tuzu karışırken sulara
Karşı koyamaz kalbim aşk denen pusulara
Şehir efkâra durmuş, gecenin yüzü kara
Yüreğim sırlarını götürecek mezara
Göklerin boşluğunda kaybolurken son ışık
Anla beni Ganita, gönlüm yine karışık!...
M.NİHAT MALKOÇ
M. NİHAT MALKOÇ'LA TRABZON'A DAİR PAZAR SOHBETİ...
Hizmet Gazetesi: Güzel Türkiye'mizin güzel şehirlerinin başında gelir Trabzon. Bir tarafı mavi, bir tarafı yeşile yaslanmıştır. Trabzon'a dair duygularınızı sorsak ne dersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Yüzünü denize, sırtını dağlara dönmüş Trabzon; Boztepe’nin koynunda uyur geceleri. Yastığı taştandır, yorganı bulut… Çam kokuları siner Boztepe’nin yamaçlarına. Ufukta belirir umudun (bordo)mavi gözleri… Bir şilep yüzer gönlün masmavi sularında. Dalgalar kıyıları döverken, rüzgar tarar Karadeniz’in kıvrım kıvrım saçlarını.. Şehir masmavi gözlerini açar aydınlık geleceğe… Kentin kılcal damarlarına kan, rızkı peşinde koşan alınlara ter bombalanır günün her vaktinde. Hayat en dinamik haliyle boy gösterir şehrin aynalarında. Köylü kadınlar çoktan düşmüşlerdir Trabzon yollarına. Kiminin peyniri, kiminin altın sarısı tereyağı vardır sepetinde. Yürekteki umutlar sepetteki yağ ve peynirden daha ağır gelir gönül terazisinde.
Hizmet: 'Kentlerle onların içinde yaşayan insanlar birbirine benzer' derler. Şehir ve onu inşa eden zihniyetle ilgili benzerlikler konusunda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Şehirler, içlerinde yaşayan gayretli insanların eseridir. Trabzon da bu kente gönül verenlerin omzunda yükselmiştir kar beyaz bulutlara… Daha mamur bir kent için, gecesini gündüzüne katmıştır burada yaşayanlar… Kentin kimliğini, onun içinde yaşayanlar belirlemiştir. Et ve tırnak gibi bütünleşmiştir şehir ve onun müdavimleri… Güler yüzlü insanlar, tebessüm eden bir şehir bırakmışlardır arkalarında. Çocuklarına gösterdikleri sevgiyi ve özeni yaşadıkları şehre gösteren bu güzel insanlar namus bilmişler yaşadıkları toprakları… Onu bir sevgili gibi bağırlarına basmışlar. Ona ihanet etmeyi akıllarından bile geçirmemişlerdir. Durum böyle olunca şehirle, sakinleri arasında sevgi köprüleri kurulmuştur.
Hizmet: Trabzon'un tarihî şahsiyetleriyle olan gönül bağı nasıldı?
M. Nihat MALKOÇ: Fatih’in fethettiği, Yavuz Sultan Selim’in yönettiği, Kanunî’nin çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği Trabzon bir ilim ve kültür şehridir şüphesiz… Buradan nice şairler, yazarlar, âlimler gelip geçmiştir. Bu mümbit topraklarda filizlenmiş ‘devlet-i ebed müddet’ düşüncesi... Gülbahar Hatun bu toprakların bağrında uyumaktadır sonsuzluk uykusunu…
Hizmet: Eski şehirlerin bir yönü hayata, bir yönü de ölüme bakar. Mezarlıklarının büyük bir bölümü talan edilse de, Trabzon da bu şehirlerdendir. Trabzon'un ölüme bakan yüzünden bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Ölülerle diriler kol koladır yeşille mavinin sarmaş dolaş olduğu bu cennet misali topraklarda. Hayatın yanı başındadır ölüm… Keza ölümün soğuk yüzü Sülüklü’de munis görünür dirilere. Bembeyaz mermerler şehitlerin üstünü örter yorgan misali… Her karış toprağında şehitlerin kanları ve hatıraları vardır. Sultanmurat’ta ve Sargana’da hâlâ sıcaktır şehitlerin yarasından akan ve şanlı bayrağımıza renk veren asil kan!… Sıcak ve kıpkırmızı…
Hizmet: Trabzon, içinde yaşayanların ayrılmaz bir parçasıdır. Bu şehirde yaşayanlar kentin taşına, toprağına, denizine, dağına, yaylasına, caddesine, sokağına adeta sevdalanmıştır. Bildiğimiz kadarıyla siz de bu şehrin sevdalılarından birisiniz. Bir sevdalısı olarak bu şehri nasıl vasıflandırırsınız?
M. Nihat MALKOÇ: Âh Trabzon!… Şehirleri hasedinden çatlatan gül yüzlü dilber…Kanayan yaralarıma merhem; umudun koyaklarında açan sevda çiçeğim…Taşınla, toprağınla, masmavi denizinle yüreğimdeki sahralara hayat veren şehir…. Gönlümüz ve hasret yüklü bakışlarımız sana akmakta… Geçmişime tanıklık etmiş, düşlerimi emzirmiş, karanlıklarıma aydınlık olmuş, vuslatın fitilini ateşlemiş Trabzon!…. Sen ki ihanetin koynunda nice badireler atlattın… Bir çınar gibi kök saldın yaralı gönüllere. Hayallerimizi ve rüyalarımızı süsleyen Trabzon, sen ki bir servi kadar dik ve onurlu yaşadın. Bir elif gibi dikildin virgül gibi iki büklüm olmuş çirkef suretlerin karşısında. Bu yüzden sana duyduğumuz sevgi ve muhabbet gönüllerimize sığmıyor. Havanla, suyunla, yemyeşil yaylalarınla hayat bahşediyorsun içinde yaşayanlara…
Hizmet: Trabzon, kadim tarihi yaşayan ve yaşatan müstesna şehirlerden biridir. Fetihten muhacirlik yıllarına kadar acı tatlı nice hatıralar yaşanmıştır bu topraklarda. İstanbul'un Fatih'i Sultan Mehmed Hazretleri bu şehrin kapılarını da açmıştır Müslüman Türk milletine. Şehre bu açıdan bakarsak ne görürüz?
M. Nihat MALKOÇ: Trabzon gönüllerimizin payitahtı… Burada her gece yeşilin koynunda uyur mavi… Zaman yorgun düşmüştür akreple yelkovanın tiktaklarından… Muhacirlik günlerinin acı hatıralarını fısıldar Zağnos burçları… Fatih’in sureti yansır burçların sırrı dökülmüş kırık aynasından. Kadim zaman, şehrin kötürüm, kırık dökük hatıralarını toplar surların eteğinden. Âhlar gömülüdür surların kesme taşlarına. Kemeraltı’nda derin bir nefes alır yıllara meydan okuyan şerefli tarih…. Bedesten’de atar zamanın nabzı… Yollar, dönmeyen yolculara ağlar.
Hizmet: Trabzon demek, biraz da gece gündüz demeden denizle söyleşen Ganita demektir. Ganita'da içilen bir demli çayın ruha tesiri herşeyin ötesindedir. Ganita yazılmamış şiirlerin ilham kaynağıdır. Nice hisler burada filizlenir, nice şairler/şiirler burada doğum sancısı çeker. Yan yana duran bu iki kavram size neler çağrıştırıyor?
M. Nihat MALKOÇ: Zaman sonsuzluğa açılır Ganita’da… Demli çayların buğusu ısıtır buz tutan yürekleri. Şiir kadar saftır kıyıları döven masmavi sular… Düş nöbetlerindeki yürek uyanır derin uykusundan. Umut çiçekleri yeşerir gönül toprağında. Dalgalar sularla söyleşir gecenin aydınlığa dönüştüğü seher vakitlerinde. Ufuklarda yarınların masmavi sureti belirir. Balıklar ağlar geceleri, ağlar da gözyaşları suda belli olmaz. Ay, bir hüzün bestesi bağışlar geceye… Deryalarda derin bir soluk alır özgürlük… Deniz çağırır kıyısında dolaşan avareleri… Tünelin ucu görünür, karanlıklar kaybolur yolların uzağında… Hasret boy boy yavrular yüreklerde…
Hizmet: Trabzon'un unutulmaz mekânlarından biri de tarihî Uzunsokak'tır. Trabzon'a gelip de bu sokaktan geçmemek olmaz. Zaten burası, Trabzon'da mevcut birkaç büyük sokaktan/caddeden biridir. Bugüne kadar nice insan ayak basmıştır Uzunsokak'ın kesme taşlarına. Bu sokağın/caddenin binaları nice hayallere şahittir. Trabzon'un adıyla özdeşleşen, şiirlere ve türkülere konu olan bu sokak size neler çağrıştırıyor?
M. Nihat MALKOÇ: Kaldırımlarında tarihin ayak sesleri saklıdır Uzunsokak’ın…. Hüzün sarmaşıkları sarmıştır hatıraların eşiğini. Zamanın beşiğinde sallanır mazinin görkemli saltanatı. Uçsuz bucaksız göklere karışır emek bahçesinde akıtılan terlerin misk ü amber kokusu. Gökkuşağının yedi rengi siner cumbalı evlerin bahçelerine. Ölümü dipdiri kılar soğuk mermer taşlarının ihtişamı. Hicran bir hüzün demeti bırakır yürek kapılarına. Karşılıksız kalır uzaklara gönderilen gül kokulu, hasret yüklü mektuplar… Düşler hüzün elbisesini kuşanır, arz-ı endam ederek süzülür geçmişin kapı aralığından. Yitik güneşler ansızın belirir ufkun ardından. Yara almış hatıralara merhem olur yarına dair düşlerimiz. Koca çınarların gölgesinde soluruz dünün siyah beyaz duygularını. Sebillerden akan berrak sular ruhların kirini süzer kuşatılmış zaman imbiğinden. Esrik duygular gölgelerin eteğine tutuşur vaktin derinliklerinde. Trabzon’da zaman büyür, sığmaz kabına. Geçmişle gelecek arasında uzar gider hatıralar…
Hizmet: Şehirlere vaktin aynasından baktığımızda iki tip şehir yansır gönül aynamıza. Zamana direnen ve zamana teslim olan şehirler vardır dünya yüzünde. Trabzon, zamana direnen şehirlerin başında gelmektedir. Geçen zaman, onu da diğer şehirler gibi kendisine benzetmek istese de, kadim kimliğini büyük ölçüde muhafaza etmiş bu güzel şehir. Bize Trabzon'un sokaklarının zaman karşısındaki duruşunu anlatabilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Sokakların tarihi zamanın gergefinde dokunur altın ipliklerle. Kentlerin tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır sokakların tarihi. Nisyana kapalıdır onların belleği. Trabzon’da da her sokak bir tarihtir. Başını kaldırıp zaman penceresinden bugünlere bakar hüzünlü gözlerle. Belleğimizde tutuşur anılar. Trabzon sokaklarının kesme taşlarında zamanın altın izleri var. Birbirinden güzel yaylalarında ahşabın saltanatı kamaştırır gözleri. Tarihî doku, zamanı kuşatır çepeçevre. Cumbalı evlerin kahkahası yankılanır betonarme duvarlarda. Dünden bugüne yapmış olduğu kutlu yolculukta yine de zamana direnir Trabzon…. Siyah beyaz karelerde yaşayan tarih, bütün haşmetiyle ‘ben de varım’ der. Öylece tutar zamanın elinden. Bizler hayata kepenklerimizi indirmeden Trabzon’da tarih nostalji griliğindeki kepenklerini indirmez zamana. Dünle bugün birbiriyle barışık, kucak kucağadır cadde ve sokaklarda…
Hizmet: Hayat, aslında göz açık gördüğümüz uzun bir rüyadır. Şehirler de bu rüyanın somutlaşmış, ete kemiğe bürünmüş nesneleridir. Trabzon'a rüya metaforundan baktığınızda bu düşten neler yansır bugüne?
M. Nihat MALKOÇ: Trabzon hiç uyanmak istemediğimiz bir uykuda gördüğümüz doyumsuz düştür. Bu rüyanın yorumu hayra delalet eder şüphesiz. Yarınlarımız bu rüyada canlanır; uyanır derin uykusundan. Şehir okşar başınızı bir anne şefkatiyle. Geceye dağılan şehrayinler çocuk yanımızı emzirir. Yarısı yırtık bir siyah beyaz resimde tebessümü donmuş silik hatıralar, kalan hüzün artığı ömrün dibacesi olur. Şehre dair düşler ve düşünceler yeknesak hissiyatı kanatlandıran bir barış güvercini gibi süzülür zamanın sonsuzluğunda. Zamana tanıklık eder cadde ve sokakları. Kuytularında yankılanan ses, sessiz çoğunluğun gül renkli avazı olur.
Hizmet: Şehirlerin tarihî kodları vardır. Bunlarla hoyratça oynamak o şehri bozar. Şehrin yarınları, dünün(mâzinin) üzerine bina edilir. Dünle yarın arasında iyi bir uyum(ahenk) sağlanmalıdır. Trabzon da tarihî kodları olan şehirlerden biridir. Estetikten ve planlamadan yoksun, rastgele yapılaşmalar, diğer şehirler gibi, bu şehri de bozmuştur. Bu konudaki görüşünüzünü bizimle paylaşır mısınız?
M. Nihat MALKOÇ: Mavi gökle yemyeşil yamaçların ortasında bir şehir filizlenir, uzar gider geleceğe. Karadeniz’in cilveli kızıdır yarınlara koşan… Güzel insanlar yansır şehrin aynasından. Fakat bu gümüş aynanın sırlarını dökmeye çalışan kötü masal kahramanları da yok değildir. Onlar şehrin gülen yüzünü, ekşi erik yemiş bir kişinin sevimsiz suretine çevirmenin telaşı içindedirler. Kentin tarihî kodlarından bîhaber olan bu kişiler; ruhsuz ve maneviyatsız, içi boş şehirler vücuda getirmenin uğraşındadırlar. Cepleri dolu, ruhları boş bu abiler(!) boşa kürek salladıklarının farkında bile değillerdir. Bunlar şehrin üzerine çöken kara bulut gibidirler. O kara bulutlar; fırtınaları, selleri, tayfunları saklamaktadırlar kursaklarında. Ümüğünü sıkmaktadırlar gül yüzlü şehrin… “Daha çok beton, daha çok para…” dır çirkin sloganları…
Hizmet: Değişim ve dönüşüm, şehirlerin kaderidir. Hiç kimse değişimin karşısında duramaz. Önemli olan, bunun zararsız(veya en az zararla) atlatılmasıdır. Yakın zaman içerisinde Trabzon'dan geçen ve şehri denizden koparan bir Sahil Yolu yapılmıştır. Bu yol çok eleştirilmiştir. Bu konudaki yorumunuz nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Trabzon, değişimin ve dönüşümün derin sancılarını yaşamakta… Bu bir çeşit sıtma nöbeti belki de… Doğu-batı ekseninde gelişen Trabzon’un denizle olan bağlantısını kesmiş yeni sahil yolu… Şehrin sakinleriyle deniz arasına bir ‘kara kedi’ gibi giren bu yol, bu iki sevgiliyi küstürmüş birbirine. Yeşille mavi arasına çizilen kapkara bir çizgi, iki sevgilinin kollarını ayırmış birbirinden. Bu yetmezmiş gibi çarpık kentleşme şehrin ciğerlerini de iflas ettirmiş. Şimdi nefes almakta zorlanıyor Fatih’in fethettiği, Yavuz’un yönettiği kutlu şehir…
Hizmet: Son olarak bu şehrin müdavimlerine neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Her zaman dik, diri ve iri duran Trabzon halkı; şehrine de sahip çıkacaktır, çıkmalıdır da… Bu görsellik bu şehre hiç yakışmıyor. Medeniyetlerin beşiği olan Trabzon bir beton yığını olamaz, bu durum kentin şanlı mazisine ve aydınlık geleceğine yakışmaz. Trabzon, içinde yaşayan vefalı insanların omuzlarında geleceğe koşacaktır şüphesiz; koşmak zorundadır. Zira bu kentin çalışkan insanları güneşten erken uyanır, gülümser doğan güne… Onlar ki hep taptaze kalmıştır umutları. İmkânsızlığın ve umutsuzluğun uğramadığı coğrafya olarak bilinir bu topraklar… Trabzon şanlı mazisine yaslanacak, tez vakitte özüne dönecektir.
Hizmet: Sohbetimizin bu son kısmında bizimle Trabzon'la ilgili kaleme aldığınız bir şiirinizi paylaşabilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Memnunuiyetle... Vaktiyle kaleme aldığım “Trabzon Şehrengizi “adlı şiirimi okuyucularımıza sunuyorum....
TRABZON ŞEHRENGİZİ
I.
Bir ikindi yağmuru öperken Uzunsokak’ın parke taşlarını
Hatıraların sırma saçlarını tarar küf kokulu zaman
Hasretin koynunda sabahlar bir gurbet türküsü
Soframızda her gün bir kaşık eksilir
Kuymağın kokusu tüter burnumda
Kül olur aynalarda siyah beyaz resimler
Yeşil gözlü bir güzelin gamzesinde pusu kurar aşk…
Ufuklar tutuşur Faroz burnunda…
II.
Bir deniz kızının yosun kokar saçları ayazlarda
İçimdeki hüznün buzlarını eritir hasretin kor ateşi
Komnenos’un çekiç sesleri gelir Altındere’den
Sümela’da bir keşisin boşlukta yüzer buruk hayali
Kanayan gecenin dudaklarından dökülür âhlar…
Martılar Moloz’un artıklarıyla doldurur kursağını
Umuda kürek sallar kirli sakallı balıkçılar seherde
Bir Maçka türküsünde Erkan Ocaklı sitem eder Emine’sine…
Bir (g)ezginin sırtına yüklenir hasretin kurşundan ağır yükü
III.
Papatyalar gülümser Hıdırnebi’nin koyaklarında
Doyum olmaz yaylanın kuymağına, yayık ayranına
Sultanmurat’tan duyulur toprağı vatan yapan
…..isimsiz kahramanların kılıç sesleri
Sırtını Boztepe’ye yaslar gözleri mavi şehir…
Bir yağmur çarpar gönül pervazına, dökülür aynanın sırrı
Ganita’da denizin koynunda sabahlar gözü yaşlı dolunay…
Her fırtına sonrası kanadı kırılır aşka tutunan umutların
IV.
Bakırcı ustalarının çekiç sesleri duyulur Kemeraltı’ndan
Zağnos burcunda uyanır gözü yaşlı tarih o derin uykusundan…
Hasret demlenir bir Trabzon türküsünün nağmelerinde
Gökler de ağlar göçmen kuşun gönül telini sızlatan buruk vedasına
Bir Sürmene bıçağı kadar keskindir
…..gerçeğin koynundaki baldıran renkli acılar…
Bir alevin yalazına sevdalı pervaneler gibi
…..düşlerimin yorganı Trabzon büyüdükçe büyür gözbebeklerinde
V.
Karanlığın intiharıdır güneşin buğday sarısı ilk huzmeleri
Her fırtına sonrası avuçlarıma dolar Karadeniz’in sımsıcak gözyaşları
Ayasofya uyanmayı bekler derin uykusundan
…..on yıllardır sesi çıkmaz yasından
Uzungöl’de uzar geceler karanlığın koynunda
İçimdeki bayırlarda yılkı atları koşar dörtnala…
Bir yayla dumanı bembeyaz yorganını örter yeşilin üstüne
Kınalı ellerin yaydığı yayık sesleri dağılır eyvanlara
VI.
ezanlar uhrevî bir ahenk taşır Gülbahar Hatun’un kesme taşlarına
hercai gecelerde bir sabahçının avuçlarından kayıp gider hayat…
Soğuksu, bekler dönülmez akşamın ufkundaki ulu misafirini
Uçmaya hazır bir kartal gibidir Erdoğdu çelikten kanatlarıyla
Toprak ses verir kemençenin sesine, dağın yamaçlarında
Akçaabatlı uşaklar dizilir sıra sıra horon halkalarında
Yenicuma’nın dar sokaklarında top peşinde koşar
…..hayalleri boyundan büyük çocuklar…
Hepsinin rengi bordo mavi, hepsinin bir eli havada…
VII.
Kızlar Manastırı’nda boşluğa akar miş’li geçmiş zaman
Haramiler yağmalar yürekteki son umut kırıntılarını
Ortahisar’da küçük Süleyman, büyük imparatorluğu düşler kocaman yüreğiyle
Donanmalar boy verir, gemiler yüzdürür gözbebeklerinde
Geceyi bölüşür alın terinde yüzen köy kadınları
Titrek bir mum ışığı meydan okur zifiri karanlıklara
Bir kadının güneş doğar kan kırmızı yanaklarından
Bir çocuğun karayemiş yediği bellidir mor dudaklarından
VIII.
Bir ıstırap güftesi dökülür Trabzon’un titrek dudaklarından
Kaf Dağı’nın ardında bırakır dağılan umutlarını
Hayat akarken Uzun Sokak’ın kaldırımlarında
…..hülyalı bakışlara tutunur bir deli mavi…
Hüzzam bir bestenin yalazı düşerken geceye
İçimdeki süvariler kuşanır pusatını surların eteğinde
Bir çiy tanesi düşer düşlerin yangınına
Kül rengi bulutlardan doğar beklenen güneş …
Trabzon güle dönüşür…
M. NİHAT MALKOÇ
M. NİHAT MALKOÇ'LA ŞAİR ABDURRAHİM KARAKOÇ'A DAİR PAZAR SOHBETİ...
Hizmet Gazetesi: Hocam, her faninin bir gün yaşayacağı ölüm, size neleri çağrıştırıyor? Ölüm nedir, ne değildir? Bir duygu insanı olarak bu konuda ne dersiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Ölümle birlikte hayatın kepenklerini kapatırız farklı bir boyuta geçene kadar... Fakat insana verilen sonsuz yaşama arzusunun elbette bir karşılığı vardır ötelerde. Lezzetleri acılaştıran ölüm, en büyük adalettir aslında... Zira hiç kimseyi ıskalamaz. Makamımız, mevkimiz, şöhretimiz, zenginliğimiz her ne ne olursa olsun o, vakti gelince mutlaka uğrar kapımıza. Efendi-köle ayrımı yapmaz. Ölen kişi bir yanımızı da alır götürür beraberinde, ortak hatıralar toprağa taşınır bir anlamda. Dünyadaki kişi, ölen dostuyla birlikte ortak paylaşımlarını da toprağa gömmenin derin acısını ve sızısını yüreğinin derinliklerinde hisseder. Bu durum, geride kalanların acısının katmerleşmesi neticesini de beraberinde getirir.
Ölüm, diriler için bir ayna hükmündedir. Ölümlere üzülmemiz biraz da kendi akibetimizi bu aynada görmüş olmamızdandır. Bu trajik merasimlerde fani yanımızla yüzleşiriz. Aslında hayata maddi pencereden baktığımız için ölüm karşısında vaveylâlar koparırız. Oysa ölüm dediğimiz şey, ölümsüzlük kapısının eşiğidir. Mevlâna'nın “Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir...” deyişi, ölümle manevî anlamda ölümsüzlüğe kavuştuğumuzun işaretidir. Ölümden kaçış mümkün olmadığına göre onu bütün hücrelerimizle özümsemeliyiz.
Ölüm ölmüyor, bu kutlu kervan sürüp gidiyor. Görünen o ki ahiret sabahına kadar da bu yol ve bu yolun yolcuları hep var olacaklar. Yakın ve uzak çevremizde hemen her gün birilerinin ölümü, bizi ölüm konusunda düşünmeye, bu hususta tefekkür etmeye zorluyor.
Hizmet: Hocam, aslında asıl gelmek istediğim konu, geçenlerde ebediyete uğurladığımız Türk Halk Şiirinin en büyük isimlerinden biri olan Abdurrahim Karakoç... Bu söz üstadını ne yazık ki kaybettik... Bize şair Abdurrahin Karakoç'u ana hatlarıyla anlatabilir misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Evet, bir gönül insanını daha ebediyete uğurladık. Bir can daha vuslata erdi. Mütevazi kimliğiyle ve gür sesiyle adından söz ettiren şair Abrurrahim Karakoç'u kaybettik. Aslında gerçekte kaybedilen bir şey de yok, o sadece tebdil-i mekân ederek en sevgiliye kavuştu.
Türk halk şiirinin, adından sıkça söz ettiren en gür seslerinden biri olan üstad Abdurrahim Karakoç, 7 Nisan 1932'de Kahramanmaraş'ın Elbistan ilçesine bağlı Cela köyünde dünyaya gelmişti. Babası Ümmet, İstiklal Savaşı gazilerindendi. Karakoç, ailenin beş erkek çocuğunun ikincisiydi. İlkokulu köyünde bitiren Karakoç, eğitimine devam edememiştir. Çünkü o zamanki mevcut şartlar bugünle kıyaslanamayacak kadar kötüydü.
Hizmet: Sözün bu noktasında biraz da Maraşlı Karakoç ailesinden söz edelim. Bu ailede birçok şair yetişmiştir. Kimdir bu isimler? Mona Roza şiirinin şairi Sezai Karakoç bu aileden midir? Okuyucularımızı bu konuda aydınlatabilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Karakoç ailesi şiire adanan insanlarla doludur. “Şairlik bu ailede irsiydi” dersek sanırım yanılmış olmayız. Zira Abdurrahim Karakoç'un dedesi Karakoçoğulları sülalesine mensup '”Balcı Fakı'” olarak tanınan Mehmet Efendi bu ailenin şair ruhlu insanlarının ilkidir. Okuma yazmayı sonradan öğrenen baba Ümmet Karakoç da dahil olmak üzere, aile fertlerinin hemen hepsinin şiirle bir şekilde ilişkisi vardır. Fakat ülke genelinde şöhret kazanan ve şiirleri geniş kitlelerce okunan isimler olarak Abdurrahim Karakoç’la, ağabeyi Bahaettin Karakoç’u görüyoruz. Soyadı benzerliği olmasına rağmen Sezai Karakoç’la herhangi bir akrabalık ilişkileri yoktur.
Hizmet: Bildiğimiz kadarıyla Abdurrahim Karakoç tevazu sahibi, inançlı, halktan bir insandı. Şairler genelde enaniyetli olurlar, derler. Onda bu duygu hiç yoktu. Karakoç kendini nasıl görüyordu? Halkın gözbebeği olan bu büyük şair, kendini nasıl ifade ediyordu? Onun biyografisinin ana hatlarını bir de kendisinden dinlesek...
M.Nihat MALKOÇ: Türk halk şiirinin köşe taşlarından biri olan, şiir alanında güzel örnekler bırakan Abdurrahim Karakoç, bir konuşmasında hayatına dair ayrıntıları şöyle dile getirmiştir: “Ebedî kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine 1932 yılında dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle-böyle geçti. Kıt imkânlara, kıtlık yıllarına rağmen hâlâ o günleri özlerim. Birçok kimseye o yılları anlatsam, 'Özlenecek neresi var?' diyebilirler, amma ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım. Zaten bizim oralarda her genç, şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor. Ben de avareydim, boşluğumu şiirle doldurmaya çalıştım. Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gittiler. Bana gelince: Sağ olsunlar, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilal cuntacıları, 'bilimsel' cüppeliler, entelektüel züppeler, millî soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adalet katleden hukukçular, dalkavuklar, üçkâğıtçılar v.s. hep bana yardımcı oldular. Şiir malzememi veren onlar, öfkemi bileyen onlar oldular. Yardımlarını inkâr etmiyorum, fakat teşekkür de etmiyorum. Dinsizlerin değil, din düşmanlarının, yani İslâm düşmanlarının da az yardımı olmadı. Bir bakıma dinî duygularımın kuvvetlenmesine vesile oldular.”
Hizmet: Anadolu insanının kalbi Abdurrahim Karakoç'ta atıyordu dersek sanırım yanlış söylemiş olmayız. Onun şiirlerinde işlediği temalara baktığımızda bunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bazı kesimler “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy!” diye mesnetsiz bir düşünce ileri sürerler. Karakoç, zamana uymadı hiçbir zaman... Bir başına kalmayı göze alarak doğru bildiği yolda ısrarla yürüdü. Sizin bu konudaki düşüncenizi öğrenebilir miyiz?
M.Nihat MALKOÇ: Merhum Abdurrahim Karakoç, Anadolu insanının sesi ve yüreğiydi. Bu güzel coğrafyanın vicdanı onda atıyordu. Acıları, hüzünleri, sevdaları Anadolu insanıyla müşterekti. O, baştan ayağa kadar her şeyiyle yerliydi, bizimdi, bizdendi. Hiçbir zaman geçici bir heves uğruna ecnebi akımlardan etkilenmedi. Zamana uyup politik davranmadı. Mevlana’nın tabiriyle olduğu gibi göründü, göründüğü gibi de oldu. Bu samimi duruşu sayesinde hep sevildi, sayıldı ve hürmet gördü. Fakat her insan gibi onu da sevmeyenler ve fikrine saygı duymayanlar da vardı. Zaten herkesin sevdiği insan olmak ne mümkündür, ne de gereklidir.
Karakoç'un halk tarzındaki şiirlerine tamamen millî ve İslamî renkler hâkimdi. O şiiriyle bir çeşit tebliğ vazifesini de görüyordu. Zira düşüncelerini şiirine başarıyla yansıtıyordu. Halkımız onu daha çok, Musa Eroğlu’nun bestelediği “Mihriban” şiiriyle tanısa da o, duygu ve fikir yoğunluğu bakımından bunun çok daha fevkinde şiirler kaleme almıştır. Fakat sığlığımızın bir yansıması olarak ona “Mihriban Türküsünün Şairi” der geçeriz.
Hizmet: Merhum şair Abdurrahim Karakoç, Türk-İslam ülküsünü kendisine şiar edinen ve o doğrultuda yaşayan, eğilip bükülmeyen, tek kelimeyle dosdoğru bir insandı. Fakat o, öncelikle müslümanlığını medar-ı iftihar vesilesi sayardı. İslam'ın reddettiği ırkçılığı o da benimsemezdi. Türk kökenli milletlerin zulüm altında inim inim inlemesi onu fevkalade rahatsız eden bir durumdu. Bu rahatsızlığını şiirlerine de aksettirmiştir. Bu hususta neler söylemek istersiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Merhum Abdurrahim Karakoç şuurlu bir Türk milliyetçisiydi. Fakat o hiçbir zaman ırkçılığa meyletmedi. Türk-İslam ülküsünü en iyi idrak eden vatan sevdalılarından biriydi kendisi... Onun düşüncesini ve hayata bakış açısını öğrenmek isteyenlerin oğlunun adını öğrenmeleri bile yeterlidir. O, oğluna “Türk İslam” adını koyacak kadar bu davaya yürekten sevdalı biriydi. 1990 öncesinde Türk kökenli milletlerin Rus ve Çin zulmü altında yaşaması, onu derinden üzmüştü. Bu derin üzüntünün akislerini şu mısralarında görmek mümkündür:
“Bilir misin gardaş Türk illerinde / Havada yıldızlar dağda kar üşür / Tutsak soydaşların türkülerinde / Dört mevsim ötede bir bahar üşür // Ezanlar buz tutmuş minarelerde / Yaylalar dermiş ki töremiz nerde / Yolların hasretle bittiği yerde / Her dağ yamacında bir mezar üşür // Ses verir aktıkça ağlarcasına / Göl olur gözyaşı gönül tasına / Her sabah kuşların uyanmasına / Her köyün bağrında bir pınar üşür // Kara pas bağlamış ozan dilleri / Ayıya in olmuş Bozkurt illeri / Ulu Tanrısına açmış kolları / Kökü Türklük olan bir çınar üşür”.
Hizmet: Üstad Abdurrahim Karakoç'un tam anlamıyla bir halk şairi olup olmadığı da zaman zaman tartışılmıştır. Bazı kesimler onun saz çal(a)mamasını halk şairi olmadığına delil saymıştır? Sizce Karakoç halk şiirinin neresinde duruyordu?
M.Nihat MALKOÇ: O, halk şiirimizin yaşayan tartışmasız en büyük üstatlarından biriydi. Fakat geleneksel halk şairleri gibi saz çalıp söylemezdi. Modern şiire yönelişin yaygın olduğu günümüzde halk şiirine ve onun millî ölçüsü olan heceye nefes aldırmıştır. Geleneksel şiirin kalıplaşmış imgelerinin yanında, şiirimize dil değmemiş imgeler ve özgün söyleyişler kazandırmıştır. Halk şiirnin konu ve tema dağarcığını zenginleştirmiştir. O, Türkçenin doğru ve yerinde kullanımı konusunda çok hassastı; kullandığı kelimeleri adeta kanatlandıran, onlara hayat veren ince bir dil işçisiydi. Bazı şiirlerinde Karacaoğlan gibi sevdalara tutunurken, bazı şiirlerinde de Yunus Emre gibi sevgiyi ve uhrevî hissiyatı bayraklaştırdı. Çoğu kere de Şair Eşref gibi açtı ağzını yumdu gözünü; fakat hicvederken bile edep dairesinden çıkmamak için gayret etti. Çünkü onun engin ruhunun beslendiği kaynaklar buna müsaade etmiyordu.
Hizmet: Merhum Abdurrahim Karakoç'un bu çağın en büyük hiciv şairi olduğunu düşünenlerin sayısı büyük bir yekûn tutuyor. Siz onu hicvin neresinde görüyorsunuz?
M.Nihat MALKOÇ: Usta şair Abdurrahim Karakoç’un şiirlerinde hiciv apayrı bir yer teşkil eder. Onun şiirlerinde nükte, hiciv ve ironi başköşede oturur. Usta işi şiirlerinin çoğunda bu hiciv havasını soluruz. Abdurrahim Karakoç, tabir caizse günümüzün Dadaloğlu’suydu. En az onun kadar cesur ve yiğitti. Hele söz konusu “millet, memleket, İslam” gibi millî ve manevî değerler olduğunda yerinde duramazdı; hemen rengini belli eder, tavrını kararlı bir biçimde koyardı. Kalemini bir kılıç gibi kullanan merhum Karakoç’u en çok üzen kesim, memleketin kaymağını yiyip de bu ülke için hiçbir şey yapmayanlardır. Onların pişkinliğine tahammül edemez. Şiirlerinde en büyük hedef tahtası onlardır. Çünkü onlar yetim hakkı yerken bile küstahlıklarını sergilemekten hiç utanmazlar. Şair, her fırsatta onları eleştirir, fırsat kollayarak sözü gediğine oturtur: “Devletliler çıkıp devlete kondu / Büyük putlar büyük servete kondu / Hak, hukuk, insanlık sepete kondu / Kaç melekten(!) korkup kaçtık sayamam.”
Karakoç, “Vur Emri” isimli kitabına aldığı şiirinde “Kör dünyanın göbeğine /Hak yol İslâm yazacağız/Kuşların göz bebeğine /Hak yol İslâm yazacağız” diyecek kadar İslam’a sadık bir memleket evladıydı. Aynı şiirin devamında “Herkes duyacak, bilecek / Saklanmazgayri bu gerçek / Yaprak yaprak, çiçek çiçek / Hak yol İslâm yazacağız.” diye kararlılıkla devam ediyordu sözlerine. Zira o, özü sözü bir insandı; dürüsttü, mertti. O; hileyi, hurdayı, üçkâğıtçılığı ve aldatmayı bilmezdi. Onun takıyyeyle de işi yoktu. Namık Kemal’in “Bâisi şekva bize hüzn-i umumîdir Kemal! Kendi derdi gönlünün billâh gelmez yadına” beyti sanki Karakoç için söylenmişti. Zira o, şahsî dertlerini hiçbir zaman memleket meselelerinin önüne koymazdı. Her işte Allah rızasını gözetir, hayatını tevhit temeline oturturdu. Bir ara çok kısa süre de olsa politikaya giren şair, bu kulvarda aradığını bulamamış, politikayı baş üstünde tuttuğu değerlerle bağdaştıramamıştır. Politik macerasının kısa sürmesi hakkında kendisine soru soranlara o şu cevabı vermiştir: “Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için ayrıldım”
Hizmet: Karakoç, bu dünyayı önemseyen bir insan değildi. O, dünyaya geliş şuurunu kavramış bir mümindi. Onun dünyaya ve hayata bakışını bize özetler misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Merhum Karakoç, bir ömür boyunca aleme maskara olmamak için rızkı peşinde koşsa da dünyaya mal biriktirmek için gelmediğinin bilincindeydi. O, kanaatle oturduğu sofradan hep şükürle kalktı. Allah'a layık kul olmak için gayret etti. Kimseyle şahsî meselesi olmadı, zira meseleleri milletinin dertlerine şamildi. Dünyadan göçünce arkasında ne katlar, ne de yatlar bıraktı. Fakat kat ve yat sahiplerinin esamisi okunmazken onun sevenleri milyonlarla ifade edilir oldu. O, mirasını ve sermayesini şu dizelerde dile getirmektedir: “Ne payem oldu, ne sayem/En doğruya varmak gayem/Düşüncemdir tek sermayem/Alan yoktur satamadım”
Hizmet: Merhum Abdurrahim Karakoç, ömrü boyunca çok yazmış; ama hiçbir zaman çalakalem yazmamıştır. Onun değinmediği konu yok gibidir. Biraz da onun eserlerinden bahsedebilir misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Merhum şair Abdurrahim Karakoç, ardında birçok ölümsüz eser bırakarak her fâni gibi bu imtihan dünyasından ayrıldı. Eserleri arasında “Hasan'a Mektuplar(1965), Hasan'a Mektuplar ve Haberler Bülteni(1967), El Kulakta(1969), Bütün Şiirleri(1973), Vur Emri(1975), Kan Yazısı(1978), Şiirler(1981), Suları Islatamadım(1988), Dosta Doğru(1988), Gökçekimi(1991), Yasaklı Rüyalar(şiir), Akıl Karaya Vurdu(şiir)” sayılabilir. Onun “Düşünce Yazıları(makaleler-1990)”, “Beşinci Mevsim(1990)”, “Çobandan Mektuplar(deneme)” adında fikir yazılarından oluşan düzyazı türünde kitapları da bulunuyordu.
Hizmet: Abdurrahim Karakoç'un bir de yazarlık yönü vardı? O, birçok gazetede gündeme dair duygu ve düşüncelerini dile getirmiştir. Bize biraz da onun yazarlığından söz eder misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Aramızdan ayrılan Karakoç, hafızalarımızda şair kimliğiyle yer alsa da, o aynı zamanda güçlü bir yazardı, milletinin mutluluklarıyla mutlu olan, dertleriyle de dertlenen bir düşünce ve dava adamıydı. Uzun yıllar boyunca gazetecilik yapmış, Yeni Düşünce ve Vakit gibi birçok gazetede köşe yazmıştı. O, bir zamanlar Ülkücü dünya görüşünün yayın organı olan haftalık Yeni Düşünce gazetesinde ses getiren yazılara imza atıyor, gündemi belirliyordu.
Şair Karakoç, son nefesine kadar dik ve asil duruşunu bozmamıştır. Her zamanda ve her zeminde doğru bildiklerini söylemekle kalmamış, o gür sesiyle adeta haykırmıştır.
Hizmet: Merhum Karakoç, ölümüyle sevenlerinin gönlünde büyük bir boşluk bıraktı. Bu hususta siz ne düşünüyorsunuz? Bu ölüm sizi nasıl etkiledi?
M.Nihat MALKOÇ: Merhum şair Abdurrahim Karakoç “Size Bıraktım” başlıklı şiirini sanki bize veda eder gibi hüzünlü, biraz da sitemli bir dille yazmıştır: “Talipli değilim şöhrete, şana,/Makamı, rütbeyi yük etmem cana/Dostluk, sevgi, şefkat yetişir bana,/Dövüşü, kavgayı size bıraktım//Çokta değil, hakta buldum huzuru,/İstediğim alın teri, göz nuru /Benliği, kibiri, iğrenç gururu /Faizi, bankayı size bıraktım.//Hiç biriniz telaş etmesin boşa/Doyacak gözünüz toprağa, taşa.. /Beni inancımla koyun başbaşa.. /Topyekün dünyayı size bıraktım”
“Sarı saçlarına deli gönlümü /Bağlamışım, çözülmüyor Mihriban /Ayrılıktan zor belleme ölümü /Görmeyince sezilmiyor Mihriban” diye başlayan o ölümsüz türkünün sözlerinin sahibi Abdürrahim Karakoç artık aramızda değil… O, her fâni gibi, can emanetini çok sevdiği Hakk'a huzurla teslim etti. Fakat o, düşünce ve duygularıyle hep içimizde yaşayacak. Çünkü kişiler ölse de, düşünceler halka halka sonsuza dek yaşamaya devam eder.
Her doğan gün aslında ömür ağacından kopan bir yapraktır. Merhum Karakoç, bunu en iyi anlayan insanlardan biriydi. “Bir el yapar, bin el bozar/Gün alçalır, gölge uzar/Önü kundak, sonu mezar/Her yarış ecele doğru.” ifadeleri bu görüşümüzü doğrular içeriktedir.
Türk-İslam ülküsünün yılmaz savunucusu Karakoç’a Allah’tan rahmet diliyorum. Ruhu şad olsun. Sözlerimi onun hayat felsefesini dile getiren bir dörtlüğüyle bitiriyorum:
“Ben milletimin uğruna adamışım kendimi
Bir doğrunun imanı, bin eğriyi düzeltir,
Zulüm Azrail olsa, hep Hakk'ı tutacağım
Mukaddes davalarda ölüm bile güzeldir.”
Hizmet: Bazı şairler özellikle bir şiiriyle anılırlar; isimleri o şiirle özdeşleşir. Mesela Cahit Sıtkı Tarancı deyince “Otuz Beş Yaş Şiiri”, Orhan Veli Kanık deyince “İstanbul'u Dinliyorum” şiiri, Sezai Karakoç deyince “Mona Roza” şiiiri, Faruk Nafiz Çamlıbel deyince de “Han Duvarları” şiiri akla gelir. Abdurrahim Karakoç deyince de “Mihriban” şiiri öne çıkar. Size göre Karakoç'un hangi şiiri bir adım öndedir. Bu şiiri bizimle paylaşır mısınız?
M.Nihat MALKOÇ: Abdurrahim Karakoç'un bir değil, birçok şiiri ön plana çıkmıştır. Onun “Mihriban” adlı şiiri türkücü Musa Eroğlu tarafından bestelenip seslendirildiği için daha bir ön planda tutulmuştur. Fakat onun ön plana çıkmaya layık birçok şiiri daha vardır. “Beşinci Mevsim”, “Hasan'a Mektuplar”, “Hakim Beğ”, “Bayramlar Bayram Ola”, “Hak Yol İslam Yazacağız” bunlardan bazılarıdır. Fakat benim zihnimde özel bir yer teşkil eden şiiri “İsyanlı Sükût'tur. Bu şiiri okurlarımızla paylaşmak istiyorum. Sözün bitiminde merhum şair Abdurrahim Karakoç'a Allah'tan rahmet diliyorum. Ruhu şâd olsun.
İSYANLI SÜKÛT
Gitmişti makama arz-ı hâl için,
'Bey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Bir azar yedi ki oldu o biçim...
'Şey' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı,
Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı...
Bir baktı konağa alttan yukarı,
'Vay' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Çekti ayakları kahveye vardı,
Açtı tabakasın, sigara sardı.
Daldı.. neden sonra garsonu gördü,
'Çay' dedi, yutkundu, eğdi başını.
İçmedi, masada unuttu çayı;
Kalktı ki garsona vere parayı,
Uzattı çakmağı ve sigarayı,
'Say' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Döndü, gözlerinde bulgur bulgur yaş,
Sandım can evime döktüler ateş.
Sordum: 'memleketin neresi gardaş? '
'Köy' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Yürüdü, kör-topal çıktı şehirden,
Ağzına küfürler doldu zehirden;
Salladı dilini... vazgeçti birden,
'Oy' dedi, yutkundu, eğdi başını.
Abdurrahim KARAKOÇ
M. NİHAT MALKOÇ'LA TÜRKÇENİN DÖRT BÜYÜK SÖZLÜĞÜ ÜZERİNE PAZAR SOHBETİ-1
Hizmet Gazetesi: Sözlükler dillerin kelime ambarlarıdır. Onların zenginliği o milletin kültürünün zenginliğine işarettir. Hocam, okuyucularımıza sözlüklerin işlevi ve önemiyle ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Sözlükler, kütüphanelerimizin vazgeçilmez kaynaklarıdır. Hemen her kütüphanede sözlükler rafları süsler. Hatta bir değil, birçok sözlük bulunur zengin kütüphanelerde. Sözlükler okurların en sadık dostlarıdır. Başkalarına soramayacağımız birçok şeyi onların ak sayfalarında buluruz. Dil konusunda kılavuzluk ederler bizlere, bir anlamda söz haritasıdırlar.
Sözlüklerde kelimelerin sadece anlamlarını değil, yazılış ve söyleniş şekillerini de buluruz. Bir kısım sözlüklerde kelimeyle ilgili etimolojik(köken) bilgilere bile ulaşabiliriz.
Sözlüğün Osmanlı Türkçesindeki karşılığı ‘lûgat’ ve ‘kamus’ kelimeleridir. Arapçada sözlüğün karşılığı olarak “mu’cem, ıstılâh, elfâz” kelimeleri kullanılır. Sözcükbiliminin Batı dillerindeki karşılığı da ‘leksikoloji’dir. ‘leksikografi’ de sözlük bilimini karşılayan kelimedir.
Dil ve sözlük deyip de geçmeyelim. Rahmetli Cemil Meriç’in sözlüklerle ilgili olarak “Bu Ülke” adlı başucu kitabında söylediği “Kamus namustur” sözünü her duyduğumda irkilirim. Dili ve o dili meydana getiren kelimeleri bu kadar önemseyen, onları koruyup gözetmeyi namusla özdeşleştiren kaç yazar, kaç düşünür vardır, bilemem. Bu söz dil konusundaki hassasiyetimizin şiarı olmalıdır. Zira bilinmelidir ki dilini koruyamayanlar sınırlarını da koruyamazlar. Sınırlarını koruyamayanların namuslarını korumaları mümkün müdür? Atatürk’ün dil konusundaki şu vecizesi ne kadar da manidardır: ““Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması millî hissin inkişafında müessirdir. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk Milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.” Bu, Atatürk’ün bir anlamda hedefi ve vasiyetidir. Gerçek Atatürkçü olmak dili namus derecesinde önemsemekle, dile hizmet etmekle mümkündür. Dili “Öztürkçe” adı altında kuşa döndürenler, bu vasiyete uymayanlardır. Demek ki Cemil Meriç’in dediği gibi gerçekten de “Kamus namustur”. Dile böyle bakarsak kamusu da, namusu da koruruz.
Hizmet: Divânü Lugâti’t-Türk Türkçenin ilk sözlüğü olarak kabul edilmektedir. Hocam, Türkçenin ilk sözlüğü olarak kabul edilen “Divânü Lugâti’t-Türk”ün önemi hakkında neler söylemek istersiniz? Bu sözlüğü önemli kılan nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Türkçenin ilk sözlüğü 1072 -1074 yılları arasında Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan “Divânü Lugâti’t-Türk” kabul edilir. Bu eser, Araplara Türkçe öğretmek üzere, Arapça yazılmış bir sözlüktü. Aslında sözlükten de öte bir dilbilgisi kılavuzuydu. Bu esere bir çeşit antoloji ve ansiklopedi de diyebiliriz. Bu eserde Türk boyları hakkında etraflı bilgilere ulaşabiliriz. Yazar bu eserini yazmadan evvel Türk boylarını gezerek bilgiler derlemiştir. Yazar, eserinde sözcükleri örnekleyen atasözleri ve şiirler kullanmıştır. Bu örneklemeler eski Türk edebiyatı metinlerine ulaşmamızda önemli bir kaynak görevi görmektedir. Toplam 7500 kelimenin karşılığı örneklerle verilmiştir. Türklerin tarihine, coğrafi yayılımına, boylarına, lehçelerine ve yaşam tarzlarına ilişkin kısa bir önsözü de eserde bulmak mümkündür. Kaşgarlı Mahmud, bu kıymetli eserini kaleme alırken biraz da Türk dilinin Arap dilinden daha üstün olduğunu gösterme amacındaydı. Bunu da başarmış, Türkçenin hünerlerini açığa vurmuştur.
Hizmet: Dünyanın en eski ve en zengin dillerinden biri olan Türkçe, Türk kültürünün taşıyıcısıdır. Bir anlamda maziyle istikbal arasında köprüdür. Bu dille ilgili olarak geçmişte çok önemli çalışmalar yapılmıştır. Bugün de yapılmaya devam etmektedir. Hocam ilk sözlük çalışmalarından bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: İlk Türk dilbilimcisi Kaşgarlı Mahmut’un “Divânü Lugâti’t-Türk” adlı kıymetli eserinden sonra sözlük çalışmaları artarak devam etmiştir. Kaşgarlı Mahmut, dil çalışmalarında bir anlamda yolbaşçı olmuştur. Kaşgarlı Mahmut’un açtığı bu yolda birçok âlim zat emin adımlarla yürümüştür. Ali Şîr Nevaî tarafından hazırlanan “Muhakemetü’l Lügateyn” bu yolda yürüyen şairlerden birinin şaheseridir. Ülkemize matbaayı getiren İbrahim Müteferrika’nın bastığı ilk eser olan “Vankulu Lügati”, ‘Sıhah-ı Cevherî’ adlı meşhur Arapça lügatin Türkçeye tercümesidir. Bu eser Vankulu Mehmet Efendi tarafından dilimize kazandırılmıştır. Türkçe hazırlanan ilk sözlük olan “Lehçetü’l Lügat” (Esat Mehmet Efendi, 1732) bu vadide yer alan mühim eserlerdendir. “Burhan-ı Katı”(Mütercim Âsım Efemdi), “Lehçe-i Osmanî”(Ahmet Vefik Paşa), “Lügat-i Naci”(Muallim Naci), adında Türk kelimesi geçen Türkçeden Türkçeye ilk sözlük olan “Kamûs-ı Türkî”(Şemseddin Sami) bu sahada zikredilmesi gereken mühim çalışmalardır. Bunların sayısını daha da artırmak mümkündür.
Hizmet: Geçmişte yapılan sözlük çalışmaları dilimize çok önemli katkılar sağlamıştır. Günümüzde de çok önemli sözlük çalışmaları yapılmaktadır. Özellikle bunlardan dördü (Ferit Devellioğlu-Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat, İlhan Ayverdi-Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Yaşar Çağbayır-Ötüken Türkçe Sözlük, D. Mehmet Doğan-Doğan Büyük Türkçe Sözlük) çok önemlidir. Bize günümüzdeki sözlük çalışmaları ve bu dört büyük sözlük hakkında bilgi verebilir misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Günümüzde birçok dilci, şair ve yazar sözlük çalışmalarına merak salmıştır. Bunlar arasında Hüseyin Kazım Kadri(Türk Lügati), Mustafa Nihat Özön(Osmanlıca-Türkçe Sözlük), Etimolojik Osmanlı Türkçesi Sözlüğü( Mehmet Kanar), Pars Tuğlacı(Okyanus 20. Yüzyıl Ansiklopedik Türkçe Sözlük), Ali Püsküllüoğlu(Arkadaş Türkçe Sözlük), Kemal Demiray-Ruşen Alaylıoğlu(Ansiklopedik Türkçe Sözlük), Didar Çelikkanat(Pratik Türkçe Sözlük), Mustafa Özkan-Muhammet Yelten(Türkçenin Sözlüğü), Orhan Hançerlioğlu(Türk Dili Sözlüğü), Arif Hikmet Par(Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Sözlük), Ferit Devellioğlu (Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat), İlhan Ayverdi(Misalli Büyük Türkçe Sözlük), Yaşar Çağbayır(Ötüken Türkçe Sözlük), D. Mehmet Doğan(Doğan Büyük Türkçe Sözlük)…vb. isimlerini sayabiliriz. Bu arada Türk Dil Kurumu’nun bugüne kadar çıkarmış olduğu değerli sözlükleri de burada zikretmemiz gerekir. Özellikle son yıllarda bu kurum da çok önemli çalışmalara imza atmıştır. Sözün bu noktasında Milli Eğitim Bakanlığı’nın hazırlamış olduğu, dört ciltten meydana gelen 3307 sayfalık “Örnekleriyle Türkçe Sözlük” adlı kapsamlı eserini unutmamak lazımdır. Bu eser sözlük çalışmalarında önemli bir yerdedir. Dilerseniz sözlükler arasında çok önemli yerleri olan şu dört büyük sözlükten bahsedelim…
Hizmet: Hocam, sözlük hazırlamak zorlu bir süreçtir. Bu zorlu süreçten alnının akıyla çıkanlardan biri de Misalli Büyük Türkçe Sözlük’ü hazırlayan İlhan Ayverdi’dir. Bu kıymetli sözlükle ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Sözlük çalışması yapmak uzun ve zahmetli bir iştir. Tabir caizse iğneyle kuyu kazmak gibidir. Yaşayan Türkçenin en büyük sözlüklerinden bir olan “Misalli Büyük Türkçe Sözlük”, nam-ı diğer Kubbealtı Lügati merhum İlhan Ayverdi Hanımefendi tarafından uzun ve zahmetli çalışmalar neticesinde hazırlanmıştır. 2005 yılında Kubbealtı Vakfı tarafından yayınlanan bu sözlük, 3.650 sayfadan meydana gelmektedir. 61.000 madde, bunlardan türetilmiş 35.000 deyim ile 400 müellifin 1.000’e yakın eserinin taranmasıyla elde edilen 100.000 misalli bu temel başvuru eseri, bugünkü lügatler arasında bir şaheser hükmündedir.
“Misalli Büyük Türkçe Sözlük”, kapsamlı bir çalışmanın ürünüdür. Bu sözlük öyle kolay hazırlanmadı. Bu eserde büyük emek ve alın teri var. Bu çalışmanın başlangıç tarihi 1971 yılına kadar indirilebilir. Zira böyle bir sözlüğün planlanma aşamasında ilim, fikir ve dil üzerinde çalışma yapmış akademisyenlerden oluşan 12 kişilik bir ilmî heyet ilk toplantısını bu tarihte gerçekleştirmiştir. Bu toplantıda Sâmiha Ayverdi, Nihad Samî Banarlı, Ekrem Hakkı Ayverdi, Tahsin Banguoğlu, Ömer Lütfi Barkan, Kaya Bilgegil, Abdülkadir İnan, Faruk Kadri Timurtaş, Faruk Nafiz Çamlıbel, Orhan Seyfi Orhon ve Fevziye Abdullah Tansel gibi mühim simalar yer almıştır. Sözlüğün yazılmasına ise 1976 senesinde başlanabilmiştir. Daha sonra çalışmalar merhume İlhan Ayverdi tarafından yürütülmüş, bu zahmetli süreç tam 34 yıl sürmüştür. Sözlüğün bir bütün hâline getirilip iki kapak arasına alınması ancak 2005 yılında gerçekleşebilmiştir. Üç koca ciltlik böyle büyük ve kapsamlı bir sözlüğün kültüre gönül veren bir özel teşebbüs tarafından hazırlanıp basılması takdire şayan bir hizmettir. Kültürümüze hizmet eden böyle kurumlar memleketimizin yüz akıdır. Bu arada 2010 yılı başında 1411 sayfalı genişletilmiş tek cilt büyük boy bir baskısı da gözden geçirilip yayımlanmıştır.
Kütüphanelerimizin raflarını süsleyen “Misalli Büyük Türkçe Sözlük” ilmî ölçüler titizlikle göz önünde bulundurularak merhume İlhan Ayverdi tarafından büyük fedakârlıklarla hazırlanmıştır. Bu sözlükte kelimelerin etimolojik(köken) açıklamalarını da bulmak mümkündür. Söz konusu sözlük, bu ilmî yönüyle diğer birçok sözlüğe fark atmaktadır. Sözlüğün hamisi ve hazırlayıcısı merhume İlhan Ayverdi Hanımefendi bu muhteşem eserinin özsözünde, eseriyle ilgili şu önemli izahata yer vermektedir: “Dil taşıyıcıdır; bir milletin kültürünü, sanatını, imanını, düşünüş sistemini, yaşayış özelliklerini, sahip olduğu değerleri dünden bugüne taşıyan kutsal bir nehir gibidir. Bu sözlük Türk dilinin bu nehirden alınan bir dökümü, bir nevi envanteridir. Tarihî dil sözlüğü, konuşulan dil sözlüğü gibi tasniflerin dışındadır. Türkiye Türkçesinin söz hazinesini kapsayan sözlüğümüzde, yaşayan dilimizin kelimelerine, deyimlere, terimlere, yer yer mazmunlara, edebî mânalara ve ansiklopedik açıklamalara, 13. Yüzyıl’dan itibaren var olup halk ağzında yaşamış olan, Arap harfleriyle yazılmış eserlerde ve vesîkalarda yer alan kelimelere, Türkçesi olduğu halde yaygınlaşan yabancı kelimelere ve Türkçesi olmayan yabancı kelimelere de yer verilmiştir.”
Hizmet: Son yıllarda sözlük alanında çok güzel çalışmalar yapılıyor. Bu güzel çalışmalardan biri de Yaşar Çağbayır’a ait “Ötüken Türkçe Sözlük”… Bu büyük milletin bir ferdi olarak bu sözlüğü elimize aldığımızda Türkçemizin söz hazinesi karşısında gururlanıyoruz. Yaşar Çağbayır tarafından hazırlanan “Ötüken Türkçe Sözlük”ü bize anlatabilir misiniz? Bu sözlüğü benzerlerinden ayıran ve önemli kılan özellikleri nelerdir?
M. Nihat MALKOÇ: Ötüken Neşriyat, geçmişten bugüne kadar Türk kültürüne büyük hizmetler etmiştir. Bu hizmet zincirinin son büyük halkası “Ötüken Türkçe Sözlük” tür. Alanında en kapsamlı sözlüklerin başında gelen bu eser beş ciltten, 5744 sayfadan meydana gelmektedir. Sözlükte 246 bin sözcüğün anlamı yer almaktadır. Söz konusu sözlüğü Yaşar Çağbayır tam 38 yılda hazırlamıştır. 38 yıl ne demek, bir ömür… Varın, verilen emeğin miktarını siz düşünün…
“Ötüken Türkçe Sözlük”, emekli öğretmen ve araştırmacı yazar Yaşar Çağbayır tarafından, Türkiye ve dünyada Türk dili üzerine yazılmış “Atabetü’l-Hakayık” tan çağdaş edebî metinlere kadar yaklaşık 1700 eserin incelenmesiyle hazırlanmış kapsamlı bir sözlüktür. 1700 eseri incelemek, kelimeleri tasnif etmek her babayiğidin yapabileceği bir iş değildir. Bu büyük eseri hazırlama cesaretinde bulunan Yaşar Çağbayır, sözlükle ilgili olarak şöyle diyor:
“Göktürk, Eski Uygur, Hakaniye, Oğuz, Eski Anadolu, Osmanlı, Çağdaş Türkiye Türkçesi ile Anadolu, Rumeli, Kıbrıs, Kerkük Ağızları’nın yanı sıra sözlükte 235 sayfadan oluşan Osmanlıca Dizin de yer alıyor. Osmanlıca alfabeye göre hazırlanan Dizin sayesinde Ötüken Türkçe Sözlük’ün içerisinde bulunan Osmanlı imlasıyla yazılı yaklaşık 55 bin kelimenin farklı okunuş ve anlamlarına kolayca ulaşılabiliyor. Sözlük kullanıcılarının bilgiye daha kolay ve çabuk ulaşabileceği şekilde hazırlanan Ötüken Türkçe Sözlük’te; sözcüklerin doğru okunabilmesi için gerekli işaretlemelerle, sözcüğün hangi kaynaktan alındığını belirten parantez içi açıklamalar da yer alıyor.”(3)
Türkçeyi canından aziz bilen Yaşar Çağbayır’ın ömrünün uzun yıllarını alan bu kapsamlı sözlük, Türkçenin zenginliğini bütün ihtişamıyla ortaya koyuyor. Bu sözlüğe baktığımızda söz hazinemizle gururlanıyoruz. Bir zamanlar “Öztürkçe” adıyla “Uydurukça”ya döndürülen Türkçenin bu akıl almaz zenginliği ve asaleti karşısında selam duruyoruz. Böyle zahmetli çalışmaları, ancak ülkesini ve milletini canından aziz bilen idealist insanlar gerçekleştirebilir. Uzun ve çileli uğraşlar sonucu eserini yayınlayan Yaşar Çağbayır bir yazısında mutluluğunu şöyle dile getiriyordu: “Geçen yıl bugünlerde, bu sayfalarda “Bir sözlüğün hikâyesi”nden söz etmiştim. Öğretmenliğe başladığım yıllardan beri yaptığım çalışmaları özetlemiştim. Şimdi o yazımdan bir yıl geçti. Ve o sözlük basıldı, gün ışığına çıktı. Bizzat bilgisayar başında çalıştığım yıllarda bitmeyecekmiş gibi görünen o sözlük nihayet okuyucunun eline sunulabilecek hâle geldi. Bilgisayar ortamına aktarırken hep uçsuz bucaksız ve ucu bir türlü görünmeyen bir tünelin içindeymiş gibi hissediyordum kendimi. Ve bir taraftan da etrafımla ilişkilerimi en az düzeye indirmiş, ne oluyor ne gidiyor diye olaylara az veya çok bir ilgi bile duymuyordum. Ve ben ilgi duysam da duymasam da nasıl Büyük Menderes kendi yatağında akıp gitti ise, olaylar da benim dışımda akıp gitti. Olaylar kendi yoluna gitti, ben de kendi işime baktım. Ve sonunda bahsettiğim gibi Orhun Kitabelerinden bugüne Türkiye Türkçesinin söz varlığı olan Ötüken Türkçe Sözlük’ü bitirdim.”(4)
M. NİHAT MALKOÇ'LA TÜRKÇENİN DÖRT BÜYÜK SÖZLÜĞÜ ÜZERİNE PAZAR SOHBETİ-2
Hizmet: Türkiye Yazarlar Birliği’nin kurucusu ve onursal başkanı değerli araştırmacı-yazar D. Mehmet Doğan’ın Doğan Büyük Türkçe Sözlük’ü sözlük sahasında günümüzün en kıymetli söz hazinelerinden biri kabul ediliyor. Bize bu sözlüğün kıymetinden ve özelliklerinden bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Adı, kültür dünyamıza kazandırdığı kıymetli sözlükle ebedileşen D. Mehmet Doğan, zihin tasını duru pınarlarımızdan dolduran bir kültür ve düşünce adamıdır. Onlarca eser kaleme almış olmasına rağmen onun ismi, hazırlamış olduğu sözlükle adeta özdeşleşmiştir. Bugün kültür hayatımızda “Doğan Büyük Türkçe Sözlük” olarak anılan bu abidevî eser, birçoğumuzun dağarcığına yeni kelimelerin yerleşmesinde önemli katkılarda bulunmuştur.
Kapsamlı bir şaheser olan “Doğan Büyük Türkçe Sözlük” 30 yıldan beri kütüphanelerimizi süslüyor. Zira bu sözlüğün ilk baskısı 1981 yılında yapılmıştır. Fakat Doğan, sözlük çalışmalarına bundan 5 yıl evvel, yani 1976’da başlamıştır. Bu sözlük bir ihtiyaçtan ve büyük bir boşluktan doğmuştur. Zira o dönemlerde ne yazık ki ciddi sözlükler yoktu kültür piyasasında. Bu eksikliği fark eden kültür adamı, araştırmacı-yazar D. Mehmet Doğan, elini taşın altına koyarak kapsamlı bir sözlük hazırlamak için hemen kolları sıvamıştır. Son baskısının sayfa sayısı 1912’yi bulan bu kıymetli söz varlığı hazinesi, her geçen gün yenilenmiş, güncellenmiş, kapsamı genişletilmiştir. Son haliyle devasa bir sözlük haline gelmiştir. Sözlük hazırlanırken kelimelere ideolojik gözlükle bakılmamış, dilimizde kullanılan Arapça, Farsça, İngilizce, Fransızca ve diğer dillerden gelen kelimelere yer verilmiştir.
“Doğan Büyük Türkçe Sözlük”ün geçen zaman içerisinde sürekli zenginleştiğini söylemiştik. Bunun son güzel örneği, sözlüğün bütün kelime hazinesiyle CD’ye alınması olmuştur. Artık teknoloji çağında yaşıyoruz. İnsanlar sürekli bir yerden öbür yere gidip gelmek zorunda kalıyor. 1830 sayfalık bir sözlüğü kişinin yanında taşıması mümkün değildir. İşte bunu düşünen yayınevi, sözlüğü bir CD’ye sığdırarak okura yeni bir hizmet yapmıştır.
“Doğan Büyük Türkçe Sözlük” Türk okuru ve aydını tarafından çabuk benimsendi, tutuldu. Bugüne kadar tam 23 kez basıldı. Bu, bir sözlük için çok mühim bir baskı sayısıdır. Büyük Türkçe Sözlük’ün 23. baskısı yeni ilâvelerle 110 binin üzerinde kelime, deyim-terkip, kalıp söz ihtiva ediyor. Böylece Türk dilinin gizli zenginliği örneklerle ortaya çıkıyor.
Örneklemelerde ele alınan metinlerin çeşitliliği, zenginliği ve özenle seçilmesi “Doğan Büyük Türkçe Sözlük”ü benzerlerinden farklı ve üstün kılıyor. Zira Yusuf Has Hacib’den bu güne kadar beş yüz şair, yazar, ilim ve fikir adamından seçilmiş on binlerce örnek cümle ve dize sözlüğe büyük bir zenginlik katıyor. Kaleme aldıkları ölümsüz eserleriyle, edebiyatımızın bugünlere gelmesine hizmet eden beş yüz isim içinde Yunus Emre, Fuzulî, Bâkî, Nabî, Nef'î, Neşatî, Şeyh Galib, Karacaoğlan, Âşık Ömer, Evliya Çelebi, Ömer Seyfeddin, Mehmed Âkif, Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Refik Halit, Reşat Nuri, Peyami Safa, Kemal Tahir, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar, Tarık Buğra… gibi büyük şair, yazar ve edebiyat adamları var. Bunların yanında, Nureddin Topçu, Ömer Nasuhi Bilmen, Cemil Meriç, Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken, Erol Güngör, Turgut Cansever gibi ilim ve fikir adamlarının, hukukçuların, mimarların, gazete yazarlarının cümleleri de sözlüğü süslüyor. Araştırmacı-yazar, fikir adamı D. Mehmet Doğan, büyük çabalarla hazırladığı “Doğan Büyük Türkçe Sözlük”le ilgili olarak kendisiyle yapılan bir röportajda şu görüşlere yer veriyor:
“1960’larda okul sözlükleri dışında Lâtin harfli Türkçe sözlük yoktu. 1952’de ilk defa yayınlanan M. Nihat Özön’ün Osmanlıca sözlüğü vardı. Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca Sözlüğü 1962’de yayınlandı. Bunlar tahsisi sözlüklerdir, umumi, genel sözlük değildirler.
Sözlük ihtiyacını o sıralar yalnız benim hissetmediğimi söylemek için kuvvetli bir delilim var: O zamanın etkili bir yayın kurumu olan Hayat müessesesi Hayat Büyük Türk Sözlüğü’nü 1969-1970’de yayınladı. Bu sözlük, başında belirtildiği üzere Şemseddin Sami’nin Kamûs-ı Türkî’si esas alınarak hazırlanmıştı. Maalesef başarılı bir sözlük çalışması olmamıştır. İhtiyaç görülmüş; fakat ihtiyacı gidermek için yapılan çalışma yetersiz kalmış, hedefine ulaşmamıştır. 1971’de yayınlanan Mustafa Nihat Özön’ün Resimli Türk Dili Sözlüğü ise muhteva olarak TDK sözlüğünden pek farklı değildir.
Bizim sözlük hazırlama gayretimiz akim kalabilirdi; emeğimiz boşa gidebilirdi, bu ihtimal her zaman varitti. Destek verecek güçlü bir yayın kuruluşu yoktu. Nitekim sözlük bitmeye yaklaştığında, bastıracak yayınevi bulamadık. Dil Kurumu’nun maddi kaynak sıkıntısı çekmeden yayınladığı sözlük, aynı zamanda resmî desteğe sahipti ve bütün öğretim sistemi içinde yaygın olarak tavsiye ediliyordu; taraftarları, hatta havarileri vardı. Bu şartlar altında bizimkisi cahil cesaretinden başka bir şey değildi. Sonuçsuz kalmasını göze alarak bu işe giriştim. Fakat geçen zaman içinde, iki yaygın sözlükten biri oldu. Resmî alanın içinde olmadığı düşünülürse, en yaygın “sivil” sözlük olduğunu söyleyebiliriz.”(2)
Hizmet: Yukarıda bahsettiğimiz üç büyük Türkçe sözlük(Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Ötüken Türkçe Sözlük) yokken Ferit Devellioğlu’nun “Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat” i vardı. Bu yönüyle diğer sözlüklere örnek olmuştur. Cumhuriyet yıllarındaki bu ilk örnek sözlüğü okurlarımıza anlatabilir misiniz? “Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat” nasıl bir sözlüktür?
M. Nihat MALKOÇ: Osmanlıca-Türkçe Sözlük bahsi açılınca haklı olarak Ferit Devellioğlu’nun “Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat” i gelir akla…. Çünkü bu eser, bu sahada kaleme alınmış en başarılı çalışmadır. Büyük bir emeğin, alın terinin ve göz nurunun meyvesi olan “Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat” eski ve yeni harflerle ilk kez 1962 yılında iki kapak arasına alınarak yayınlanmıştır. Bu kıymetli sözlük, 1196 sayfadan meydana gelmektedir. Aydın Sami Güneyçal tarafından 1993’te yeniden düzenlenmiş ve genişletilmiştir. Aydın Kitabevi Yayınları arasında okuyucusuna hizmet veren bu sözlük, alanında en çok tercih edilen ve güvenilen lügat özelliği taşımaktadır. Özellikle Türkçe, Edebiyat ve Tarih bölümlerinde okuyan öğrencilerin başucu kaynağıdır bu değerli lügat… Zira bu sözlükte Arapça ve Farsça kelimelerin Arap harfleriyle yazılışları da verilmektedir.
Osmanlıca(Osmanlı Türkçesi) dendiğinde Ferit Devellioğlu’nun bu sözlüğünün hafızalarda canlanması bir hakkın teslimi anlamına da gelmektedir. Zira Ferit Devellioğlu’nun çok büyük emekler vererek hazırladığı “Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lügat” i bence bugüne kadar aşılamamıştır. Geçmişten bugüne kadar, bu sözlüğün önüne geçebilecek bir çalışma yapılamamıştır. Bundan sonra da bunun ötesinde bir sözlük çalışması yapmak pek mümkün görülmüyor. Zira uzun uğraşlar gerektiren bu gibi zahmetli sahalara kimse girmeyi tercih etmiyor. Hem Ferit Devellioğlu bu çalışmayla söylenmesi gereken her şeyi söylemiştir. Ömrünün en güzel yıllarını Türk diline ve Türk kültürüne hizmetle geçiren merhum Ferit Devellioğlu, şaheser hükmündeki kıymetli lügatinin önsözünde şu bilgilere yer vermektedir:
“Bu eser, Osmanlıca´da, kullanılan Arapça ve Farsça asıllı kelimeleri ihtiva etmektedir; Türkçe kelimelerle Osmanlıca´ya Batı dillerinden geçmiş kelimelere yer verilmemiştir. Buna mukabil: ‘hâk, berg, hacer...’ gibi dilimizde kullanılmış ve ‘alenî; âlemşümûl; beşûş; mütenekkiren'...’ gibi kullanılmakta olan bütün Osmanlıca (Arapça-Farsça) kelimeler alınmış, bu sûretle 60 bin kelimelik lûgat hazırlanmış bulunmaktadır.” (5)
Sözlükler; dünü bugüne bağlayan, çelikten daha sağlam kültür köprüleridir. Onlar binlerce yıllık söz hazinesini ihtiva ederler. Merhum Ferit Devellioğlu, “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat” adlı kıymetli eserinin “Başlarken” adlı önsöz hükmündeki kısmında lûgatinin büyük bir boşluğu doldurduğunu ve ehemmiyetini okurlarına şöyle izah ediyor:
“Biliyorsunuz, arkamızda 600 senelik mâzisi olan bir Osmanlı Edebiyatı, önümüzde de bu edebiyatı öğrenmek arzusunu duyan, hatta bazı hâllerde mecburiyet içinde bulunan bir gençlik var. Milli Eğitim Bakanlığımızın müfredat programlarına göre bu gençliğin; daha liseden başlayarak Divan, Tanzimat, Servet-i Fünûn, Fecr-i Âtî edebiyatını, diğer taraftan İlahiyat Fakültesi’nde dinler tarihi, Arap edebiyatı, hadis, tefsir, Arap şair ve ediplerinin biyografileri ile tasavvufî eserleri gözden geçirmek, diğer fakültelere devam edenlerin de, birçok Arapça, Farsça kelimelerle hukukî tabir ve ıstılahları öğrenmek zorunda bulunduklarını göz önünde tutarak 13 yıldan beri üzerinde meşgul olageldiğim “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat” adlı eserimi bugün tamamıyla bitirmiş ve baskısına başlamış bulunmaktayım. Bu Lûgat başta Nâci Lûgati, Salahî ve Ali Seydî’nin Kamûs-i Osmanî’leri olmak üzere Kamûs-i Türkî, Bahâ Lûgati, Hüseyin Kâzım Kadri(Şeyh Muhsin-i Fânî), Mustafa Nihat Özön’ün sözlükleri ile Milli Eğitim Bakanlığı Din Eğitimi Dairesi Müdürü Kemal Edip Kürkçüoğluve değerli dilcilerimizden Osman Nedim Tuna’nın hususî notları taranmak; sâir edebî eser ve ansiklopedilerden faydalanmak suretiyle meydana gelmiş ve başından sonuna kadar da K.E. Kürkçüoğlu’nun tetkik ve tashihinden geçmiştir.”(6)
Merhum Ferit Devellioğlu’nun hazırladığı “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat” Aydın Sami Güneyçal tarafından sürekli geliştirilmiştir. Zira merhum Devellioğlu, bu kıymetli söz hazinesini Aydın Sami Güneyçal’a emanet etmiştir. Ondan sonra da sözlüğe eklemeler yapılmış, düzeltmelerde bulunulmuştur. Öyle ki lûgatte 8350’den fazla değişiklik ve yenilik özelliğini taşıyan işlem yapılmıştır. Söz konusu lûgat Osmanlıca ve öğretici olduğu için İmlâ Kılavuzu kurallarına bağlı kalınmamıştır. Güneyçal’ın ekleme ve düzeltmelerinde merhum Cem Dilçin de kendisine çok önemli yardımlarda bulunmuştur. Böylece, zaten baştan beri mükemmel hazırlanan bu kıymetli söz hazinesi daha bir değer kazanmıştır. Fakat 1 Nisan 1985 Pazartesi gecesi aramızdan ayrılan Ferit Devellioğlu “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat”in düzeltilmiş ve genişletilmiş baskısını ne yazık ki dünya gözüyle görememiştir. Bu eser, asırlar boyunca Türk diline hizmet edecektir. Bize böyle kıymetli bir kültür hazinesi ikram ettiği için merhum Ferit Devellioğlu’nu rahmet ve minnetle anıyoruz. Ruhu şâd olsun.
Hizmet: Hocam, Türkçenin dört büyük sözlüğü(Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Doğan Büyük Türkçe Sözlük, Ötüken Türkçe Sözlük, Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Büyük Lûgat) konusunda bizi aydınlattığınız için size çok teşekkür ediyoruz.
M. Nihat MALKOÇ: Bana bu fırsatı verdiğiniz için asıl ben size teşekkür ediyorum. Bence bu sözlüklerden biri veya birkaçı mutlaka evlerimizde, şahsî kütüphanelerimizde bulunmalıdır. Zira Cemil Meriç’in dediği gibi “Kamus namustur”
M. NİHAT MALKOÇ'LA ÖMER ÖZTÜRKMEN'E DAİR PAZAR SOHBETİ...
Hizmet Gazetesi: Hocam, bu dünyada iz bırakmış insanların ölümü sadece ölen kişinin ailesini değil, bütün milleti derinden etkiliyor. Peygamberimizin “Âlimin ölümü âlemin ölümü gibidir.” sözünü de bu minvalde değerlendirmek gerekir. Demem o ki büyüklerin ölümünün yankıları da büyük oluyor. Ne dersiniz?...
M. Nihat MALKOÇ: Dünyaya gelen herkes kendisine takdir edilen sayılı nefesleri teneffüs ettikten sonra vakti dolunca teslim oluyor yüce Yaradan’ına… Hayatın düzeni böyle kurulmuş baştan… Onun içindir ki artık yadırgamıyoruz bu geliş gidişleri. Fakat gidenlerin yüreklerde bıraktığı derin boşluklar öyle kolay dolmuyor. Kavuşmak bir daha mahşer gününe öteleniyor.
Sıradan insanların ölümü sadece aile çevresini etkiler; ama millete mal olmuş, belli bir kitlenin temsilciliğine soyunmuş kişilerin ölümü o kitlenin bütününü derinden etkiler. Âlim zatların ölümü de geniş kitleleri derinden sarsar. İşte bunun içindir ki Peygamberimiz “Âlimin ölümü, âlemin ölümüdür” diyerek bir anlamda bu hakikati bütün çıplaklığıyla vurgulamıştır.
Hizmet: Ülkemizin kayda değer aynılarından biri olan gazeteci-yazar Ömer Öztürkmen'in ebediyete göç etmesi de bu ülkenin gündeminde önemli bir yer teşkil etti. Bu dost kalemin ölününün sizde uyandırdığı tesir nedir?
M. Nihat MALKOÇ: Hayatını öğrenmeye ve gaflet uykusundaki insanları uyandırmaya adamış münevver insanlardan biri olan Ömer Öztürkmen’in vefatı herkes gibi beni de derinden etkiledi. Türk fikir hayatında kendisine mümtaz bir yer edinmiş olan Öztürkmen’in dünyadan göçüşü bizleri fazlasıyla hüzünlendirdi. Çünkü bizler onların yazılarıyla büyüdük, ruhlarımız onların manevi iklimlerinde olgunlaştı. Yüzde yüz yerli kaynaklardan beslenen bu mümtaz şahsiyetlerin, düşüncelerimizin şekillenmesindeki tesirleri inkâr edilemez. Biz o kaynaklardan doldurduk tasımızı… Susuzluktan ruhumuz paralansa da ecnebilerin çeşmesinden bir damla içmedik.
Kalemi ve kelamı bir haysiyet aracı olarak bilip gayesine uygun olarak kullanan ve bu yolda emin adımlarla nuranî iklimlere yürüyen bir dava adamını daha ebediyete uğurladık. Türk basınının güçlü kalemlerinden Ömer Öztürkmen, Kasım ayının ilk günü, çok sevdiği Rahman’a kavuştu. 03 Kasım 2010 tarihinde de dostlarının iştirak ettiği cenaze töreninin ardından Edirnekapı Şehitliğinde toprağa verildi. O şimdi sonsuzluk uykusunu uyumaktadır.
Hizmet: Ömer Öztürkmen ismi mürekkep yalamış kesimde çok şeyler çağrıştırır. Fakat kendini hayatın akışına kaptırmış sıradan insanlar için belki bir şey ifade etmeyebilir. Bize onun kronolojik hayatından biraz bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Ömer Öztürkmen basın alanında tartışmasız duayen(aksakal) isimlerden biriydi. Onun yaşam öyküsüne baktığımızda bir faninin yapabileceklerinin çok üzerinde işler yaptığını görüyoruz. Biyografisinden ana başlıkları kronolojik olarak paylaşmak istiyorum:
“Ömer Öztürkmen, 1929 yılında Kerkük’te doğdu. Liseyi Kerkük’te bitirdi. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinden mezun oldu. 1949 yılında gazeteciliğe başladı. 1950 yılında Tanrıdağ Dergisi’ni çıkardı. 1951 yılında Galip Erdem’le birlikt haftalık “Karakedi” mizah gazetesini çıkarmaya başladı. 1952’de Büyük Doğu Gazetesi Yazı İşleri Müdürü oldu. 1953’te İngiltere’de ‘Daily Ekspres’ gazetesinde çalıştı. 1958-1960 döneminde Türk Yurdu Dergisi’nin yeni bir sayfa düzeni ve muhtevayla hazırlanmasında Galip Erdem’le birlikte çok emeği geçti. 1960 yılında Tercüman, 1961 yılında Yeni İstanbul Gazetesi’nde Genel Yayın Müdürü oldu. 1962’de Anadolu Ajansı Ortadoğu muhabirliği yaptı. 1965’te Adalet Partisi’nden Bursa Milletvekili seçildi. 1973’te Ortadoğu Gazetesi’ni çıkardı.(beş yıl) 1982 yılında Türkiye Gazetesi’nde köşe yazarlığına başladı. Buradaki köşe yazarlığını aralıksız yirmi yıl sürdürdü. 1984’te on yıl ‘İnsan ve Kâinat’ Dergisi’ni çıkardı.”
Hizmet: Merhum Ömer Öztürkmen ömrü boyunca neyin peşinden koştu? Neyi kendisine dava edindi? Bu uğurda neler yaptı?
M. Nihat MALKOÇ: Ebediyete uğurladığımız Ömer Öztürkmen; fikirlerinin peşinde koşan, bu uğurda varını yoğunu feda edebilen, hak bildiği yolda son nefesine kadar giden idealist insanlardan biriydi. O; dava arkadaşlarıyla pazara kadar değil, mezara kadar gitmek üzere yola çıkmıştı. Son istirahatgâhına vardığında, yola çıkarken zihin heybesine koyduğu düşünceler yerli yerindeydi; çizgisinden bir santim bile sapmamıştı; moda akımlara asla iltifat etmemişti.
O, nezaketi ve naifliğiyle kendini kolayca fark ettiren, günümüzde örneklerine ne yazık ki az rastlanılan bir İstanbul Beyefendisiydi. Merhum Öztürkmen, çok sayıda üstün sıfatı şahsiyetinde bir araya getirmişti. O; gazeteci, yazar, şair, mütefekkir; kısacası hakiki bir münevverdi. O, emanet fikirlerle değil, kaynağını Türk-İslam ülküsünden alan bizim değerlerimizle donanmıştı. Hak bildiği yolda yürür, şahsiyetinden asla ödün vermezdi. Merhum Ömer Öztürkmen merhametli ve mütebessim bir insandı. Bir eserine “Karıncalardan Özür Diliyorum” adını vermesi onun merhametinin ve inceliğinin delilidir.
Hizmet: Merhum Ömer Öztürkmen ismi bizde her nedense hep gazetecilik ve köşe yazarlığı kavramlarını çağrıştırır. Zira uzun seneler, başta Türkiye gazetesi olmak üzere, birçok gazetede kalem oynatmıştır. Fakat aslında o aynı zamanda iyi de bir şairdir. Bugüne kadar onun bu yönü her nedense görmezden gelinmiştir. Ömer Öztürkmen'in şairliği bahsini açsak siz bu bahse dair neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Bizler Ömer Öztürkmen’i genelde yazar olarak biliriz. Fakat onun şairlik yanı da görmezden gelinmemelidir. Çünkü o, yazar olduğu kadar iyi de bir şairdir. “Kerkük”, “Taşkent’te Sabah Namazı” adlı şiir kitapları, üzerinde durulmaya ve okunmaya değerdir.
Merhum Öztürkmen, şiirlerinde bizi bize anlatmıştır. Onun, yaşamı boyunca iki şiir kitabı yayınlanmıştır. Bunlardan biri “Kerkük”, diğeri “Taşkent’te Sabah Namazı” adını taşımaktadır. İlki ömrünün ilk yıllarında yazdığı, biraz da acemilik dönemi şiirlerinin, ikincisi ise ustalık şiirlerinin toplandığı kitaptır. Fakat kendisi alçakgönüllülüğünden dolayı şairlik yanını pek ön plana çıkarmasa da o, birçok şaire meydan okuyacak derecede güçlü bir şairdir.
Hissiyatı fazlasıyla inkişaf etmiş derin bir insandı merhum Ömer Öztürkmen… Onun içindir ki hayatta hiçbir şeye bigâne kalamazdı. “Kerkük” adlı şiir kitabı 1950’de henüz 21 yaşındayken basılmıştı. “Kerkük” adlı bu ilk şiir kitabının Önsöz’ünde: “Ne şairlik ne nasirlik iddiasındayım. Sadece Kerkük gibi hudutlarımın ötesinde inleyen bir avuç vatan toprağı için duyduklarımın binde birini anlatmak, anlatırken tahassürümden boşalan yaşları bu satırlara dökmek ihtiyacını duyuyorum.” diyerek gerçek maksadını dile getiriyordu.
Hizmet: Ömer Öztürkmen'in şiir dünyasına göz gezdirdiğimizde bizi nasıl bir şiir iklimi karşılar? Onun şiirlerinde ele aldığı konular ve şiirinin biçimi hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bu konuda biraz derinleşebilir miyiz?
M. Nihat MALKOÇ: Merhum Ömer Öztürkmen’in kimisi ölçülü, kimisi de serbest tarzda yazılan şiirleri bizim değerlerimizi ve bizim değerlilerimizi anlatır. Zira o, tasını bizim çeşmelerimizden doldurmuştur. O, ecdadını göz ardı edip de yaban ellerin değerlerine iltifat etmemiştir. Hayatı boyunca Türklüğüyle ve Müslümanlığıyla gurur duymuş, bu sıfatların gereğini yapmaya çalışmıştır. Onun şiirlerinde hamasi duygular apayrı bir yer teşkil eder. Özellikle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında dönüm noktası olan Malazgirt Savaşı’nı anlattığı “Malazgirt” adlı şiiri bu sahada yazılmış şiirlerin en güzellerindendir. Bu şiir bizlere o zamanın askerlerinin hissiyatını tekrar yaşatıyor: “Bir Cuma sabahı Allah’a karşı/Malazgirt’te elli dört bin er/Bestelediler en güzel marşı/Allahü Ekber Allahü Ekber//Bayrak bayrak Fetih müjdesi/Parça parça diyar-ı Urum/İlk denizlerde ilk seccadesi/Alpaslan ordularının Anadolu’m// Geliyor ışıktan kopmuş askerler/Allah’a uzanmış eller geliyor/Kalk ayağa kubbe ol ey yer/Göklerce minareler geliyor//Onlar ki ilahilerle yıkandılar/Kırklarca okunmuş bir namazlı su/Vaktiyle dağlardan inen kurtlar/Şimdi son peygamberin ordusu…”
Merhum Ömer Öztürkmen şiirlerinde bizim hikâyemizi anlatmıştır. Onun içindir ki bu şiirleri okuyunca yerli tatların varlığını hissediyoruz. Kendimizi buluyoruz onun birbirinden güzel şiirlerinde. Bu şiirler yaşantıların kelimelere dökülmüş hali olduğu için, okuyucuda derin tesirler bırakıyor. Bazı şairlerin dört elle sarıldığı süflî aşklara o iltifat etmemiştir. Acıyı önce yüreğinde hissetmiş, sonra da bu acının resmini sözcüklerle gönül tuvaline çizmiştir. Bir bölümünü aşağıya aldığımız “Sırat” adlı şiiri de bu muhtevada olan şiirlerinden biridir:
“Şimdi Eylül bak ben sana bin Eylül ötesi seslerle geliyorum
İçimdeki mayınları söke söke geliyorum yanına
Kaç beşik yonttum yolumdaki darağaçlarından
Kaç uygarlık düşürdüm uğruna taşına dokundum da
Ölüleri dirilten çoğaltan çizgilerinden geliyorum
Daha nasıl istersen söyle öyle geleyim ayağına
Tek bitsin bu zaman çekilsin aramızdan”
Ölüm her şairinin isteyerek veya istemeyerek, bir şekilde değindiği bir konudur. Çünkü ölüm, hayatımızın en büyük gerçeğidir. Onun şiirlerinde ölüm teması müstesna bir yer teşkil eder. Şu dizeler onun ölüme dair hissiyatına tercüman olmaktadır: “Ölüm şu karşıdaki beyazlıklarda/İpekten dualarla kanatlanacak/Bir anne titriyor öteki uçta/Ha uçtu ha uçacak…”
Hizmet: Ömrünü gazetecilik ve yazarlık mesleğine adamış bir insan olan merhum Ömer Öztürkmen millî ve manevî meselelerde çok hassastı. Kalemini bu iki hususta özenle ve ısrarla kullanmıştır. Onun Kerkük kökenli bir aileden geldiğini bilmeyen yok gibidir. Kendisinin Kerkük kökenli olması onun Türkiye coğrafyası dışında kalan Türklere olan hassasiyetini artırmıştır. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ:Merhum Ömer Öztürkmen, üniversite yıllarında başladığı gazetecilik mesleğini altmış yıl devam ettirdi. Etrafında gördüklerini evvela gönül havuzunda biriktirdi. Milletinin dertleriyle dertlendi. O, güçlü kalemini daima Hakk’ın ve hakikatin hizmetinde kullandı. Şahsî dertlerini hiçbir zaman dile getirmedi. Milletinin dertleri onun yaralı yüreğini daha da dağladı. Namık Kemal’in zihinlere kazınan “Bais-i şekva bize hüzn-i umumidir Kemal/Kendi derdi gönlümün, billâh, gelmez yâdına!” beyti sanki Ömer Öztürkmen için söylenmiştir.
Merhum şair ve yazar Ömer Öztürkmen, aslen Kerkük kökenliydi. Lise dâhil olmak üzere, ilk ve ortaöğrenimini bu topraklarda görmüştü. Kerküklülerin haklı davasına yürekten destek oluyor, onların Türkiye’deki gür sesi olmaya çalışıyordu. Kerkük, onun yüreğinde kanayan bir yaraydı. O, Kerküklülerin trajediye dönüşen acılarını kalbinin derinliklerinde hissediyordu. Kerkük Türklerinin uğradığı haksızlıklar onun uykularını kaçırmaya yetiyordu. Her satırında, yangın yerine dönen Kerkük coğrafyasının âhları vardı. Onun Kerkük’e dair şu dizeleri bu topraklara olan sevgisini gösterir: “Ey babamdan mukaddes/Anamdan tatlı Kerkük/Kime nasip olacak/Toprağında kan/Kucağında can vermek/Vatan vatan diyerek…”
Hizmet: Merhum Ömer Öztürkmen kadir kıymet bilen, vefa duygusu gelişmiş az sayıda insandan biriydi. Onun Sezai Karakoç'la ilgili zamanın Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e hitaben yazdığı bir açık mektubu vardır. Vefanın en güzel numunelerinden biri olan bu mektuptan ve o süreçten bize bahseder misiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Ömer Öztürkmen şüphesiz ki bir vefa insanıydı. Fikir bağnazlığı ve kıskançlık, hele de ‘haset’ onun etrafından bile geçemezdi. Kendisinin vefa görüp görmediği ayrı bir tartışma konusudur. Onun 1975 senesinde o zamanki Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e hitaben yazdığı bir açık mektubu, vefanın ve dayanışmanın en güzel örneğini teşkil etmektedir. Öztürkmen bu açık mektubunda, zamanın güçlü şairi Sezai Karakoç’un ne kadar büyük ve gelecek vaat eden bir şair olduğunu dile getirmekte, onun çok zor şartlar altında çalıştığını ve düşünce ürettiğini, adeta Türkiye’nin yarınlarını inşa ettiğini belirterek Cumhurbaşkanının gözünü açmaktadır:
“Bir Sezai Karakoç vardır Sayın Cumhurbaşkanım. Adını, sanını belki de ilk defa benden duyduğunuz 43 yaşındaki bu mülkiyeli genç, uzun müddet maliyede çalıştıktan sonra istifa etmiş, kendi halinde, alçak gönüllü bir insandır. İnsandır Sezai Karakoç ama alelade bir insan değil… Milletlerin tarihinde ancak beş yüz yılda, bin yılda bir tesadüf edilen ve bu mesut tesadüfle o milletlerin kültür ve sosyal hayatlarında büyük değişikliklere sebep olan bir sanat ve fikir adamıdır o… Karakoç, bizim sanat ve düşünce hayatımızda Mevlana ve Yunus’tan sonra eşine ve benzerine rastlamadığımız bir şair, bir mütefekkirdir.
O, yalnız Türkiye’m için değil, dünya edebiyatında ve çağdaş düşünce âleminde daha şimdiden başköşeyi alacak insanüstü bir kabiliyet ve bir şahsiyettir. Hepsi orijinal, hepsi birbirinden güzel tam 22 eseri vardır Karakoç’un… Tarihe bakış tarzı, Doğu ve Batı medeniyetleri üzerindeki değer yargıları ve estetik dünyamıza kazandırdığı yeni perspektiflerle o, bizim dünyaya tanıtacağımız ve iftihar edeceğimiz büyük bir dehadır.
Sezai, Batı düşünce ve sanat hayatında büyük tesirler bırakan ve hâlâ aşılamayan bir Heideger, bir Schopenhauver, bir Remba, T. S. Eliot’u çok çok gerilerde bırakmış… Onları fersah fersah aşmış bir fikir ve sanat mucizemizdir. İşte böylesine büyük bir değer, bir değil bin Nobel’le hakkını veremeyeceğimiz bu büyük insan, şu anda Cağaloğlu’nda sekiz metre karelik bir odada ve ondan çok daha geniş olmayan bir evde Türk toplumuna yeni sanat eserleri kazandırmanın sancısını çekiyor.”(01 Eylül 1975/Ortadoğu Gazetesi)
Hizmet: Sohbetimizin bu son kısmında merhum Ömer Öztürkmen'le ilgili olarak neler söylemek istersiniz?
M. Nihat MALKOÇ: Bu dünya gurbetindeki sürgününü Hakk’a kavuşarak sona erdiren Ömer Öztürkmen, çok inançlı bir kişiydi. En büyük davası Hakk’ın ve hakikatin yanında olmaktı. O, özü sözü bir olan ender şahsiyetlerdendi. O, kültürümüzün köşe taşları olan Necip Fazıl Kısakürek, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Nurettin Topçu gibi şahsiyetlerden çok etkilenmiştir. Edebiyat Fakültesi’nde okuduğu yıllarda A. H. Tanpınar’ın derslerini hiç kaçırmamıştır.
Üstat Ömer Öztürkmen, bizdeki fikriyatın yüzde yüz yerli gözelerinden biriydi. O bir deneme ustasıydı. Deneme muhtevalı kitapları arasında evvela “Gözyaşı Medeniyeti, Zihniyet İnkılâbı, Bilimden Damlalar, Geleceğin Eşiğinde, Karıncalardan Özür Dilerim” sayılabilir. Tercüme olarak da “Asya’da Komünist Stratejileri” adlı güzel eseri dilimize kazandırmıştı.
Ömer Öztürkmen’in en çok sevdiğim eseri “Gözyaşı Medeniyeti’dir. Bu eserin adını çok özgün ve derin anlamlı bulurum. Ömer Öztürkmen bu eserinde “Gözyaşının vatanı Doğu’dur; Doğu’da yeşermiş, Doğu’da serpilmiştir gözyaşı... Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş kadar suçlu sayılıyor bu medeniyette. Bir başkadır benim medeniyetim…” diyerek önemli bir noktaya dikkatimizi çeker. Bu eseri gençlerin okumasını ne çok isterim.
Ömer Öztürkmen, bu milletin şanlı tarihini iliklerine kadar hissetmiş münevver bir insandı. O, bizim güçlü sesimiz ve bayraktaki al rengimizdi. Allah gani gani rahmet eylesin. Ruhu şâd, mekânı cennet olsun.
M. NİHAT MALKOÇ'LA ÖĞRETMENE VE ÖĞRETMENLİĞE DAİR PAZAR SOHBETİ...
Hizmet: Hocam, 24 Kasım Öğretmenler Günü yaklaşıyor. Her yıl olduğu gibi bu 24 Kasım'da da öğretmenler gündeme gelecek, onların önemi anlatılacak. Öğretmen deyince sizin aklınıza neler geliyor? Öğretmen kavramı sizde neler çağrıştırıyor?
M.Nihat MALKOÇ: Eğitim deyince akla öncelikle öğretmen gelir. Öğretmenler eğitimin lokomotifidirler. Öğrencilere yol gösteren ve onların yarınlarının yol haritasını çizen öğretmenler, toplumun en dinamik gücüdür. Onları ne kadar güçlü kılarsak eğitim sistemi o kadar güçlü ve mukavemetli olur. Onların zayıflığı ve moral çöküntüsü, verilen eğitimin kalitesini düşürür. Teknoloji ne kadar gelişirse gelişsin hiçbir araç öğretmenin yerini tutamayacaktır. Çünkü eğitim biraz da duygu ve isteklendirme işidir. Teknolojinin soğuk metallerinden duygu ve motivasyon sağlamasını bekleyemezsiniz. Onlar ancak seri imalat yaparlar. Oysa eğitimde farklı istek ve becerileri olan kişilerle muhatapsınız. Hepsine, ruh yapısını dikkate alarak yaklaşmak zorundasınız. Onun için öğretmen hiçbir zaman önemini ve konumunu kaybetmeyecektir.
Hizmet: Geçmişten bugüne dek, öğretmenleri en iyi anlayan ve onlara layık olduğu değeri veren lider Atatürk'tür. Onun öğretmenlerle ilgili çok güzel sözleri vardır. Atatürk'ün öğretmenlere bakışı konusunda neler söylemek istersiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, öğretmenin önemini çok iyi kavrayan liderlerden biriydi. O, Kurtuluş Savaşı’nda bu kesimden azamî derecede istifade etmiştir. Devleti kurduktan sonra da eğitim sistemini çağdaş ölçülerle donatmış, öğretmenlerin yetişmesine çok önem vermiştir. O zamana kadar kızların okullaşma oranının çok düşük olduğunu görerek bu kesime el atmış, mevcut oranı çok yukarılara çıkarmıştır. Öğretmenlerin toplumun en itibarlı kesimi olması için canla başla mücadele etmiştir. Hatta her fırsatta öğretmenlerle bir araya gelerek onlarla hasbıhal etmiştir. Bunlardan birisinde 30 Ağustos Zaferi’nden sonra Bursa’da öğretmenlere konuşmuş ve şunları söylemiştir:
“Öğretmen hanımlar, öğretmen beyler!
Bugün barış görüşmeleri için Lozan’a davet edildik.
Refet Paşa ve küçük bir birliğimiz, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ve onun gazi ordusunu temsilen İstanbul’dalar… Ve Lloyd George, Başbakanlıktan istifa etti.
Hanımlar, beyler! Bu noktaya kolay gelmedik. Öğretmenlerimiz, şairlerimiz, yazarlarımız, uğradığımız felâketin bir daha yaşanmaması için o kara günlerin sebeplerini, nasıl kan ve gözyaşı dökerek kurtulduğumuzu, en doğru, en güzel şekilde anlatacaklardır. Bu vesile ile şehitleri tazimle yâd edelim. Kurtuluşa emek vermiş asker sivil, kadın erkek, şehirli köylü, genç yaşlı herkesi minnetle selamlıyorum.
Şunu belirtmeden geçemeyeceğim. Dünyanın hiç bir kadını, ‘Ben vatanımı kurtarmak için Türk kadınından daha fazla çalıştım’ diyemez. Ama bilelim ki bugün ulaştığımız nokta gerçek kurtuluş noktası değildir. Kurtuluşa ancak uygar, çağdaş, bilime, fenne ve insanlığa saygılı, istiklalin değerini ve şerefini bilen, hurafelerden arınmış, aklı ve vicdanı hür bir toplum olduğumuz zaman ulaşabiliriz.
Öğretmenler! Ordularımızın kazandığı zafer, sadece eğitim ordusunun zaferi için zemin hazırlamıştır. Gerçek zaferi, cahilliği yenerek siz kazanacak, siz koruyacaksınız. Çocuklarımızı ve geleceğimizi ellerinize teslim ediyoruz. Çünkü aklınıza ve vicdanınıza güveniyoruz.”
Unutulmamalıdır ki her insan ilgi ve sevgiyle motive edilir. İltifatın, sevgi ve hoşgörünün açamayacağı kapı yoktur. Atatürk bunu çok iyi bildiği için öğretmenleri sık sık toplamış, onlara değer verdiğini, güvendiğini hâl ve hareketleriyle göstermiştir. Günümüzde böyle yaklaşımlar görülmediği için öğretmenler kendilerini yalnız hissediyorlar. Eskisi gibi istekli ve heyecanlı olamıyorlar. Yöneticilerimizin öğretmenleri unutmadığını, onlara güvendiğini, kıymet verdiğini her fırsatta hissettirmesi şarttır. Para veremiyorsanız bari yürek verin. Çok kere paranın kazandıramayacağı isteklendirmeyi bir çift güzel söz kazandırabilir.
Öğretmenler bu toplumun can damarıdır. Öğretmene ne verirseniz ondan ancak onu alabilirsiniz. Bu kesimi üzmeyelim, sürekli onurlandıralım. Öğretmenler her türlü iltifata ve ödüle fazlasıyla lâyıktır. Onları çok seviyoruz ve onlara her zaman güveniyoruz. Türkiye Cumhuriyeti’nin yılmaz bekçileridir öğretmenler… Cumhuriyetimiz ve geleceğimiz emin ellerdedir. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Yarınlarımız daha da aydınlık olacaktır.
Hizmet: 24 Kasım Öğretmenler Gününe az bir zaman kala öğretmenlerimize dair duygularınızı anlatmamızı istesek, bize neler söylemek istersiniz? Öğretmeni ve onun kutlu vazifesini nasıl ifade edersiniz? Yani bize öğretmene dair bir çeşit güzelleme sunar mısınız?
M.Nihat MALKOÇ: Yine bir 24 Kasım arifesindeyiz, dillerde ve gönüllerde öğretmen… Zaman ona akıyor, gözler ona bakıyor. O başların tacı, dertlerin ilacı, gönüllerin sultanıdır. Eli öpülesi mübarek bir insandır o… Kutsal peygamberlik mesleğini icra etmektedir. Her büyük işte onun şerefli imzası vardır. O; güzel gönüllerde yeşeren sevgidir, hoşgörüdür. Kuş uçmaz, kervan geçmez köylerde o vardır. Soğukta, buzda, ayazda ve donda kara tahta başındadır. Zemheri soğuklarını nefesiyle ısıtandır öğretmen… Onun sevgi, şefkat ve merhamet pınarları hiçbir zaman kurumaz.
Kimsesizlerin kimsesidir öğretmen… Ağrı Dağı kadar yüksek bir onur ve haysiyeti vardır onun. Aras nehri kadar coşkulu akar minik gönüllere. Yatağına sığmayan ırmaktır o… Ekmek isteyene ekmek, su isteyene su, barış isteyene barış, sevgi isteyene sevgidir. Dişiyle tırnağıyla yeni hayatlar inşa eder öğretmenler... Kinden, öfkeden, nefretten, kavgadan uzak durmayı sevgi, saygı ve hoşgörüye sarılmayı, dostluğu davranışlarıyla öğretir minik yüreklere.
Öğretmen her gün sevgiyle sular körpe çiçeklerini. Tohumun fidan olma sürecinde o hep başroldedir. Diktiği fidanların gölgesinde serinlenir kavurucu sıcaklarda. Geleceğin haritasını çizer gönül coğrafyasına. En zor zamanlarda bile umudun şiirini yazar kara tahtaya. Yüreklere tüneyen acıları siler bir daha geri gelmemelicesine… Doktorun elinde neşter, mühendisin elinde cetvel, ressamın elinde fırça, şairin gönül dünyasında ilham olur. Hâkimin adaleti olur en zor celselerde… Bıkmadan, usanmadan sabır ağını örer bilgiden.
Öğretmen mum misali erir kör karanlıkları aydınlatmak için… Onun malzemesi, malzemelerin en çetini olan insandır. Zor olanı başarandır o… O, bir ruh heykeltıraşıdır. Ruhumuzun kıymeti takdir olunamayan tunçtan heykeli, onun eseridir. Kendi dertlerini unutur bilgiye aç zihinlerin dertlerini dinlemekten. Mutlu ve müreffeh toplumların mimarıdır o…
“Eğitimdir ki bir milleti ya hür bağımsız tek bir toplum hâlinde yaşatır ya da bir milleti kölelik ve fakirliğe düşürür ” sözü öğretmenlerin gönül tezgâhından geçen Atatürk’ündür. Gazi Mustafa Kemal Atatürk, ülkemizin kurucusu ve başöğretmenidir. Öğretmenler onun yüreğinde apayrı bir yere sahiptir. Onun gönül bahçelerinde bilginin goncaları yetişir. Mustafa’yı Kemal, Kemal’i Atatürk yapan öğretmenler değil midir? Büyük Kurtarıcının öğretmenlerin rahle-i tedrisatından geçtiğini düşünürsek, Türkiye Cumhuriyeti biraz da öğretmenlerin eseridir. Onun bilgi birikiminin ve yurt sevgisinin membaı öğretmenlerdir.
Hür düşüncenin merkezinde o vardır. Milleti zilletten kurtaran ancak öğretmenlerdir. O, kalbi yurt sevgisiyle çarpan mümtaz insandır. Karanlık gecelerimizi aydınlatan mehtaptır öğretmen… Yıldızlar, etrafında dolaşıp durur. Uçurumların eşiğinde tutunacak dal arayanlara daldır ol, renklerin en asili olan bayraktaki aldır o… Zehirleri bertaraf eden panzehirdir o… Bilimin gölgesinde soluklanır onun izini iz edinenler… O, cehaletin ve hurafelerin baş düşmanıdır. Onun girdiği yere karanlık giremez. O içimizi ısıtan bilgi güneşidir.
Öğretmen demek, Anadolu demektir biraz da… Bu güzel coğrafyanın öznesidir öğretmenler. Onların ulaştığı köyler kısa zamanda mamur olur. O, yetimlere ve öksüzlere hem anadır, hem de babadır. Yüzlerinden hiç eksik olmaz hayatımızı güzelleştiren tebessümler…
İnsanlar birbirlerini kıskanır genelde. Çocuğu kıskanmayan anne, baba ve öğretmendir. Öğretmen, öğrencisinin başarısından beslenir. Öğretmen için en büyük mükâfat öğrencisini güzel yerlerde görmektir. Çünkü öğretmen tevazu gösterse de, elde edilen başarıda onundur en büyük aslan payı… Zira başarı merdivenleri öğretmenlerin desteğiyle çıkılır.
Öğretmenleri 24 Kasımlarda hatırlamak vefa değildir. Asıl vefa öğretmenleri hiç unutmamaktır; onlara onur ve haysiyetleriyle yaşayacakları bir ortam hazırlamaktır. Onları okul dönüşünde ikinci bir iş yapmaya zorlamamaktır vefa… Öğretmen gönül saraylarımızın mimarıdır. Onları bu dünyada maddi ve manevi açıdan rahat ettiremezsek yazık bize… Artık samimiyetten uzak nutuklar sıkmaya başladı mesai kavramını bilmeyen öğretmenleri… Öğretmenini huzura kavuşturamayan milletlerin genç nesilleri nasıl huzurlu olabilir ki?...
Hizmet: Nedense hep 24 Kasım Öğretmenler Gününde hatırlarız öğretmenleri... Süslü nutukler birbirini kovalar... Her güzel söz, öğretmenle bir şekilde ilişiklendirilir. 25 Kasım gelince, bir gün evvel söylediklerimizi bir anda unuturuz. Bugüne kadar hep böyle oldu, bundan sonra da muhtemeldir ki böyle olacak. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Yıllardan beri öğretmenliğin kutsallığı üzerinde nefes tükettik, gene de yaranamadık bir türlü… ‘Arkadaş sizin mesleğiniz Peygamber mesleği, bu onur size yeter’ dedik. Daha da ileri gittik, tanrı mesleği dedik, olmadı, övgüler kesmedi bu bilgi neferlerini!…
Yine bir 24 Kasım’ı yaşıyoruz milletçe… Gün boyu öğretmenler nutuk dinleyecek devletlûlardan… Yıllar evvel söylenen nutuklar cilalanacak, tozu alınacak, süslenip vitrine sürülecek. Övgü yarışında zirveyi kaptırmamak için yarışacak insanlar…
Oysa bu günler, içi boş ve samimiyetten uzak sözlerin havada uçuştuğu bir gün olmamalıdır. Sözün tesiri samimiyetinden ileri gelir. Öğretmenler havanda su dövenlerden usandı, yakalarına kene gibi yapışanları, sırtına binenleri atmaya çalıştıysa da ne yazık ki bugüne kadar bunu başaramadı. Öğretmen laf ebelerini dinlemiyor artık…
Öğretmenliğin önemi ve yüceliği gün gibi aşikârdır. Birilerinin aynı lafları ağzında sakız gibi evirip çevirip yinelemesi bıkkınlıktan başka bir işe yaramaz. Gelin bu güzel günde öğretmenleri övmeyi bırakalım, onları anlamaya çalışalım, yaralarına merhem olalım.
Öğretmenin malzemesi insandır. Genç beyinleri şekillendirir öğretmen… Bu malzeme öyle kolay işlenecek cinsten değil. Büyük ustalık, emek ve maharet gerektirir. Öğretmenin üstün bir donanımda olması zaruridir. Öğretmen bilgi ve görgüsüyle hükmeden insandır.
Hizmet: “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” demişti Atatürk... Öğretmenlere yol haritası çizmişti. Onları, davranışları tanzim eden toplum mühendisi olarak görmüştü. Belli ki öğretmenler, kendilerine çok değer veren Atatürk'ü çok arayacaklar. Onun samimi övgülerini özleyecekler. Ne dersiniz?....
M.Nihat MALKOÇ: Öğretmenleri en iyi anlayan devlet adamı hiç şüphesiz ki Atatürk’tü. Ondan sonra gelen liderler Atatürk’ün eğitim çizgisini ve öğretmene müspet bakış açısını devam ettiremedi. Atatürk, hayatı boyunca öğretmenleri her zaman muhatap olarak kabul etmiş ve onlarla yakından ilgilenmişti. Fakat günümüzde öğretmenler Çankaya’dan randevu almak bir yana, yanından bile geçemiyorlar. Atatürk’ün öğretmenlere ilişkin şu sözleri onun eğitime ve eğitim neferlerine yaklaşımını tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor:
“Dünyanın her yerinde öğretmenler insan topluluğunun en özverili ve saygıdeğer üyeleridir(1923)”… “Hükümetin en verimli ve en önemli görevi milli eğitim işleridir(1922)”… “Cumhurbaşkanı olmasaydım Milli Eğitim Bakanı olmak isterdim... Benim asıl kişiliğim (niteliğim) öğretmenliğimdir. Ben milletimin öğretmeniyim(1936)”… “Eğitimdir ki ulusu özgür; şanlı ve yüksek bir toplum olarak yaşatır(1924)”… “Gerçek zaferi siz (öğretmenler) kazanıp sürdüreceksiniz(1922)”… “Eğitim bakanı olarak milli irfanı yükseltmeye çalışmak en büyük emelimdir. Bilim ordusunun değeri siz öğretmenlerin değeri ile ölçülecektir(1923)”… “Öğretmenler sizin başarınız Cumhuriyet’in başarısı olacaktır(1924)”… “Öğretmenler! Yeni nesil sizin eseriniz olacaktır(1924)”…”Öğretmenler! Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister(1924)”… “Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir(1925)”
Gelin bu yılki öğretmenler gününde kuru övgüleri bir kenara bırakıp öğretmenin kimliğini, görevini ve sosyal statüsünü sorgulayalım. Onların sosyal, siyasal ve iktisadi meselelerine çözümler arayalım. Bilelim ki öğretmenin kafası ne kadar rahatsa öğrencisine o denli faydalı olabilir. Problemler sarmalında debelenen öğretmenden verim beklemek beyhudedir. Ya öğretmenlerin meselelerini masaya yatırıp konuşalım, sorgulayıp çözüm önerileri getirelim veya ‘bu iş bizi aşar’ deyip öğretmenin mevcut hâline ağlayalım. Çünkü gerçekten de öğretmenin ağlanacak hâli vardır. Bazıları bunu görmek istemese de durum bundan ibarettir. Eğitim neferlerinin günlerini kutluyor, onlara, kendilerini anlayacak idareciler ve aydınlık bir gelecek diliyorum.
Hizmet: Hocam, bugüne kadar öğretmenlere dair nice yazılar ve şiirler yazıldı. Fakat yine de onları hakkıyla ve layıkıyla anlatmaya muvaffak olamadık. Sizin öğretmen konulu şiirleriniz var mı? Varsa, sohbetimizin bu son kısmında okuyucularımızla öğretmene dair kaleme aldığınız bir şiirinizi paylaşabilir misiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Her şair gibi ben de geleceğimizin mimarı olan öğretmenleri şiirlerimde işledim. Bu şiirlerin bir kısmı büyüklere, çoğu da küçüklere(öğrencilere) yöneliktir. Büyüklere yönelik şiirlerimden birini okuyucularımızla paylaşmak istiyorum. Hayatlarını kaybeden öğretmenlerimize de Allah'tan rahmet diliyorum. Ruhları şâd olsun.
ÖĞRETMEN
İlmin kapısını açan anahtar
Cehaleti boğan seldir öğretmen
Kışın ortasında gül yüzlü bahar
Mazluma uzanan eldir öğretmen
Işığında bulduk aydınlık yolu
Bilgiye uzanır kanadı kolu
Yüreği gülistan, sevgiyle dolu
Bahçemdeki gonca güldür öğretmen
Zamanı kuşatan kutlu bir sestir
Buhranlarımıza ılık nefestir
Cehalet ruhları saran kafestir
Petekten süzülen baldır öğretmen
Öğretmenler varsa cehalet kaçar
Renk renk kardelenler sınıfta açar
Süsler dört bir yanı, kokular saçar
İçimi ısıtan yeldir öğretmen
Yüreklerden siler her türlü yesi
Ruhumuzu okşar ılık nefesi
Huzura çağırır o gülden sesi
Gönlün tercümanı dildir öğretmen
Zihnimizi süsler bilgiden güller
Hakikati söyler, daima diller
Sınıfımız dolar çalınca ziller
Yüce dağ başında beldir öğretmen
Dünyayı onunla tanır çocuklar
Onu anne baba sanır çocuklar
Öğretmenlik büyük onur çocuklar!..
Aşığın sazında teldir öğretmen
Vatan sevgisini ondan öğrendik
Bilgiyle her türlü korkuyu yendik
Onunla sınıfta her daim şendik
Şanlı bayrağımda aldır öğretmen
Onlar engelleri bir bir aşıyor
Kökleri maziden izler taşıyor
Aydınlık yarına aşkla koşuyor
Kök salmış çınarda daldır öğretmen
M.NİHAT MALKOÇ
M. NİHAT MALKOÇ’LA KURBAN BAYRAMI SOHBETİ
Hizmet: Hocam, müstesna zaman dilimlerinden biridir bayramlar... Bayramlar bizi dostlarımıza yakınlaştırır. Sizin gözünüzde bayramlar ne ifade ediyor?
M.Nihat MALKOÇ: Heyecanların, sevgi ve bağlılıkların doruk noktasına ulaştığı zaman dilimleridir bayramlar… Bu günlerde ruhlar Hakk’a yakınlaşmakla ve zikirle kendilerini tazeler; adeta küllerinden yeniden doğarlar. İnşirah neşesi çepeçevre kuşatır yürekleri. İçimizde batan güneşler tekrar doğar battığı noktadan… İman rüzgârı yeniden eser, doldurur içimizdeki pörsümüş yelkenleri… Vicdanlar merhamete uyanır derin uykularından. Bayramın capcanlı renkleriyle boyarız gönül tuvalimizi. Kalbimiz, kaybettiği noktada bulur yitirdiği ritmini. Perde perde açılır ufuklar; ruhlar bir kuş gibi kanatlanır masmavi göklere… Mabetlerden taşan tekbirler kulaklarımızın pasını silerek gönül telimizi oynatır. Diriliş muştusu gönülleri bayram yerine döndürür. Azalan yanlarımızı tekmil eder iman ağacının bereketli meyveleri…
“Bayram” çoğu insan için benzer şeyler ifade etse de bazıları için farklı şeyler ifade edebilir. “Bayram gelmiş neyime/Anam anam garibem/Kan damlar yüreğime/Anam anam garibem” dörtlüğü bayramın mahzun yüreklerdeki yansımasıdır. Birileri bayram ederken, birilerinin yüreği kan ağlar. Duyarlı insanlar, yürekleri kan ağlayanlara da bayram neşesini yaşatmanın gayreti içerisinde olur. Bu gayretle çırpınanların bayram sevinci daha da artar.
Bereket ve feyiz membaıdır bayramlar… Kadını erkeği, genci yaşlısı, çocuğu büyüğü; müslümanı gayrimüslimi bayramlarda birbiriyle sımsıkı kenetlenir. Zira bayramlar sıradan günler değildir; kuruyan gönül çeşmelerinin ab-ı hayat hükmündeki suyudurlar. O su, çatlayan yüreklere can ve heyecan verir. Bayramlar bizi kendimize getirirler. Unutulmuşlar hatırlanır bayram günlerinde. Böylece üzeri nisyan tozlarıyla kaplanmış kadim dostluklar perçinleşir. “Bayram” kelimesi birçok çağrışımı beraberinde getirse de bana daha çok İstanbul sevdalısı büyük şair Yahya Kemal’in “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” isimli uzun şiirini hatırlatır. Bayramı ancak bu kadar güzel ve derinden anlatır bir şiir. Bu bayram şiiri sarar bizi derinden:
“Artarak gönlümün aydınlığı her saniyede,
Bir mehâbetli sabah oldu Süleymaniye’de.
Kendi gök kubbemiz altında bu bayram saati,
Dokuz asrında bütün halkı, bütün memleketi
Yer yer aksettiriyor mavileşen manzaradan,
Kalkıyor tozlu zaman perdesi her ân aradan.
Gecenin bitmeğe yüz tuttuğu andan beridir,
Duyulan gökte kanat, yerde ayak sesleridir.
Bir geliş var!.. Ne mübarek, ne garib âlem bu!.. “
Çok kere “Nerede o eski bayramlar!…” diye başlarız söze. Bu, geçmişe özlemden başka bir şey değildir. Diğer tabirle nostalji… Oysa o eski bayramları bütün güzelliğiyle tekrar yaşamak bizlerin elindedir. Birçok şey gibi, bayramlar da bizler tarafından yozlaştırıldı, içleri hoyratça boşaltıldı. Çağdaşlık adına geleneksel değerlerimiz hayatın dışına itildi, bir anlamda boca edildi. Neticede dökülen su, bardağını doldur(a)madı. Kimi kime şikâyet ediyoruz ki? ‘Yiğit düştüğü yerden kalkar’ Bizler de o günleri tekrar canlı hale getirebiliriz.
Hizmet: Hocam dinî bir vecibe olan, zengin olarak tarif edilen müminlere vacip olan Kurban vazifesi hakkında neler söylemek istersiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Kurban İslam itaat kültürünün önemli bir yansımasıdır. Zorlu bir imtihana tabi olduğumuz bu dünyada bedenî ve malî ibadetlerle görevli kılınmışız. İbadetlerimizi Allah’ı hoşnut etmek, gazabından uzak durmak için büyük bir aşkla ve şevle yerine getiririz. Vaktinde ifa etmemiz gereken ibadetlerden birisi de kurban kesmektir. Fakat bu sadece malî gücü yeterli olanlara yönelik bir emirdir. Gücü yetmeyenlerin böyle bir sorumluluğu yoktur.
Kurban bazı mezheplere göre vacip, bazılarına göre de sünnettir. Hz. Peygamber (s.a.) yaşadığı sürece kurban kesmiş, ümmetine de bunu tavsiye etmiştir. Zekât vermekle yükümlü olacak kadar zengin olanlar, bayram namazından sonra, kurban bayramı günlerinde bu ibadeti yerine getirirler. Kişiler kesilen kurbanın birazını yer, birazını ayırır, geri kalanını da Allah rızası için muhtaçlara tasadduk ederler. Böylece sene boyunca evine et girmeyenler gerçek manada bayram etmiş olurlar. Onların sevincini görünce bizler de bayram etmiş oluruz. Böylelikle muhtaçlarla varlıklılar arasındaki sevgi ve dayanışma bağları kuvvetlenmiş olur.
Hizmet: Hocam, Kurban, adanmışlık ruhunun somutlaşmış hâlidir, bir anlamda zirvesidir. Kurban ibadeti Kur'an'da birçok yerde açıkça ifade edilir. Hz. İsmail'in kurban edilme kıssası bize sözünde durma konusunda çok şey anlatır. Bu kıssayı bize hatırlatıp bununla ilgili şahsî yorumunuzu bizimle paylaşır mısınız?
M.Nihat MALKOÇ:Yüce İslam’ın bütün Müslümanlara vacip kıldığı emirdir kurban… Onun içindir ki bu vazife nam olsun diye değil, ibadet olduğu için yapılır. Fakat günümüzde bazı insanlar gösteriş olsun diye kurban kesmektedirler. Onun içindir ki kurbanı bir gösteriye dönüştürmektedirler. Kurbanın kan akıtmakla, Allah’a teslimiyetin remzi olduğunu unutanlar, bu işe de nefislerini bulaştırmaktadırlar. Allah’ın her emrinde sayısız hikmetler vardır. Kurbanın da hikmetleri pek çoktur. Kurban yüce Rabbimize teslimiyetimizin şiarıdır. Bu teslimiyetin en güzel örneğini Hz. İbrahim’le onun sevgili oğlu Hz. İsmail vermişlerdi.
Yüce Kur’an’da da ifadesini bulan bu yaşanmış hadise hepimize ibret olacak cinstendir. Bilindiği gibi Hz. İbrahim, oğlunu kurban etmek üzere şimdiki Harem-i Şerif'in bulunduğu yere getirdiğinde içinde hiçbir korku ve tereddüt yoktu. Mademki yüce Yaradan böyle bir şey istemişti, onu her şeye rağmen yerine getirilmeliydi. Hakk’a ve hakikate dair sırların muhtevasını kulların bilmesi muhaldi. O zaman yapılacak iş, sabır ve tevekkülle, verilen vazifeyi ifa etmekti. Hz. İbrahim, oğlu İsmail’i kurban etmekle görevlendirildiğinde kendini toparlamış, duygularını bir kenara bırakarak kulluğunu ön plana çıkarmıştı. Mademki kuldu, o zaman Rabbinin emrine ram olacaktı. Kulluk ve samimiyet imtihanla ölçülebilirdi.
O, kendisine emredileni gerçekleştirmeye giderken bugünkü moda tabirle blöf yapmıyordu. Emre amade bir ruh haliyle niyetini gerçekleştirmeye kararlıydı. Bu tavır Hz. İbrahim Aleyhisselamın kulluğunun yüceliğini göstermeye yetecek bir davranıştı. Peki, öte yandan kurban edilecek olan Hz. İsmail’in Rabbine ve babasına yönelik teslimiyetine ne demeli? Bunu bizim gibi ruhları karanlıklardan ve karalardan arınmamış insanlar anlayabilir mi? Hangi birimiz durup dururken, göz göre göre bıçağın altına girmeye, ölmeye rıza gösterebilir ki? Yüzünü tam anlamıyla Hakk’a dön(e)meyenler bu sırrı anlayamazlar.
Hz. İbrahim’in oğluna bıçak çekecek olması kininden değil, teslimiyetindendi. Malum olduğu üzere Hz. İbrahim’in Sare annemizden çocuğu olmayınca, “Ya Rabbi eğer beni çocuk sahibi kılarsan onu sana kurban edeceğim” diye bir söz vermişti. Verdiği söz yıllar sonra kendisine hatırlatılmıştı. Eşi Hacer’den dünyaya gelen oğlu İsmail, delikanlılık yaşına gelince verdiği sözü yerine getirmesi istendi kendisinden. Halilullah (Allah dostu) olan İbrahim Peygamber, bu ahvali oğlu İsmail’e açmıştı. Bu durum karşısında Peygamberin oğlu Hz. İsmail de en az babası kadar büyük bir adanmışlık ve teslimiyet bilinci içerisinde hareket ederek babasına şöyle demişti: “Ey babacığım! Sana emrolunanı yerine getir.” (Sâffât, 37/102) diye kendince son sözlerini söylüyordu. Bir adım sonra gerçekleşecek ilahî lütuftan da habersizlerdi. Yüce Yaradan onları imtihan ediyordu. Onlar bunun farkındaydılar.
Allah, Kur’an-ı Kerim’de, Hz. İbrahim’in bu zorlu imtihanının seyrini ve neticesini ayrıntılı bir şekilde biz kullarına duyuruyor. Bu hadiseden payımıza düşen sırları almamızı istiyor. Ayette bu olay şöyle özetleniyor: “Her ikisi de Allah’ın emrine teslim olup, İbrahim oğlunu şakağı üzere yere yatırıp, Biz de ona: ‘İbrahim! Rüyanın gereğini yerine getirdin (onu kurban etmekten seni muaf tuttuk).’ deyince (onları büyük bir sevinç kapladı). Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz! Bu, gerçekten pek büyük bir imtihandı. Oğluna bedel ona büyük bir kurbanlık verdik. Sonraki nesiller içinde ona da iyi bir nam bıraktık ki o da, bütün milletler tarafından şöyle denilmesidir: ‘Selam olsun İbrahim’e!’ Biz iyileri işte böyle ödüllendiririz.” (Saffat, 37/103–110) Kurbanın özündeki bu büyük sırları kavramadan kurban kesmek yavan bir ibadetten öteye gidemez. Bazılarının sandığı gibi kurban sadece bir et bayramı değildir.
Ne büyük bir imtihandı Hz. İbrahim’inki… Hangi birimiz bu sınavdan onun kadar rahat ve başarıyla çıkabilirdik. Verdiğimiz sözü çabucak unuturduk. Fakat o unutmadı, Allah için en değerli varlığına bıçağı dayadı. Allah da onu mükâfatlandırdı. Bizler de o hadiseden sonra kurbanı bir adanmışlık ve teslimiyet ruhu içerisinde sembolik olarak değil, bir sembol olarak kesiyoruz. Ne mutlu kurbanını sembolik değil, adanmışlık sembolü olarak kesenlere…
Hizmet: Bazı kesimler Kurban ibadetini hayvanlara şiddet olarak algılayarak bu dini görevi tabir caizse sulandırmaya çalışıyorlar. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Türkiye’de dinî ve millî değerlerimizi bir türlü kabullenemeyen kesimler, kurbanı bir fırsat bilip bu milletin binlerce yıllık dinî ve millî kıymetlerini hedef tahtası olarak bellerler. Bu kişiler ve kurumlar kurbanı şiddetle ilişkilendirirler. Oysa şiddet, hayvana eziyet etmek ve hiç ihtiyaç yokken onu kesmektir. Fakat kurbanda ne keyfilik ne de eziyet vardır. Keyfilik yoktur, zira kurban Allah’ın emirlerinden biridir. Hayvanlar incitilmez. Böylece ibadetten elde edilecek sevap artırılır. Bunların aksine davranışlar gösterenlerin yanlışlıkları şahsîdir, bu olumsuzluklar ancak kendilerini bağlar. Bunlar İslama mal edilemez. Kötü örneklerin de hiçbir zaman emsal olamayacağı aşikârdır. Kurbanı yorumlayanların bunları bilmesi gerekir.
Bazı kesimler Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne girmesiyle bir kısım değerlerinden vazgeçeceğini iddia ediyorlar. Vazgeçeceğimiz değerlerden birisi de kurbanmış. Korkmayın AB’ye gireceğimiz filan yok. Üstelik girsek bile Avrupalılar, bizim sözde hayvan dostlarından daha geniş ufka sahiptirler. Bizimkiler gibi sapla samanı birbirine karıştırmazlar.
Avrupa dedim de aklıma geldi. İspanya AB üyesi değil mi? İspanya bütün dünyada boğa güreşleriyle tanınan bir turizm ülkesidir. Boğalara nasıl davranıldığı, arenalarda nasıl hunharca şişlenip öldürüldüğü herkesin malumudur. AB onları görmüyor mu? Onlar görmüyorsa bizim yerli hayvan dostları buna neden ses çıkarmıyorlar? Bunun yanında Çinliler ve Japonlar bu çağda bile kedi köpek yemekten çekinmiyorlar. Onlara niçin tepki göstermiyorsunuz? Sizin derdiniz hayvanlar değil, inancını yerine getiren Müslümanlardır. Güya bir açık yakalamış gibi durduk yerde bu milletin dinî değerlerine saldırıyorsunuz. Sizi kurban kesmeye zorlayan yok; inanmıyorsanız kesmeyin. Bari başkalarının ibadetlerini gölgelemeye ve lekelemeye kalkışmayın. Herkesin inancı ve görüşü kendini bağlar.
Hayvan haklarını hepimiz savunuyoruz. Fakat bütün hayvanların ve diğer varlıkların insanın faydasına sunulduğunu da biliyoruz. Kurbanın merhamet ölçüleri içerisinde temiz ve uygun ortamlarda kesilmesine diyeceğimiz yok. Kurban tabiî ki sıhhî şartlarda kesilmelidir. Lakin bunu saptırıp kurbanın özüne saldırmak çirkin bir davranıştır. Hayvan haklarını savunduğunu söyleyenlerin, eşref-i mahlûkat olan insana da sahip çıkmalarını, onun da haklarını savunmalarını bekleriz. Zira Bosna-Hersek, Kosova, Doğu Türkistan, Cezayir, Çeçenistan, Karabağ, Filistin ve Irak gibi İslam beldelerinde kan gövdeyi götürüyor. Yüzünüzü biraz da oraya çevirin. Vatanları için kurban olanların çığlıklarını duyalım.
Hizmet: Son olarak bu anlamlı günle ilgili olarak okurlarımıza neler söylemek istersiniz?
M.Nihat MALKOÇ: Bugünlerde Kurban Bayramı’nı idrak ediyoruz milletçe. Kurban Bayramı, aramızdaki bağları güçlendiriyor. Küskünlükler unutuluyor bayram günlerinde. Barış, gerçek anlamını bugünlerde gösteriyor bütün haşmetiyle. İç burkuntularımız, yerini saadet iklimine bırakıyor.
Bilindiği üzere ‘Kurban’, adanmışlık ruhunun zirvesi olan bir hadiseye; Hz. İbrahim’in, oğlu Hz. İsmail’i kurban etme düşüncesine dayanır. Bu bayram günlerinde “Allahü ekber, Allahü ekber/La ilahe illallahü vallahü ekber/Allahü ekber ve lillahil-hamd” nidaları yüreklerden taşarak semalara yükselir. Ne mutlu kendini ulvi sevdalara adayanlara!...
Bayram; Suriye'de, Lübnan’da, Irak’ta, Filistin’de ve Afganistan’da zor şartlarda inançlarını yaşama mücadelesi veren ümmetin gariplerini ve unuttuklarımızı hatırlamaktır. Ne mutlu ümmetin derdini kendine dert edinerek bayramı gayesine uygun biçimde yaşayabilenlere!...
Kurban bayramını ruhuna uygun bir biçimde yaşayalım ve yaşatalım. Bu bayramda cimrilik ve aç gözlülük edip etleri dolaplara yığmayalım. Diğer günlerde et alabilecek kimseler bu anlamlı paylaşma gününde kurbanlarını fakirlere tasadduk etsinler, etsinler ki bayramlar gariban için de gerçek anlamda bayram olsun. Yoksullar, varlıklılara özenmesin, el açmasın. Hepinizin mübarek Kurban Bayramını en iyi dileklerimle kutluyor, Müslüman ve Türk âlemi için hayırlara ve uyanışımıza vesile olmasını Allah’tan niyaz ediyorum.
Kayıt Tarihi : 18.7.2023 16:11:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Nihat Malkoç](https://www.antoloji.com/i/siir/2023/07/18/benimle-soylesiler.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!