Benim mavi gözlü devimdi Nihat Tolonay amcam da
Nihat Tolonay amcamla ilgili aklıma gelen ilk anım, gözlerimin önüne bir bağevi sabahını getirir.
Kadınlar kahvaltı hazırlamakta, Nihat amcamsa tıraş olma hazırlığında. Eskiden erkekler evlerinde jiletle tıraş olurlardı. O günkü jileti nereden bilsin bugünün permatikçileri.
Amcam elindeki jileti aynaya ha bire sürüp durmaktadır. Bense gözlerimi dikmiş, onun ne yapmak istediğini anlamaya çalışıyorum.
Sonunda sordum:
“Ne yapıyorsun Nihat amca? ”
“Jileti keskinleştiriyorum oğulcuğum…”
Bana hep “oğulcuğum” derdi.
“Yenisi yok mu ki? Yenisini kullansana…”
“Yenisi de var ama bunu niye atayım? Keskinleştirir keskinleştirir kullanırım daha beş on kere.”
İstanbul’dan Gaziantep’e gelirken, eşine dostuna dağıtmak üzere her seferinde onlarca kutu Hacı Bekir lokumu alacak kadar zengin olan amcamın beş kuruşluk jilete neden bu kadar emek verdiğine şaşmıştım.
Ne düşündüğümü anlamıştı.
“Milli servet oğlum, milli servet… Bunları bugün bir kez kullanıp atarsak, milletçe yoksul düşeriz; yarın gâvura borçlanırız.”
Ne demek istediğini anlayamamıştım elbette. Dünün beş yaşındaki çocuğu anlayamadı da bugünün eşek kadar adamları anlıyor mu sanki milli servetin ne olduğunu…
Nihat amcam babamın en kral arkadaşıydı. Gençliklerinde içtikler su ayrı gitmezmiş.
Annemin benden önce doğurduğu ilk çocuğuna bu güzel arkadaşının adını koymuş babam.
Ne yazık ki yaşayamamış o güzel Nihat. “Keşke,” diyorum “ondn sonra doğduğumda bana koysaydılar bu adı yeniden.
Ya da ben en azından kimi yazılarımda takma ad olarak kullansaydım Nihat’ı…
Belki yine de kullanırım bir gün: Nihat Necip… Yakışır mı?
Niht amcam Kilisliydi ama İstanbul’da yaşardı. Cağaloğlu yokuşunu tırmanırken Meserret Kahvesinin yanından Gülhane Parkına doğru uzanan Ebussuut Caddesinde oteli vardı. Kilis Palas’tı otelin adı.
70’li yılların başına kadar boğaz köprüleri yoktu. Avrupa yakasından Anadolu’ya geçecek olan kamyonlar Sirkeci’den kalkan araba vapurları için kuyruğa girerlerdi. Kuyruk Kumkapı’ya doğru kilometrelerce uzardı.
Kamyonculara bazen sıra ancak iki günde gelirdi. O zaman çaresiz Sirkeci otellerinden birinde gecelerdi şoförler.
Her şoför kendi yöresinin otellerinde konaklamayı seçerdi. Diyarbakır, Şanlıurfa, Gaziantep, Kahramanmaraş, Kilis, Hatay, hatta Adanalılar amcamın “Kilispalas” ından özge otelde yazmazdı.
Biz ilerici geçinenlerin pek çoğu, geleceğe bakma konusunda pek de gerçekçi olamazmışız.
Ankara imar edilirken büyü Ata caddelerin alabildiğince geniş tutulmasını buyurduğunda, maiyetindekiler şaşarmış. “Bu kadarcık nüfusa ne gereği var ki bunca geniş caddelerin? ..” derlermiş. “Ata Ankara’yı Paris sanıyor galiba.”
O ileri görüşlü devlet adamı bir çok konularda olduğu gibi bu konuda da herkesi yanıltmıştı. O günlerde kendisinin buyruğuyla oldukça geniş yapılan caddeler bugün Ankara’ya dar geliyor.
İstanbul’da da boğaz köprülerine karşı çıkmıştık. “İstanbul’un boğazına beton gerdanlık takacaklar, doğallığının ırzına geçecekler, gudubet yaratacaklar…” diye kuyruğumuzu gom gom yere vurmuştuk.
Bugün ikincisi bile yetmiyor köprülerin de üçüncüsüne girişiyoruz. Dahası Boğazın Avrupa ile Asya arasına bir de deniz altından geçecek yol yaptırıyoruz.
Öğretmen olarak atamamın Çatalca’ya çıktığı 60’lı yılların başında, haftada iki gün İstanbul’a geliyordum. Niyetim amcamın otelinde konaklamaktı. Gönlüme koymadı, aldı evine götürdü beni.
“Benim de olsa otelimde yatırmam oğlumu…” diyordu. Beni oğulluğuna bunca benimsemesine seviniyordum elbette.
Evde Özgen yengemle Esmer, bir de Besime coşkuyla karşılamıştı beni. Esmerle Besime Özgen yengemle Nihat amcamın kızlarıydı. Nerdeyse yaşıtımdılar. Onlarla ne iyi anlaşmıştık.
Özgen en büyük kız kardeşimin de adı. Demek ki Babam ilk doğan kız kardeşime arkadaşının eşinin adını vermiş. “Oğul tutmadı, bu tutar diye dilemiş olmalı.
Doğduğumda benim adımı da Nihat koyabilirlerdi ama şuuraltına yerleşen “Ya bunu da kaybedersek” korkusuyla ısrarla koydurmamıştı bana adını Nihat amcam.
Esmer kuzenim ise adını bir şarkıdan alıyor. Nihat amcamın en çok sevdiği bir şarkıdan. Babam cümbüşle çalar, kendisi de mavi gözlerini yumarak yanık sesiyle sık sık söylerdi:
“Esmerim kıyma bana…
Kurban olayım sana
Yılda kurban bir olur
Her gün kurbanım sana
Bu gece buralıyım
Ne bahtı karalıyım
El beni aşık sanır
Ezelden yaralıyım
Bu gece uymamışam
Ben yare doymamışam
Keserim kirpik seni
Yar gelmiş duymamışım
Dağlarda meşelerde
Gül suyu şişelerde
Yar sevdim eller aldı
Ben kaldım köşelerde
Esmer aman aman aman
Çok içmişim başım duman
Sevdalıyım halim yaman vay
Aman piyale vaktidir
Canım piyale vaktidir
Gözünü sevdiğim esmer
Menekşe lale vaktidir hey”
En alttaki nakaratının her dörtlükten sonra yinelenmesiyle oldukça uzun olan bu şarkıya doyamaz yeniden yeniden çalar söylerlerdi babamla Nihat amcam.
“Esmer’im kıyma bana” diye başlayan bu şarkıdaki “esmer” Nihat amcamın kim bilir hangi dağın ardında kalan sevgilisinin simgesiydi.
Ama benim canım Özgen teyzem, kendisi de birazcık esmer olduğundan şarkıyı üstüne alınırdı. Hiçbir zaman mesele yapmamıştı bunu.
Ailece Gaziantep’e geldikleri her yaz tatilinde, Nihat amcam, ablası Fesiha öğretmenlerde kalmazdı da bizi seçerdi. Bu da bize gurur verirdi elbette.
Sultanahmet’teki Küçük Ayasofya Sokağı 32 numaralı evde otururlardı İstanbul’da. Şirin, kullanışlı tek katlı bir evdi. 1980’in sonlarıyla 1990’ın başlarında Babıali’de çalıştığım yıllarda ben de Sultanahmetli olmuştum.
Eskiden Cezaevi olarak kullanılan, restore edilerek beş yıldızlı otele dönüştürülen “Dört Mevsim”in, karşısındaki bir evde otururdum. Çevreyi dolaşırdım sık sık.
Hiç gerekmediği halde Küçük Ayasofya Caddesini arşınlardım arada bir. Kapısının önünden geçerdim 32 numaralı evin. Özlemle sanki o güzel insanlar hala orada yaşıyorlarmış gibi, birinden birini görebilirmişim gibi pencerelere bakardım durmadan.
Hafta Sonlarında sinemaya ya da tiyatroya gönderirdi anneleriyle babaları kızlarını benimle. Bir kolumda dünya güzeli Esmer, öbür kolumda güzellikte ondan geri kalmayan Besime…
Sultanahmet Camiinin karşısındaki son duraktan kalkan otobüsler doğruca Taksim’e giderlerdi. Atlardık otobüse gülüşerek. Mutluluğuma paha biçemezdim. Nihat amcayla Özgen yengenin bana duydukları güvenle gururlanırdım.
Gaziantep’ten İstanbul’a ilk kez gelirken, yol boyunca düşler kurmuştum. Dünyanın en güzel kentinde yaşayacaktım. Tiyatro oyuncusu olamamıştım ama iyi bir tiyatro izleyicisi olabilecektim.
Cağaloğlu Yokuşu’ndaki Milli Eğitim Müdürlüğüne gidip atamamın Çatalca’ya çıktığını öğrenince bile düşlerim un ufak olmamıştı. Çatalca’nın İstanbul’a 70 kilometre uzakta olduğunu nereden bilebilirdim…
Asıl sürpriz beni orada bekleyecekti. Çatalca Milli Eğitim Memurluğundan, okulumun Hisaberbeyli köyünde olduğunu anlıyordum.
Düşçü ben, hala umutluydum. İstanbul köyler kentiydi. Kadıköy, Bakırköy, İçerenköy, Dışerenköy, dahası… Belki bu Hisarbeyli de böyle bir köydü.
Değilmiş. En ücra, en yoksul Anadolu köylerinden farklı bir köy değilmiş meğer benim görev yapacağım Hisarbeyli köyüm de.
Köylere giden otobüs içinden bile geçmiyormuş. Bir yol kıyısında bırakılmıştım eşyalarımla. Eşyalarımı orada Tanrı’ya emanet edip yürüyerek tırmanmıştım tepenin başındaki köye.
Bütün bunları ayrıntısıyla anlatışımın nedeni var. Benim güç bela erişebildiğim bu köye, kalbinden rahatsız olmasına rağmen, o yaşlı, sayrı haliyle Nihat amca da gelmişti bir süre sonra beni ziyarete. Onun için girdim bunca ayrıntıya.
Artık ne kamyon taşıyan arabalı vapurlar var, ne ne Kilispalas, ne de Nihat Tolonay amcam… Biliyorum orada, İstanbul’un bir köşesinde yaşıyor geride bıraktığı güzel insanlar. Onları arayıp bulmadığım, bulup hal hatırlarını sormadığım için çok mahcubum.
*
Benim çocukluk yıllarımda, Nihat amcagiller daha Kilis’te ya da Gaziantep’te yaşıyorlarken Abdullah adında genç bir delikanlı çalışırdı evlerinde. İşi pazardan öte beri alıp getirmekti. Evin kahyası, hatta evladı gibi bir şeydi…
Tolonay ailesi İstanbul’a göçtü, Abdullah onlarla gitmedi. Sanırım burada ev bark sahibi oldu. Onun hâlâ yaşadığını bilmiyordum. Öğrenince çok sevindim. Karşılaşmak, söyleşmek isterdim kendisiyle.
Adım gibi biliyorum artık. Şimdi o emektar Abdullah, bu yazıyı bulup önce kendisi okuyacak. Sonra da doğruca Nihat Tolonay amcamın yeğeni, Fesiha öğretmenin kızı Esin’e götürecek. Tıpkı Fesiha öğretmenimle ilgili yazımı görünce yaptığı gibi…
“Bak Esin, bu sefer de dayıngili yazmış küçük Fevzi” diyecek. Evet, elbette ki halen küçük Fevzi’yim onun gözünde. Görüşmeyeli atmış yıl oldu. O zamanlar kendisi yumuşak başlı, güler yüzlü bir delikanlıydı, bense küçük bir çocuktum.
Teşekkürler can Abdullah! Kandilli bir selam yolluyorum sana! Ne kadar kadirbilir bir insanmışsın sen meğer!
*
Ya sen ya sen? .. Sen ne iyi bir insandın Nihat amca! Bir devdin benim gözümde. Hep öyle kaldın… Keşke yaşamını yitirmeden önce, bir kez görebilseydim seni, senin o maviş gözlerini…
Toprağın bol, ışığın gür olsun.
Kayıt Tarihi : 6.8.2011 18:53:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

TÜM YORUMLAR (1)