BENİM ENGELİM TOPLUM–5
Deniz: Yazmak birazda geleceğe iz bırakmak adına bugünü yaşamamak, bugüne haksızlık değil midir? Neden edebiyat?
Nurten: Başlangıçta (çocukken) bir kitap yazmaktı düşüm, anlamsızlıkların yok saymaların yüzüne fırlatıp atabilmek, bende varım ve kalbim bunları haykırıyor diyebilmek için. Al işte al da oku. Oku da gör beni ve yüreğime dokun. Siz farkında olmasanız da seviyorum sizi diyebilmek için. Yıllar geçti ve hala ne ben bu basit tümceyi kurabildim, nede onlar. O kırılma noktası hala onarılmayı bekliyor. Belki ki onarılacak toplumsal yok saymalarımızdan vazgeçebilirsek! Şimdilerde anladım başlangıçta yüreğine dokunamayanlar, bir daha asla dokunamazmış. Öyle kitaptan falan okunmazmış be yürek dediğin!
O yıldız bir kez kaydı mı, bir daha asla tutulamazmış. Meğer tüm çabam bu gerçekliğin kırılma noktasına izdüşümü sürdüğümü anlamammış.
Yani demem o ki, Aslında bu günü her halükarda yaşamıyorum, diyebilirim. Yazmam birazda bu yüzden, bu, olmak istediğim ben değilim! Bir şeyler var, değişmesi gereken, çocukluğumdan bu tarafa seziyorum: Kökleri toplumda, değişecek! Biliyorum, esaret ruhumun kamçısı. ÇÜNKÜ BENİM ENGELİM TOPLUM. Bu açıdan kültürel değişimin en etkin yollarlından biri de, edebiyat! Okuyan insan önce fark etmeksizin, sonrasında ise bilinçle dönüşüyor. Okunanlar ruhumuzda önce birkaç kum tanesi, izdüşümlerini bırakıyor. Bireyin kişiliğinde yankısını buluyor. Zaman içinde bu birikimden kendi kumsalınızı, hatta yeterince modernist yücelmeye erişmişseniz, kendi babil kulenizin harcını oluşturuyor; evrenseli yakalıyorsunuz.
Deniz: Sanat ve sanatçı, kişi ve toplumla yüzleştirici değil mi? Kimlerle kimi yüzleştiriyorsun?
Nurten: Edebiyat, yalnızlıkla gelen kalabalık! Yazdıklarımızı kimlerin okuyacağını bilemesek de, bunu düşünmek bile yakıcı bir değer. Buradaki karşılıklı etkileşimsel güzellik, kanımı çeken sanat aşkı… Sonuç olarak yazmak, öncelikle kendinizle yüzleşmek olduğunu öğreniyorsunuz. Evet, ama bu yüzleşme, aynı zamanda sorunun içindekileri de yüzleşmeye çağıran yöntem, asıl eserinizdeki örtük mesaj. Örneğin sırf kendimizle değil, durumumuzun ve varoluşumuzun devamındaki geldiğimiz noktaya katkısı olan etkenleri de şiirlerimizin içine alarak, onlara da yüzleşme fırsatını veriyoruz. Kısaca
işte bu umut bizleri var eden, yoksa dehşetli bir boşluğa düşüyorum ki sorma! İnsanlarımın yüreklerine dokunmaktan hiçbir zaman korkmadım. Onlar da korkmasın istiyorum…
Deniz: Elbette en vahim durum bu iç dünyandaki derin boşlu! .
Nurten: Bu anlamda yazmak niçin derlerse, tam da bunun için derim. İnsanlarıma derini ve dinginliği, insani olanı göstermek, özünü yoklayarak empati kurabilmeyi öğretebilmek için: Yeryüzü cennet olabilsin diye!
Deniz: Olmak istediğin sen nasıl, açar mısın?
Nurten: Değiştirmek istediğim, hayal ettiğim toplumda, beni engellemeyen bir toplumda yaşamak: Evrensel ve hümanist, yani modernist ütopya, hepsi bu!
Deniz: İnsanlığın hayali, yani?
Nurten: Şöyle düşün: Sence neden engellinin günlük hayata adaptasyonu tam olarak sağlanamıyor? Yani bizlerin bağımsız tiyatroya gidip, alışveriş yapamamamıza yasa ne diyor? Mesela ben, otobüslere standartlara uymadığı için binemiyorum diye dava etsem; sence sonuç ne olur? Dahası davaya bin engelli müdahil olursa! Olamaz mı? Bunu başarmanın yolu olmalı. Çünkü bu bir cezaysa, suçumuzu bilelim! Neden dört duvar arası bir yaşantıya mahkumuz? Sonuç olarak dünyanın en büyük azınlığına dahiliz… Ülkemdeyse nüfusun nerdeyse %15 İstanbul’un nüfusu kadar, görülmeyecek şey mi?
Deniz: Yasada suçlu kimdir, kimlere ceza verilir?
Nurten: Yani sence de engellenme, bir tür yasaklanma-cezalandırılma değil midir? Eğer öyle ise yasal olarak bu cezanın, bir suçun karşılığı olması gerekmez mi? Engelli özetle cezasını çekmesi gereken bir suçlu mudur? Toplum bize bakarken bilinçaltında, hatta bazı cahiller hala günahının bedelini ödeyen kürek mahkûmu olarak bakmıyor mu? Yazar dostlarım bile beni anlatırken, 'tekerlekli sandalyeye mahkûm' ifadesini kullanıyor, ben düzeltiyorum! Çünkü bilinçaltında çekilmez bir yaşantıya mahkûm olduğumuz var ki doğru: düzenin çekilmezliği! Buradan bakınca devletimin de ayrımcılığa göz yumarak böyle varsaydığını düşünüyorum. Devletim buna dur demeyerek bu çirkefe çanak tutuyor!
Deniz: Türkiye’de ne kadar insan bir defa tiyatro gördü ki, fiziksel engeli yok! Sosyal güvencenin anlamını tanımayanlar, hayatın anlamını bilmeden yaşayanlar var?
Nurten: Buna söyleşinin başında etraflıca bir açıklama getirmiştim, yinelemeyeceğim. Elbette ki katılıyorum. Yalnız unutmayalım, bu denklikte aynı şey değil. Diyelim ki siz ekonomik sebepten tiyatroya gidemiyor ya da çocuğunuzu üniversitede okutamıyorsunuz. Oysa bizlerin çok azı ekonomik sorunlarını aşmış dahi olsa, o tiyatroya gidebilmek için bırakın toplu taşıtı taksilere bile tekerlekli sandalye zarar verir diye alınmayacak. Tiyatroya gitti diyelim. Sandalyesiyle bir kat yukarı çıkacak. Tuvaletleri kullanamayacak vs. En kötüsü de bütün bunları yapabilmesi için, yanında refakatçi taşımak zorunda olacak. Böylelikle ne bağımsızlık ne de özel hayat söz konusu bile olamayacak. Kaç engelli insanca sevme, sevebilme hakkını kullanabiliyor da, sıra çocuğunu okutabilme sevdasına geliyor dersiniz?
Deniz: Mesela bu ayıp sadece sizlere mahsus değil. Engelli olmayanlara da aynı hakkı vermiyorlar. Bunları mukayese ederek örnekliye bilir misin?
Nurten: Örneklersem belki konu gelişir: Sorunumuzu elbette ki bütünün bir parçası olarak değerlendiriyorum. Elbette ki bütünün sorunu çözülmedikçe parça mutluluğu yakalayamaz! Ama asla önce onlar mutlu olsun, biz hele şöyle bir kenarda sıramızı bekleyelim mantığı saçmalık! Eşitlik istiyorum, hepsi bu! Eşitlik çok şey değil. Ama tabi tarihte hep kıyamet bundan koptu, kopuyor! Birilerinin rahatı bozulmasın diye? Bu insanlık ayıbı, yeter!
Deniz: Amman! Eşitlik istemeyin! Çünkü: hak ve hukuk isteyenleri görüyorsunuz nasıl copluyorlar. Siz o coplara dayanamazsınız. Tabi ki bu işin şakası… Demin “onlar” dediniz. Sanki onlar kelimesi ayrımcılık-suçlama içerir gibi değil mi?
Nurten: Sakat özürlü vs ayrımcılık değil mi yani, saçma! Peki, nasıl tariflemeliyim? Öyleyse s“onların” yerine, hoş bir kelime bulun. Pratikte, hatta teoride her kavram mutlak karşıtını getirir.
Deniz: Biliyoruz ki, 02.12.2005 Tolga KORKUT/ BİA (İstanbul-New York) - Birleşmiş Milletler (BM) Genel Sekreteri Kofi Annan, 3 Aralık Uluslararası Engelliler Günü nedeniyle yaptığı konuşmada, 'Engelliler dünyanın en büyük azınlık grubu. Orantısız derecede yoksullar, işsiz kalma olasılıkları daha yüksek, ölüm oranlarıysa toplumun geneline oranla çok daha yüksek' dedi. Yine biliyoruz ki sadece engelliler değil, engeli olmayanlarında bu kadar hayatta zevk aldığı düşünülmüyor.
Özünü dinleyerek ettiğin mücadelede bir takım şeyler çıkararak hayatın tadı varmış diyor musun?
Nurten: Bakın işte yerel yönetimler, hatta Dünya tüm bunları ve açılımlarını bilmiyor değil? En az benim kadar biliyorlar. Bu nedenle papağan gibi bilineni tekrarlamak yerine yüreğimden akanı ifade etmeye çalışacağım ki, belki birilerinin yüreğine çığlığımı işleyebilirim. Çünkü duyu(ş) msamada, içe seslenileni kalbinde empati kurarak yaşayabilmek çok önemli! İnsan olabilmek vicdanımızı, özümüzü dinleyebilmekle başlar! Aslında mücadelemle, topluma demek istiyorum ki, hayat böylede güzel yeter ki, kendinize layık gördüğünüz değerleri bize de layık görerek hayatı paylaşmasını öğrenelim. Bu bencilliği beraber aşalım… Böylelikle sorunlar bitecek mi, hayır? Yalnız dünya da yaşanası bir çekilebilirlikte olacak!
Deniz: Kendini bu durumda hangi misyonda görüyorsun?
Nurten: Benim misyonum bu süreçte güzele giden erdemim dikenli yolunun, hep beraber “özümüzü önce yoklayıp ve sonra o özü gereğinde dara asmakla cennete dönüşebileceğini” duyumsatmak. Basamaktaki süreç bu… Aslında cennet yeryüzünde, hayatı paylaşabilmekte! Ayrımcılık dayanılmazım olduğu zamanlarımda kendimi sorgulamışımdır: Bu bir ütopya olabilir mi? Neden ben hep don-kişot’muşcasına güzelin hayali peşindeyim? Çünkü ben “güzel insan” yani insanı-kâmil biliyorum, “çalışmak özgürlük için tutsaklıktan başka nedir ki” umudum ey, düşme, düşme…
Köklü demokrasilerde olduğu gibi, başta “insan haklarına saygı” vb konularda; temel vatandaşlık eğitimimizi kültürel davranış formuna dönüştüremeden toplumsal olarak, yalnız bu konuda değil, hiçbir konuda bir yere varamayız.
Aslında dünya geniş fakat nedense paylaşmaktansa ha bire didişmek ve suçlamak kolayımıza geliyor. Sonrada cenneti yeryüzünde değil, (asıl ütopya bu) bilinmeyende arıyoruz. Bilmiyorlar ki cennete açılan kapıda, önce yeryüzünde o cennetti “güzel erdemli insan” olmayı başararak kurabilmekten geçiyor. Aynadaki yansımıza bir bakalım ve suçlanalım biraz. Suçunu bilmek sorumluluk almaktır. Aynadaki sır biziz artık görelim ki, yarınlar daha da güzel olsun. Ama yok evren batağımız olmuşsa, boğuluyorsak aynadaki sırrı/ mız içimizdeki şeytanın yansımasını yüzümüze çarpıyordur. İşte enel-hakta, sırrı-hakikatte burada! Esasen tasavvuf felsefesinden feyiz alanlara din de bunu fısıldıyor. “Hayatta en hakiki mürşit olan pozitif bilim de bunu söylüyor.” Yoksa din sadaka kültürüyle vicdanlarımızı yatıştırabilmekte değildir: Aynaya korkmadan bakabilmektedir.
Deniz: Yani pir sultan abdalın dediği gibi… '”Cehennemde ateş olmaz nar yoktur. Herkes ateşini kendi götürür” yani diyeceğim, kısaca bunun çaresi?
Nurten: Çaresi ise kuşkusuz temiz insan ve temiz toplum olabilme yönünde mutlak arınabilmekten geçiyor. Tek tek hepimiz üzerimize düşeni tereddütsüz yerine getiriyor mu, buna bakmak lazım? İşte cennette cehennemde burada, bizim ellerimizde! Peki, öyleyse eleştirmek niye ve söz eylem değilse farkındalıkmış, neye yarar?
Günümüzde sadece bizdeki mevzuatı ezbere bilseniz değil, hatta dünyadaki uygulamaların kaçırmaksızın takipçisi olsanız da, bu sizin günlük yaşantınızı pekte kolaylaştırmıyor. Çünkü yasalar olası teorilerden yola çıkar. Pratikte iyi niyetle uygulamaya çalışılsa bile –ki kuşkuluyum, uygulamada beklenmeyen sorunlar ve çağıl “dönüşmesi gereken” yeni dinamikler kaçınılmazdır. Zira toplum yaşarken evrilen de bir organizmadır.
Unutmayalım ki hayat ayrıntıda gizli: Hele ki söz konusu olan ayrımcılığın çekilmezliği ise… Örneğin “engellilere hastanelerde önceliğine ilişkin genelge” tam bir fiyasko: Bir yasanın uygulamasını kurumsal inisiyatiflere bırakmışsanız. Bu yetmiyor gibi gerekli hizmet içi eğitim, bilgilendirme ve duyarlılığı oluşturamamışsanız. Üstelik yasanızın lokomotifi olan uygulamadaki takibi ve cezai caydırıcılığı yoksa. Ama yinede kişiye göre özel yasa uygulamasına giriyorsanız. Bu YASA olsa neye yarar, olmasa neye yarar? Ha tabi göz boyamak için çıkarılmamışsa! Yok, yanılıyorsam, o zaman şikayet edebileceğim ve şikayetimi takip ettiğine emin olduğum kuruluşlar kurarsınız! Aksi taktirde engelli benim gibi açacak davasını ve açtığı davayı takip edemezse düşeceğinden, yıllarca her duruşmada adliyenin hiçte bir engelliye uygun olmayan mimarisinde sürünmeyi içine sindirecek! ?
DEVAMI GELECEK SAYIDA…
Nurten AktaşKayıt Tarihi : 19.9.2009 15:34:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Nurten Aktaş](https://www.antoloji.com/i/siir/2009/09/19/benim-engelim-toplum-5.jpg)
Çabanı ve güzel yüreğini kutluyorum, tüm içtenliğimli.
TÜM YORUMLAR (7)