Parlak turuncu üzerine siyah şeritlerle bezeli kıyafetiyle bütün gün uyuduktan sonra, gece davetten davete koşan, gözalıcı kostümüyle dikkatleri üzerine çekmek şöyle dursun, her seferinde gözleri uyuşturup fark edilmemeyi başaran, uzun boylu ve cüsseli; ama çok iyi koşan, yüzen ve tırmanan, uzun otlar arasında ve mağaralarda gölgelenip, kayalık dağlarda güneşlenen, suların ve ormanların sofrasında “buyurun” denilmesini beklemeyen kaplanlar var aramızda.
Hala aramızdalar, yüz binden yedi bine düşse de sayıları. Bir yüzyıl sonra hâlâ aramızdalar; çünkü; iki aylık bir bebek annesinin memesini ancak bulurken, onlar iki aylıkken anneleriyle avlanmaya çıkar, altı aylık bir bebek ancak hecelerken, onlar altı aylıkken öldürmeyi öğrenir, on altı aylık bir bebek henüz yürürken onlar on altı ayda usta bir avcı olurlar. Artık karanlıkta gördüğünüz, rüzgârda salınan bitkiler değil, avlanmaya çıkmış bir kaplandır sadece. Hangi hırsızdan öğrenmiştir yürümeyi bilinmez ama iyi öğrenmiştir ve ayak seslerini, nefes alıp verişini ve yüreğinin gümbürtüsünü duyurmadan ağır ağır yaklaşır avına; atılır, kavrar ve dişlerini boğazına geçirir.
“Tiger, tiger, burning bright
In the forest of the night
What immortal hand or eye
Could frame thy fearful symmetry? (1)
Kaplan, kaplan gecenin ormanında
Işıl ışıl yanıyorsun
Hangi ölümsüz eldir ya da göz
Senin müthiş yapını kuran? ”
İşte sürüklüyor avını, sessizliği sese katarak, yüzlerce metre sürüklüyor; antilopu, bufaloyu, domuzu. Uzun otların arasına götürüyor; yalnız yiyecek. Ne öğretmen! Bize kudreti ve sesizliği öğretiyor.
“Hangi gök çatlağından sızıyor
Gözlerinin alevi
Hangi kartal kanadı, hangi yürek
Hangi el ateşi kavramaya cesaret edebilir? ”
Sırtı dönükken bile gözleri çullanıyor üstümüze; kulaklarındaki beyaz noktalar karanlıkta göze benziyor ve ona göz diken yırtıcılar, o başka tarafa bakarken kendilerine baktığını sanıyorlar.
“Ve hangi omuz ve hangi sanat
Bükebilir kalbinin kirişlerini
Ve senin kalbin çarpmaya başladığında
Hangi heybetli el ve hangi heybetli ayak”
İşte kaplan efsanelerimize giriyor ve biz cesareti, hırsı, kudreti, şehveti ve aşkı onun sırtına yüklüyoruz. Avcılarımız bir kaplanı anlatamadan öldüklerinde ölüyorlar gerçekten, ressamlarımızın kollarına kan, ancak fırçalarını turuncuya ve siyaha batırdıklarında geliyor ve şairlerimiz kelimelerini kirli beyaz beneklerine sürmeden yazamıyorlar.
“Hangi çekiç, hangi zincir
Hangi ocaktaydı beynin
Hani o örs, nerde yumruk
Dehşetinden ürkmeyen.”
İşte kaplan insanı korkutuyor; halbuki avlanma yeteneğini kaybetmiş olması gerek insana dokunması için; yaşlı, yaralı ya da yavrulu olması gerek. Kaplan ancak o zaman kolay bir av olarak insana tenezzül ediyor.
“Yıldızlar mızraklarını aşağı fırlattıklarında
Ve suladıklarında cenneti gözyaşlarıyla
Gülümsedi mi yaratan harika eserine
Kuzuyu yaratan mı seni yarattı? ”
Oklarımızı ve mızraklarımızı, yani sessizliğimizi terkedeli çok oluyor; kaplanların öğrettiği gibi değil, kendi bildiğimiz gibi avlanıyoruz artık. Onları, kürklerinin üstünde sevişmek, azalarından afrodizyak yapmak için öldürüyoruz. Bazen de öldürmeden elde etmek gerekiyor onları; ormandan çıkarıp sirke sokmak gerekiyor, ormandan çıkarıp hayvanat bahçesine.
“Kaplan, kaplan gecenin ormanında
Işıl ışıl yanıyorsun
Hangi ölümsüz eldir ya da göz
Senin müthiş yapını kuran?
Hayır, kaplan gecenin ormanında bir kor gibi yanmıyor artık. Karşısında suni bir gece, suni bir orman, suni bir göl, suni bir av ve gerçek bir insan var; parmaklıkların arkasında çocuğuna, “İşte bu kaplan! ” diyen.
***
İşte bu kaplan da sinekler tarafından öldürüldü, hem de uyutularak! Hayır, çakalların tuzağına düşmedi, hastayken aç bir arslan parçalamadı onu. Kasları gevşedi, solunum hızı düştü, göz kapakları ağırlaştı. Uyku, çeliği paslandırdı, dişi kırdı, tırnağı söktü.
Dünya, sanki daha önce hiçbir kaplanı uyutmamış gibi açtı gözlerini. Haber ajanslarında tuşlara dokunuldu ve kağıttan dereler akmaya başladı:
“ÇEÇE SİNEKLERİ KAPLAN AVINDA!
-Hindistan'da uyku hastalığına yakalanan 11 bengal kaplanı öldü. Veterinerler erken teşhis koyamamakla suçlanıyor.
-Doğu Hindistan'da dünyanın en büyük beyaz kaplan topluluğunuzun bulunduğu Nandankanan Hayvanat Bahçesi'nde çeçe sineği faciası yaşanıyor. 11 kaplan öldü, ikisi ağır durumda olan altı kaplan da yoğun bakımda. Biyopside kaplanların çeçe sineklerinin bulaştırdığı uyku hastalığına (typanosomiyasis) yakalandığı ortaya çıktı.”
Evet kaplanların ateşi yükseldi, lenf düğümleri şişti ve derin bir uykuya daldılar. Üç metre uzunlukları üç yüz kilo ağırlıkları ile ömürleri üç ayı geçmeyen 6 milimetrelik çeçe sineklerine yenildiler.
“Ve hangi omuz ve hangi sanat
Bükebilir kalbinin kirişlerini
Ve senin kalbin çarpmaya başladığında
Hangi heybetli el ve hangi heybetli ayak”
(1) William Blake, Kaplan
MERDİVENŞİİR
TEMMUZ-AĞUSTOS 2005
Sayı 4
A. Ali UralKayıt Tarihi : 26.2.2016 13:58:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!