Rimbaud çevirisinin yarattığı güçlükler yalnız dil güçlüğünden ileri gelmiyor. ”Illuminations” ve “Une Saison en Enfer” anlam güçlükleri de ortaya koyuyor. Bunun için yalnızca fransızcayı iyi bilmek yetmiyor. Rimbaud’u anlama, duyma yeteneklerine açık olmayı gerektiriyor. Bunun için olacak; Rimbaud çevirileri bütün dünyada tartışmalara yol açmıştır. Anlam güçlüğü ise hala Fransızlar için de çözülmüş bir sorun değildir. Gerek “Illuminations”da ve gerekse “Une Saison en Enfer”de birçok bölümde değme Fransız için dekapalıdır hala. Anlam güçlüğünün
Ortaya koyduğu bu sorun çeviride daha da belirginleştiği için, çeviriler başarılı olmaktan uzaklaşmaktadır
“ARTHUR RIMBAUD – OFELYA” kitabından yaptığım alıntı
“Illuminations”dan bir bölüm aşağıdadır:
TUFANDAN SONRA
“Bir tavşan durdu da yoncalarla kıpır kıpır çıngırak çiçekleri arasında, örümcek ağları içinden doğru dua etti gökkuşağına.
Kayıplara mı karışacaktı! O dörtbaşı mamur taşlar, ya çiçekler tam açmışken hem de!
Çöp içinde yüzen ana cadde boyunca kerevetler dizildi. Minyatürlerdeki gibi yukarılara asılmış bir denize doğru kaldırıldı, gemiler çekildi.
Mavi sakalın evinde dere gibi aktı kan-ya mezbahalar, ya o camları tanrı mühründen görünmez olmuş kanlı meydanlar.Dere gibi aktı kan, bir o kadar da süt.”
Kunduzlar yapı yaptı. Kahveler tüttü yapı ocaklarında. Camları hala zangır zangır camlı köşkte karalar giymiş çocukların yaldızlı resimlere daldı gözleri.
Çat! kapı çalındı; köyün meydanlığında bir çocuk fırıldaklarda tekmil kulelerdeki horozların aklına uyup kollarını döndürmeye başladı,çakmak çakmak sağanağın altında.
Filan hanım kuyruklu bir piyano kudurttu Alp dağlarına.Katedralın binbir mihrabında kudas ve vaftiz ayinleri yapıldı.Yollara düştü kervanlar. Harcedildi de buzların hercümerciyle kutup gecesi, kuruldu İspilandit Oteli
O zamandan beri ay,kekik kırlarından gelen ağlamaklı çakal sesleri ışıtır oldu- bir de meyva bahçelerinden dolaşan tahta pabuçlu çoban türküleri. Derken filize durmuş eflatun korudaki peri Evkarıs geldi yanıma,dedi, bahar geldi.
Kaynayın! Pınarlar,taşın,katın köprüleri önünüze,basın ormanları siyah kumaşlar,orglar, şimşekler, gökgürültüleri, kabarın hadi çağlayın; hadi su; hadisene keder, kaldırın ayağa selleri.
Değil mi ki onlar senli-benli-gitti derler! O dörtbaşı mamur taşlar! O açmaya varmış çiçekler! - Değil mi ki bir kasvettir kalan geriye! Ecenin haliyse malum, toprak mangalının korlarını karıştırmaya dalmış büyücü, bilir ya söylemez bizim bildiğimizi.
Can Yücel (Pazar Postası - 1952
MASAL
Alışılmış bir görkemi sürdürüp durmaktan bıkmıştı bir hükümdar. Olağanüstü sevda devrimleri düşlüyor, ve bu düşlerini de Tanrıya ve süse tapmaktan başka şey bilmeyen kadınlarıyla gerçekleştiremeyeceğini görüyordu. Gerçeği,gerçek arzuyu, özlü doyumu yaşamak istiyordu hükümdar. Günah olsun olmasın, istiyordu bunu. Üstelik buyruğunda bir hayli asker vardı.
Düşüp kalktığı bütün kadınları öldürttü. Nasıl da talan oldu o güzellik bahçesi! Kılıç altında can verirken şükranla andılar onun adını.Yenilerini istemedi. Yine de başka kadınlar ortaya çıktı.
Av dönüşü ya da eğlencelerden sonra yanında kim varsa öldürdü. -Kimse de ayrılmadı yanından. Değerli hayvanları zevk için boğazladı.Sarayları yaktırdı. Üzerlerine yürüyüp dilim dilim doğradı insanları.
-Bitip tükenmek bilmedi kalabalık,altın çatılar,güzel hayvanlar.
Kendilerinden geçebilir mi yakıp yıkarak, vahşetle gençleşebilir mi insan? Halktan çıt çıkmadı. Destekleyen de olmadı.
Bir akşam gururla, atını dört nal sürüyordu. Karşısına bir peri çıktı, anlatılamaz, hatta sözcüklere sığmaz bir güzellikteydi. Yüzünde, edasında çok değişik, karmaşık bir sevdanın olağanüstü, hatta dayanılmaz bir mutluluğun muştusu vardı! Hükümdarla peri sanırım tam sağlık içinde yok olup gittiler. Nasıl ölmezlerdi ki? Birlikteydiler ya, öldüler.
Sarayında öldü o hükümdar, belli bir yaşa gelince. Hükümdar periydi. Peri de hükümdar
Tutkumuz bilge müzikten yoksun.
Erdoğan Aklan (1993)
ÇOCUKLUK
I
Bu put, kara gözler ve sarı kıl, kimsesiz, yersiz yurtsuz, masaldan daha soylu, Meksikalı ve flemenk; nobran gök ve yeşillik yurtluğu, koşuyor gemisiz dalgalarla, kumsallarda yunan,slav,kelt adlar verilmiş kıyasıya.
Sınırında ormanın -çınlıyor, parlıyor, ışıyor düş çiçekler, -portakal dudaklı kız, bitişik dizler çayırlardan kaynayan duru tufanda, ebemkuşaklarının, bitkilerin, denizin gölgeleyip arasından geçtiği ve giydirip kuşattığı çıplaklık.
Fırdönen bayanlar, denizin komşu taraçalarında; çocuksu ve devce, onurlu karalar bakır yeşili köpükte,koruların ve buzları çözülmüş bahçeciklerin yağlı toprağında ayakta duran takılar -genç anneler ve büyük rahibeler, bakışları haç yolculuklarıyla dolu, sultanlar, zorba hükümdar yürüyüşlü, hükümdar giysili prensesler, küçük yabancı kızlar, susul usul acı çeken mutsuzlar.
Ne sıkıntı, “sevgili beden” ve “sevgili yürek” saati.
Erdoğan Alkan (1984)
Çeviri: Lucien –GRAUX koleksiyonundan alınma Rimbaud’nun elyazması metnine göre.
II
O bu, küçük ölü kız, gül fidanlarının altında. -İniyor perona ölüp gitmiş genç anne -Amcaoğlunun arabası haykırıyor kumsalda -Küçük kardeş-(Hindistan’da kendisi!) orda, önünde batan güneşin, karanfiller çayırında. -Şebboylu tabyaya dimdik gömülen yaşlılar.
Altın yapraklar oğulu çevreliyor evini generalin. Güneydeler. -İzleniyor kırmızı yol baş hana gelmek için. Şato saltık; dökülüyor pancurlar. -Alıp gitmiş olacak kilisenin anahtarını papaz. -parkın yöre-sindeki bekçi kulübeleri ıssız. Öylesine yüksek ki tarabalar, yalnızca uğultulu doruklar görülüyor. İçerde görecek bir şey yok zaten.
Yükseliyor çayırlar horozsuz ve örssüz küçük köylere. Alavere havuzu yukarı kaldırılmış. Ey isa’nın çarmıha gerildiği Tepeler ve değirmenleri çölün, adlar ve değirmen taşları. Büyülü çiçekler vızıldıyordu. Beşik gibi sallı-yordu onu yamaçlar. Masalsı bir incelikteki hayvanlar gidip gidip geliyordu. Yığılıyordu bulutlar yüksek denizin üstüne,sıcak göz yaşlarının sonsuzluğundan yapılmış.
Erdoğan Aklan (1984)
III
Bir kuş var ormanda, durdurur sizi türküsü, yüzünüzü kızartır
Bir saat var, çalmayan.
Ak hayvanların yuvaları, bir çukur.
İnen bir kiliseyle çıkan bir göl.
Bir ağaçlığa bırakılmış ya da dört nala bir yolu inen küçük, süslü püslü bir araba.
Ormanın arasından görünen giyimli bir oyuncu topluluğu var yolda.
Acıkınca, susayınca sizi kovan biri var en sonra
İlhan Berk (1962)
IV
Ermişim ben dua eden taraçanın üstünde, -Filistin denizine dek uysal hayvanlar otlarsa nasıl.
Bilginim karanlık koltuktaki. Atılıyor dallar ve yağmur kütüphanenin penceresine.
Yayasıyım büyük yolun cüce ağaçlarla; alavere havuzlarının uğultusu adımlarımı örtüyor. Görüyorum uzun zaman, batan güneşin üzgün, altın arınmışlığını.
Yüksek denize gitmiş dalgakıranın üstünde, terkedilmiş çocuk olurdum elbet, küçük uşak izleyen alnı güneşe değen ağaçlı yolu.
Keçi yolları çetin. Tepeler örtülüyor katırtırnaklarıyla. Dal kıpırdamıyor havada. Kuşlar ve kaynaklar ne kadar uzak! Acunun sonu olabilir bu ancak, ilerlerken.
Erdoğan Aklan (1984)
V
Öğülsün bunla artık kireçle badanalı gömüt, kabartma çimento çizgileriyle - çok uzakta yer altında.
Dayıyorum masaya dirseklerimi, aydınlatıyor gür bir ışıkla lamba budalası olduğum günceleri, bu ilgisiz betikleri.-
Üzerinde yer altı salonumun, koca bir uzaklıkta, oturuyor yerli yerine evler, ve sisli toplanıyor. Çamur kızıl ya da kara. Canavar kent,sonu olmayan gece!
Yer altı su yolları daha az yüksek. Kıyılarınd yalnızca yuvarlağın koyuluğu. Belki gök çevrimleri, ateş kuyular. Belki de bu düzlemlerin üstünde buluşuyor aylar ve kuyruklu yıldızlar, denizler ve masallar.
Gökyakut, metal yuvarlaklar düşlüyorum acı saatlerinde. Sessizliğin ustasıyım. Görünümü bir hava deliğinin,neden sararıp solsun tonozun köşesinde.
YAŞAMLAR
I.
Ey koca caddeleri kutsal ülkenin, taraçaları o tapınağın! Bana atasözlerini açıklayan o Brahman’a ne oldu? O çağlardan, o yerlerden, hala o ihtiyar kadınları görüyorum! nehirlere doğru uzanan gümüş, güneş saat-ovalarda ayaküstü seviş-melerimizi hatırlıyorum. -gürlüyor.
-Buraya sürül-müş, bütün edebiyatların o ölümsüz oyuncaklarını oynayacak bir sahnem oldu. Size o duyulmadık zenginlikleri bir bir göstereceğim. Sizin bulacağınız o gömü-lerin tarihini inceliyorum. Sonrasını görüyorum! Kaosleyin hor görülüyor işte erdemliliğim. Sizi bekleyen şaşkınlığın yanında nedir ki benim o yokluğum!
II.
Gelip geçmiş bütün bulmanların üstünde bir bulmanım ben; aşkın anahtarıleyin bir şeyler bulmuş bir ezgici hem de. Şimdilerde, tok bir gökyüzüyle cılız bir toprağın ağası olan ben, o dilenci çocukluk, çömezlik ya da o takunyalarla geliş, tartışmalar, o beş altı kezlik dulluk, o kalın kafalılığımdan arkadaşlar kadar sesimi yükseltemediğim o birkaç düğün anılarıyla heyecanlanmayı deniyorum artık. Yakınmıyorum o eski tanrıl sevinç payımdan yana: bu kaba toprağın yalın havası benim amansız şüpheciliğimi eni konu besliyor. Ama bu şüphecilik bundan böyle uygulanmayacağına ve ben de zaten yeni bir acıya,yıkıma bel bağladığıma göre, -korkunç bir deli olup çıkmayı bekliyorum.
III.
On iki yaşında,beni kilitledikleri bir tavan arasında tanıdım dünyayı, insanlık komedyasını resimledim. Bir kilerde öğrendim tarihi. Bir kuzey kentinin gece eğlencelerinde, eski ressamların bütün kadınlarına rastladım. Paris’te, eski bir dar sokakta bana bütün geçmiş çağların bilimlerini öğrettiler.Doğu’yla dopdolu güzelim bir evde,yüce yapıtımı tamamlayıp ulu emekliliğimi geçirdim. kanımı karıştırdım durdum. Ödevim geri verildi bana. Bunu hiç düşünmemeli artık. Öbür dünyalı biriyim ben aslında, görevlendirildiğim bir iş yok.
İlhan Berk (1962)
TAN
Yaz şafağını kucakladım.
Sarayların ön yüzlerinde hiçbir kımıltı yoktu daha. Ölüydü sular. Gölge yığınları orman yolundan ayrılmıyordu. Yürüdüm, ılık ve canlı solumalar uyandırarak, değerli taşlar bakışıp kaldı, sessizce kımıldandı kanatlar.
Daha şimdiden o serin,soluk pırıltılarla dolu patikada ilk kımıltı bir çiçeğin bana tutup adını söyleyivermesi oldu.
Çamların arasında saçlarını çözen şelaleye güldüm: gümüş rengi tepede tanrıçayı tanıdım
Tülleri birer birer tutup kaldırdım o zaman. O ağaçlıklı yolda, kollarımı salladım durdum. Ovalarda horoza haber verdim. Bütün kentte, çan kuleleri, kubbeler arasından kaçıyordu, mermer rıhtımların üstünde bir dilenciyleyin koşarak onu kovalıyordum.
Yolun ta üst yakasında, bir defne ormanının yanında, o top top olmuş tülleriyle çevirdim onu, o koca vücudunun ağırlığını birazcık duyar gibi oldum. Şafakla çocuk ormanın alt yakasında devriliverdiler.
Uyandığımda öğle olmuştu.
İlhan Berk (1962)
FAIRY
Helena’ya karşı düzen kurdular kız gibi gölgelerde güzellik suları, kımıldamaz parıltılar, yıldızsal susku içinde.
Yakıcı yaz sıcağı o dilsiz kuşlara teslim edildi, istenmiş uyuşukluk bir paha biçilmez yas kaynağına, -cansız kokuların, ölü sevgilerin koylarında.
-Oduncu kızların şarkı çağından sonra dosdoğru korunun yıkıntısı içinde uğuldayan dereye; çıngırak seslerinden o yankılı vadilere, çığlık çığlığa bozkıra.
Ürperdiler Helena’nn çocukluğu için sık fundalıklar,gölgeler, yoksullukların göğsü ve göğün efsaneleri.
Onun gözleri, onun dansı daha da üstün eşsiz ışıltılardan, yıldızlar dünyasının o soğukm etkisinden, o biricik bezekle, o biricik saatin tadınçlarından.
KENTLER
Kentler şu gördüklerin! İşte şu düş dağları, Alleghany’ler, Lübnanlar hep bu ulus için yükselmiş! Görünmez makaralarla raylar üzerinde billur, ahşap kulübeler gidip geliyor. Dev heykeller ve bakır palmiyelerle çevrili o eski yanardağ ağızları tatlı tatlı görülüyor ateş içinde. Kulübeler ardına asılı kanallarda sevdalı şenlikler yankılanıyor. Çan seslerinin avı çınlıyor boğazlarda. Dev şarkıcı loncları koşarak geliyorlar; dorukların ışığı gibi pırıl pırıl yanan giysilerle,sancaklarla. Taraçalarda,yarlar ortasında Roland’lar yiğitlik havaları çalmakta. Uçurumların yaya köprülerinde,hanların damında gökyüzünün sıcaklığı bayraklarla süslüyor direkleri. Tanrılaş-tırmaların çöküşü erişiyor o yüksek bölgelere, mele-ğimsi at kadınlar çığlar içinde koşuyorken.
En yüksek dağ sırtının yüzeyi üstünde Venüs’ün ölümsüz doğuşuyla bulanmış bir deniz, musiki derneklerinin donanmalarıyla, incilerin, değerli kabukların uğultusuyla yüklü, -o deniz arasıra kabarıyor öldürücü gürlemelerle. Taslarımız, silahlarımız bü-yüklüğünde bir ekin böğürüyor yamaçlarda. Kıp-kızıl, süt rengi urbaları içinde periler alay alay çıkmakta sel çukurlarından. Yukarda, ayakları çağlayan ve dikenlere gömülmüş, geyikler memelerini emiyor Diana’nın. Dış mahalle Bakkhal’ları hıç-kırıyorlar; ay yanıyor, uluyor. Venüs demircilerin,
Keşişlerin amğaralarına giriyor. Gözetleme kulelerinden çanlar ulusların özlemini şakımakta. Bilinmeyen musiki duyuluyor kemik şatolarından. Efsa-neler gelişiyor; çocuklar saldırıyor kasabalara. Boralar cenneti çöküveriyor. Yabanlar tepiniyor ara vermeden. Bir saatliğine ben de karışıyorum bir Bağdat caddesinin kalabalığı içine. Ortalıklar ağır melteme karşı, o yeni çalışmalarının sevincini şakıyadursun ben dolanıyorum, içlerinde kendimizi bulabileceğimiz masalsı dağ görüntülerinden sıyrılmadan.
Hangi iyi kollar, güzel çağlar bana geri verecek düşlerimin, kıpırtılarımın çıkıp geldiği o bölgeyi?
Can Alkor (1964)
GENÇLİK IV
Ermiş Antonius’un sınamasından daha dizginlenmiş isteğin taşkın sevinci, çocuksu gururun kasılmaları, bir çökme, bir ürkü. Ama koyulacaksın sonunda bu çalışmaya: koltuğunu kuşatacak mimarlığın, uyum bilgisinin bütün olanakları. Hiç beklenmedik yetkin varlıklar deneylerin için gelip sunacaklar kendilerini. Dört bir yandan sana doğru akacak o ağır ihtişamlar, o eski uluslar, düş görür gibi. Belleğinle duyuların bundan böyle yalnız yaratıcı itilişin besini olacaklar.Ya dünya sen çıkınca ne kalacak ondan geriye? Herhalde hiçbir şey şu görünüşlerden.
Can Alkor (1964)
Akın AkçaKayıt Tarihi : 8.7.2006 10:03:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!