Mozart'ın Hayatı
Çarpıcı olaylarla dolu, acı ve hüznün her zaman neşeye dönüştürülerek yaşandığı kısa bir hayatın hikayesi ise şöyledir:
27 Ocak 1756'da Avusturya'da Salzburg şehrinde doğdu. 5 Aralık 1791'de Viyana'da öldü. Babası Leopold Mozart, Salzburg Başpiskoposluğu Saray Orkestrası'nda keman çalan, bir çok besteler ve keman için bir metod yazan bir müzikçiydi. Oğlu Wolfgang üç yaşına geldiği zaman kendisinden beş yaş büyük olan kız kardeşi Maria Anna (Nannerl) 'ın çaldığı klavsen parçalarını belleğine yerleştirip kendi kendine çalmaya başlayınca ondaki mucizevi özelliği farketti, hele bir gün minik Wolfgang'ın eline geçirdiği bir nota kağıdına daha kullanmayı bile beceremediği kocaman tüy kalemle konçerto çiziktirdiğini görünce, ona ciddi olarak klavsen dersleri vermeye başladı.
Gerçekten de Wolfgang'ın iyi bir müzikçi olmak için doğuştan olağanüstü özellikleri vardı; kulağı bir kemanda bir notanın sekizde bir kadar akort düşüklüğünü farkedecek derecede hassastı ve çirkin seslere, gürültülere karşı tepkisi ise baygınlık geçirecek ölçüde şiddetlenebiliyordu.
Zaman geçtikçe Mozart'ın müzik yanında aritmetik ve resime de yeteneği olduğu ortaya çıkıyordu. Çevrede bu harika çocuğa karşı ilginin artması üzerine, babası bu erken doğan güneşten faydalanmak, çocuklarının sayesinde para ve şöhret sağlayabilmek için, oğlunu ve kızını yanına alarak Avrupa kentlerini dolaşmaya, konserler vermeye başladı. Wolfgang klavsen, keman ve org çalmadaki ustalığıyla, her şeyden fazla doğaçtan çalışlarıyla dinleyicilerini hayrette bırakıyordu. Müzik aletlerini çalmakta gösterdiği kolaylığa denk bir kolaylıkla beste de yapmaya başladı. Beş yaşında menuet, yedi yaşında konçerto ve sekiz yaşında senfoni meydana getirdi.
Yaşamının ilk on iki yılında babası ve kız kardeşi ile birlikte konserler vererek boydan boya dolaştığı Avrupa'da geçtikleri her kentte hayranlık ve ilgi topladı, saraylarda krallar ve kraliçeler önünde çaldı. Soylular, her defasında yeni bir eserle ortaya çıkan harika çocuk Wolfgang'ı dinlemek için yarıştılar, çağın ünlü ressamları Mozart'ların portre ve resimlerini yaptılar.
O günlerde Wolfgang'ı dinleyen ünlü düşünürler Voltaire ve Goethe, bu küçük çocuğun bir gün sanatının en büyük ustaları arasına katılacağından emin olduklarını söylediler.
On Dört yaşında iken, ilk opera eseri 'Lucia Silla' Milano'da çalındığı zaman Mozart kendini opera sahnelerine de, üstelik operanın vatanı İtalya'da, kabul ettirmiş bulunuyordu. Papa tarafından kabul edilerek ona, o güne kadar sadece büyük ustalara layık görülen 'Altın Mahmuz' nişanı ve şövalyelik beratı verildi.
Mozart, bilinci salt şarkı ve müzikten oluştuğu için kendisini o günlerdeki bu ihtişamlı olayların cazibesine kaptırmadı; sadece besteleri ile uğraştı, bu uğraşını durmadan inatla, ısrarla yürüttü.
Yirmi beş yaşına kadar rahat ve huzur görmeden o kentten bu kente dolaştı, han köşelerinde barındı, bazen yiyeceksiz kaldı, kar ve yağmur yağarken atlı yolcu arabalarında titreyip durdu. Bu meşakkatli yolculuklar esasen sağlıksız ve zayıf olan bünyesini oldukça yıprattı.
Mozart'ın hayret uyandırıcı; bir başka yönü de birbiri ardına geçirdiği tifo, çiçek ve mafsal romatizması gibi o zamana göre ölümcül olan hastalıkları atlatması, ama buna rağmen ürün vermeye devam etmesi ve keyfini hiç bozmamasıdır. Ablası Nannerl onun bu yolculuklarında 'Ben ülkesini teftişe çıkan küçük bir kralım' diyerek kendince bir eğlence yarattğını, geçtikleri kasaba ve köylere bir takım uydurma adlar taktığını anlatır anılarında.
Sanat tarihinin bu eşsiz insanı çocukluk nedir bilmedi, Ölünceye dek kendi çocuk ruhuna bağlanıp kaldı. Bu nedenle Mozart yaşamı boyunca iyi ve saf karakteri yanında çocuksu neşe ve espri (mizah) anlayışını hep muhafaza etti.
Hayatın küçük zevklerinden tat almaya bayılırdı, ümitsizliğe düşmek harcı değildi. İnsanlarla beraber olmaktan ve onlarla neşeli konuşmalar yapmaktan hoşlanırdı. Bilardo oynamak, Türk kahvesi içmek ve dans etmek ona büyük keyifler verirdi.
Kariyeri, onur ve şan yönünden parlak biçimde sürmesine rağmen maddi durumunu düzeltmedi. Yaşamı boyunca sonu gelmeyen para sıkıntısı çekti. Ona övgüler yağdıran krallar bile hasis davrandılar. Sadece dersler vererek ve halk konserleriyle yetinerek hayatını kazanmaya çalıştı.
Mozart'ın otuz altı yaşını doldurmadan vakitsiz ölümünde çocukluğunda geçirdiği ağır hastalıkların ve yapılan yıpratıcı yolculukların etkisinin büyük olduğu kabul edilmektedir.
Cenazesi fakir cenazeler için uygulanan biçimde kaldırıldı. Mezarının nerede olduğu ise bilinmemektedir. Söylenenlere göre, Mozart'ın tanıdığı insanlar arasından sadece altı kişinin katıldığı katedraldeki cenaze duasından sonra bu küçük kafile şiddetli yağmur nedeniyle mezarlığa kadar tabuta eşlik edemeyince cenaze aceleye getirilerek dilenciler için ayrılan bir mezara gömüldü. En fenası, bütün araştırmalara rağmen bu mezarın yeri öğrenilemedi, tabutun nasıl olup ta sahipsiz kaldığı ise ölüm sebebi gibi hiç bir zaman anlaşılamadı.
________________________________________
Hazırlayan: Emin Tufan ÇETİN
http://www.geocities.com/mozartslz/mozartin_hayati.html
1. LUDWİG VAN BEETHOVEN (1770-1827)
Bach, müziğin matematikçisiydi, Mozart şairi, Beethoven ise filozofu... İnsan beyninin bahçesinde en son tomurcuklanıp çiçek açan da felsefe tohumu değil midir? Beethoven hakkındaki bu yazıyı Tuluyhan Uğurlu'ya her zaman destek olan sanatsever dostumuz Aysel İnceoğlu derledi.
Beethoven bir dahi çocuk değildi. Delikanlılık çağında da öyle kimseye benzemeyen bir hava taşımıyordu. Öğretmenleri de ondan pek memnun değildiler. Ona bestecilik öğretmekte olan Albrechtsberger, Beethoven şimdiye kadar bir şey öğrenemedi demişti, bundan sonra da öğreneceği yok. Besteci olarak ben onda en küçük bir ümit dahi göremiyorum.
Beethoven'e bir süre armoni dersleri veren Hayd bile öğrencisinin meziyetlerini farkedememişti. Aslında Beethoven, öğretmenlerinin
anlayamayacakları derecede büyük hayaller peşindeydi. Ama henüz bunları açıklayacak zemin bulamamıştı. Beethoven ancak otuz yaşındayken ilk senfonisini besteleyebilmişti. (1800)
Ama piyanosunun başına geçtiği zamanlar her şey değişiyordu. Daha küçük yaşta iyi bir piyanist olacağını ispat etmişti. Kısacık, küt parmaklarıyla piyanonun tuşları üzerinde harikalar yaratabilmekteydi. Babası, Bonn'da kilise korosunun şefiydi. Oğlu daha dört yaşındayken ona piyano ve keman dersleri vermeye başlamıştı. Johnann van Beethoven, içkiye düşkünlüğü yüzünden evini geçindirecek kadar paraya bir türlü sahip olamıyordu. Küçük Ludwig'in kabiliyetini keşfedince eve para getirsin diye onu yetiştirme
işini üzerine aldı. Gerçekten de Ludwig daha yedi yaşındayken halk huzurunda konser verecek duruma gelmişti. Evde devamlı hasta yatan annesiyle sarhoş babasının bitmek tükenmek bilmeyen kavgaları küçük çocuğun ruhu üzerinde önemli tesirler yaratmıştı. Onüç yaşındayken sarayda org çalarak evin masraflarının bir kısmını ödeyecek hale geldi. Dört yıl sonra Viyana'ya gitti. Bir süre Mozart'tan ders aldı. Beethoven'in kabiliyetini keşfeden ilk müzik öğretmeni de Mozart'tır. Bir gün Beethoven evinde piyano çalarken Mozart onu odadaki dostlarına göstermiş, bu çocuğa dikkat edin demişti, bir gün gelecek, bütün dünya ondan bahsedecek.
Beethoven'in annesinin hastalığı günden güne artıyordu. Vereme yakalanmış olan genç kadının durumu ağırlaşınca Beethoven de tekrar Bonn'a döndü.Birkaç gün sonra ise hasta kadın oğlunun kolları arasında son nefesini verdi. Beethoven, dert ortağı ve biricik dayanak noktası olan annesini kaybedince çılgına döndü. Annesinin verem aldığını, kısa bir süre sonra kendisini de aynı akibete uğrayacağını düşünüyordu.
________________________________________
BEETHOVEN'İN YAŞAMINDAKİ KADINLAR
Sırasıyla Kontes Erdody, Prenses Lichnowsky, Prenses Lichtenstein, Bettina Van Brantano
________________________________________
Karısının ölümünden sonra Baba Beethoven kendini iyice içkiye vermişti. Artık evin bütün yükü Beethoven'in omuzlarındaydı. Babasından başka iki küçük kardeşi Anton Carl ile Nikolaus Johann'ın bakımı Beethoven'e
kalmıştı. Delikanlı gündüzleri evin işlerini de yapmak zorundaydı. Sağlık duru onu endişelendiriyor, evin işleri, ekmek parası kazanma derdi Beethoven'i bunaltıyordu. Son derece aksi, sinirli bir insan olmuştu. Çevresindeki insanların ondan çok daha rahat ve mutlu yaşayabildiklerini düşündükçe öfkeleniyor, herkese düşman kesiliyordu. Arkadaşlarıyla konuşurken onlara daima kötü sözler sarfediyor, en küçük fırsatta işi
kavafaya döküyordu. Saçı başı darmadağınık dolaştığı için herkes ona çılgın ispanyol diyordu. Fakat herşeye rağmen Beethoven'in bir çok da dostu vardı. Çevresindekiler bu kavgacı fakat dürüst delikanlıyı seviyorlardı.
Onun hayatın gerçekleri karşısındaki davranışları da hoşa gidiyordu. Kalabalık salonlarda, arkadaş toplantılarında daima yabancı kalıyordu ama bu toplantılarda da herkes sadece onunla ilgileniyor, herkes onunla konuşmak için sabırsızlanıyordu. Bu çirkin, atlet vücutlu, inatçı adamda herkesi çeken gizli bir kuvvet vardı sanki.
Beethoven, yirmi iki yaşında Viyana'ya yerleşti. Artık ellerinin ustalığı sayesinde kendi ayakları üzerinde duracak hale gelmişti. Piyanoda gösterdiği başarı sayesinde Prens Carl Lichnowski ile eşinin de dikkatini çekti. Avusturyalı aristokratlar müziğe çık meraklıydı. Asil karı koca Beethoven'i evlerine aldılar ve ona yılda altı yüz florin (üç bin Türk lirasına yakın) ödemeyi kabul ettiler. Bu arada genç müzisyeninin Viyana sosyetesinde de tanınmasına yardımcı oldular.
Beethoven, bir süre neşeli, kayıtsız bir insan olmayı denedi. Hatta kendine bir atlı araba almayı düşünecek kadar da lükse merak sardı. Parlak renkli kumaşlardan elbiseler yaptırıyor, dans dersleri alıyor ve etrafını saran
genç kızlarla dostluk kurmaktan da çekinmiyordu. Beethoven, Viyana sosyetesinin bir numaralı erkeği olmuştu. Her yere davet ediliyordu, her gittiği yerde itibar görüyordu. Ama çok geçmeden bütün bunlar, asi ruhlu bestecinin sinirine dokunmaya başladı. Asillerin ona yakınlık göstermeleri öfkelenmesine sebep oluyordu. Genç adam, mutluluk bana yaramıyor diyerek durumunu açıklamaya çalışmıştı, daha doğrusu ben mutlu olmak için yaratılmamışım. Gerçekten de bestecinin dehasını geliştirebilmesi için yalnızlığa ihtiyacı vardı. Yalnız yaşamalı, ısdırap çekmeliydi ki eser verebilsin. Ben dünyaya mutlu, kaygusuz bir hayat sürmek için değil, büyük eserler yaratmak için gelmişim diyordu. Beethoven bunları düşünerek sosyeteden elini eteğini çekti. Onun kabaca davranışları iyi kalpli prens ile eşinin de sabrını tüketiyordu. Fakat onun, şımarıklıklarına, huysuzluklarına boyun eğmeye de kararlıydılar. Hatta bir keresinde Prens, hizmetkarlarından birene şayet Beethoven de seni benim çağırdığım sırada çağırırsa önce onun yanına gidip emirlerini yerine getirmelisin demişti.Prens, sanatın her şeyden önce geldiğine inanıyordu.
Beethoven, annesinin ölümünden sonra hastalık korkusundan kendini bir türlü kurtaramamıştı. Vücudunun hep ağrılar içinde olduğunu zannediyor, kendine hasta süsü veriyordu. Bestecinin üzüntüleri bu kadarla da bitse iyi...
Herkesin onu iyi bir piyanist, kötü bir besteci olarak tanınmasından da şikayetçiydi. İlk eserleri, güzel çalan fakat güzel eser yaratmaktan aciz bir müzikçinin eserleriydi. Halbuki Beethoven, her şeyden çok yaratıcılığa
önem veriyordu. Tek isteği, ihtirası güzel eser bestelemekti ama işte otuz yaşına yaklaştığı halde dikkati çekip ilgi toplayacak bir eser ortaya çıkaramamıştı.
Arkadaşlarının ona cesaret vermemeleri Beethoven'i ümitsizliğe düşürmemişti. Dehasının er geç anlaşılacağından emindi. Nitekim 1800 de tamamladığı Birinci Senfonisi Beethoven'in ilerde bir şeyler yapabileceğini müjdelemesi bakımından önem taşıyordu. Bu eserde, besteci kendisinden önce yaşamış olan bestecilerin eserlerinin etkisi altında kaldığını göstermişti ama gene de ileriye doğru atılmış bir adım sayılırdı bu eser.
Müzik eleştiricileri Beethoven'in yenilikler peşinde koşmaktan vazgeçip eski usulde eser bestelemesini tavsiye ettiler. Fakat Beethoven hiç başkalarının sözlerini dinler mi? İkinci senfonisiyle eleştiricilere adeta meydan okudu. Bu senfoninin Largetto temposundaki ikinci bölümünde orkestranın çeşitli sazları bir melodiyi karşılıklı tekrarlayarak bir nevi notalı dedikodu yapıyorlardı. İki ayrı grubun aynı melodileri karşılıklı tekrarlanmasından
sonra üçüncü bir grup araya karışıyordu. Eleştiricilerden biri Beethoven'in bu eserini dinledikten sonra bu gidişle bizim orkestralar sazlı dedikodu dernekleri haline gelecek dedi.
Beethoven bu sözleri de duymamazlıktan geldi. Birkaç sineğin ısırması yarışı kazanmaya azmetmiş bir atı durduramaz diyordu. Eleştiriciler ise Beethoven'in sadece bir konuşmadan ibaret olmakla kalmayıp aynı zamanda gramer yanlışlarıyla da dolu olduğunu belirttiler. Onların düşüncelerine göre bu konuşma, cahil bir adamın konuşmasından farksızdı. Beethoven, bu sert hücumlara da aldırmadı.
Hiç kimsenin önünde eğilmeyen, kimsenin sözünü dinlemeyen bu inatçı ve kibirli adam, her gün yeni bir gönül macerasının esiri oluyordu. Ancak evli kadınlarla hiçbir zaman ilgilenmemeyi prensip edinmiştir. Yalnız Beethoven, bir kadının kalbini kazanmak için gerekli olan meziyetlerin hepsinden yoksundu. Üstelik son zamanlarda kulakları da ağır duymaya başlamıştı. Bestecinin ilgilendiği kadınlar onun bu durumuna üzülüyor, genç adama acımaktan kendilerini alamıyorlardı. Gerçekten de Beethoven acınacak haldeydi. Sağırlık onu sadece cemiyetten, insanlardan uzaklaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda çalışmalarını da güçleştiriyordu.Bestelediği eserleri duyamamak Beethoven'i çileden çıkarıyordu. Dostlarına 'ben duymuyorum, yüksek sesle konuşun' diyemediği için onlardan kaçmak zorunda kalıyordu. Bir ara hayatına son vermeyi de düşünmedi değil. Fakat eserler besteleyebilmek için daha yaşaması lazımdı. Sanatı uğruna bu fedakarlığa katlanacaktı. O kaderiyle mücadele ederken, bir kumandan da Avrupanın savaş meydanlarında başka bir uğurda ölümle burun buruna çalışıyordu. Beethoven, insanlığın kurtarıcısı, saltanatın düşmanı olarak tanıdığı Napolyon Bonaparte'ye hayrandı. Bestelediği üçüncü senfoniyi de ona ithaf etmeyi kararlaştırmıştı. Tam eserin müsveddelerini Paris'e göndermeye hazırladığı sırada Napolyon'un fedakar kahraman hüviyetinden sıyrılıp kendini imparator ilan ettiğini duyunca müthiş sinirlendi. Öfkeyle senfoninin ithaf sayfasını yırttı. 'Demek Napolyon da alelade bir insanmış' diye bağırdı, 'diğer diktatörler gibi o da insan kalplerini zedelemekten başka bir şey bilmiyor'. Beethoven, üçüncü senfonisini Napolyon'a ithaf etmekten vazgeçti. Eserine 'Eroica' (Kahraman) adını koydu ve 'vücudu hala yaşadığı halde ruhu çoktan ölmüş olan bir büyük adamın hatırasına hürmeten' kelimelerini ekledi.
Yıllar geçtikçe, Beethoven'in huzursuzluğu da artıyordu. Arkadaşlarına bağırıp çağırıyor, hizmetçilerine kitap çanak fırlatıyor hatta patronlarına da hakaret ediyordu. Bir keresinde Prensin sarayına Napolyon'un ordusuna
mensup subayların geldiğini görünce o gece piyano çalmaktan vazgeçmişti.Prens ' misafirlerimin huzurunda piyano çalmazsan, harp esiri olarak şatoda hapsedileceksin' diye ihtar etti. Bu sözler üzerine Beethoven hiç bir şey demeden şatodan dışarı çıktı ve bardaktan boşanırcasına yağın yağmur altında üç millik yolu yürüyerek kasabaya geldi. Burada araba beklerken Prense de bir mektup yazdı: 'Prens' diye başlamıştı, 'sen bugünkü halini, doğuşuna ve talihine borçlusun. Ben ise kendi kendimi yetiştirdim. Bugüne kadar binlerce prens geldi geçti, bundan sonra da binlercesi yaşayacak. Fakat yeryüzünde yalnız bir tek Beethoven vardır.'
Beethoven, öğrencilerine karşı gayet sert davranıyor, onlara hiç durmadan dinlenmeden egzersiz yapmaları gerektiğini anlatıyordu. Hanım öğrencilerin yanında bile Beethoven öfkesini gizlemek zahmetine katlanmıyordu. Bazan günlerce ortadan kayboluyor, onu aramaya çıkanlar da besteciyi ormanda, ağaç altında ellerini şakağına dayamış bir halde buluyorlardı. Onu sükünete kavuşturan tek yer ormanda, ağaçların yanıydı. Beethoven, hasretini çektiği insan sevgisini ağaçlarda arıyordu. Sağırlığının her gün biraz daha artmasına karşılık bestelediği eserlerin sayıları da günden güne artıyordu. Beethoven, dördüncü senfonisini neşeli bir aşk senfonisi olarak bestelemişti. Bestecinin üçüncü ve beşinci senfonilerinin yanında dördüncü senfoni biraz sönük kalmaktadır. Bu arada Beethoven, Fidelio operasını da bestelemeye başlamıştı (1804) . Boully adındaki yazarın 'Leonore' isimli eserlerinden aldığı operanın bestelenmesi bir hayli uzun sürdü. Beethoven, insan seslerini sevmediği için onlara göre bir eser yaratmakta güçlük çekiyordu.
Mozart için müzik şairi diyenler, Beethoven için hiç çekinmeden müzik filozofu demektedirler. Besteci 'Kader' senfonisi adıyla anılan beşinci senfonisinde, felsefesini en ince noktalarına kadar anlatır. İnsanların kaderleriyle yaptıkları savaşın hikayesidir bu... Başlangıçta, insanoğlu kadere karşı açtığı savaştan galip çıkacak gibi görünmekteyse de son zafer gene kaderin olacaktır...
Beethoven'in hayatının en önemli olaylarından biri de onun ünlü şair Goethe ile tanışmasıdır. Besteci geçirdiği şiddetli bir sinir krizinden sonra dinlenmek, biraz da kendini toplamak için Teplitz'e gelmişti. Burada ünlü
şair Goethe ile karşılaştı. Hayli yaşlanmış olan şair, genç besteci üzerinde derin bir iz bırakmıştı. Teplitz'deki yaz tatili süresince iki sanatçı sık sık buluşmak fırsatını elde etti. Beethoven'in sağırlığı iki şöhretin
rahatça konuşmasını önlüyordu. Fakat birbirlerinden pek hoşlandıkları için sık sık ormanda yürüyüşe çıkıyorlar, bazı kereler hiç konuşmadan dakikalarca yürüyorlardı. Bazen de aralarında fikir ayrılıkları beliriyor,
şiddetli münakaşalara girişiyorlardı. Goethe, asaleti her şeyden üstün tutuyordu. Onun aksine Beethoven de demokrat ruhluydu. Bir gün parkta dolaşırken Krala rastladılar. Beethoven, karşıdan gelenlere hiç aldırmadan
başı yukarda yoluna devam etti. Gothe ise yanındakilere hürmette kusur etmedi. Sonra da yaptığı kabalıktan ötürü Beethoven'i azarladı. Bu yüzden de iki dostun arası açıldı.
Beethoven akrabalarına karşı da dostlarına yaptığı gibi haşin davranıyor, bestelediği sevgiyi sert davranışlarıyla gizlemeye çalışıyordu. Küçük kardeşlerinden Johann ilaç imalatı üzerinde çalışmış, başarılı bir iş adamı
olmuştu ve her zaman da başarılarıyla övünmekten hoşlanıyordu. Aynı zamanda büyük bir arazi satın aldığını da herkesin bilmesini istiyordu. Bir gün, ağabeysini ziyarete gittiği zaman kartvizitine 'Johann van Beethoven - Akıl sahibi' kelimelerini yazmayı ihmal etmedi.
Besteci, kardeşi Caspar'a daha fazla yakınlık gösteriyordu. Bir süre onu yanında sekreter olarak da çalıştırdı. Caspar öldükten sonra da o tarihte dokuz yaşında olan oğlu Carl'ı yanına alıp onu manevi evlat edindi.
Beethoven, küçük Carl'ın bakımını üzerine almakla omuzlarına pek ağır bir yük yüklemiş oluyordu. Carl'ın annesi zengin bir ailenin kızıydı ve kocasının kardeşine çocuğunu vermek istemiyordu. Yengeyle kayınbirader
mahkemelik oldular. Dava yıllarca sürdü. Beethoven'in maddi durumu iyice kötüleşmiş, üstelik mahkemenin verdiği heyecan ve üzüntü sihhatini de bozmuştu. Herşeye rağmen Beethoven sevgili yeğeninin tahsili için bir kenara bir miktar para ayırdı ve kendi ihtiyaçlarından fedakarlık yaparak varını yoğunu Carl'a harcamaya koyuldu.
Yeğenin de günün birinde iyi bir besteci olacağına inanıyordu. Fakat maalesef bu konuda onu büyük bir hayal kırıklığı beklemekteydi. Carl, idaresi son derece güç olan asi ruhlu bir çocuktu. Okulda ders çalışmaktan
sa bilardo salonlarında oyun oynamayı tercih ediyordu. Amcasından aldığı harçlık masraflarına yetmediği gibi bir sürü de borca girmişti. Bir keresinde delikanlı intihar etmeye kalkışmış, aklınca dertlerinden kurtulmak
istemişti. Gerçi Carl'ın intihar denemesi yarım kalmıştı ama Beethoven bu olaydan sonra kendini bir türlü toparlayamadı.
Carl van Beethoven sonradan iyi bir insan olmuş, akıllanıp uslanmış, amcasının müziğiyle iftihar etmiştir. Fakat Beethoven, haylaz yeğeninin akıllandığını maalesef görememişti.
Çeşitli sıkıntılar ve artan sağırlık Beethoven'in gerektiği kadar fazla çalışmasına imkan bırakmıyordu. Sekiz senfonisini de 1815'ten önce, yani Carl'ı evlat edinmeden önce bestelemişti. Dokuzuncu senfonisini ise 1824'ten önce tamamlayamadı. Dokuz yıl süren ısdırap büyük bir neşe tufanıyla son bulmuştu. Dokuzuncu senfonisi o güne kadar bir benzerine daha rastlanmamış, inanılmayacak derecede güzel bir eserdi. Beethoven, eserin son bölümüne ünlü Alman şairi Schiller'in 'Neşeye Şarkı' isimli eserini de koro parçası olarak besteleyip eklemişti. Dokuzuncu senfoniyi dinleyenler kulaklarına inanamıyorlardı.
Bu muazzam eser, ilk defa 7 Mayıs 1824 tarihinde Viyana Kraliyet Tiyatrosunda çalındı. Kulakları artık adam akıllı sağırlaştığı halde besteci eserinin idaresini başkasına bırakmak istememişti. Besteci şef değneğini (baget) eline aldıktan sonra konseri başından sonuna kadar hiçbir aksaklığa sebep olmadan idare etti. Fakat konser bitip de halkın çılgınca alkışları salonu inletmeye başladığı zaman Beethoven, hayatının en acı dakikalarını yaşadı. Zavallı besteci, çevresinde olup bitenlerden habersizdi. Alkışlara karşılık olarak halkı selamlamasını ona işaretle anlatmaya çalıştıkları zaman da bestecinin üzüntüsü son haddini buldu. Dehşet içinde iki eliyle kulaklarını kapadı, hıçkıra hıçkıra ağlayarak salondan uzaklaştı. Kader,Beethoven'e en büyük
darbesini indirmişti, ölümü de yakındı artık..
Konser gecesinden sonra yatağa düşen Beethoven, aylarca ölümle pençeleşti. Son mücadelesi de iki gün iki gece sürdü. Artık kendini bilmez bir halde yatıyordu. Dışarıda ise korkunç bir fırtına hüküm sürmekteydi. Şimşekler çakıyor, rüzgar uğuldayarak esiyor, yağmur bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Bir ara şimşek çakmasıyla ölümsüz besteci de gözlerini açtı, sağ yumruğunu havaya kaldırdı, hafifçe boşlukta salladı, sonra başı geriye düştü, ölmüştü...
Arşivden.
-
Pyotr Ilyich Tchaikovsky
UMUTSUZ AŞKLARIN ÖLÜMSÜZ YAPTIĞI BESTECİ
ÇAYKOVSKİ (1840 - 1893)
19’uncu yüzyılın en ünlü Rus bestecisi kuşkusuz Çaykovski’dir. Rus Müziğin tarihinde ciddi müzik eğitimi alan ilk besteci olan Çaykovski, duygu dünyasını notalarla anlatmıştır.
Derleyen: Ayhan Erten – Bütün Dünya (2000 Başkent Üniversitesi Kültür Yayını Eylül 2001/ 09
-
Beş yaşında küçük bir çocuktu. Ailesiyle salonda oturmuş Don Juan’u dinliyordu. Brden çevresindeki her şey yok oldu. Adeta transa geçmişti. Müzik onu tümüyle etkisi altına almış, egemenliğini ona kabul ettirmişti. Küçük ruhu müziğin esiriydi sanki…
Ezgiler, kömür tozuyla kirlenmiş, makine gürültüleri ile uğuldayan maden şehri Votkinsk atmosferine uzanıyor; o da, seslerin ardı sıra uçuyor, gökyüzüne yayılıyordu. Birden sarsılarak gözlerini kapadı ve olduğu yere yığıldı.
Yatağına yatırılırken gözyaşlarına boğulmuş, “Korkuyorum… Müzikten korkuyorum” diye inliyordu. 1845 yılının o akşamı, Pyotr İlyiç Çaykovski, ona bir daha rahat yüzü göstermeyecek olan ihtirası keşfetmişti.
Ne türlü mesleki sıkıntılar içinde kıvranan maden mühendisi babası, ne de ev işleriyle yorulan annesi aşılamıştı ona bu sevgiyi. Çaykovski’nin başlıca uğraşısı artık piyanoydu. Kendisine piyano çalmayı öğretmesi için yalvardı annesine. Tuşlarda Don Juan’ın etkisini yakaladığı gün, vücudunu saran heyecan gözyaşlarıyla belli etti kendini.
Pyotr’un sara hastası olduğunu bilen ailesi, onu boş yere piyanodan uzaklaştırmaya çalıştı. Bu hastalığı Nantes Fermanı’nın ilanıyla Fransa’dan kaçan mültecilerin soyundan olan annesinin babası Andre Assier’den almıştı. Ama o, masalar, sandalyeler ve camların üzerinde tempo tutarak müzik yaratmaya devam etti. Birgün bu yüzden kırdığı bir cam elini kesti. Kanayan parmaklarına bakarken yüzünde yine de mutlu bir gülümseyiş vardı.
On yaşına gelince babası, onu St. Petersburg’daki hukuk okuluna yazdırdı. Babasına isyan etmeyi düşünmeyen Pyotr, buradan mezun olduktan sonra, Adalet Bakanlığı’nda memur olarak çalışmaya başladı. Fakat üç yıl sonra istifa ederek Anton Rubinstein tarafından kurulan konservatuara yazıldı. Bu haberi alan ailesi çılgına döndü. Onu daha şimdiden, bir tavan arasında besteciler ve kadınlarla, içki ve sefalet dolu bir yaşam geçirirken düşünüyorlardı. Bunun üzerine Pyotr’a gönderdikleri parayı kıstılar. Bu biçimde müziğe olan aşkından vazgeçirmeyi amaçlıyorlardı. Fakat o, hasta, sinirli ve aç olmasına karşın yılmadı. Yaşamını kazanmak için ders vermeye, kopya işleri kabul etmeye ve sevilen parçalardan potporiler hazırlamaya koyuldu.
İlk besteleri beğenilmemişti. Bununla birlikte St. Petersburg Konservatuarı’nı bitirir bitirmez, Moskova Konservatuarı’na öğretmen olarak atandı. Fakat tutumsuzluğu ve kumarda kaybetmesi yüzünden, sefaletten bir türlü kurtulamıyordu.
Ancak 1868’de, 28 yaşındayken, bir kadına yaklaşabildi. Desiree Artot adlı bu Fransız kadın, Moskova’dan temsiller veren İtalyan operasının Primadonnasıydı. Uzun boylu ve çirkin bir kadın olan Artot, yüzünün kırmızılığını ancak kalın bir pudra tabakasının altında gizliyordu. Fakat zeki, kültürlü ve ablayışlı olduğundan Çaykovski onun yanında, başkalarının yanında yakalayamadığı bir rahatlık duyuyordu. Kendisinden iki yaş büyük olsa da onunla evlenmeye karar verdi. Fransız primadonna, Çaykovski’nin teklifini mutlulukla kabul etti.
Artot, Varşova’da konser vermek zorunda olduğundan, düğünlerini ertelediler. İki nişanlı birbirlerine sonsuz vaatlerde bulunarak ayrıldılar.Ama bu son görüşmeleri olacaktı. Çünkü ayrılık günü, Anton Rubinstein’in kardeşi Nicolas, Desiree’yi ziyaret etmiş ve ona Çaykovski’nin karakterinin kendisini eş olarak mutlu etmesini engelleyeceğini anlatmıştı.
Bir yıl sonra Desiree Artot, Çaykovski’nin kendisi için hazırladığı, “Siyah Domino”yu söylmek için Moskova’daydı. Temsil gecesi Çaykovski, kaybettiği sevgiliden yaşlı gözlerini ayıramadı.
Çaykovski, aşkta olduğu kadar sanatsal hedeflerine ulaşmakta da düşkırıklığına uğruyordu. İlk operaları, “Voyvoda”, “Deniz Kızı”, “Opriçnik” ve “ Demirci Vakula”, müzik çevreleri ve halk tarafından tam bir kayıtsızlıkla karşılandı.
Çaykovski, bir ara evlenerek oyalanmayı düşündü. Eski öğrencisi olan Antonina İvanovna Milyukof’la evlendi; ancak onunla ortak yaşama katlanamayarak eşini terk etti. Yine de yaşamının bu döneminde, arka arkaya “Romeo ve Juliet”, “4’üncü Senfoni”, “Francesca di Rimini”, “Fırtına”, “Eugene Oegin” gibi bestelerini yaptı.
Bu besteler Çaykovski’ye, az çok bir ün sağlamıştı. Bununla birlikte bir süre sonra kendisine güçlü bir manevi teselli buldu: En sadık hayranlarından olan Nadejda Filoretovna von Meck… Birkaç yıldır mektuplaşıyorlardı. Kadına, ölen eşinden büyük bir servet kalmıştı. İyi piyano çalan, müziğe aşık, 45 yaşlarındaki bu kadın, 11 çocuk annesi ve birkaç bebeğinde büyükannesiydi.
Von Meck, besteciye yıllık bir gelir sağlamakta gecikmedi. Çaykovski’nin fotoğraflarıyla çevrili olarak yaşıyor, adeta ona tapıyordu. Yazdığı olağanüstü mektupları, Çaykovski de minnettarlık ve saygı dolu bir dille yanıtlıyordu. Bununla birlikte von Meck, Çaykovski üzerindeki etkisini yitirmek korkusuyla, onunla karşılaşmaya yanaşmıyordu.
Von Meck’in isteğine uyarak, bestecinin ona ait evlerde günlerce kaldığı olurdu. Bir kez sevgilisinin terk ettiği Brailova malikanesinde konuk olmuştu. Şatodaki tüm hizmetkarlar emrindeydi. Öğleden sonlraları bir araba, masasını ve koltuğunu, ormanda bir göl kenarına taşır, Çaykovski de orada kuşların sesini dinleyerek yemek yerdi. Birçok zarif melodisini de burada besteledi.
Bayan von Meck, onun her gereksinimini düşünüyordu. Örneğin, von Meck’in, Moskova’daki evine gittiğinde Çaykovski, en sevdiği sigaraları, uyumadan önce alması gereken ilacı, nota kağıtlarını ve iyice yontulmuş bir kalemi, kendisi için hazırlanan yazı masasının üzerinde bulmuştu. Daha sonra Bayan von Meck’in isteği üzerine, İtalya’da oturduğu sarayın beş yüz metre ilerisindeki bir villaya yerleşti.
Bir yaz sonra Bayan von Meck, Çaykovski’yi tekrar Brailova malikanesine çağırdı. Kendisi ailesiyle büyük evde oturuyor, besteci ise bahçenin bir ucundaki şirin evde kalıyordu. Bayan von Meck birgün ormanda arabayla gezinirken, bir rastlantı eseri oralarda dolaşan Çaykovski ile karşılaştı. Yaşamlarında ilk kez göz göze geldiler. Ne yapacağını şaşıran çaykovski şapkasını çıkardı. Titremeye başlayan kadın, bu selama karşılık bile veremedi.
Çaykovski birkaç gün sonra gizlice büyük eve yaklaştı. Zengin dul o gece muhteşem bir balo düzenlemişti. Çaykovski, göl kenarındaki çalıların arasında olduğu için hiç kimse tarafından görülemeyeceğini sanıyordu. Birden bir gölge kalabalığın arasından sıyrılarak, bestecinin gizlendiği çalının yanından geçti. Bu gölge tabii ki Bayan von Meck’ti. Çaykovski, kadın gözden kayboluncaya dek yerinden kımıldamadı. Sonra öfkeyle göğsünü yumruklamaya başladı. Aşkları sona mı eriyordu? Birbirlerini bu derece yakından gördükten sonra, mektuplaşmaya devam edebilecekler miydi?
Yapıtları gerek Rusya, gerek yabancı ülkelerde çok beğenilmeye ve para getirmeye başlamıştı. “Jean d’arc” operası Moskova’da büyük bir başarı kazandı. Birçok nişanla donatılan ve sosyete klüplerine üye olarak kaydedilen besteci, başının döndüğünü hissetmeye başlamıştı. Oysa o günlere dek tüm yaşamını saklanmak, korkudan titremekle geçirmişti. Şimdi, kendi sergilemek, grandükleri, prensleri, sosyete kadınlarını ziyaret etmek zorundaydı.
Avrupa artık onu bekliyordu. Paris, Berlin, Prag ve leipzig’de her zamankinden de çok alkışlandı. Bayan von meck’e de giderek daha seyrek mektup yazar oldu. 1891 Nisan’ında Amerika’da uzun bir turneye çıktı. New York, Baltimore, Washington ve Philadelphia’da tüm tahminlerin üstünde başarı kazandı. Fakat yine de von Meck’ten uzakta mutlu değildi. Sarhoş olarak geçirdiği bu günlerde “Kral renee’nin Kızı” adlı bir opera ile “Fındıkkıran” balesini besteledi.
Bu besteler kendisini tatmin etmediğinden, ünlü “Senfoni Patetik”ini yarattı. 16 Ekim 1893’te St. Petersburg’dahalka ilk kez dinletilen bu senfoninin fazla alkış toplamaması besteciyi çok da üzmemişti.
20 Ekim 1893’te kardeşiyle bir lokantada yemek yerken, kaynamamış bir bardak su içti. Daha o günün gecesi korkunç karın ağrıları çekmeye başladı. Ellerinde ve ayaklarında mavi lekeler belirdi. Bunları gören Çaykovski, daha doktorun teşhisini dinlemeden, annesi gibi koleraya yakalandığını anladı.
Susuzluktan kıvranırken hep Bayan von meck’i sayıklıyordu. Susuzluğu katlanılmaz bir duruma gelmişti. Dünyanın ve gökyüzünün tüm duyu bile, bağırsaklarını yakan ateşi söndüremezdi. Bir ara gözlerini açtı. Yatağının çevresinde toplananlar arasında onu aradı. Sevgilisi Bayan von meck orada değildi. Son bir gayretle “Nadejda Filoretovna… Unutma” diye sayıkladı. Günün birinde ona kavuşacağını umuyordu. Biliyordu ki, karşılaştıklarında, konuşmaktan ve birbirlerini sevmekten utanç duymayacaklardı.
Hastalığının bulaşıcılığına karşın binlerce insan, tabutunun önünden geçerken, cesedin alnından öpmekten çekinmediler. Korkuları,zayıf yönleri ve hatalarından kurtulan Pyotr, dahi bir müzisyen olduğunu tüm Rusya’ya sonunda kabul ettirmişti.
(dergiden yazıya geçen akın akça)
Arşivden.
-
Not: başlıktaki kelimenin ne olduğunu ben de bilmiyorum -aslında biliyorum- ama içimden öyle yazmak geldi bu sefer.
_________________
“Akrabalarımın maymun olması beni utandırmaz ama zekasını doğruları çarpıtmak için kullanan bir insanın soyundan gelmek (fikri) beni gerçekten utandırır.” T. H. Huxley
-
Durumlalar ard arda geldi; ben bu yazıyı yazdıktan günler sonra başbakan Tayyip gene bir laf yumurtladı:” Avrupanın bilimini, sanatını değil de ahlaksızlığını aldık.” Eh, Tayyip bey, siz ne kadar art niyetli olduğunuzu bilirsiniz; insan seçmek gibi bir olgu kitabınızda yer almaz, hayata cesaret almak da nedir bilmezsiniz, dediklerinize şaşırmadım, alır yandaşlarınızı kurulursunuz koltuğa, tüm insanlığa ortak bir payda sunmak kim siz kim. Sen kendin için ne tür bir ahlaktan bahsedebilirsin ki kalkıp batı dünyasını suçlayabilesin ki, önce kendinizi düzeltin. Oraya buraya cami yaptırmakla ahlaklı olunmaz, beş vakit namaz kılsan da günahların seninle Tayyip bey.
Ayrıca şu biline ki, genellemelerden kaçınmak lazım. Bir millet ya da bir uygarlık öyle kolay kolay suçlanamaz. Türkler için de geçerli batıya da ya da ne bileyim Rodezya için de geçerli bişey. Alevilere mesela atıp tutarsan bu ilerde senin yakana yapışır, cem evi yıkmaya çalışırsan bu da yakana yapışır, faraza yıkmazsın ya cami de yıksan bu da gelir senin yakana yapışır.
Demin değindiğim:” Avrupanın bilimini, sanatını değil de ahlaksızlığını aldık.” Şu söz üstünde biraz düşündüm ve bana Amerikan’ın falan sahip olması muhtemel denilen ‘mind control’ olaylarını hatırlattı bana tayyipin bu lafı. Halkın zihnini karmaşık ama kendince planladığı, laflarla kontrol altına almak mı istiyor? Bu lafları yoksa anı anına ona Bush mu iletiyor demesi için? Olasılık vermiyorum. O zekada göremiyorum onları. Ama gene de kontrol altında tutulmalılar.
Kayıt Tarihi : 25.1.2008 12:53:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!