En son fark ettiğimde en korkusuz olduğum anda başlamıştı en çok korktuğum an…
Kendime korkusuzluk mührünü yapıştırdığım zaman, onu en çok sevdiğim ve en bağımlı olduğum anlardı en çok korkmaya başladığım zaman…
En çok korktuğum zamansa onun gidişini ilk düşündüğüm andı ve onun gidişiyle kâbuslar içinde korkularla kıvrandığım zamanlardı ve onu kaybetme korkusu beynime mıhlanıp o mıhlanmayla yaşarken alışmıştım korkularımı bastırmaya ve sonuç o gittikten sonra en çok korktuğum ağlamalarla yaşama alışmış olmakla korkuların kâbusa döndüğü zamanlar artık vazgeçilmezim olmuştu…
Oysa o da bir insandı ve o da çoğu zaman boynuma sarılıp ağlama krizlerine dalardı. Şimdi anlıyorum o da korkularını ağlamalarla geçiştirirdi ve biz korkularımızı ağlamalara dönüştürerek birbirimizden ayrılırsak, en büyük korkularla hatta kâbuslarla yaşayacaktık…
Şimdi biliyorum ki o da ağlıyor, ben de ağlamadık zamanı yaşayabilirsem, gülebiliyordum…
Birbirimize sevgi sözcükleri yazamıyorsak bile sık sık ağlama seslerimizi duyurabiliyoruz…
Galiba hayat bize ağlamaları bağlamış, unutulmaz sevmeleri vermişti ki artık bunu inkâr etmenin de bir anlamı kalmadı…
Evet sevgili ben de senin için, sen kadar, kendime ağlıyorum…
Ve anladım ki bu ağlamalar artık sahipsiz değildi…
Ve anladım ki seni en çok sevecek kadar ağlıyorum, senin için…
Kendi kendime soruyordum, korkunun yalnızlaştırdığı bedenin hayata duruşunu bilir misin diyordum, öylesine derinde, öylesine boşlukta, öylesine sessizliktedir ki kendi kendini çene titreyişleri ile meydana ve de görünüşe atar… İşte bu anlar tam da yalnızlaşmaların sesleridir tam da beden titreyişlerinin görüntüsüdür ki hayatın yaşanmış korkularının tamda kendisidir ve büyük bir çaresizlik bakışlarının resmidir, işte bu korkunun resmidir…
Ve ekledi…
Ey sevgili, düşlerimin kâbusu ve de yaşamımın dar zamanlarımın sahibi, kalbinde, ruhunda ve benliğinde ne zaman bir ferahlık duyar, içinde ne zaman bir yaprak kıpırtısı gibi serinlik hissedersen, bil ki tam da o anda, o bir nefeslik zamanda, ben senin yanındayım…
Bu inkâr edilemez bir istek, her şeye ve de her keslere rağmen ve bu sevginin bu güne kadar çizilmiş son resmidir ve bu mutluluğun çizilmiş son resmidir…
Ve bu resimler bugüne kadar hiçbir değerle satın alınamadı…
Bu gün her şeyin bedelinin karşısına seni koydum düşüncemde ve senin de dediğin gibi sonuçsuz kalıyordu soru, her şeye karşı bir sen oluyordun ki hâlâ tartışmasız bir varlığın vardı içimde, bu yüzden de bu yazmalarımla bir türlü sona erip kitaba dönüşemiyordun…
Aslında sonuçta tek cümle vardı, “o işte, kaybetti bende o öldü” denmiyordu işte senin dediğin gibi “sürünüyorduk kendi aramızda…”
Ve “birbirimizi inkâr etmeye gücümüz yetmiyordu ve biz birbirimizin karanlıklarında saklanıyorduk, karanlıklarda kendi kendimizi kucaklarken, korkularımıza sarılıyorduk ve biz kendi kendimize korku gülmeleri veya gülümsemeleri ile bağlanıyorduk hayata…”
Kendi kafamdaki düşüncelerle kendimde olmak istediğim özelliklerle, bir benlik yaratıyordum belki de ona bağlı kalıp yaşamdaki son nefese ulaşmak istiyordum, belki de sadece onun varlığına adanmış bir benlikle yaşamak bu sevgiyi hak etmişlik duygusu yaşatıyordu bende bu da nefesler boyu her şeye rağmen bu sevgiyle yaşamak mecburiyeti veriyordu bana… “Verdikleri aldıklarının yanında çok cılız kalıyordu ve ben bu bağımlılığın bedelini ödüyordum, yaşam her şeye rağmen güzel değildi artık ve yaşam bedel ödendikçe daha da güzelleşmiyordu ve bedeller ödendikçe sevgiler büyüyordu, öyle büyüyordu ki artık hasretin verdiği acı da dayanılmaz bir biçimde bedeni sarsarcasına büyüyordu, sevmenin acısı da güzelmiş meğer sevginin kendi acısıyla büyümesi de güzelmiş meğer…”
Ve böylece acılanarak yüreklere sığmaz sevgiler oluşuyormuş meğer…
Yabancılaşmış bir hayatın kahramanı oluyordum artık…
Çoğu zaman korktuğum tüm düşüncelerin içinde kendimi mücadele eder buluyordum ve bu sevginin kahramanı olmak, onurum ve utkum olmuştu artık, tüm yaşantımın heceleri senle bağlı cümlelere dönüşüyordu çoğu zaman ki acılarımın kökeninde bu oluyordu…
Çürürmüş bir bedene sahipmişim gibi hissediyorum kendimi veya çürümeye yüz tutmuş bir benlik gibi hissetmek istiyordum belki de kendimi sis bulutları arasında kalmış başı sonu belli olmayan düşüncelerin resmine bakıyordum belki de her şeyin zorlamasına kare kare değişmelerini seyrediyordum düşünce zincirinde…
Çoğu görmek istemediğim kareler, çoğu da silinmesi için var gücümle gayret ettiğim pörsümüş anı resimleri, korkuyordum aslında beyin yalnızlığında kalıp tüm karelerin bir anda yok olmasından veya korkunun resmini kare kare çizemeyeceğimden…
Her gün an be an yalnızlaştırıyordum kendimi, bir sahil kenarındaki taşın üstünde otururken deniz suyu köpüklerinin kaya diplerinde pörsümelerine bakarken, çoğu kez kendime acıyordum…
Nerde kaldı o köpüklerin üstünde sörf yaptığım zamanlar ve nerede kaldı köpüklerin üstünde yüreğimi sörf yaptırdıklarım…
Belki kendime yabancılaşıyorum, belki de en çok önem verdiklerimi bile kendime yabancılaştırarak suskunluğa dönüşüyordu dilim düşünce zincirinde…
Oysa içimdeki kıpırtılar an an ortaya atıyordu kendini son deniz suyundan hızla yüzmeye başlayarak deniz dalgalarına sert sert kulaç attığım kareler vardı, diklemesine derine ulaşmak için suyu diplediğim anları özlüyorum sanki gözlerimi dağlayan deniz tuzunun gözlük altından yanmalarını kaşıyamadan daha da hızlı diplere ulaştığım anlar vardı an an canlanan…
Bunları yaparken hatırlıyorum da kızgınlıkların öfkeye dönüşmüş hali ile ayak çırpmalarına dönüşen öfkenin resimleriydi bunlar…
Çoğu zaman vitrin camlarındaki aynalarda gördüğüm kendi yüzümün yalnızlık çerçevelerindeki hüznün resmini tarif ederken hissediyorum…
Bunlar mıydı çürümeye, ruhsal yanışa adım atış?
Bunların sebebi bir kadını çok sevme resmine mi sığınıyordu? Sahi böyle resim nasıl olurdu sevmenin içine gizlenen bakışlardaki parlaklığı veya fırlayışı nasıl tarif ederdik ki?
Bunlar da mı çürümek için geçen zaman?
Peki mutluluğu bu çürümenin neresine sokacaktık, neden bitiremiyorum bu yazmaları, bu da başka bir korku değil mi, sevgiye dair kalacak ve bu güne kadar kullanılmamış cümle kalması korkusu mu?
Bu güne değin mutluluğa dair tüm cümleleri söyleyebildik mi ki?
Neden hâlâ sevgide eksik kaldık diyoruz, neden sevgi benim ilk nefesim gibi kutsaldı, diyemiyoruz hâlâ, riyayı, yalanı, ben mi icat ettim, ben mi ortaya attım, sadakati veya ihaneti? Sahi ihanet neden var, bir bedel eksiği miydi, bu ki içine sokuldum?
Verilmemiş ve de ödenmemiş bedeller mi vardı daha ki art arda ihanetler yapışıyordu hayatıma, daha kaç ihanet bedeli ödenecekti, bunun resmi nasıl çizilirdi ve sorgusu sevme fazlalığı mıydı?
İşte eksik yaşadık sevgiyi derken bile eksikliği ortaya atıyorduk…
Çürümeye yüz tutmuş duyguların filizleri olabilir miydi sevgili, bi söyle, bak seni yeniden sevmem mümkün değil ama az sevmişim, eksik sevmişim, eksik sevmişim demem mümkün, çünkü adım adım çürümeye giden bir bedene sığınmış ruhum…
Bunların hiçbir yerinde pişmanlıklarım yok mu, elbette var ama bu pişmanlıklarda benle beraber çürümeye yolculuk ediyor…
Yeni bir hayat veya yeni bir yaşam tarzı seçilemez mi, her şeyi unutup yazmayı durdurup yeni nefesler alınamaz mı, böylece çürüme durdurulamaz mı neden olmasın ki, olur tabi ama o zaman da çok birikmez mi söylenmemiş cümleler, yazılamamış kelimeler ve bir yerde bekleyen yüzlerce, binlerce sayfa yazı nasıl çürüyecek ve ne olacak? Ya kitaplar, ya Aysudem’in yaşamı, ya Göç kızı Karanaz’ın ağlayışları duracak mı, ya da Bendeki yol öykülerin, ne olacak hepsi sahipsizliğin resminde mi birikecek?
Biliyor musun sevgili, bu yoldaki en güzel şey, senin sesini ve gözlerini hatırlamak, çünkü onlar masumdu, çünkü onlar riyada tek düze konuşamaz bakarlardı ve yalanın içinden gerçeğe fırlarken, masumlaşırlardı, işte çürümeye giden yolu uzatan belki de en büyük etken buydu… İşte bu sevgi ki “biz sevilirken daha çok sevdik” derdi…
İşte böyle sevgili “ çürümeye bile seni düşünerek gitmenin başka bir güzelliği varmış ki buna da sevmek deniliyormuş…
Bir zamana kadar her şey olduğundan daha güzeldi…
Bakışlarında kaybolan gözlerimin ardında kalan düşüncelerin mutluluğu birdaha asla ve asla olamayacaktı, bunu çok iyi biliyorum, çünkü sevginin bakış resmi bir kez çizilirdi, bir de sesinin tınısı var ki bir daha asla ve yine asla tekrar doluşmayacaktı kulaklarıma, bir daha ki o masum gülüşün olmuştu zaten son günlerde sevgi sözcüklerini ve de avuçlarının sıcaklığı asla oluşmayacaktı ruhumu delercesine, unutulacaktı tüm cümleler, kapı aralığından gelen ışık huzmesi de kesilmeyecekti, çünkü artık sen kapının arkasından benim gelişimi beklemeyeceksin ve nefeslerimiz artık karışmayacaktı, birbirimizin nefeslerine ve nefes nefese konuşmalarımız çok uzaklaşacaktı bizden…
Kokular da mor dağın bir yangınlıkta sönmüş küllerinin içinden karışarak gelecekti burun diplerimize ve artık o ilkbahar güneşliği yumuşaklığını hissedemeyeceğiz kokularımızla bir birimizden…
Üzülme sevgili tüm baharların kokuları farklıdır, hele uzaklarda yaşadığımızı da hissedersek, o anlarda biraz bahar, biraz hüzün veya bahara karışmış hüzün kokar yaşam gene de çürümeye giden yolculukta…
İnsan hayatı başka bir şey be sevgili, başka bir şey, tüm mevsimlerin üstüne bir de ayrılık mevsimi eklenir ki beş mevsime dönüşür yaşam kesitleri, hele geceleri hiç ışık olmaz yaşam karesinde çoğu zaman, olsa bile biraz soluktur, gece bile soğuk karanlıktır, biraz puslu, biraz pişmanlıklı, ışıklıdır… Çoğu zaman yere bakınır insan ve çoğu zaman da kendi kendine bağrınır ki onun sesi bir ağıt oluşturur, bir ney sesinin tok sesidir karanlığın sesi, hiçbir canlının sesi diğerine karışmaz ve uğultulu, basık, izbe karanlığındaki boşluğa dönüşür çoğu zaman…
Bu yüzden değil midir yaşamın çoğunda eğrelti nefes almalar vardır, çoğu zamanlarda eğrelti acılar, geçişi olmayan yolların yaşam karesi, hep eğreltiydi, korkusuz yaşam sanmıştık eğrelti gülüşlerle hayatı veya eğrelti dostlukları saklamıştık koynumuzda, sadece eğrelti acıların yapıştığı bir yürek vardı kendi halinde çarpmaya çalışan…
Üzülme sevgili, alışır gider insan, alışmaya giden yolda da çürür insan…
İşin kötüsü bu çürüyüşte yalnız da değildi, etrafına bakınır ki gördüğü şaşkınlıktır, hep sevdikleri, hep çok sevdiğidir en yakınında çürümeye giden yolda…
Biraz karamsar cümleler bunlar ama gerçek be yar, eskiyor insan yar, kelimesi bile eskiyerek çıkıyor… Ama dönüyor bu an zamanları, bu dipsiz pişmanlıklar değil aslında, sadece sahip olamadığımız bir benlik yok oluyor, an an ve gariptir sen de dahilsin buna…
Sonra bir anda durup, şimşek çakar gibi durup, tüm yangın yerlerindeki is kokuları gibi fütursuz durup, arakasını dönüp kadına baktı, sus dedi yıldırım düşmesi gibi sus, içimdeki tüm yangınların harlaması gibi sus, sadece gözlerime bak, oradaki koyuluktan karanlığa bir merhaba de, o derinlikte kaybolmuş bir beni görüp tüm karamsar düşünceleri benden savıp, bir selam ver uçan kuşa, yeni doğmuş güne, kanat çırpan göçmen kuşların gelişine, öksüzlüğüme, baş edilmez acılarıma, kurumuş tüm umutlarıma bir merhaba de olsun varsın hüzün aksın içinden merhabanın ama gene de bir ses ol ki suskunluk bozulsun sonra devam etsin ayrılığın şarkıları, hüznün sesi ve deki yaşayabildin mi benden sonra ki gerisini boş ver senin ömrün yetmez benim acılarımı dinlemekle, unutma her merhaba gülen yüzlü insanlara söylenmezdi…
Boşluğun sesi dolanıyor kulaklarımda, o tok ve uğultulu bakışı andıran, rutubetin kokusu gibi, dağılası hali hiç yok…
Karma karışık düşüncelerin oluşum sesleri gibi hışırtılar çıkıyor meydana ve sadeleşmiş bir yaşamın farklılıkları çıkıyor, belki de bu kendini kimsesiz hissedip, kimsesizleşmenin çıtırtıları, çoğu zaman pişmanlık tepinmeleri gibi oluşuyordu bu yalnızlık kesilmeleri…
Artık sonlanacak bir oyunun peşine düşmüştük…
Aslında biz bu düşüncelerle nefesler alırken, her nefesin içinde birbirimiz vardık…
Ve her gittiğimiz yere bu nefeslerle giderken birbirimizi taşıyorduk oralara an be an ve her şartla ayrılmaz bir bütün olmuştuk, gittiğimiz her yerde…
Bizim yalnızlığa hakkımız yoktu, bizim yalnızlık nefeslerinde hakkımız yoktu, ya soluğumuzu kesip kurtulacaktık bu nefes kokularından, ya da bukağılanacaktık birbirimize mecburen…
Zaten prangalı idik nefeslerde…
Kaybettiğimiz çok şeyimiz varken, sevinçlerimizin yok oluşu gülüşlerimizi değiştirmişti ve biz böyle bir yaşamda kısık gülüşlere sahip olacaktık artık…
Sen ve ben ve içimizdeki bizlerin yaşadığı tüm anlar artık nefeslerimizde hayat buldukça bulacaktı…
Ve yaşam kurusıkı bir merminin ucundaydı…
Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 18.6.2013 17:16:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!