Ben, bu yaz serin geçer sanmıştım. Uzun zamandır konuşmayı unutmak, hiç bir şeyi bilmemek, yalnızca, evet yalnızca gece yarısı edilebilecek bir telefonla uyanıp, eski, çok eski bir arkadaşın sesini duymak istemiştim. Galiba, en büyük hatalarımdan biriydi bu. Ses ne kadarını anlatabilir ki bir insanın: görmeden, dokunamadan, ansızın kapatarak avcunu, bir kelebeği orda hapsetmek gibi bir şey olmalı. Oysa ağrılı yaralarım, ‘janti’ taklalarım, hububata dönüşmüş yanlarım vardı. Oysa ben, bu yaz serin geçer ve sessiz kalmayı tercih ederek, evimde, odamda, fallar açarım, belki biraz müzik dinler, ağlarım diye ummuştum. Hatırdan hiç çıkmayan yüzlerin hiç çıkmayacak fallarını açarım, bir parça tarihe geçerim diye ümit etmiştim. Ama olmadı. Olmadı işte, savruldum. Şaşkın çocuğun elindeki patlak, şapşal balon gibi, muhit itibarını yitirmiş delikanlı gibi, kalakaldım. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bu ne sancılı bir telaş benim için; bedenimden mahrumum. Onlar önemsemesinler, hatta alay etmeleri bile mümkün ve belki böylesi daha yıpratıcı, daha bir mazlum kılıcı. Oysa neleri özlemiştim, ne şahane hisler beslemiştim. Oh, artık çok geç? ! Onlara söylemek için şarkılar, okumak için şiirler, anlatmak için çok kaliteli seks fıkraları ezberlemiştim günlerce; ben, bu yazı serin geçer sanmıştım. Alev alev. Her yer alevler içersinde; ve ben, bu korkunç yangında çatıya kaçacak gücü bile kalmamış bir kötürüm gibi, tekerlekli sandalyemde havanın her zaman olduğundan daha çabuk ve daha fazla kararmasını, damların hesapsız kediler ve matematisyen martılarla dolmasını bekliyorum şimdi. Aşk, beni ünlü yapar sanmıştım! Neleri özlemiştim, ne mükemmel hisler beslemiştim: çıt çıkarmadan çekildiler, hükmen yenildik. Kaybolanları da gördüm. Samimi söylüyorum, hem de çok yakından gördüm. Kendi aralarında konuşuyorlardı. O mesafede gidip gelen bir nefes topluluğu, ağızdan kulaklara musikisi noksan bir söz kümesi taşıyordu. Bu kümeste tek tavuk da bendim! Ah, bir parça ağlarım diye ummuştum. Nafile! Olmadı velhasıl. Artık her şeyi biliyorum. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Bütün bütün boğuldum. Karaya da vuramam / vuramam. Neden benden söz ettiler kısaca. Neden dolaştım bir serseri kurşun gibi oradan oraya. Oradan oraya ve kime götürüyordum parklardan topladığım oksijen oranı yüksek çiçekleri. Kim koklamaya cesaret edecekti, kim onları alıp bir vazoya yerleştirecek kadar kendini tanıyordu, bana inanıyordu, beni seviyordu, mıncıklıyordu, kolluyordu... hiç. Hiç kimse. Bunu da biliyorum. Buna da erdim. Bir kere, en başta sezmiştim yanılacağımı... İlkin, telefon defterimi attım. Sonra fotoğraflar, ah çok hoş, elbette o mükemmel fotoğraflar. Renk renk, çeşit çeşit, insan insan, düşman düşman fotoğraflar. Topluca otururken, içki içerken, grup seks takılırken, hususi sevdaların o “sözü geçmese iyi olacak, mayonez alır mıydın” tipindeki sohbetlerinde çekilmiş, arşivlenmiş, çerçevelenmiş fotoğraflar! Deklanşöre basanın, karşısındaki topluluk içinde olamayışının da hüznünü, burukluğunu taşıyan o canım fotoğraflar! Kestim kendimi. Kestim kendimi, çıkarttım fotoğraflardan: Bir şiirde geçer ya hani: Oramda buramda biraz el, biraz bacak, biraz omuz ve penis kaldı. Oyup çıkarttığım o adamı, o Aptal Surat’ı attım, yani kendimi. Şimdi o fotoğraflardaki o insanlar bensiz, ben zaten mekansız, yurtsuz, huysuz ve savruk, anne tarafından serseri, baba tarafından alkolik, ölmüş ve yarı diri bir adamım. Olmadı işte. Artık her şeyi biliyorum. Bağırsam çağırsam, “Ne bağrıyon lan bu saatte lavuk, manyak mısın? ! ” diye karşılık verecek bir yabancı bile yok. Artık her şeyi bilmekten başka çıkar yolum kalmadı. Romantizme kızıyorlardı. Evet, onlar da gözyaşlarını bir sır gibi saklamayı erdem sayanlardandılar. Kollarımda kör jilet yaraları, mutfakta üç haftalık bulaşık, ciğerimde dışarı atılması kasten unutulmuş bir miktar esrar dumanı, kulaklarımda fış fış kayıkçının ilk iki mısrası, gidilmesi gereken ülkeler, kalınması gereken oteller var aslında. Godot’yum desem, bekleyenim olmaz! Acayip bunalımdayım. Sevmiyorum bu tür hijyenik cümleler kurmayı. “Artık” kelimesini kullanmaktan nasıl da sıkıldım. “Dert yanmak” fiiliyle başım uzun zamandır dertte! ... Gecenin bu yarısında... Gece Yarısı Edilebilecek Bir Telefon! Evet, aslında ben yalnızca buna değinecektim. Hatta sabaha karşı... Kafanı.iktiysem kusura bakma, özürdilerim, eğer, rahatsız...ediyorsam...eğer...
Sen... Peki sen benim telefon numaramı hatırlıyor musun hala? !
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...