2005 yılının haziranı idi. Yılın en uzun gecesinden bir gün evveli, günlerin en güzeline denk gelen gün; doğum günümdü. Sultan Ahmet’e gitmiştim. Tek başıma kutlamaya hazırlanıyordum doğum günümü. Batacak güneşin son ışıkları ile yudumlarken içkimi, yeniden bir başına kalmışlığın acısını içimden atmaya çalışacak, bu gecenin sabahında, yeni bir Erbil olarak uyanmam gerektiğine inandıracaktım varlığımı; buna inanmazken kalbim.
Ellerim cebimde, bir başıma dünyayı umursamaz bir halde avarece yürürken ben, insanlar bana bakıyorlardı. Bakanların neredeyse hepsi yabancıydılar. Türk bile olsalar, bana yabancıydılar. Benim aşk dolu bir öpücüğe olan yabancılığım gibiydiler. Kimseyi tanımıyordum. Sevgilim yoktu yanımda, onun gözlerine baktığım onu öptüğüm anlarda ki gibi bir yabancılık değildi bu; dünyayı itmemiştim hayatımdan, dünya beni istemiyor gibiydi. Sanki üzerine bastığım her bir adımımdan iğreniyordu.
Sultan Ahmet camiinin çevresindeki banklara oturup, çevremi seyretmeye başladım. And olsun yanımda bir tanıdığım olsa, omzuna gömüp başımı ağlayacaktım. Gözlerim alev alev yanıyordu. Sevgililer pür neşe muhabbet ediyorlardı, hele de bir yaşlı çift vardı ki, ben asla öyle bir mutluluk yaşamayacağımı anladım o zaman. “Çünkü her mutluluk biraz ödün ister; ben bunu vermem asla. Sadece bu ödünleri sunuyormuş gibi yapar, kendimi korurum hep. Bu yüzdendir ki hiçbir ilişkim uzun sürmez benim.” En acımasız konularda bile gülünecek bir husus bulurken, bu durumuma uyum sağladığını düşündüğüm sevgililer, hep kırıldılar. Şakalarımı, ciddiye aldılar. Beklide benden ayrılmalarına bahane ararlarken, ben onlara bu konuda zorluk çektirmedim. Zaten benimle olmak istemeyene asla zor koşmam. Gitmek isteyene dur dersen, sonra gitmesi gereken sen olduğunda kötü sen olursun. Bende her gitmek isteyene saygım ile, sevgim ile hoşça kal dedim.
Havanın kızıllığı boğaz sularına vurmuştu. Yemek yediğim restaurant terasında duvar dibinde bir masada oturuyordum, ama tüm terasa loş bir aydınlık hakimiyeti vardı. Kırmızı şarabım, köftelerim, salatam yoldaş oluyormuş gibi davranıyorlar, ama onlarda diğer o gidenler gibi sadece benim bir açığımı bekliyorlardı benden gitmek için. Tatları yoktu, zevk vermiyorlardı.
Ay, dolunay yolunda ilerliyordu. Beklide dolunaydan dönmüştü. Ama yinede kendini çok güzel sunuyordu. Çok hoşuma gitmişti.
Başımı aydan indirip, masama yönelecek iken, bir çift yeşil göz çalındı gözlerime. O gözlerin bulunduğu buğday tenli yüz bana bakıp gülümsüyordu. Terasın açığa bakan tarafında bir masada oturuyordu. Çene kemiği hizasında kesilmiş açık kestane rengi saçlarının altında bir kuğu misali uzanan incecik zarif boynunu bana çevirmiş bakıyordu. Bakışlarım kilitlenmiş gibiydi. Sağ çaprazımda, sırtı bana dönük oturuyordu. Ama bana bakıp başını ufak sempatik hareketlerle sallıyordu. Sonra sandalyesinde yan oturup benimle yüz yüze geldi ve içi şarap dolu kadehini bana doğru zarif bir şekilde kaldırarak başı ile hafifçe selam verdi. Bende kadehim ile bu nezaketine cevapsız kalmadım. Sonra garsonu çağırdı masasına ve aynı garson bana üzerinde Fransızca bir şeyler yazılı olan bir kağıt getirdi. Anlamadığım bir yazı idi. Yazıyı okurken bunun ancak Fransızca olabileceğini anlamıştım, zira küçüklüğümden babamın konuşmalarına denk gelen yazılar vardı. Ona doğru baktım. Bu sırada garsona, kağıtta ne yazdığını sordum. Bana bir şey demişti, ama ben anlayamıyordum. Garson, “herkesin masasında konuşacağı birisi var. Bana eşlik ederseniz çok mutlu olurum beyefendi. Bugün benim doğum günüm ve sizinle bunun şerefine kadeh kaldırmak istiyorum.” yazıyor olduğunu söyledi. Çok güzel olmasada bir İngilizcem vardı ve adetler gereği davet geri çevrilemezdi.
Usulca kalktım ve ona doğru yürümeye başladım. Yüzünde usulcacık bir sevinç ve buna bağlı bir gülümseme beliriverdi. Masasına vardığımda, elindeki sigarasını bıraktı, ayağa kalktı ve elini uzattı. Bir piyanist gibi ince uzun parmakları olan elinin orta ve yüzük parmaklarının birleştiği yere dudaklarımı dokundurdum, gözlerimi gözlerinden ayırmadan. Bana kendi dili ile hoş geldin dedi. Ben henüz sandalyeme oturmadan bir yanlışlık olmasın diye ona Fransızca bilmediğimi, ama İngilizceyi de çok iyi konuşamadığımı söyledim. Bunun bir sorun olmadığını rahat olmamı belirtti. Kısmende olsa biraz Türkçe bildiğini söyledi.
Bugün benim doğum günüm diye başladı ve yalnızım dedi. Belliki konuşmaya ihtiyacı vardı; benim gibi. Bende ona bakarak bugün benimde doğum günüm, ne güzel bir tesadüf dedim. Çok sevindi. Doğum günümü kutladı. Bende ona peçeteden bir gül yapıp verdim. Çok beğendi. Ne diyeceğini bilemedi. Muhabbetimiz tamamı ile bir Tarzan-Jane şeklinde idi. Dilimize gelenleri anlatmak için İngilizce ve Türkçe kelimeleri karıştırıp kullanıyorduk. Bir manastırda yetiştiğini ve monoton hayattan sıkıldığı için oradan ayrılıp dünyayı dolaşmaya karar verdiğini anlattı. Birbirimizi kolay anlamak için yavaş konuşuyorduk. Zaman zaman samimiyet ile ellerimizi tutuyorduk. Hatta ben avuç içini öptüğümde bana nefesi sesi ile “oh mon amour” diyordu. Bir ara yanındaki sandalyeye geçtim. Gece ilerlemiş restaurantta sesler müzik karmakarışık olmuştu. Onu daha iyi duymak istiyordum.
Öyle güzel sigara içiyordu ki; aynı Alain Delon filmlerinde ki kadınlar gibiydi. Eve marka slim sigarasını, filtreye yakın yerinden, işaret ve orta parmaklarının tırnak bitimine denk gelen kısmı ile tutuyor ve kırmızı ruju ile sigarasına onur veriyordu. Sigarasını yeni yakmıştı ona hayranlıkla mutlulukla bakıyordum. Sigarasından bir nefes daha alıp elinden bıraktı. Bana bakıyordu. Sonra gözlerimde rengarenk bir çiçek bahçesi, dudaklarımda bir sıcaklık hissettim. Ardından gözlerimde yeniden yeşil gözleri belirdiğinde, baş parmağı ile dudaklarımdaki ruj izlerini siliyordu. Elini tuttum. Yapmamasını istedim. Hesabı ödeyip kalktık.
Aya Sofya’ya doğru yürüdük elele bakışıp gülüşüyorduk. Sonra taksiye binmeyi önerdi. Taksiye bindik ve Taksim’de Lion otele gittik. Odasına çıktık. Telefonda oda servisini aradı. Çok geçmeden bir şarap ve iki kadeh geldi. Odanın ışıklarını loşlaştırdık. Odanın perdelerini sadece tül camı örtecek şekilde ayarladık. Ben şarapları koydum. Oda bir CD çalar çıkartıp bir şarkı çalmaya başladı. Bana bu şarkıyı ikimizin dili ile anlatmaya başladı. 1969 yılında Jane Birkin ve Serge Gainsburg yaşadıkları aşkı anlattıkları bir plak yapmışlar. Bu çalanda bu aşkın şarkısı imiş. Je t’aime. Şarkıyı dinlerken sözlerini anlamasamda bir duygu yoğunluğu olduğu anlaşılıyordu.
Yatağın ayak ucuna oturduk. Gömleğimin 2. ve 3. düğmesini açtı. Göğsümün açıkta kalan kısmını parmaklarının uçları ile okşayarak, göğüs kıllarımla biraz oynadı. Bunları yaparken ve şarabını yudumlarken hep göz göze bakışıyorduk. İlk kadehi bittiğinde ayakkabılarını çıkarttı ve yatağın baş ucuna doğru kendini öteledi. Sırtını yasladı. Ben 2. kadehleri koyup onun yanına oturdum. Konuşuyorduk, ama o sırada söylediklerimizin bir anlamı yoktu. Öpüşmek ve bakışmak her şeyi anlatıyordu bize.
2. kadehler bitmeden daha artık nefeslerimiz daha da ısınmaya başlamıştı ve artık birbirimizin olma zamanının geldiğini anlamıştık. Nefeslerimizin sıcaklığı, bedenlerimizin sıcaklığına karışmıştı.
Günün ilk ışıkları ile birbirimize sarılmıştık. Başını göğsüme koydu. Kendi dili ile bir şeyler söylüyordu. Bende ondan ayrılmak istemediğimi söylüyordum. Gözlerime bakıyordu. Gözleri dolmuştu. Ağlamaya hazırdı. Gözlerini kapadığı anda onu öpmeye başladım. Öpüşmemiz sırasında hava iyice aydınlanmaya başlamıştı. Sigarasını istedi. Sarılır halimizi bozmadan sigaralarımızı içiyorduk, birbirimize bakıyorduk.
Saat yedi buçuk gibi, kalktık ve giyindik. Odadan ve otelden ayrıldık. Otelin kapısında bana kısa bir öpücük verdi. Hoşça kal Erbil umarım tekrar İstanbul’a geldiğimde görüşürüz dedi ve taksiye binip gitti. Giderken ağlıyordu. Bense ne olduğunu bile anlamamıştım. Gene yalnızlık belasına battığımın farkındaydım. Oysa Jacqueline, Fransızca konuşurken neler demişti benim anlamadığım! İçimden bindiği taksi giderken arkasından sadece “güle güle Jacqueline, güle güle. Umarım gene görüşürüz. Senden bana tek kalan Je T’aime şarkımız, onda hep sen olacaksın…” diyebilmiştim içimden.
Ve ben gene bir başına Erbil olarak kalmıştım bu koca İstanbul şehrinde…
23.04.2010.Cuma – 19.30
Erbil KutluKayıt Tarihi : 23.4.2010 19:59:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!