BELKIS’IN AŞKI
Bu günkü Habeşistan, Yemen havalisinde; Sebe diye bir hükümdarlık vardı ki, annesi cin, babası insan olan Belkıs isimli bir kraliçe bu bölgeyi keyfine göre yönetimi altına almış bulunuyordu.
Yarı insan, yarı cin olan bu İmparatoriçe, dediği dedik olan tek hükümdardı, güzelliği ve zekâsı ile oluşturduğu gücü ile dönemin emsalsiz kraliçesi, Belkıs.
Afeti devran olan Kraliçe Belkıs evli değildi, buna olanakta yoktu zaten, zira herkes onun tebaasıydı, canından vaz geçen bir yiğit var mı ola ki, Belkıs’a değil zevcelik, ufacık bir imada bulunması halinde; başının gövdesinin üzerinde durması en şaşılacak bir şey olurdu o zaman.
Çok güçlü bir ordunun komutanı, asabi, sinirlendiğinde; gözü hiç kimse ve bir şeyi görmeyen, ele avuca hatta bir kalbe bile sığmayacak kadar farklılık taşıyan besbeter güzellikte hırçın mı hırçın, özelliği kendinden menkul, münhasır bir kadının ismiydi Belkıs;
Öğle bir sarayı, makamı vardı ki görenin aklını allak bullak eden büyüleyiciliği ile devasa bir saltanat abidesi, binlerce zaptiyeden oluşan koruması; dönemin en etkili silahları ile kuşanmış koruma orduları ile asla beli bükülemeyecek azamette, sırtı yere getirilemeyecek kadar dik başlı ve Tanrı tanımaz bir İmparatoriçeydi bu Belkıs Hanım.
Bir yaz sabahı, inanılmaz güzellikte zarif ve saydam ipekli gece giysisi içinde yarı uyanık halde; özel bir şekilde işlenmiş, işlemeli yatak odasında yerden epey yüksekteki görülmemiş şatafatlı, zebercet işlemeli yatağında; güneşin ince ışık cümbüşü arasında; ağır ağır dönerek, sere serpile güne uyanıyordu ki;
Birden bire; bir yılan başı avucunun içindeymiş gibi inanılmaz soğuk bir irkilmeyle öyle bir zıpladı ki; elinin içinde buruşuk olarak bulduğu kağıda göz attığında; sadece son satırını görebildi; kararlılıkla basılmış mührün üstünde SÜLEYMAN yazıyordu.
Kara tren düdüğünü gibi öyle bir çığlık attı ki: on yıldırım düşse öyle ses çıkaramazdı belki de.
Binlerce zaptiye ile tahkim edilmiş; saray görevlileri muhafızlar, baş korumalar, başkumandanlar, yangın varmış gibi; Kraliçenin yatak odasına birbirinin üstüne binerek daldılar içeri.
Kiminin elinde kılıç, başında demir başlık, kiminin belinde balta, kelleyi gövdeden bir anda ayıracak ne kadar delici, kesici, batıcı alet varsa, bir cephanelik gibi: peş peşe birbirinin üstüne çıkarak bir enkazın yıkılması gibi Belkıs’ın odasına yığıldılar.
Yengecin yakaladığı av gibi, avuç içinde bir tomar papirüs, sallayarak; sarayda bir nevi kıyamet kopuyordu; kim benim odama girdi, bu nameyi kim bıraktı yastığımın başucuna kimmmmmmm..
Başkumandan söz aldı.
Sözünü kılıç gibi keserek; eşek kafalılar, arsız, namussuzlar; biri mahremime girmiş benim mahremimeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee
Bu ne demekkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkkk
Koruma mangasının önünde hiddetin doruğunda olta atarken, bir muhafızın belinden çekip aldığı ustura gibi keskin balta, bir diğer korumanın elinden aldığı kılıcı korumalara sallayarak; hiç birinizin başı üstünde kalmayacak, kalmayacak ta hangi yöntemle ayırayım o beyinsiz kellelerinizi gövdelerinizden bunun hesabını yapıyorum şu anda dedi.
Üzerinden kuşların bile uçamadığı o görkemle, şatoya, saraya öyle bir velvele düşmüştü ki. Sanki özel kıyamet kopuyordu.
Başkumandan; efendim, buraya değil biri, bir insan sinek bile giremez demek isterken, sözünü, ağzına bir top kağıt gibi tıkıyordu İmparatoriçe.
İçtimai bir düdükle; bütün erkanı devleti topladı, dönemin sadrazamı, veziri, naziri herkes tas tamam, sus, pus, elindeki mektubu; sallayarak bu zilleti nasıl gidereceksiniz, temizleyeceksiniz bana çözüm getirin çabuk.
Yoksa şimdi şurada toplu mezar kazdırıp mezbele gibi gömeceğim sizi.
Koca erkanı devlet simsiyah bir kaya gibi sus, pus donmuş duruyordu.
Bu ne mektubu, ne namesi, ne yazılıydı, nasıl kraliçenin mahremine girilmiş, akla ziyan bu hal nedir.
Aynı dönemde; bu günkü Filistin; Kudüs topraklarında; Süleyman Peygamber hüküm sürüyordu.
Bu Sultan Süleyman ki;
“Süleyman’ın emrine de fırtına şeklinde esen rüzgârı boyun eğdirdik. Onun isteğine göre, insanlar için feyiz ve bereketlerle donattığımız topraklara doğru akıp giderdi. Her şeyin gerçek mâhiyetini biz bilmekteyiz.
Şeytanlar ve cinlerden bazıları da onun için dalgıçlık edip denizaltındaki cevherleri çıkarıyor ve daha başka işler de yapıyorlardı. Onları zapt edip gözetim altında tutan da bizdik.”
Yüce Yaratanın bu kelamına mazhar; Süleyman Peygamber.
Süleyman Peygamber; cinlerin de peygamberiydi, cinlerden, insanlardan ve hayvanlardan oluşan üç tip ordu gücü vardı.
Ki; ışık hızıyla hareket eden cinler emrinde; minare boyunda oldukları söylenir; gün ve güneş görmemiş devasa taşları denizin dibinden bir hamlede çıkaran yaratıklardı bunlar.
Süleyman peygamber hayvanların ve kuşların da dilinden anlardı;
Ayrıca ayette belirtildiği gibi rüzgar da emrindeydi; Allah tarafından özel teçhiz edilmiş, akıl, sır ermeyecek bir donanım malikiydi kendisi.
Bugünkü uçan halı tasarımlar oradan alınmış olsa gere; bir taht-ı revana biner, şu adrese mesela Sebe’ye götür diye rüzgara emir verir, emri de tereddütsüz anında yerine getirilirdi.
Bu Peygamberin yolculuklarında bütün kuşlar gölgelik yapardı, bir yolculuğu sırasında gözüne güneş düşen boşluğa baktı, hüthütün olması gerektiği yerde bulunmadığını görünce.
Nerede bu hüthüt dedi, Sultanım bilmiyoruz, diye cevap alınca.
Gelince hemen gelsin bana, umarım; başının gövdesinden ayrılmasına mani bir mazeretle gelir mealdeki mesajı diğer kuşlar, telaşla gelen hüthüte ilettiler.
Hüthüt, kanat gererek kendini sevdirmek ve affettirmek için şirinlik yaparak; Süleyman’ın yemek sofrasına tek ayak üstüne kanadını gererek kondu.
Hüthüt. Anlat. Neredeydin.
Süleyman bak senin bilmediğin bir şey öğrendim dedi, o bölgeden gelen bir arkadaşın daveti üzerine; merakla uçup gittik, gittik ki ne göreyim.
Sebe diye bir hükümdarlık, başında da Belkıs isimli hunhar bir kraliçe; hak, hukuk tanımaz, güneşe tapar, tanrıtanımaz bir zalim kadın. Deyince.
Süleyman Peygamber; kalemi okkaya bandı, bir name yazarak; al bunu götür o tanrıtanımazın yastığının başucuna bırak ta gel dedi.
Hüthüt nameyi aldı, mevsim yazdı, köşkün etrafını döndü, hatta merak etti, ne yazılı diye, zarfı açıp okumak isterken, zarf düşünce korkudan okuyamadan kanatları titreyerek, uyuyan Belkıs’ın yastığının başucuna mektubu bırakarak pırladı döndü.
O name mealen şöyleydi.
Sebe Hükümdarına;
Duydum ki, kendi başına buyruk, hak, hukuk ve Tanrı tanımaz bir düzenin başında zulüm karlık yaparmışsınız.
Bu nameyi alır almaz.
Bütün mamelekinle gel teslim ol.
Benim oraya gelmeme neden olursanız; bu, halkınızın gözü önünde, yüzünüzün yere sürülmesi demektir.
Süleyman
(mühür)
İşte Belkıs, topladığı erkan-ı devlete, elinde sopa gibi salladığı name, bu şekilde başucuna konmuş ve bu manayı içeriyordu.
Herkes fikrini, önerilerini söylüyordu, birçoğu, Sultanım emredin; bu yeryüzünde; önünde her hangi bir engel ve güç bulunmayan bu ihtişamlı ordunuzla; gidip, mektupta adı geçen kişi ve tebaasını ölü ya da diri, ayağınızın altına sereriz efendim dediler.
Belkıs; boşuna zırvalıyorsunuz; bu kişide bu güç olmazsa, bu tehdidi bana savuramaz diyerek
Develerce ziynet gönderin, her türlü cevher olsun içinde; barış dileğimiz elçi aracılığı ile iletilsin diye kati ve son emrini verdi.
Verdiği emir; gereğince, görülmemiş pahada bir mücevher kervanı hazırlanarak; elçilerle gönderildi.
Sultan Süleyman; bizim, bu getirdiklerinize ihtiyacımız yok, alın götürün, siz beni mal ile etkilemek mi istiyorsunuz, mektuptaki talebimizin yerine getirilmesinden başka hiçbir çıkar yolunuz yoktur anlamındaki ikazını yaparak, elçilere zeval gelmeden hediye ve talepleri iade edildi.
Belkıs; hiddetinden yere yurda sığmıyordu, bu ne demek, kim bu adam, delirmenin zirvesinde; emrini ilan eyledi, külliyatlı tam teçhizatlı bir hazırlık yapın; gerekirse; Süleyman’ın tahtını da başına geçirmek üzere, ziyaret kisvesi altında bu hazırlığı da ikmal edin yola çıkıyoruz diye tavizsiz bir ferman buyurdu.
Haberci hüthüt kervan yolda diye sultana haber verdi.
Süleyman Peygamber, kendi kavim yetkilileri ile ki cinler ve hayvanattan da temsilciler vardı bir toplantı yaptı bu kraliçeyi şaşırtacak bir şaşaa da kim bana köşk yapacak dedi.
İfrit efendim ben yaparım dedi, göz açıp kapayana kadar Belkıs’ın şatosuna benzer hatta daha da görkemlisini kondurdu hemen, misafirin karşılanacağı yere;
Belkıs; yola revan olmuştu; öyle ki, elmas, zümrüt, safir, yakut, zebercet, altın, gül kuvarsı, lazuli taşı, turmalin taşı, yeşim taşı, kalsit taşı, daha gümüşe hiç sıra gelmeyecek biçim ve özellikte en değerli pırlantalarda, mücevheratla süslenmiş bezenmiş. İki hörgüçlü en güçlü deve üzerine kurulmuş hevdecde yolculuğa revan oldu.
Bir devlet göçüyordu sanki, görkemli bir kervanın , korumalarla sarılı orta yerinde; Süleyman’a giden yolda bütün azameti ve endişesi ile seyir halindeydi.
Yolculuk boyunca; belki yetmiş bin farklı düşünce kafasından geldi geçti, kimi düşünce alev gibi sıyırarak kimisi de yakarak geçiyordu.
Müddeti ömrünce bi haber olduğu kadınlığı alaca bulaca aklını meşgul ediyordu: kim bu cüretin sahibi erkek, bu nasıl bir gizli kudret ve tılsım beni ayağına götürüyor böyle, diye yamaçları yer yer kar suyu gibi eriyordu.
Öyle gergin anları olurdu ki, kervancı başı görünmemek için devenin yanında pire kadar olmaya çalışıyordu. Böyle agresif bir yolculuktu.
Hayatının menziline varmak üzereydi; görülmemiş zenginlikte bir köşk; önü tıklım tıklım sade bir insan topluluğu Süleyman kavminin özetiydi.
Uygun mesafeye gelince;
Yerden metrelerce yüksekteki hevdecden tahtırevana geçti, oradan da, korumalarının omuzlarına, sırtına basarak, adımları toprakla buluşturuldu
Süleyman’ın kavminde: derya dalgalanması gibi derin uğultulu kısa bir kımıldama oldu:
Kraliçe; ev sahibinin bulunduğu mesafeyi adımlamaya başladı; hangisi Süleyman diye heyecandan ayakları yerden kesilecekti ki;
İnsanların arasında sade bir şekilde duran; Süleyman as. üç adım kadar ileri çıktı, uzun boylu, beyaz tenli, iri vücutlu, büyük gözlü, nurlu ve güzel yüzlü, çok saçlı, kefen gibi bembeyaz bir giysi içinde görünce; Belkıs sendeledi; korumaları durumu zar zor kurtardı.
Süleyman as. devlet erkanına yol gösteren bir trafik memuru saygı ve sadeliği ile: Belkıs’ın teşrif etmesi gereken güzergahı el işareti ile gösterdi.
İşaret hizasına yönünü ayarlayan Belkıs’a sessizce refakat eden Süleyman peşi sıra Sebe Hükümdarlığının ileri gelenleri ve Süleyman’ın kavminin görevlileri, bilinen protokole benzer bir tertiple; saraya ilk adımı attılar.
Belkıs; sarayı müfettiş gibi gözlemledi, akla ziyan; nasıl olabilir diye şaşkınlığını sendeleyen adımları ile yansıtırken; cin mimarisi öyle bir tarz tasarlamış ki;
Billur zemin, sanki su içinde yürünecek hissi veriyordu, oysa çok ince bir saydam cevherin altında akan su ayaklara bulaşmazdı;
Belkıs; suya giriyorum hissi ile paçalarını sıvazladı; - ahali arasında, Belkıs her tarafı kıllı, canavar görünümlü bir kadın olarak imaj yayılmıştı- sürahi ile su bir arada olur gibi, o hüsnü zan izale edildi bir anda; Süleyman, gerek yok dedi paçaları sıvazlamanıza suya girmeyeceksiniz zira bu mealde yönlendirdi Belkıs Hanım’ı.
Farklı insanlardan oluşan bu karışık kalabalık ilk kez görünen bu köşk içinde, Belkıs için hazırlanan istirahat tahtına kadar yürüdüler.
Ben neredeyim, burası neresi diyerek; nutku ve dili tutulmuşken ruhunun ve kalbinin gözenekleri islime verilmiş gibi usul usul açılıyordu. Kadın efkar ve formu gizlenemeyecek bir biçimde, yüzüne ve bakışlarına sirayet etmişti bile.
Bırakıp geldiği serveti, tahtı, saltanatı aklına gelemeyecek kadar, hisleri bütün mantık yollarına barikat kurmuştu sanki.
Sebe vadisine kurulmuş otuz salacağı bulunan dönemin barajları ile tepeciklerde yetiştirilen doyumsuz meyvelikler, bahçeler umurundan çıkmıştı artık.
Belkıs; hazırlanan tahtın önünde; birden yığılma riskine karşılık sol eliyle; tahtla denge sağladı, sanki müsaade ederseniz, istirahat ihtiyacımı temin edeyim der gibi, lal ve melül olmuştu.
İçinde bulunduğu erkeksi savaş kıyafeti kendisine kafes gibi dar ve sıkıcı geliyor bir an önce içinden çıkmak istiyordu;
Yönünü tam olarak Süleyman’a döndü; Süleyman’ın da nazarında olsa gerek; o da yönünü Belkıs’a hizaladı, gerçi peygamberler insanlara yönünü dönerek konuşurlardı her zaman.
Belkıs’ın titreyen leblerin arasından; herkesin duyacağı bir desibelle; şu ifadeler dökülmeye başladı.
La ilahe illallah Süleyman’a resülullah.
Allahtan başka ilah yoktur Süleyman’da onun resulüdür diyerek:
İlahi ve beşeri aşkın; aynı arkta birden birlikte akması kalplerdeki ani inkılabı ile kim bilir nasıl; kanlı, can alıcı ve vahşice bir savaşın sessiz sedasız barış tutanağı oluyordu aşk.
Peygamberin zevcesi olma heyecanını bütün hayatı ile değişirken;
Kadın iç dünyasında; sessiz, sedasız; kazmasız, küreksiz; Züleyha’ların, Leyla’ların, Aslı’ların, Zöhre’lerin, Arzu’ların, gen temeli atılıyordu sanki de.
Kanlı çarpışmalara yola açabilecek bu husumet yerini aşka terk ediyor, orada bulunan zevat düğün davetlisi gibi tebessümlerini armağan ediyorlardı.
Bu arada aşkla fethedilen kalenin kutlamasını yaparcasına; davetliler arasında bulunan ünlü şair Lâedri; yüksek sesle okuduğu bu mısralarla;
Buluşma renkleniyordu.
*
Bulutlarla buluştum sakilere minnet yok;
Söz takati yetmez ki bu sırrı anlatmaya,
Ahd ü peyman eyledik aşktan özge ziynet yok;
Ne gelin ne de damat gerekmez bu sevdaya.
*
Bir hüdhüd çığlığıdır, dudağımı kanatır
Zarfsız bir mektup aldım yaktı beni ilk satır,
Mülhem bir soru düştü halen aklen malulüm
Gönülden dökülen yaş buharlaşır semaya
Tohumlar diken dolmuş gönlümde açsın gülüm
Ben bu aşktan korkarım muhtaç etme Leyla’ya.
*
Yola revan olmuştur bizim topal karınca;
Göze aldı bu yolu Süleyman’a çatacak.
Menzil toprak altında muradını alınca
Mermerden beşiklerde haşereler yatacak.
*
Işıktan bir çiçek aç, göğsüne çok yakışır;
Kitabımı al da gel beni, aşkla tanıştır.
Alev alsın dudağım, ilk sayfa ilk harfinde;
Bende mecal kalmadı göğsümde dönsün çarkı.
Yalnız geldim dünyaya, bu yalnızlık gönlümde
Figan sarmış dilimi bülbülden yoktur farkı
*
Şah damarımdan yakın ilân-ı aşk eyledin;
Hüzünler şaha kalktı sen hala görünmedin.
Hangi sırrın bekçisi goncayı saran yaprak;
Bülbülü boşa yordun bana aman vermedin…
*
Bengisuya banmışım, mısralar nemli nemli…
Bu ıslak şiirlerin kalbinde uçuyorsun;
Beraberlik kavliyle mutlaka bekle beni.
*
Bazı ayrılıklar var şair eyler insanı
Dilimi kesseler de ben kesmem bu figanı…İlhami Bulut
İlhami Bulut
Kayıt Tarihi : 18.12.2024 15:25:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!