I - 13 Ağustos 2006 Öncesi Değerlendirmeler:
Lübnan’da sivilleri de hedef alan acımasız bir savaş sürüyor. 26 Temmuz 2006'da Roma'da toplanan Lübnan Konferansı sonuçları incelendiğinde görülüyor ki yalnızca endişeler dile getirilmiş ve ileriye dönük yardım önerilerinden başkaca bir çözüme ulaşılamamıştır. Durumu 'cinayete yeşil ışık yakmak' olarak yorumlayan yine Batı'da çıkan bir gazetedir ('Liberation') , ki bazılarının aklıselimi halen koruduklarına dair olumlu bir işaret olarak algılanabilir. Uluslararası topluma yardım çağrısı yapanlar da var. Çağrıların tümünün yeterli ve samimi olup olmadığı ise tartışılabilir. Bir ülkenin bombalanmasına izin verilip, aynı zamanda oraya insani yardım malzemesi gönderiliyorsa eğer, samimiyetten şüphe ederim ben! Buna rağmen itidalli davranıp, Batı’nın “homojen” bir bütün olmadığını göz ardı etmeyeceğim. Aksi halde tüm değerlendirmelerin nirengi noktası “taraflılığa” sapacaktır.
Altyapısı tahrip edilmiş bir ülkenin maddi kayıplarını belirli bir oranda karşılayabilirsiniz. 'İnsan kaybı ne olacak? ' diye soralım bir de. Ölenler geri gelmeyecek, burası kesin. Ama ağır darbe almış, kentleri bombalanmış, topraklarında veya tanımadıkları ülkelerde aniden sığınmacı durumuna düşmüş; aile, ev, okul, iletişim araçları, enerji santralleri, hastane, iş ve işyerlerini yitirmiş bunca insan; hastalar, yaralılar, yaşlılar ve çocuklar ne yapar, bundan sonra nasıl yaşar demiyor kimse. Bosna'da da dememişti. Sessizliğe karşı çıkan ve bugün Lübnan’da sürdürülen vahşet için ne söyleyeceklerini gerçekten merak ettiğim; Bernard Henry Levi gibi Batı’lı entelektüeller o tarihte tüm güçleriyle Batı’nın Bosna’da öldüğünü haykırmışlardı.
Demek ki ölmemiş!
Elbette ölmedi ama Levi farklı bir şey söylemek istemişti aslında. Bu defa Batı, öldürmek için coğrafyamızın bir başka parçasını seçti. Hem de çağın en tehlikeli silahlarından biri olan, “akıllı bomba” da denilen lazer güdümlü GBU 28’lerle vurarak... Mükemmel bir soykırım silahı! Düştüğü yerdeki canlılara yaşama şansı bırakmayan; hücrelerdeki oksijeni yok edip masum siviller de dâhil olmak üzere tüm canlıları boğup ölüme yollayan bir cinayet makinesi. Üstelik silah, ateşkes sağlayacağını söyleyen ABD tarafından üretilip İsrail’e satılıyor. Sonra soruyorum kendime: Nasıl bir dünyada yaşıyoruz? Bu bir insanlık suçu değil midir? Uydurma tarihi masallarla; soykırım iddialarıyla geçmişi deşmeyi iyi bilen Batı, günümüzde işlediği suçları neden hiç sorgulamıyor?
Bölgede yıllar boyu gerilim yaratan tarihsel sürece yerimizin darlığından ötürü giremesek de - ki derinlemesine irdelenmesi gerekir - Ortadoğu'nun zengin petrol yatakları itibariyle son derece cazip ve iştah kabartıcı bir değeri olduğunu sanırım artık sokaktaki çocuklar bile biliyor. ABD; Suudi Arabistan, Emirlikler, Mısır ve Irak üzerinde tüm ağırlığını kullanabiliyor. Diğer ülkelerde egemenlik sağlamayı hedeflediğinde ise, geriye en yakın müttefiki olan İsrail'i kullanmak kalıyor. İsrail de ABD’yi kullanıyor… Birleşmiş Milletler Güvenlik Konsey kararları yok sayılıyor, durumu düzeltmeye yardımcı olacak yeni kararlar alınamıyor. Bu durumda Güvenlik Konseyi etkisiz bırakılıyor. BM temsilcilerinin karargâhları ve yardım merkezleri vuruluyor. Bir anlamda örgüte gözdağı veriliyor. Üç hafta içinde sekiz yüz bin kişi, bombalanmış ve geçilmesi olanaksız hale gelmiş yollarda kaçmaya zorlanıyor. Kadınlar ve çocuklar hedef alınarak bir ülkenin geleceği yok ediliyor. Göz göre göre Lübnan haritadan silinmeye çalışılıyor. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, “Yeni bir Ortadoğu’nun zamanı geldi” diyebiliyor. Güç konuşuyor artık! Diğer bir deyişle Ortadoğu’ya, Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı topraklarını paylaşmayı hedefleyen ve gizliliği bir yıl sonra Rusya tarafından açıklanmış olan Sykes-Picot Antlaşmasının (9 Mayıs 1916) 2000’li yıllarda bir yenisi sunulmak isteniyor. Ve hikâyenin en “ironik” yanı, aynı Ortadoğu’nun yakın tarihte Osmanlı Devletinden koparken Batı’ya güvenmiş olması!
Bölge gittikçe karışırken dünyanın dört bir yanından savaş yanlısı olduğu kadar savaş karşıtı çığlıklar da yükseliyor. Tıpkı Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve diğer ülkelerde olduğu gibi İsrail’de de savaş muhalifleri mevcut. (Hümanist ya da partizanca bir tavır olup olmadığı ise tartışılabilir.) Öte yandan dünya üzerinde bazıları biliyorlar ki, soykırıma uğramış olmak, bir millete soykırım yapma hakkı vermez! Savunmak hak ama sivillere yönelik bir saldırı, hak değildir! Ne yazık ki böyle düşünen grupların sesi günden güne cinnete dönüşen gelişmeleri durdurmaya yetmiyor, çünkü bunların hareket noktası barışçıl. Başka bir deyişle, insani sorumluluk da taşıyarak vicdanlarının sesini dinliyorlar. Oysaki barış arzulamayan ve çıkarlarını aklına takmış yönetimlere barışı vaaz edemezsiniz. Saldırgan taraflar, “barış ve demokrasi” maskesi altında bölgeyi tarumar ediyorlar! ABD Başkanı Bush, 7 Ağustos 2006’da Crawford, Texas’ta yaptığı halka sesleniş konuşmasında Ortadoğu’ya demokrasi getirmekten söz ediyor. İnsan ister istemez düşünüyor: “Ortadoğu, Irak ve Lübnan’dan mı ibaret? Körfez ülkeleri çok mu demokratik ki onlara kimse dil uzatmıyor? ” Üstelik Başkan’ın konuştuğu saatlerde Hula, Sayda, Sur, Nebatiye gibi kasabalar sürekli bombalanıyor. Hayrete düşmemek elde değil… Bir “süper güç”(!) dünyayı mutlaka yönetecekse eğer, bunun daha aklı başında, mantıken tutarlı ve zekice beyanlarda bulunan bir güç olmasını tercih ederdim doğrusu! Terörle savaşılıyorsa deklare edilmeli; uzun soluklu bir plan uygulanıyorsa açıkça söylenmeli ama birtakım art niyetler “özgürlük ve demokrasi” kılıfı altına gizlenmemeli ki hikâyeyi tam olarak bilelim ve budala muamelesi görmediğimize inanalım.
Daha da önemlisi, her geçen gün Türk aydınının önünde gerçekten kaygı verici dosyalar açılmaktadır. Günümüze dek ortak paydalarda asla buluşamamış gruplar arasında, terörist olarak tanımlananlar da dâhil olmak üzere, saldırı karşısında topluca var olma mücadelesi verdikleri için yepyeni ve tehlikeli ittifakların kurulma olasılığı oldukça yüksektir. Bundan üç yıl kadar önce, bölgede bir gün geçici de olsa zorunlu bir Şii-Sünni dayanışması göreceğimizi yazdığımda aydın dostlarımız inanmamıştı. Irak’ta mezhep çatışmaları halen tüm şiddetiyle sürüyor ancak Lübnan saldırısından sonraki Hamas-Hizbullah yakınlaşmasına ne demeli peki? El Kaide daha ne kadar sessiz kalabilir? Veya sessiz kaldığı takdirde itibar kaybına uğramayacak mı? Bu demektir ki, “asimetrik tehdit” (terör) artık devletlerarası çatışmaların içinde yer alacak ve bu süreçte bölgedeki üstün örgütlenme yeteneğinden dolayı en kazançlı çıkan grup yine Hizbullah olacaktır. Sular durulduğunda, diğer bir deyişle ortak düşmanla hesaplaşmalar bittiğinde, mezhep ve iktidar kavgaları muhtemelen tekrar derinleşecektir. Kısacası şunu vurgulamak istiyorum: Sonuçta demokratik olan ile olmayan birbirine karışacak ve Büyük Ortadoğu (BOP) da denilen “köleleştirme” projesiyle 'vahşi batı' bölgede 'vahşi doğu'yu yaratacaktır. Olası böyle bir görünümün Türkiye aynasına nasıl yansıyacağını ise şimdiden tartışmaya açmak lazım:
İsrail bazı kaynaklarca “devlet terörü” olarak da nitelendirilen bu saldırı eylemine girişirken ciddi bir direnişle karşılaşmayacağını, Ortadoğu’da hiçbir ülkenin – ki çoğu birer aşiret devletidir - kendi sınırları dışında savaş yapacak kudrete sahip olmadığını çok iyi biliyordu. Nitekim ABD ile İsrail, ne Irak ne de Lübnan’da devletten kaynaklanan, önemsenmeye değer bir “savunma mekanizması”, yani orduyla yüz yüze gelmedi. Demek ki sınırları içinde bile yeterince etkin değildir bu ülkeler. Bununla beraber İsrail, bölgede doğan ciddi dayanışmayı ve dünya kamuoyu gözündeki hızlı prestij kaybını hesap edememişti. Tutarsız ve birbiriyle çelişen demeçlere getirilebilecek bir tür açıklama olabilir bu. Umulmadık bir direnişle karşılaşıldığı için ortaya çıkan şaşkınlığın belirtisi… İkincisi ise, coğrafyanın kasıtlı olarak karıştırılıyor ve sonuçların katiyetle dikkate alınmıyor olması. O takdirde konuşmaların pek de önemi yoktur zaten. Neyin ne olduğunu ise zaman gösterecektir. Bununla beraber tüm olumsuzluklara karşın dışarıdan aldığı desteğe bağlı olarak şimdilik üstünlüğü koruyan taraf İsrail’dir ve böylece anlıyoruz ki bütün mesele gelip örgütlenmiş “kaba kuvvet”e dayanıyor.
Bugüne dek Batı’nın empoze etmeye çalıştığı “Ilımlı İslam” modeli çalışmadı; ileri sürülen tezler işe yaramadı. “O halde, çatışan ve bölünerek yönetilen bir İslam modeli mi amaçlanıyor? ” diye düşünüyor insan. Durumu sadece İslam’ın Batı dünyası ile ya da Batı’nın İslam dünyası ile savaşı olarak değerlendirmek ciddi bir hata olur kanısındayım. Bu şekilde sunulduğu doğrudur ancak arkasında farklı amaçların bulunduğunu dikkate almak gerekir. Tarihin bittiğini de söylemişlerdi (Fukuyama) . Şimdi yeniden mi yazıyorlar? Üstelik giderek Batı’nın silah üretim ve teknoloji yenileme planlarını da destekleyen bir tablo çıkıyor ortaya. Sonuçta çokuluslu şirketler silah üretecek ve satacaklar; işsizlik oranı ve enflasyonun yükseldiği ülke ekonomilerine bu yolla kazanç kapıları açılacak; biz ise daha çok silahlanarak Batı’nın zenginliğine - yeraltı kaynaklarının ötesinde - fazladan bir katkıda bulunacağız… Muhtemelen Batı “iyi polis-kötü polis” rolünü oynamayı sürdürecek; saldırıya taraf olanlar bir gruba, olmayanlar ise diğer gruba silah ihraç edecek. Planın bir parçası da bu mudur? O halde Türkiye nerede duracak? İki yönlü bu katliama tanıklık mı edecek; yanında veya karşısında mı yer alacak? Kısıtlı kaynaklarını silahlanmaya ayırarak GBU 28 füzeleri taşıyan F-15’ler mi satın almak zorunda kalacak? Yoksa İsrail F-22’lerle donanırken, kullanılmış F-16’lar almaya devam mı edecek? Sınırların yenibaştan çizilmek istenildiği dünyamızda kendisine nasıl bir yer edinecek? Yanıtları bilmiyorum ama bu kargaşa sırasında Türkiye’nin gerçekten büyük bir güç ve “lider ülke” olduğunun unutulmamasını da yürekten diliyorum.
“Yangını durdurun, ateşkes sağlayın! ”, “Siviller ve çocuklar katlediliyor”, “BM Barış Gücü derhal bölgeye girsin” - ki bu kuruluşun kimin kontrolünde olduğunu hepimiz biliyoruz- gibi sağduyulu kişilerin kalbinden geçen sözlerle, duygusal tespitlerle konuyu saptırmak istemiyorum. Duygularımız elbette ortaktır. Biz İsrail veya yeryüzünün herhangi bir parçasındaki çocuklar ölüyor olsaydı da aynı tepkiyi gösterirdik. Çünkü çocukların milliyeti olmaz! Onlar dünyanın malıdır... Ancak gelişmelerin arkasındaki “batı mantığını” veya “mantıksızlığını” analiz etmekte yarar olduğunu vurgulamak istiyorum. “Böl, bölüştür; gerekiyorsa cetvelle yapay sınırlar çiz; sonra da savaştır ve kazan! Plana anaları ve çocukları katlederek bir ülkenin doğurganlığını da yok etmek dâhilse eğer, hiç durma uygula…” Gösterimden kalkmış eski bir filmi yeniden izler gibiyiz! Ve tabii resmin öteki yüzünde, Batı’ya kafa tutan İran’ın hedeflendiğini görmezden gelmek ise ciddi bir saflık göstergesi olur. Batı, bölgedeki Şii ve dolayısıyla İran hâkimiyetinden ürküyor. Doğal kaynaklar üzerindeki denetimi yitirmekten korkuyor. İran-Suriye ittifakından da… Dolayısıyla, bir sonraki adım pekâlâ Suriye olabilir; İran da, Türkiye de… Belki ileriki bir tarihte yapılması planlanan büyük saldırının ilk provası “akıllı bomba”larla, misket bombalarıyla Lübnan’da gerçekleştiriliyordur, kim bilebilir ki… Üstelik bölgedeki direnişçi gruplar saldırganların eline yeterince malzeme veriyor. Ateşkes çağrılarının yanıtsız kaldığını görünce, ne olduğunu artık pek de kavrayamadığımız “master plan”a ek olarak, tüm bu kargaşanın arkasında İran’a verilmek istenen bir ders yatıyor olabilir mi diye düşünmeden edemiyor insan… “Kimin davası haklıdır? ” sorusu ise artık geçerliliğini yitirmiştir. Ölen insandır ve hangi taraftan olursa olsun daima haklıdır!
Hamas, Hizbullah ve İran’ı mahkûm etmeye çalışan yönetimler, özellikle Kana saldırısından sonra hiç ummadıkları bir biçimde, dünya kamuoyu vicdanlarında kendilerini sanık sandalyesine oturttular. Tüm olup bitene rağmen Batı yönetimleri duymuyor, görmüyor, konuşmuyor; “üç maymun”u oynuyorlar. Üstelik ağızlarını açtıklarında “İslamcı faşistler” den söz ediyorlar (10.08.2006 - Bush) ki gerilimi tırmandıracak oldukça iddialı bir ifadedir bu. Böylesi bir zihniyet sürdükçe korkarım gidişatı buralarda kimse değiştiremez. Ancak ve ancak, ABD’de Evanjelik (Evangelist) Hıristiyanların; “şahin”lerin (“neocon” anlayışının) iktidardan uzaklaşması bir ölçüde çözüme yardımcı olabilir. Sonuçta belki bir uzlaşma zemini hazırlanabilir. O güne dek ise, Ortadoğu’da tufan gelir ve süpürür. Sonuçta sadece kuvvetli olan ayakta kalır. Nitekim öyle de oluyor… Neyse ki iletişim çağında yaşamanın hiç de küçümsenmeyecek bir yararı mevcut; güç dengelerinin orantısız olduğu adaletsiz bu savaşın görüntülerinin internetten birbiri ardına akması gibi... Akılları durduran vahşete; büyük bir insanlık suçuna, sınırsız şiddete tanıklık ediyoruz. Şiddet ise şiddet doğuruyor. Dolayısıyla dünya halklarının iki yönlü tepkileri de çıkıyor ortaya.
“İlkel toplumun maskları vardı; burjuva toplumunun aynaları; bizim ise görüntülerimiz…”
…diyordu Jean Baudrillard. İletişim araçlarıyla yaratılan; aslında gerçek olmayan bir 'hipergerçek'ten söz ediyordu. Ne yazık ki bu kez, gerçeğin gözlerinin içine bakıyoruz! “Yeşil Kuşak” Projesi, Huntington ve Fukuyama tezleri yaşanan sürecin uzun süredir planlanmakta olduğunun kesin birer kanıtıdır. Üzülerek ve eleştirerek söylüyorum; içinde yaşadığımız dönem renkli camlar karşısında magazin programları, sözde “Reality Show”lar ve “göbek atma” yarışmaları izleyerek geçirilecek bir dönem değildir. Türk insanının düşünme vakti gelmiştir. Anlamsız ve incir çekirdeğini doldurmayan tartışmalarla, eğlencelik programlarla zaman öldürme lüksümüz yok artık! Unutulmasın ki Türkiye Cumhuriyeti fevkalade kötü koşullarda ve “hasta adam” denilen bir enkazdan; ama aynı zamanda Büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarından; yüzyıllardır DNA şifrelerimize kazınmış olan engin kültürümüzden yaratıldı. Yeryüzünde bir örneği de mevcut değildir… Bu denli derinlere işlemiş unsurları hiçe saymak, güven duymamak, çaresizliğe kapılmak benim anlayışıma sığmıyor. Hatalarımızı görüyor (hem de çok yakından izliyorum) , fakat umutsuzluğa kapılmıyorum. Üstelik ne geçmiş mirasımızı reddediyor, ne de başarılarımızı azımsıyorum. Belki de tam bir Cumhuriyet kuşağı neferi olarak yetişmemdendir bu. Son yıllarda birtakım aydınlarımız her nedense Türkiye'nin yerden bitme bir cumhuriyet olduğunu düşünmeye ve tartışmaya başladılar. Gençlere adeta aczi aşılıyorlar; mücadele güçlerini azaltıyorlar. Ben ve benim gibi hissedenlerin canını acıtıyor bu durum. Oysaki kudretli olanı kimse yıkamaz, kimse parçalayamaz! Bu günlerde bizi zenginleştiren azınlıklar da dâhil olmak üzere hep birlikte tek bir yumruk halinde tutunmanın; tutunma ötesinde kendi gücümüzün de farkına vararak onu sergileyebilmenin yollarını aramalıyız. “Yurtta sulh, cihanda sulh” demişti büyük önderimiz. Pek çok sorumlu kuruluşun ‘cihan’da sağlayamadığı barışı en azından içimizde tesis ederek güç kazanmalı ve aynı zamanda diğer ülkelerle barışı korumalıyız ki, hiç de ‘kolay lokma’ olmayan bu ülkenin geleceği ile oynanmasın!
Karar alırken, Ortadoğu’da dökülen kana sağırlaşan; Malezya’daki İslam Konferansında da (İKÖ) görüldüğü gibi ABD ile kurdukları stratejik-ekonomik ilişkilerden dolayı üst düzeyde katılım gerçekleştiremeyen (bölge mazlumlarının haklarını korumakta Venezüella lideri Hugo Chavez kadar bile olamayan!) ve katliama duyarsız kalan Arap liderlerine ihtiyacımız yok. Ayrıca ne ABD’nin şu veya bu nedenle icazet vermesine; ne de Avrupa Birliği’nin entrika dolu anlaşmalarına… Bu demek değildir ki, bölgede sürtüşme yayıldığı takdirde Türkiye “İran-Suriye” eksenine oturmalı. Kesinlikle hayır! Hangi taraftan olurlarsa olsunlar, Türkiye müttefiklerinin hatalarından uzak durmalı ve aynı zamanda elindeki kartları iyi değerlendirmelidir. Ekonomik, coğrafi ve politik açıdan bakıldığında başka ülkelerin de kolay vazgeçemeyeceği en büyük projelerin tam kalbinde yer alıyor olduğumuzu unutmamalıyız. Yeni oluşan koşullara çabucak uyum sağlayan, yüksek işgücü potansiyeline sahip genç bir nüfusumuz; saldırı değil ama savunma amacıyla kullanabileceğimiz güçlü bir ordumuz mevcut. (Ordu deyip geçmemeli. Kuveyt’in işgali sırasında, Irak’ta ve nihayet Lübnan saldırısında ordunun ne denli önemli olduğunu hepimiz gördük. Sağlam bir ordunuz yoksa eğer, boşluğu dolduran, kimi zaman da dışarıdan beslenen güçler giriveriyor devreye.) Yukarıdakilere ilaveten, yetmiş iki milyonluk nüfusu ile Batı dünyasının görmezden gelemeyeceği devasa bir pazar ve yatırım alanı oluşturuyoruz. Aynı ölçüde, dış piyasalarda deneyim sahibi olmuş girişimcilerimiz mevcut. Önlerine ne tür engeller dikilirse dikilsin, bu girişimciler dünyaya; özellikle de tarihsel mirasın capcanlı durduğu engin coğrafyaya açılmanın yollarını mutlaka bulacaklardır. Nitekim buluyorlar da… İnanıyorum ki Anadolu’yu daima sağduyusu yönlendirecek; yönetimsel zaaflar ve denetimsel açıklarımızı kapattığımız gün ise korkulacak bir şey kalmayacaktır.
Aslında bu konuda söylenecekler çok ve yapılması gereken analizler çeşitlidir. Örneğin, sorunun eğitim boyutu gibi… Vaktinizi almak istemiyorum ancak görüşlerime kısaca değineceğim: Örneğin çocuklarımızı küreselleşme canavarının kollarından çekip alalım. Aynılaşmalarını ve öz kültürlerine yabancılaşmalarını önleyelim. Anlamsız ve de yararsız “show” kurbanlarına dönüşmelerine seyirci kalmayıp, çağın gelişmelerine tanıklık etmelerini, bilinçlenmelerini sağlayalım. Küresel iktidara ve tehlikelere karşı uyaralım, uyandıralım onları. Giderek büyüyen küresel tüketim toplumunda kendilerini tüketmelerine izin vermeyelim! Ahmet İnam’ın son kitabında oldukça çarpıcı bir cümleyle karşılaştım: “Entelektüel otellerdir artık üniversiteler” diyordu (“Yaşamla Yoğrulmuş Bilgi”, Say Yay. 2006, s.14) . Yerinde bir tespit yapıyordu İnam. O halde, hiç vakit yitirmeksizin okulları gerçek eğitim kurumlarına dönüştürelim. Çocukları ülkedeki fikir ortamı yoksulluğundan kurtarıp eğitelim. Gözlerini dünyadaki gelişmeler açalım. Tıpkı Cumhuriyetin yokluk günlerinde Türk gençliğinin eğitildiği gibi…
Şimdilik yeraltı kaynakları ve onun perde arkasında dünyayı paylaşma kavgası yapılıyor. Kavganın her zaman bir nedeni olmuştur. Daima da olacaktır. Üstelik Ortadoğu kavga bolluğu açısından oldukça zengin ve 1947-48’den beri sürekli kanayan bir bölgedir. 1967 sonrası İsrail-Filistin, Irak-İran, Irak-Kuveyt, Irak-ABD, İran-ABD çatışmalarını hatırlayalım. Yakın bir gelecekte, son beş yıldır sıkça vurguladığım gibi, “su kavgaları” başlayacaktır. Ve unutulmasın ki Türkiye, tatlı ve tuzlu su kaynakları açısından bölgenin en zengin, en ilgi çekici ülkesi. Sırf bu nedenden dolayı bile güç kazanmak ön koşuldur. Ya Batı’nın dayattığı “eğlenceyle uyuşturma veya korkutma çağı”nı boyun eğerek kabullenecek ya da “bilinç çağı”nın sayfalarını açacağız. İnisiyatifi ele almanın tek yolu ikincisidir! Kısacası, hangi yangının ortasında kalmış olursa olsun insanımızı; yeraltı ve yerüstü zenginlikleriyle toprağımızı sahiplenelim diyorum. Hepsinden önemlisi, siyaseten güçlü duralım ve geleceğe dönük, uygulanabilir stratejiler üretelim. Çünkü Batı, Bosna’da ölmedi! Çeçenistan, Afganistan ve Irak’ta da… Batı’nın “evrensel insan hakları koruyucu imajı” ve insanlığı ölmüş olabilir ama hırsı yerli yerinde duruyor. Dişleri ise halen çok keskin!
Geçtiğimiz yüzyılın toplumsal sınıflaşma şablonu giderek geçerliliğini yitirmiş olup, yerini belirli bir plan dâhilinde hayata geçirilen ülkelerarası sınıflaşma modeline bırakmıştır. Günümüzde hükmedenler, hükmetmeyi amaçladıkları ülkeleri bir alt sınıftan sayıp zorla da olsa dize getirmeye çalışıyorlar. Hedeflerine ulaşmak için, bu coğrafyada da her türlü aracı meşru kılacak Makyavelist (“Machiavellian”) yöntemler kullanmaktan çekinmeyeceklerdir, zira sorunun temelinde ABD ile müttefiki İsrail’in Ortadoğu ve bölgenin uzantısında nüfuz sağlama çabaları olduğu apaçık görülüyor. Kişisel kanaatime göre taraflar uzlaşmaya da yanaşmayacaklardır. Batı’lı güçler en azından istediklerini elde edinceye veya çıkmaza girinceye kadar uzlaşmayı düşünmeyeceklerdir. Belirli bir otoritenin güdümünde olan Birleşmiş Milletler Teşkilatından medet ummak ise sadece safdillik olur. BM Güvenlik Konsey kararları çıkartılsa bile, büyük olasılıkla kesin çözüm kapıları açacak olan hayati maddeler engelleneceği için, göstermelik metinlerle durum “idare edilmeye” çalışılacak veya direnişçi grupların asla kabul etmeyeceği koşullar ileri sürülecektir… “İkili sorunları üçüncü bir kuvvetin çözmeye çalıştığı böyle bir diplomasi örneği uzun vadede ne zaman başarılı oldu? ” diye soruyorum kendime ve olumlu bir yanıt alamıyorum. Çatışan ülkeler arasında sürdürülmesi önkoşul olan ikili diplomatik temaslarda iyi niyet; asgari bir zeminde anlaşma ve uzlaşma arzusu egemen değilse eğer, çözüme yönelik tüm girişimler büyük bir hayal kırıklığı ile sonuçlanacaktır kanısındayım.
Olaya bir de şu açıdan bakalım: Bölgede barış gerçekten isteniyor mu? Teorik olarak, çatışmaların sürmesinin gerilimi yaratanların yararına olduğu gerçeği ağır basıyor. Sırf bu yüzden Washington D.C, Tel Aviv ve Londra ‘ateşkes’e sıcak bakmıyor ve başarma olasılığı tehlikeye düşmedikçe de bakmayacak. Pratikte ise başka bir gerçekten söz edilebilir. İsrail “var olma” savaşı verdiği yıllar boyunca giderek sertleşerek Filistin halkı ve Araplar üzerine gitmiş; sergilediği zulümle kendi düşmanlarını adeta kendisi yaratmıştır. Hamas ve Hizbullah böylece doğmuş tepki oluşumlarıdır ki şimdi İsrail’i bu topraklardan silmeyi görev edinmiş gibi gözüküyorlar. Ama artık din ve mezhep kavgaları, uluslararası çıkarlar, Radikal İslami öğeler devreye girmiş ve taraflar arasında çözüme ulaşması hayal olan kan davaları oluşmuştur. Vendetta’nın ise mantığı yoktur! İster sivil ister asker olsun, insancıl kaygıları da… Özellikle, kaynağını sömürgeci ve direnişçi militarizmden alan öç alma duygularının… Bu ortamda barış masasına oturmak bile büyük cesaret ister ki geçmişte daha uygun şartlarda, ciddi sayılabilecek yaklaşımlar denenmişti. Reddeden taraflar ektiklerini biçmekte ve ağır faturayı bugün masum sivillere ödetmektedirler. Arap liderleri, rejimlerini ve uluslararası ilişkilerini sarsmaktan korktukları için susuyor olabilirler ama Türkiye sorunu derinlemesine tahlil etmek ve kendisine yeni çıkış yolları aramak mecburiyetindedir!
Sakıncalı başka bir durumdan daha söz etmek istiyorum. Çatışmaların sakinleşip konu masaya getirildiği gün, “uluslararası barış-gücü” konuşlandırması da genel ve özel hatlarıyla kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir. Şimdiden konuşulmaya başlandı bile. En büyük çekincem, söz konusu kördüğümün çözülme işinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ne “ihale” edilmesidir ki bu iş Bosna, Somali veya Afganistan’a asker göndermeye benzemez. Bölge fevkalade sıcak ve çok yakınımızda olup, geçmişten gelen tarihi bağlar ve hassasiyetler dolayısıyla fazlaca aktif bir rol oynamanın ciddi sonuçlar doğuracağı gibi bir korkum var. Argümanları değerlendirirken bölge ülkelerinin demokratikleşme süreçlerini henüz tamamlamamış, kendi içlerinde bile esas konularda fikir birliğine varamamış olduğunu ve pek çoğunun aşiretler ve/veya dini liderlerce yönetildiğini dikkate almak gerekir. Dolayısıyla Lübnan’da konuşlanacak olan “güç” kimin yanında, kimin karşısında duracağını bilmeyecektir! Özellikle, BM’nin 1559 no.lu kararı gereği Hizbullah’ı silahsızlandırma gibi bir görev üstlenecekse eğer, çatışma kaçınılmazdır. Türk Ordusuna İsrail veya başka birilerinin “jandarmalık” görevi yüklenilmek istenebilir ki, TSK’nin T.C. sınırları dışında kimsenin koruyucusu olması düşünülemez! Mayınlı araziye gözü kapalı girmek gibi bir şey bu… Zemin tuzaklarla doludur demek istiyorum.
II - 13 Ağustos 2006 (“Ateşkes”) Sonrası Değerlendirmeler:
Yukarıda bir yerde, 'Washington D.C, Tel Aviv ve Londra 'ateşkes'e sıcak bakmıyor ve başarma olasılığı tehlikeye düşmedikçe de bakmayacak' demiştim. Ağustos ayı ortasından itibaren neler oldu da İsrail ateşkes kararını kabul etti?
—Dünya kamuoyunda giderek yükselen oranda itibar yitimi…
—Bölgedeki direnişçilerin düşünüldüğünden daha 'çetin ceviz' çıkması…
—İsrail’in askeri ve sivil can kayıplarının artması sonucunda başta Olmert Kabinesi olmak üzere Başkan Bush ve Başbakan Blair'in iç kamuoylarında puan kaybediyor olmaları.
—İngiltere ve ABD havayollarına yönelik tehditler ki, sürecin yalnızca insan kayıpları ile sınırlı kalmayıp, başta turizm ve taşımacılık sektörleri olmak üzere, ekonomik anlamda da dikkate değer zararlarla sonuçlanabileceği endişesi.
—Savaşın sürmesi halinde, artmaya devam edecek olan petrol fiyatlarının dünya ekonomisini küresel düzeyde ve derinden sarsacağı gibi kaygılar.
Demek ki risk oranı yükseliyor ve İsrail bu işin altından kalkamıyor. Bir anlamda zorunlu bir ateşkestir bu! Kabulünün temelinde iyi niyet olsaydı eğer, kararı onayladıktan hemen sonra İsrail Gazze’yi bombalamazdı. Ne garip rastlantıdır ki, neredeyse birbiriyle çakışan tarihlerde, dedesi Osmanlılar tarafından idam edilmiş ve kırk yıldır ülkemizi ziyarete gelmemiş olan Suudi Kralı Abdullah birdenbire ortaya çıkıyor ve Türkiye’de yatırım yapmaya karar veriyor. Suudi Arabistan’ın Batı dünyası ile olan ilişkilerini anlatmaya sanırım hiç gerek yok. Öte yandan Türkiye’nin Barış Gücü’nde aktif bir görev alması bekleniyor. İşte tam burada benim kafam iyice karışıyor!
Savunma amaçlı ve sıradan bir sınır-ötesi harekât yapmasına izin verilmeyen Türkiye’ye, öyle veya böyle savaşın içine çekilerek, sadece İsrail’in jandarması olmanın ötesinde Batı ile görüş ayrılığında bulunan öteki bölge ülkelerine karşı da jandarmalık görevi mi yüklenilmek isteniyor diye düşünüyorum. Özellikle de İran-ABD hesaplaşmasında aktif bir rol oynaması mı bekleniyor ülkemizden? Ne de olsa bir tarihte Batı’lı bir yatırımcı-spekülatör tarafından (Soros) “en iyi ihraç maddemizin Türk Ordusu” olduğu söylenmişti. Öte yandan Türk medyasında bazı yorumcular Türk askerinin Lübnan’a Hizbullah’ı korumak amacıyla gönderileceğini iddia ediyor. Demek ki algılamada bir bozukluk var. Alın size kargaşadan uzak durmak için bir neden daha! Türk halkına gelince, olayın arkasındaki mantığı henüz çözebilmiş değil... Kısacası, Barış Gücü’nün kendisinden beklenen işlevi netleşmedikçe Türkiye olaya müdahil olmamalı ve bu tür bir “ihale”den uzak durmalıdır. Peki, Türkiye’nin uzak durmasına göz yumulacak mı? Yoksa “Yeni bir Ortadoğu “ kurulurken “masa”dan dışlanmakla mı tehdit edilecek? Bugün sorun bir ölçüde de olsa çözümlendi diyelim; ileride pamuk ipliğine bağlı olan dengeler sarsıldıkça, savaşın Suriye ve/veya İran’a sirayet etmesi halinde doğacak mülteci akınıyla baş etmek kolay olacak mı? Topraklarımız üs olarak kullanılmak istendiğinde, verecek kesin bir yanıtımız var mı? Çünkü biliyoruz ki, tek başına “ateşkes” bir anlam ifade etmez. Diplomatik çabaların sonuç vermesi, antlaşmaların imzalanması ve tarafların bunları ihlal etmeksizin uygulaması bölge için her zaman riskler taşıyan bir süreç olmuştur.
—28 Ağustos 2006: Haber merkezleri T.C. Bakanlar Kurulu’nun 1071 sayılı BM kararı uyarınca Lübnan’da konuşlanacak olan Barış Gücü’ne katkıda bulunmaya karar verdiğini geçiyor… TBMM, 5 Eylül günü konuyu oylamaya getiriyor.
Oylamanın “olumlu” yönde sonuçlanması, Türkiye’nin bundan böyle tarafsız ve aktif bir rol oynayamayacağı tehlikeli bir sürecin içine çekilmesi anlamına gelir. Ülkeyi alternatifsizleştiren bir maceraya girmektir bu. Bölgedeki Türk gücünü azaltıp, İran’ı bölgenin yükselen gücü haline getirmek; iç politikayı talihsiz ve ekseninden oynamış bir dış politika üzerine inşa etmek; Türk kamuoyu ve demokrasisini gerçek anlamda küçümsemek; ülke çıkarlarını ticari bir hesaplaşma anlayışıyla değerlendirip, kamuoyunun yeterince bilgilendirilmediği bir kör dövüşüne bodoslama dalmak demektir. Türkiye’yi bölgede nüfuz artırmak isteyen ülkelerin tetikçisi haline dönüştürüp o ülkelerin işgalci amaçlarına destek vermek veya Türk askerini o ülkelerin kurbanı haline getirip olası bir çapraz ateşin orta yerinde bırakmaktır. Meclis’ten çıkartılamayan 1 Mart Tezkeresinin diyeti ödenmek istenirken, Türk halkının beklentilerini hiçe saymaktır!
III - Sonuç:
—5 Eylül 2006: Saat 21.00 sularında TBMM, AKP oylarının sayısal üstünlüğü ile Lübnan’a asker göndermeye karar veriyor!
Konu Başbakan T. Erdoğan tarafından gündeme getirildiğinde, oldukça yadırgadığımız “risk” ve “menfaatler”den de söz edilmişti. Riskler hakkında epeyce konuşuldu ama iktidar partisi, süreç sonunda elde edilmesi umulan ülke çıkarlarından hiç söz etmedi. Argümanlar zayıftı ve muhalefet arzuladığı yanıtları alamadı. ”Atılan taş”ın “tutulan kuş”a değip değmediğini elbette zaman gösterecektir. Gelişmelerin vardığı çizgiden sonra bize ancak Lübnan’a insani yardım amacıyla(!) yollanacak olan askerimize şans dilemek düşer ki bu noktada üst düzey askeri kaynaklardan gelen yatıştırıcı mesajları da dikkate almak lazım. Her şeye rağmen tarihsel bu kesitteki gerçekleri gençlerimize iyice anlatmalıyız ki kaderleri yakın bir gelecekte Ortadoğu’lu çocuklarınkine benzemesin. Böyle durumlarda kınamak yetmez! Hem anlamaya, hem de anlatmaya çalışmak; bunu yaparken de mutlaka tartışmak lazım. Türkiye’nin önde gelen dünya devletleri tarafından kurulan masada yer almasını elbette arzularız ama aynı zamanda sorarız da: Hangi şartlarda, hangi zeminde, hangi amaçlarla?
Namık Kemal’in bir deyişini anımsatmak istiyorum: “Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan doğar.” Geçerli koşullar altında ise ciddi anlamda tartışmak farz olmuştur. Bu hamur çok su kaldırır daha!
*****
Not: Üç aylık bir dergide her an değişen “güncel”i yazmanın sakıncalarını elbette biliyorum. Günlük gazetelerde bile yazı dolaşıma çıktığı anda güncelliğini yitirir. Bununla beraber, döneme ilişkin kişisel tespit ve görüşlerimi belgelemenin kendi açımdan vazgeçilmez bir zorunluluk ve ayrıca tüm dergilerin de birer “belgelik” olduğuna inandığımı özellikle vurgulamak istiyorum.
Bu “belgelik”, bir kültür-sanat-edebiyat dergisi olsa dahi!
(Hayal Dergisi: Ekim-Kasım-Aralık 2006, Sayı 19)
(Eklenme Tarihi: 3 Şubat 2007)
Naime ErlaçinKayıt Tarihi : 3.2.2007 17:04:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Dergi dolaşımda olduğu sürece yayımlayamadığım ve ancak şimdi arşivime eklemekte olduğum bir yazı...

Maalesef güncelliğini hala yitirmemiş belgedir. Sizin deyiminizle -ki çok yerinde buldum- 'belgelik'tir.
Saklansın bu belge. Saklansın: unutursak yine, hatırlatsın!
Ne duyguluyuz ve fakat ne unutkanız çünkü!
Vaktiyle içimizde Bosna'lar mı kanamadı?
Filistin için Afganistan için, Çeçenistan için, Irak için, Kerkük için konferanslar düzenlemedik mi? Çocuklar piyeslerine konu etmedi mi ölenleri? İzlerken ıslanmadı mı gözlerimiz? Dökülmedik mi yollara? İçimizi dökmedik mi?
Ne duyguluyuz ve fakat ne çabuk döküyoruz içimizi. Kendimizi gittiğimiz yere bırakıyor geliyoruz yine 'global' dünyaya!
İstifadeli olur İnşallah.
'Üzülerek ve eleştirerek söylüyorum; içinde yaşadığımız dönem renkli camlar karşısında magazin programları, sözde “Reality Show”lar ve “göbek atma” yarışmaları izleyerek geçirilecek bir dönem değildir. Türk insanının düşünme vakti gelmiştir. Anlamsız ve incir çekirdeğini doldurmayan tartışmalarla, eğlencelik programlarla zaman öldürme lüksümüz yok artık! Unutulmasın ki Türkiye Cumhuriyeti fevkalade kötü koşullarda ve “hasta adam” denilen bir enkazdan; ama aynı zamanda Büyük Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarından; yüzyıllardır DNA şifrelerimize kazınmış olan engin kültürümüzden yaratıldı. Yeryüzünde bir örneği de mevcut değildir… Bu denli derinlere işlemiş unsurları hiçe saymak, güven duymamak, çaresizliğe kapılmak benim anlayışıma sığmıyor. Hatalarımızı görüyor (hem de çok yakından izliyorum) , fakat umutsuzluğa kapılmıyorum. Üstelik ne geçmiş mirasımızı reddediyor, ne de başarılarımızı azımsıyorum.'
Tebrikler,
selamlar.
TÜM YORUMLAR (2)