Basit Bir Hayat, Özgürlük, Mutluluk Ve Z ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Basit Bir Hayat, Özgürlük, Mutluluk Ve Zorba...

Basit bir hayatım olsun istemiştim. Bahçesindeki limon, mandalina, portakal ağaçlarının çiçeklerinden yayılan acımsı kokulara eşlik eden sağlam, taş bir evde çıplak ayaklarımla dolaşırken uzaklarda tüten denizin buğusunu seyredecektim. Haliyle kalabalıklara mesafeli, tabiatla uyumlu, sırlarının kuytusunda gizlenen sade bir hayat ihtimali beni sakinleştiriyordu. İstediğimde insanın saplantılı tutkularından, özlemlerinden, nedensiz öfkesinden, ürkütücü hırsından kaçabilme özgürlüğü sunan, ruhumu sınırlı zamanın hapishanesinden kurtaran ‘sessiz’ bir geleceğin hayaliyle avunuyordum. Toplumun anlamsız kurallarından uzakta, istediğim zaman uyanmak, acıktığımda yemek, sadece istediğim kitapları okumak, hayal kurmak, ertesi gün sözcüklere dönüşecek gece düşüncelerine eşlik eden gökyüzünü seyredebilmek için ihtiyacım olan koşullara sahip olabileceğimi sanıyordum. Fena halde yanılmışım. Bu ülkenin insanı bezdiren tuhaf bir sistemi var. Böyle yazılar yazarak o istediğim hayata hiç kavuşamayacağımı idrak etmiş bulunuyorum. Öyle bir hayatın bedelini ödemek için yirmi yıl çalışmış olmak da yetmiyor. Yönetmenin veya yönetilmenin sıkıntılı zorluğuna katlanmak, ‘sipariş’ yazılar yazmak, hatta çirkin siyasi kavgalara karışmak, hatta bazen epeyce ‘hafif’ olmak da gerekiyor maalesef. Nedense o zaman sahte bir biçimde ‘görünür’ oluyorsunuz ama aksi gibi ben o ‘gücün’ beni görmek istediği gibi olmak fikrinden pek hoşlanmıyorum. Üstelik bu sisteme isyan edebilecek kadar özgür değilim. Ne olacak şimdi?

Birilerini sığ bir yaklaşımla ‘paketleyen’ yazarları neden her gün ısrarla okuduğumu soruyorum kendime. Bana ne bu insanlardan? Ben siyasetin hayattan kopuk olduğunu hiç düşünmedim ve elbette o tercihlerin hayatta durduğumuz yeri, kim olduğumuzu gösterdiğine ve bu tavrın önemine inanırım. Ama belli bir gücü elde etmek, tuhaf bir biçimde değişime direnmek uğruna insanın olduğundan daha farklı davranmasını, yazmasını da biraz acıklı buluyorum doğrusu. İnsanlar artık ‘basit’ olabilmenin kıymetini unutmuş gibi davranıyor. Her gün köşelerinde birilerini ‘bir şeyci’ olmakla itham edenler, neden net bir tavırla iyi ve doğru olanı savunup, kötü ve yanlış olanı vicdanla, kalple, adalet bilinciyle eleştiremiyor? Neden bu kadar zor?

‘TUTKU BANA EGEMEN OLAMAZ’

Boğazın ışıldayan tepelerinde içinden eriyen kırmızı bir mum gibi gökyüzünde asılı kalmış dolunaya bakarken işte böyle pek de eğlenceli ve ‘romantik’ olmayan düşüncelerden kendimi kurtarmaya çalışıyordum. Bir de ‘tutsaklık’ kötü bir şey diye söylenirken yemekten ziyade seyretmeyi sevdiğim iri, şehvetli kirazlara bakıyordum o sırada. Sonra aniden Kazancakis’in ilkel, köylü Zorba’sı geldi aklıma. Zorba filmi de yapılan o romanda ‘patron’ diye hitap ettiği dostuna özlem duyduklarından nasıl kurtulduğunu anlatıyordu. Çocukken parası olmadığı için kiraz alamıyormuş, her gün o kirazları düşünüyor ve bu rezillikten utanıyormuş. Bir gün babasının cebinden çaldığı parayla bir sepet dolusu kiraz almış. Bir çukurun içinde midesini doldurup hepsini kusana kadar yemiş. Sonra büyüyünce şarap ve sigara için de aynı şeyi yapmış. “Hâlâ içiyorum ama istediğim zaman ‘harp’ diye kesiyorum, tutku bana egemen olamaz” diye anlatıyordu tutsaklığını. Ona göre insan böyle kurtuluyordu bağımlılıktan, zevk düşkünü ya da keşiş olarak değil.

Kazancakis, Zorba için yazdığı önsözde, kendini çılgınlığa, basitliğe, hayatın çıplak gerçeklerine olduğu gibi teslim edemeyen ruhundan ötürü o basit adamın önünde nasıl utandığını anlatıyor. Romanı öyle sıkıntılı, nemli bir gecede hatırlayarak hafiflemek hoşuma gitti. Yazar, onu en çok etkileyen isimleri sayarken “Homeros, Budha, Bergson, Nietzsche ve Zorba” diyor. Çok geç tanıştığı ihtiyar köylü, zamanla yazarın elinde, felsefe konusu, mürekkep, kâğıt ve bir masal haline gelmiş. Zorba’nın hayat ve düşünme biçimini yeniden kurgulayan yazar, gerçek olduğuna okuru kolayca ikna edebilen o muhteşem diyalogların çoğunu belli ki uydurmuş ama bence bunun hiç önemi yok. O bir yazar ve malum ‘uydurmak’ onların en sevdiği iş. Bu romanın kahramanlarını yaratırken tabiatın, hümanizmin, sadeliğin, bir zamanlar hakkında çok düşündüğü Budizm’in önünde saygıyla eğilen büyük bir şiir yazmıştı aslında.

HER GÜN İLK KEZ GÖRÜYORMUŞ GİBİ...

Gece yarısı kirazlar sayesinde hatırladığım kitabı karıştırmak eski günlere götürdü beni. Kazancakis, romanda ‘her an ölecekmiş gibi davrananlarla’, ‘hiç ölmeyecekmiş’ gibi yaşayanların’ aslında çok farklı olmadıklarını söylüyordu. Ama bunu tıpkı mutluluğu ancak o his geçip gittikten sonra hissedebilmemiz gibi çok sonraları anlamış. Romandaki yazar, “Ben Girit kıyısında mutluluğu yaşıyor, üstelik mutlu olduğumu da biliyorum” diyor. Bunu ne kadar az hissedebildiğimizi de düşündüm. Önce mutlu oluyor, nedense sonra o anı hatırlıyorduk...

Doğrusu hayatı iştahla yiyen Zorba gibi etrafımda gördüğüm her şeyi, her gün ilk kez görüyormuşçasına heyecanlanabilmeyi, üzümün şaraba dönüşebilmesinin sırrını her seferinde yeniden bir çocuk gibi merak edebilmeyi, ‘dünyanın bakirliğinin tazelendiğini hissedebilmeyi’ isterdim.

Zorba, kadınları kırmamak için onları her daim hoş tutmak isteyen zampara bir serseridir aynı zamanda. Kazancakis, basit bir erkeğin vahşi özelliklerinin kadınları şefkatle koruyan yanını, o unutulmaz ironik cümlelerle yazmıştı: “Bir kadın yatağına çağırsın da sen gitmeyesin. Ruhun mahvoldu demektir. Bu kadın Tanrı’nın büyük mahkemesinde iç çekecektir ve kadının bu iç çekişi, kim olursan ol, ne kadar iyilik yapmış olursan olsan da seni Cehennem’e attırır. Eğer Cehennem varsa ben Cehennem’e gideceğim; nedeni de bu olacak.”

‘Kalpleri ilkel bir cesaretle’ büyüyen bu tür adamların yanında ‘okumuşlar’, kendini hakikaten biraz ezik hissedebilir. Bir insanın böylesine saf ve vahşi bir dokunuşla hayata, dünyaya, başka insanlara uyum sağlayabilmesi pek kolay değildir çünkü.

BENİM KALBİM DE BÖYLE İŞTE...

Sayfaları heyecanla karıştırıp Zorba’nın raks edişini hayal ederken sıkıntılı bir yaz yağmuru başladı. O “yağmur yağarken insanın kalbi acı çeker” diyordu. Bir an onun gibi basit bir ihtiyarla buralardan çekip gidebilmeyi, anlamsız bir hayat kavgasından uzaklaşabilmeyi diledim. Yıldızlı gecelerde santurunu dizlerinin üstüne koyup usulca çalabilen, mutluluğun bir kadeh şarap ve denizin uğultusunu dinlemek gibi basit bir şey olduğuna yürekten inanan, hayatın derin acılar karşısında korkmuyormuş gibi durabilen bir dostum olsun isterdim. O ‘patronla’ konuşurken kendini şöyle anlatıyordu: “Kırmızı, siyah yamalarla yamanmış, binlerce ekli ve yamaları kalın sicimle dikildiği için en büyük fırtınalarda bile yırtılmayan bazı gemi yelkenleri vardır. Benim kalbim de öyle işte! Binlerce delikli, binlerce yamalı, ama korkusuz.”

Kalbi yamalı Zorba, yazar dostuna bağlı bulunduğu iplerinin diğer insanlardan biraz daha uzun tutulmuş olduğunu söyler. “Hepsi bu! ” der. Ona “kendini özgür sanıyorsun ama ipini koparmadıkça hayatın ne tadı var” diye sorar. Kâğıtlardan yaptığı uçurtmaya tutunarak yaşayan yazar, cevap veremez bu mantıklı soruya.

Kitaptaki o yazar gibi ben de deniz kenarındaki çakılların üzerine uzanıp gözlerimi yumsam. ‘Hayat nedir’ desem basitçe. Herkesin bir kez sahip olabildiği bu hayatta ağaçları, kuşları, bulutları, güneşi görünce yeryüzüne ilk kez gelmişim gibi şaşırabilsem. ‘Hayatın küçük mutluluklar ve büyük değersiz konuşmalarla’ geçtiğini, herkesin kendine ait bir ‘cenneti’ olduğunu dünyaya kızmadan kabullenebilsem... Zorba’nın kirazlarla yaptığını kitaplarla yapsam. Sırları yazmak yerine onun gibi sadece yaşasam. Okuduğum bütün kâğıtları Kazancakis gibi yesem. Kussam, kurtulsam.

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 12:09:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan