Böyle günlerde sevenlerin duası Kabul olurmuş ya, hadi el açıp dua edelim seninle, ayrılmamak, bir daha ayrılmamak için…Ayrılmamak ve bir daha ayrılmamak adına hadi dua edelim, bildiğimiz bütün duaları okuyalım…
Sultan Ahmet camiine git, secdeye kapan benim yerime de; akşam olduğunda, evinin bütün pencerelerini aç, ezan sesleri dolsun içeriye…
Birazdan top atılacak, orucunu açacaksın zeytin ekmekle; sahurda gez dolaş biraz, tebdili kıyafetle; yoksul mahallelerine de git otur sofralarına…
Çok mutlu olurlar onlar, fakir zengin ayırt etmez, kapıya geleni Tanrı misafiridir diye, dilenci olsa bile geri çevirmez; bir kase sıcak çorba olsun verirler…
Seninle can bağımız var, seninle can bağımız; İstanbul, senin yedi göbeğinden biri ben olmalıyım; benim, benim can; mutlaka biri benim…
Seninle kan bağımız var…
Ben burdayım ama gece gündüz seni düşünüyorum, aklım sende, gözüm mezarlıklarda…
Şimdi güvercin desem neyi hatırlayacağını biliyorum; ağlama sakın, sen ağlayınca gözyaşların sele dönüyor, o seni acımasızca kullanan korumayan, yine de çok sevdiğin insanlara istemeden zarar veriyorsun, istemeden…
Görüyorsunki insancıklar da seninle birlikde ağlıyorlar, çaresizliklerine, kaybettikleri göz bebeği yakınlarına…
En temiz zeminlerde dolaşsalarda melek gibi saf tertemiz olsalar da, seni çok, çok sevselerde görmüyormusun onlar da perişan oluyor, çamurlara bulanıyorlar…
Böyle ağlama sevgili! sevgili İstanbulum bu kadar, gözyaşların sele dönüp, masumlara zarar verecek kadar ağlama…
Ne yapıyor kız kulesi, hâla bir talibi yok mu? Bekar mı kalacak hep öyle; Meryem gibi…
Canım, aah canım benim, canım İstanbulum; senin suçun yok, sana tecavüz edenlerden, işte böyle hilkat garibesi çocuklar doğdu…
Bu bayram senin ilk taziye bayramın; başın sağ olsun.
Bu günleri unut neşeli olmaya bak diyeceğim de, önlem almak için aklından hiç çıkarma, lakin yine sulu gözlerle etrafda dolaşıp, çocukların bayram sevincini de kursaklarında komazsın bilirim; sen asilsin, sen azizsin canım İstanbul…
15/Eylül/2009/Bodrum.
********************
Yüksel Nimet Apel
Öykü.
Bu akşam üç film birden…
3/4/5nci sayfalar.
Kedim perişanla birlikte annemlerden kalan bu binanın çatı katında oturuyorum ben… güzel de bir terasım çiçeklerim; babamın bu evi yaptırdığında diktiği balkona tırmanan, hanım eli çardak gülü, üzüm asması ile bahçeden yukarı kadar tırmanan bir sevgi eli uzanmış gibidir...Hep onların elinin değdiği, bu bereketli bahçe bu apartman bu güzelim komşular daha ne isterim ki?
Ben bu evde doğduğum için bu evden ayrılmaya içim elvermiyor…
Özellikle birbirimize kenetlenip adeta et tırnak olduğumuz bu komşuları bırakmak için deli olmak lazım…
Semt sakinleri, özellikle komşular mahalleden biri başka bir mahalleye taşınsa, herkes birbirinin yakını gibi olduğundan; biri ölmüş gibi günlerce yası tututlur…
Yeni biri mi taşındı mahalleye, o zaman herkes seferber olup yeni geleni bağrımıza basarız… her ihtiyacı için yardımına koşarız…
Aslında Ortaköyde dedemden kalan bir dairem var; var olmasına var da, kim gider bu altın kalpli insanları bırakıp.
Üç yıl once annem ardından babam biri şeker komasıyla diğeri sevgili eşinin yokluğuna dayanamayıp peş peşe ölüp gittiler…Yalnız olsaydım ne yapardım acaba?
Şükran teyzemi mi Sultanları mı hangi birini anlatsam kol kanat gerdiler bana …O korkunç günleri hasarsız atlatabildiysem onların sayesinde oldu…
Nasıl dayanırdım onların böyle sözleşmiş gibi arka arkaya, gidivermelerinin ardından, nasıl dayanabildim Allahım…
Ailem Bulgaristandan geldiğinde, daha doğrusu kaçtıklarında Türkiyeye gelip Manisaya yerleşmişler…Daha sonra hangi sebeple bilmem; İstanbula gelip bu apartmanın yerinde olan gece konduyu almışlar…
Yani ben gözümü burada açtım…Bir kez nişanlanıp ayrıldım bir daha da evlenmeyeceğim diye tövbe ettim adeta; ta ki o gelene kadar...
Belgesel:
Belgesel dedim de aklıma geldi, bir çoğumuz belgesellerden şunu anlıyoruz herhalde. Kuşlar böcekler aslan ve kaplanlar, ha bir de ormanlar olabilir, bunlarla kısıtlı sandığımız belgeseller aslında çok daha geniş kapsamlıdır..
Oysaki halkları, onların gelenek ve göreneklerini, kısaca kültürlerini, yerleşim bölgelerini tarım alanındaki faaliyetlerini, yörelerine coğrafi şartlarına gore nasıl bir düzen kurup yaşadıklarını ve daha bir çok şeyi sanata verdikleri değeri öğrenebiliriz belgesellerden…
Bir çoğumuzun yaşam biçimi farklıdır, hiçbirimizin diğerinin yaşam şartları bir olmadığı gibi kültür farkı da olduğundan kimimiz sinemaya gitmekden zevk alır kimimiz evde film seyretmeye bayılırız…
Hafta içi veya hafta sonu kışın sinemaya gitmek sosyal bir aktivitedir, herkesin birbirini tanıması birbirine selam verip hatır sorduğu kaynaştığı Saray sinemasına gittiğimiz o güzel günler hep hafızamızın bir köşesinde unutulmayan anılar arasındadır…
Hem sinemada patlamış mısır yemek, teşrifatcının geç kaldıysanız size elindeki fenerle yerinizi göstermesi, filmi toplu halde seyretmeniz, bazen öndeki kişi uzun boylu ve biraz düşüncesizse tanımadığınız bu kişiye karşı oluşan öfkeniz…
Ya da film boyunca yan yana oturan kişlerden birinin diğerine durmadan filmi sorması yüksek sesle konuşması bile bize has bir kültürün parçası değilmidir?
Yaz mevsimindeysek bahçe sinemalarına, yani o meşhur, yazlık sinemalara gideriz şiirlere filmlere konu olan içinde unutulmaz anılar barındıran yazlık sinemalar ve nostalji…
Bizim şu bekar gençler de sinemaya çok meraklılar, aşağıdan Mari teyzeyle Sultanın konuşmalarını duyup sohbete katılamadığım, o günleri, uzaklaşan davullu zurnalı köhne sinema arabasını afişlerin bayrak gibi dalgalanan rengarenk serüveni, sokakta bırakdığı izler ve sıcacık mutlu günlerimizi anımsamam; beraberinde içimi sızlatarak çocukluk yıllarıma götürdü beni…
O kocaman iri kara gözlü uzun boylu, sessiz sakin sevecen Orhan abim bana sinemayı sevdiren bir yandan okurken bir yandan sinema gişesinde bilet satan Orhan abim kanıma girmiştir benim…
Ah Orhan abim be! şimdi dede olmuşsundur; saçların beyazlanıp iri kara gözlerine tezat oluşturmuştur…
Mutlak torunlarına da aşılamışsındır sinema sevdasını; onları da, ellerinden tutup sinemaya götürdüğün oluyor mu?
Ne diyeyim; nerdesin öldün mü kaldın mı Allah selamet versin ölmeyi sana yakıştıramam ki; öğretmen olduğunu duymuştum başka da bir şey bilmiyorum sizin hakkınızda; Emine teyzeyi Turgut abiyi hepinizi çok çok özledim…
Eski ahbabları bulmak şimdi çok kolay ne var ki hayatta olasın, bir gün seni bulur eskilerden konuşuruz…
Canım, canım abim ne derdim senin takdirini kazanmak için - bak Orhan abi ben evet diyorum he demiyorum…
Hatırladın mı nasıl bir tesadüf olmalı ki bir yerde karşılaşalım yıllar, yıllar sonra.
Görsek tanımayız tabii ki ama Tanrının muradı bizi karşılaştırmak ise o mutlak hatırlatır bize birbirimizi…
Allah bilir sen o zamanlar, son görüştüğümüz yıllarda yirmiyi aşkın bir yaşta iken ben bir sinema dünyası olduğunu, senin sayende farkettiğimde, orta okul öğrencisiydim…
Bana sinamayı sevdiren getirdiğin o kocaman,renkli afişler beni zehirledi mi bilemiyorum…
O yıllarda hiç bir çocuğun öylesine güzel,renkli afişleri olmamıştır, bu yüzden kendimi diğer çocuklardan hep şanslı görürdüm…
Onlara ne oldu acaba evimiz istimlak olduğunda mı kayboldular? Bilemiyorum ama içim acıyor, ben ki küçücük bir bilet parçasını, kaybolmaya çok müsait bir kağıdı yıllar yılı saklayan biri olarak, dolabımdaki mektuplar, itinayla katladığım afişler, onlara ne oldu?
Ben ailenin tek evladıyım desem de annemler Bulgaristandan buraya göç ederlerken annesiz babasız bir çocuğu da yanlarında getirmişler…
Benden büyük olduğu için ağabey olarak bildiğim canım ağabeyim Selim Manisada gözleri renkli, çok çok güzel bir kıza aşık olup onunla evlenmiş…
Daha sonra Manisaya yerleşen Selim abim, afişlerimi ne sebeple oraya götürdü bilemiyorum; hiç bir şey hatırlamıyorum kendisi fotoğrafçı idi ve sanırım bir sergi açmak istiyordu…
Oldukça güzel fotoğraflar slaytlar vardı elinde, bana kitap okumayı da Selim abim aşılamışdı yazık ki o günlerde ondan fotoğraf çekmeyi o sanatı öğrenmeye hiç heves etmemişim.
Evimizin bodrumunda saaatler geçirir çok güzel fotoğraflar elde ederdi, o da benim gibi iflah olmaz bir sinema aşığı idi Orhan abimle onlar da çok iyi arkadaştılar…Belki de kendisinin de biriktirdiği afişleri sergiye koyacakdı…
Bu fotoğraflar arasında köyde tandırda ekmek pişiren ninelerimiz o mavişler, o güzel marifetli kadınların fotoğrafları, sergide segilenmeği hak ediyordu…
Tarlada çift süren dedemin, ve daha bir çoklarının fotoğraflarının, sergiyi zenginleştireceğinden emindim; ama ne yazık ki bir kaza sonucu hepsinin yandığını duydum o dökümanların…
Mağazaya telefon edip, ölçülerime uygun, muare tafta bir elbise getirmelerini istedim…Seleni çağırıp prova yapacakdım ama, yüzde yüz tam gelir biliyorum; Selenin ölçüleri benimle hemen hemen aynı olmalı…
Arkası yarın
Sayfa 6
Sevgül hanıma temizliğe giden dazlak Nurinin anası Naciye, hanımının yaş günü davetine sevinsin mi üzülsün mü bilemiyordu…
Arsız oğlu Nuriyi bir yolunu bulur da babasına bırakırdı da, öyle eli boş hediye almadan nasıl gidilirdi?
Hem kocası huysuzluk yaparsa ben oğlumu nasıl öyle kibar insanların evine götüreyim; diyip hayıflanıyordu…Hem ayıp olurdu, hem de kendini adam yerine koyup çağırdılar diye, çocukla gidilmezdi ki…
Sevgül hanım da annesi Hikmet hanım da doğma büyüme İstanbullu idiler, çok zengin değillerse de soylu insanlardı…
Günlük yevmiyesi dışında Hikmet hanım Naciyeyi bir kenara çeker, kimseler görmeden eline para sıkıştırırdı…Allah için Naciye de onun bir dediğini hiç bir zaman iki etmezdi…
Naciye böyle zamanlarda itiraz edecek olsa; parmağını dudaklarına götüren Hikmet hanım sus işareti yapardı gülümseyerek…
Mahallenin diğer sakinleri gibi Naciyenin de sinamaya düşkünlüğü bilinirdi…
Doğrusu bu kibar ve cömert insanlar sayesinde O da onlardan geri kalmaz, hemen her hafta sinemaya giderdi;
Kocasına işe gidiyorum der gibi bakar, hiç konuşmadan kapıyı çekip heyecanla sinemanın yolunu tutardı…
Kocasınını bu gidişlerinin nereye olduğunu bildiği halde selenmeyişinin, hikmeti,
Masanın üzerinde duran rakı şişesi, ve peynir ekmek kavun gibi mezelerdi…
Her zaman, masa örtüsünün altında da en az bir yüzlük dururdu…
O da bilirdi ki Naciyenin o gün sinema günüdür…
Sevgül hanımlar da daha önceleri Mutlu aprtmanında üç numarada oturuyorlardı…
Böyle kirada oturmalarının, Üsküdardaki evlerine gitmemelerinin nedeni; yine birbirine riyasız bağlılıkları, akraba bağlılığından bile ileri derecedeki dostlukları idi, ama sonra çocuklar büyüyünce herbirine ayrı oda gerekdiğinden, aksarayda geniş bir daireye taşındılar...
O akşam yazlık Şafak sinemasında, Şadiyenin filmi oynayacakdı.
Naciye gündüz yaş gününe akşamına sinemaya nasıl gideceğini düşüne dursun; Olaylar istediğinden alâ gelişdi…Olmazsa sinemayı erteler kadınlar matinesine giderdi ama, komşularla birlikde gidilen akşam sinemalarının tadı bir ayrı güzeldi…
Kocası hafta sonlarını evde geçiriyordu; hafta içi, de sanki işe gider gibi, sabahtan çıkar, akşam bir yerlerde sızıp kalmasa; anca eve gelebilirdi…
O da istemezmiydi ki, kocasıyla oğluyla herkes gibi göğsünü gere gere sinemaya gitsinler; başkaları, tuzu kuru insanlar gibi doyasıya gülüp eğlenmek, o komik filmlerde, onlar gibi kahkaha atmak istemezmiydi?
Eeh iyi kötü kendi üç beş kuruş kazanıyor, köyünden de annesi kışlık erzaklarını gönderiyordu…
Ev de zamanında göz açıklık yapıp başlarını sokabildikleri bir gecekonduydu; Allah için kocasının elinden bu tür işler gelirdi…Değme ustalardan bile üstündü yeri geldiğinde; ah şu içkisi tenbelliği olmasa idi, çok da fena bir adam da değidi hani.
Gittiği filmler aşk filmleriydi; öyle açık saçık filmlere gitmezdi...
Hem ayıpdı, hem de günah; zaten kocası haber alsa bacaklarını kırardı ya, ah bir de parası olsa Sevgül hanıma bir doğum günü hediyesi alabilseydi…
Elinde avucunda ne varsa, günahının, kadın olmanın kefaretini öder gibi kuruşu kuruşuna kocasına veriyordu…
Karar Verdi komşudan borç alacakdı; aklına Betül geldi…
O da öyle iyi bir kadındı ki, Naciye Betül hanıma temizliğe gittiğinde çoğu zaman para almak istemese de zorla ceplerine sıkıştırır ara sıra giyilmemiş giysiler de verirdi…
Kışın kendisine bazı elbise, oğluna da palto ayakkabı falan verirdi…
Naciyenin gecekondusu Mutlu apartmanının hemen arkasında idi; balkona çıkan, en azından kapıda güneşlenen dazlak Nuriyi görür onun vasıtası ile Naciyeye haber gönderirlerdi, öyle olurdu ki Naciye Pazar günleri bile işe giderdi…
Kendi komşuları biraz kıskandıkları için Naciyenin adını kavgacıya çıkarmışlardı; oysa işe gittiği bütün hanımlar onun az konuşduğundan şikayet edip, takılırlardı..
Birgün komşularından birini alıp götürecek, hanımlarının yanında nasıl bir değeri olduğunu onlara isbat edecekdi de öyle damdan düşer gibi olmazdı..
Bir tarafdan, haylaz oğlu, işsiz ayyaş kocası ile ne olacakdı Naciyenin durumu? Komşular gelip, gelip Nuriyi şikayet ediyorlar; Naciye söyleyecek söz bulamıyordu…
Ama ne de olsa evladı idi; ona kızıp azarlarken bir yandan da içi sızlıyordu..
Öyle babaya böyle oğul diyip geçemezdi ya, Allah büyükdü elbet bu düzen bir gün değişir diye umudunu saklı tutuyordu bu saf temiz kadın…
Eğer Hikmet hanım ve Sevgül hanım gibi, Betül gibi hayırsever insanlar olmasaydı bıkıp usandığı bu yaşamdan kaçıp giderdi de ama nereye? Bir gün bile bu kahır çekilmezdi…
Ama el, elken, Naciyeyi adam yerine koyuyorlar; onu sevip kolluyorlardı…
Naciye çocukluğundan gençliğinden hiç bir şey anlamamış; yüzü hiç gülmemişdi..
İşte bir parça bu iyi kalpli insanlar arasında insan olduğunu anlıyor, geleceğe ümitle bakıyordu…
Naciye zengin kardeşleri olduğunu duymuştu da yoksulluğun gözü kör olsun onları nerde arayıp bulacakdı.
Aynı yurtlarda birbirinden habersiz büyümüşler, o zamanlar babaları çok fakir bir ırgat iken zamanla, işleri biraz düzelmiş köyünde kendine az da olsa, yer edinip toprak sahibi olmuş günlük iaşesini temin eder bir duruma gelebilmişdi…
İki oğlunu ve Naciyeyi verdiği yurtta hiçbirini bulamamış nice seneler sonra, Naciyeyi bulabilmişdi yanlız.
Naciye bu düşünceleri kafasından kovdu; hem param yok hem de yaş günlerinde ne alınır onu da bilmiyorum diye düşünürken, geçen hafta bir mağazada görüp beğendiği, ipekli, empirme desenli kumaş geliverdi aklına…
Elbiselik alamasa da bir buluzluk kestirebilirdi, hem mağazanın taksit yaptığını da okumuşdu camda…
Üzerinde bahar çiçekleri olan bu kumaşı ne kadar beğenmiş, ordan her geçişte, uzun uzun seyrederken bulmuşdu kendini…
Sonunda içi rahatladı; şu Betül hanım ve beyzadelerin Hüsniye, ne insan kadınlardı, ne zaman eli darda olsa, gelip yardım isteyebileceğini söyler ferahlatırlardı kadını…
Hüsniye için herkes kibirli olduğunu söylese de o öyle biri değildi, gerçi, hekese yüz vermezdi, akıllı kadındı…
Bir de yüz verse tepesine çıkardı bu deli karılar…
Şadiye de can kız/dı, onun kadar fedakar candan bir kadın tanımadığını düşünse de öbürlerine haksızlık olmasın diye hemen bu düşüncesini aklından kovardı…
Ne zaman darda olsa; o da, hızır gibi yetişenlerdendi..
Şadiyee güya barda çalışıyormuş, herkes bunu söylüyor kulakdan kulağa dedikodu yapıyorlardı; kendisi hiç böyle şeye inanırmıydı? Ne olacak dedikoducu karılar…
Zaten barın nasıl bir yer olduğunu bilmiyor, ama onların kaş göz hareketlerinden pek de iyi bir yer olmadığını anladığından onlara bir türlü inanmak gelmiyordu içinden…
Acele oğlu Nuriyi tembihleyip, ceketini giydi; başını örtüp çıkdı, evinden…
Yüksel Nimet ApelKayıt Tarihi : 19.9.2009 12:26:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Yüksel Nimet Apel](https://www.antoloji.com/i/siir/2009/09/19/basin-sagolsun-bu-senin-ilk-taziye-bayramin.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!