ÖNSÖZÜ
Bu kitabımı özellikle lise ve üniversitede okuyan kardeşlerim için yazdım. Kitabımızda belki Beyaz Dizivari tozpembe bir hayat ve mutlu Bir son bulamayacaksınız. Sicilimiz bozulur endişesiyle halkımın yaşadıklarını tersyüz edemezdim...
İnanıyorum ki
Allah'ın katındaki sicilimizle, Tağutların yanındaki Sicilimiz ters orantılıdır. Eğer, Tağutların, yanındaki sicilimiz temiz ve kirlenmemiş ise, Allah'ın katındaki sicilimiz kirlenmiş demektir... Allah'ın katına temiz bir sicil ile çıkabilmemiz için, Tağutların tuttuğu sicilimizin kirlenmesi gerekir. Mutlaka kirlenmesi gerekir. Yoksa biz kirleneceğiz...
Şanlıurfa— 1991
***
— Yasemen, derse girmeyecek misin? Bak hoca sınıfa giriyor.
— Hayır, Ali girmeyeceğim.
— Neden? Biliyorsun ki ders önemli...
— Öyle mi?
— Hala girmeyecek misin?
— Kafamı dinlendirmek istiyordum ama...
— Senin kafan da bir türlü dinlenmedi gitti.
— Suç benim mi? Üzerimde oynanan oyunların ağırlığı beni eziyor. Tahammül gücümü zorlayan bütün bu oyunlar rahat vermiyor bana. İşte bundandır kafamın ağrıları, bundandır bir türlü gülemeyişim, suskunluğum hep bundandır.
— Şimdi edebiyat yapmayı bırak da derse girelim, geç kalıyoruz.
— Dediğin olsun. Ama edebiyat mı yoksa feryat mı olduğunu göreceksin.
***
Sınıfta çıt çıkmıyordu. Herkes masada oturan hocaya bakıyordu. Bu Hoca'ya sınıfın ayrı bir saygısı vardı. Okulda Öğretmen yetersizliğinden, Din dersi hocası, İnkılâp Tarihi derslerine de giriyordu. Ahmet Hoca, yoklamayı yaptıktan sonra ayağa kalktı.
— Arkadaşlar, bu sene üniversite sınavlarına gireceksiniz. Anlatacağım konuları iyice dinlemelisiniz. Çünkü sınavda sorulan soruların büyük bir bölümü bu konulardan çıktı bugüne kadar. Hoca, bu kısa girişten sonra sınıfa bir göz gezdirdi. Herkes can kulağıyla dinliyordu.
— Arkadaşlar, bugünkü konumuz "laiklik". Laikliğin din düşmanlığı ve dinsizlikle hiç bir ilgisi yoktur. Ancak bazı yobaz aydınlar mı diyelim, bu kelimeyi kasten "Ladini" diye tercüme etmişler. Bu da bir takım yanlış anlaşılmalara neden olmuştur. Kimi si kalkmış "laiklik dinsizliktir" diye Bağırmış kimisi de "din elden gidiyor" diye bayrak açmış kimisi de "lailaheillallah" demiş yürümüş.
Oysa malumunuzdur on senedir din dersi hocasıyım ve ben laiklikten yanayım. Çünkü laikliğin dinsizlikle bir alakası yoktur. Tanımını, kabataslak yapacak olursak. Dinin, devletten ve siyasetten ayrılması ve her vatandaş için vicdan hürriyetinin sağlanmasıdır. Zaten İslam âlimleri de laikliğe karşı çıkmamışlardır. Meşhur âlimlerden biri laikliği açıkça desteklercesine şöyle demiyor mu: "Euzubillahiminessiyaseti". Ahmet Hoca, bir an için sustu. Onun susmasından yararlanan bir öğrenci parmak kaldırdı. Ahmet Hoca:
— Evet Kaya,
— Hocam, laiklik, günümüzde artık bütün halk tarafından kabul edilmiş ve aynı zamanda halka mal olmuş durumdadır. Kaya, sınıfın pencere tarafında oturuyordu. Parlak teni ve gözlüğüyle, her halinden belliydi subay veya ağa çocuğu olduğu...
Çünkü Doğunun insanı bakımsızlıktan, açlıktan, baskıdan ve korkudan dolayı içinde biriken kin ve nefret çehresine yansımız, bu sebeple çehresi toprakvari bir renk almıştır. Şu bir gerçektir, Dünya'nın neresinde olursa olsun, zulmeden insanlar parlak ve nazik, ezilen ve mahrum bırakılan insanlar esmer ve cılız olurlar.
İşte, Avrupa ve Afrika kıtaları,
İşte, Sam Amca ve Kızılderililer,
İşte, Sömürgeciler ve Sömürülenler,
İşte, Ağalar ve Köleler
İşte, ülkem, bölgem ve ben...
Bundan dolayı, Kuzeydoğu ‘da, Ortadoğu'da, Güneydoğu'da; ne Zaman ve nerede parlak tenli birini görürseniz, onun Ağa veya Subay çocuğu olduğuna iddiaya girebilirsiniz! Ahmet Hoca memnun bir ses tonuyla,
— Çok güzel bir konuya temas ettin. Zaten ilkelerin bir Özelliği de halka mal olmasıdır. Bugün laikliği halktan hiç kimse ayıramaz. Ön sıralarda oturan bir öğrenci söz hakkı istedi.
— Hocam, siz bu ilkelerin halka mal olduğunu söylüyorsunuz.
Ama ben bugün gazeteleri okudum da...
— Gazeteler ne diyor, Hasan?
— Genellikle hepsi aynı şeyi konu etmişlerdi. Büyük puntolarla "Laiklik elden gidiyor", diye manşet atmışlardı. Sebep olarak da üniversitelerde örtülü kızların da okumak istemelerini gösteriyorlardı. Oysa halka mal olmuş bir ilkenin, bir metrekarelik bez yüzünden elden gitmesi olacak şey mi? Anlamıyorum, eskiden din elden gidiyordu, şimdi de laiklik. Anlaşılan bu gidişle elimiz boş kalacak.
— Neyse Hasan, konumuz ciddi, milleti başka zaman güldürürsün.
— Evet, arkadaşlar, şimdi konunun can alıcı noktasına gelelim. Yani laikliğin dinsizlik olmadığına gelelim. Bu konuda Fikrini beyan etmek isteyen var mı? Dersin başından beri derin düşüncelere dalan Yasemen parmağını kaldırdı.
Evet, Yasemen, söyle.
—Hocam, izin verirseniz, ben laikliğin dinsizlik olmadığını ve Müslümanların neden laikliğe karşı çıktıklarını anlatmak istiyorum.
— Tabi anlatabilirsin. Ama zil çaldı, ikinci derste devam edersin.
***
Sınıfta herkes yerini almıştı. Ahmet Hoca da sınıfa girdi. Yoklama fişini imzaladıktan sonra,
— Evet, Yasemen, seni dinliyoruz.
Ahmet Hoca kalemini ceketin cebine koydu ve başka bir şey Çıkarmak ister gibi elini cebine daldırdı. Ama eli boştu, çıkardığında. Yasemen, bir şeyler anladı, Hocanın yüzündeki ifade de tahmin ettiği şeyin doğru olabileceğini Kuvvetlendirdi. O ihtimal doğru bile olsa o konudaki fikrini söylemekten vazgeçmeyecekti. Önemli olan Hocanın elinin cebinde neler aradığını fark etmiş olmasıydı. O an bir kere daha anladı. Kurtların, tilkilerin ve köpeklerin kol gezdiği bir ortamda gafil olmak tehlikeliydi. Ama hocanın hareketi sınıfta kaç kişinin dikkatini çekti? Hiç birinin…
Yasemen tahtaya çıktı
— Arkadaşlar, laikliğin dinsizlik olmadığını ispatlamaya geçmeden önce dinin ne olduğunu bilmemiz gerekir. Yani aydınlığın anlaşılabilmesi için karanlığın bilinmesi şarttır. Dinin ne olup ne olmadığını anlatamaya çalışırken de bilgilerimizi: "laiklik dinsizliktir" diyen yobazlardan almayacağız.
Atatürkçülüğü sahte Atatürkçülerden ziyade, Atatürk'ten öğrenmek nasıl daha doğru bir hareket ise, Dini de kendini bilmez bir kaç Bel'am ve satılmıştan değil, elbette Kur'an'dan öğrenmemiz gerek. Eğer biz bu yolu takip edersek, gerçekten laikliğin dinsizlik olmadığını göreceğiz. Hoca:
— Arkadaşlar kusura bakmayın arkadaşınızın sözünü keseceğim. Arkadaşınız çok güzel bir noktaya değindi. Her şeyi asıl kaynağından öğrenmek en doğru yoldur. Devam edebilirsin. Yasemen".
— Dinin ne anlama geldiğini Kur'an-ı Kerim'in bir ayetiyle açıklayalım. Ayet şöyle: "İşte bu palanı Yusuf'a biz öğrettik, çünkü kralın dinine göre kardeşini alıkoyamazdı". Yusuf Suresi Ayet 76. Yani kralın kanun ve nizamına göre, görülüyor ki Kur'an -ı kerim kanun ve nizamından din diye söz etmektedir. İşte 20. yy cahiliyesinde gizli kalan apaçık Kur'an-î muhteva budur. Hem kendisine Müslüman adını takan kimselerin hem de diğer cahillerin bilmediği bir muhtevadır bu.
Ön sıralarda oturan bir kız parmak kaldırdı. Ahmet Hoca, Yasemen'e bir işaret yapıp kıza söz hakkı verdi.
— Hocam ben arkadaşımızın anlattıklarından pek bir şey anlayamadım. Biraz daha açık-seçik konuşsa...
Yasemen:
— Hocam arkadaşımız galiba baştan bizi dinleyememiş. Biz demiştik ki, laikliğe karşı çıkanlar dindarlar yani Müslümanlardır. Sebebini açıklamak için de dinin manasını bilmemiz gerek. Şöyle basitleştirsek. Diyelim ki, Ayşe arkadaşımız kendisine bir televizyon aldı. Satıcı firma ona beraberinde bir çalışma kataloğu verir. Bu katalogda televizyonun çalışabilmesi için, uyması mecburi bir takım kurallar bulunmaktadır. Bu kurallara riayet etmezseniz televizyonunuz çalışmaz. Peki, bu katalog televizyonu n nesi oluyor?
Ayşe:
— Televizyonun çalışma kılavuzu oluyor.
— İşte bu çalışma kılavuzu televizyonun dinidir. Yani televizyonun çalışmasını düzenleyen kurallar televizyonun dinini oluşturur. Kısacası televizyon hangi kataloğa göre çalışıyorsa o, onun dinini oluşturuyor. İnsan da öyledir. Ama dini inanç ve alamet türü ibadetlerden ibaret gören bazı insanlara göre, Allah'ın birliğine, Peygamberlerine, meleklerine, kitaplarına, ahiret gününe, kaderin hayır ve şerrine inanan bir kimse, Allah'ı bırakıp itaat, bağlılık ve hâkimiyet hakkı açısından ayrı ayrı Rablere tedeyyün etse bile Allah'ın dinindedir.
İşte Allah’ın dininden olanlarla kralın dininden olanların ayrılış noktası budur. Çünkü birinciler sadece Allah’ın nizam ve kanununu din bilirler. Diğerleri ise kralın nizam ve kanununu din diye tanırlar. Ve Allah'a sadece inanç ve alamet türü ibadetlerde, başkasına da nizam ve kanunlar hususunda ibadet ederek şirke düşerler. Din konusunda besbelli olan gerçek budur. İslam akidesinin apaçık gereği de budur.
Ahmet Hoca:
— Konuyu bağla artık, fazla dağıldı.
— Kısaca toparlarsak, mevcut sistemin, bir iktisat hukuku, bir ceza hukuku, bir ticaret hukuku vs.leri ya batıdan ithal edilmiş ya da kendi Kaflarından yapılmıştır. Yani Kur'an'la bir alakası yoktur. Allah'ın diniyle hiç bir alakası yoktur. Ve laiklikte bir yaşam tarzıdır. Bir hayat sistemidir. Kısacası bir dindir. Yani dinsizlik değildir. Dinsizlerin bile dini dinsizliktir. Yani bunlar da dinsiz değillerdir. Ancak fark Allah'ın dininde veya kralın dininde olma farkıdır. Çünkü her ideoloji bir dindir. Ama kimisi beşeri, kimisi ilahidir. Kimin kanununa uyarsanız onun dinindensiniz, İslam Allah'ın dini, laiklik kralın dinidir. Ve siz hangi dine tabi olduğunuzu çok iyi biliyorsunuz.
Ahmet Hoca:
— Yasemen, söylediklerini netleştir ki arkadaşların anlasın. Konuyu dönüp dolaştırmadan bu budur, şu da şudur, deyip konuyu kapatsan iyi olur.
Orta sırada kıvırcık saçla mavi gözlü bir öğrenci parmak kaldırmadan konuşmaya başladı.
— Böyle bir şeyi kabul etmem. Yani şimdi benim dinim İslam değil mi? Değilse bu kimliğe yazılan ibare boşuna mıdır?
Ahmet Hoca:
— Mehmet oğlum heyecanlanma. Sen galiba yanlış anladın. Arkadaşınız laikliğin dinsizlik olmadığını açıklamaya çalıştı.
— Hocam dediğiniz tamam da ama benim dediğim sonuç ortaya çıkmıyor mu? İsterse arkadaş biraz daha açıklık getirsin.
Yasemen:
— Arkadaşlar benim sözlerimi yanlışa yormayın. Ben kimseye dinden çıktın demedim. Yalnız dinin ne olduğunu söyledim. Şimdi müsaade ederseniz, bazılarının niye "din elden gidiyor" diyerek ayaklandıklarını anlatmak istiyorum.
Daha önceki örneğimizi verelim. Ayşe arkadaşımızın bir televizyon aldığını söylemiştik. Diyelim ki, bu televizyonun markası insan olsun. Onunla beraber üretici firma, arkadaşımıza bir kılavuz, kitapçık vermişti. Buna da televizyonun dini demiştik. Şimdi bir kişi kalkıp ta o da bir çalıştırma kılavuzu hazırlayıp bu sahte kılavuzları piyasaya sürüyor ve size diyor ki, televizyonunuzu bu kılavuza göre çalıştırın. Bunun için size baskı yapıyorlar. Kılavuza bakıyorsunuz ki, 220 volt yerine "1000 volt la çalıştırın" diyor. Siz şaşırıyorsunuz. "Arkadaş, bu voltla televizyon çalışamaz. Denesek bile televizyonu yakıp kül ederiz. Ben sizin bu kataloğunuzu kabul etmiyorum. Bu kılavuza göre çalıştırmaya kalksam, bu sefer ebediyen televizyon seyretmekten mahrum olacağım. Bu sebeple ben sizin kılavuz kitapçığınızı yanlış buluyor ve kabul etmiyorum", deseniz haksız mısınız?"
Birkaç kişi birden;
— Tabii ki haksız değiliz.
— İşte bugün böyle cevap vermek kolay değildir. Herkes bu kataloğu reddedemiyor. Ne demek reddediyorum. Kabul etmiyorum.
Şimdi burasını iyice dinleyin. İnsanı yaratan Allah onu yaratırken nasıl yaşayacağını ve hareket edeceğini belirten bir kılavuz vermiştir beraberinde. İnsan yaratıcının verdiği kılavuza göre çalışmak zorundadır. Aynen televizyon Firmasının, onunla beraberinde verdiği çalışma kılavuzuna uymak zorunda olduğu gibi. Televizyonunuz nasıl piyasadaki sahte kılavuzlara göre çalışamıyorsa ya da çalıştırmaya kalktığınızda yanıp kül olacaksa, insan da kendisine gönderilen kılavuza uymak zorundadır. Bu kılavuza uymayanlar TV gibi yanıp kül olacaklardır. İşte insanlığın kılavuzu Kur'an-ı Kerim'dir. Eğer sen bu kılavuzu değil de kapitalizmi, faşizmi, komünizmi ve diğer izimleri kılavuz kabul edersen ki bunlar piyasadaki sahte kılavuzlardır. Ebediyen mutlu olamazsın. Bu gün, halkımın ve insanlığın gözyaşları ve sömürülmeleri, bu yanlış kılavuzlara göre hareket etmelerinden dolayıdır. Ama sen bu sahte kılavuzlardan birini kabul edersen, sonra; namaz kılsan da oruç tutsan da hacca gitsen de ve kimliğin de altın harflerle İslam yazılsa da sen Allah'ın dininde değil de kralın dinindesin. Çünkü laiklik de bir dindir. Bir kişi aynı anda iki dine giremez. Bir Müslüman laik olamaz, bir laik de Müslüman olamaz. İkisi birebirine zıt ayrı-ayrı dinlerdir.
Ahmet Hoca neye uğradığını şaşırdı. Bir sağına, bir soluna bakmaya başladı. Sınıfta çıt çıkmıyordu. Herkes hocaya taraf bakıyordu. Yasemen de konuşmaya ara vermişti. Herkes hocanın bir şeyler söylemesini bekliyor. Ama hoca, olduğu yerde çakılı kalmış başka âlemlere gitmişti, sanki yüz hatları havadaki bulutlar gibi bir koyulaşıyor bir dağılıyordu. Zilin sesi Okul bahçesinde yankılayarak yükselmeye başladı. Uykudan yeni uyanıyormuşçasına gözlerini hafifçe kısarak sınıfa baktı.
— Çıkabilirsiniz.
Öğrenciler yavaş-yavaş dışarı çıkarken Ahmet Hoca da dokümanlarını eline alıp dışarı çıktı. İkinci kattaki öğretmenler odasına çıkarken bile o kadar dalgındı ki bir baktı dördüncü kattaki çatıya çıkan kapının önüne gelmiş. Dalgın dalgın geri dönerek öğretmenler odasına gitti.
Öğretmenler odasında sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Kimi yaptığı yazılıları incelerken kimisi tek başına oturmuş sigarasını tüttürüyordu. Hele odanın sağ köşesinde bacak bacak üstüne atmış iki bayan hocanın sigara içişleri, Kahkahaları, yapma cık ve içten olmayan mimikleri mini etekleri ve badanalı suratlarıyla "ŞEY (!)" karılarını andırıyorlardı. Tombul olanı:
— Ay Gülay‘cığım, bugün öğrencilerden biri bana "Ay hocam siz bu kadar mı güzeldiniz?" demesin mi? Vallahi gülmekten öldüm.
Kahkahalar, saçmalıklar anlamsızlıklar ve diğerinin "deme kız!" deyişi, bu yapmacık konuşmalar insanın sinirden patlamasına yeterdi de artardı.
Ahmet Hoca sigara dumanından ve gürültüden nereye oturacağını bir an şaşırdı. Sonra sol tarafta birisinin kendisini el işareti ile çağırması üzerine oraya doğru yürüdü. Hafifçe saçları kelleşen öğretmen, Ahmet Hoca'ya yer gösterdi. Ahmet Hoca yığılırcasına kendini sandalyeye bırakıverdi.
***
Okul bahçesi birden ana-baba gününe dönmüştü. Beş dakikalık teneffüsten faydalanan kimi öğrenciler top oynarken, kimileri de volta atıyorlardı.
Yasemen okul bahçesinde bir taşın üstüne oturmuş bir şeyler düşünüyordu. Çok dalgındı. Dalmamak onun elinde miydi sanki. Lise öğrencilerinin çocuksu hareketleri onu üzüyordu. Başını kaldırdığında karşısında derste hiç konuşmayan ama söylenenleri can kulağıyla dinleyen Zeki'yi gördü.
Yasemen, yanı başında bir yer göstererek Zeki'ye otur işareti yaptı.
— Yok, biraz konuşmak istiyordum sizinle.
— Buyur konuşalım
— Dolaşsak daha iyi olmaz mı?
— Nasıl isterseniz benim için fark etmez.
Yasemen ayağa kalktı, tozlanan ceketini eliyle temizledi. Zeki, sınıfın kısa boylu öğrencisiydi. Bu biraz yaşının ufak olmasından da ileri geliyordu. Parlak, sarışın saçları, beyaz teni ve temiz elbisesiyle bu yörenin çocuklarından olmadığı hemen anlaşılıyordu. Özellikle böyle öğrenciler ile yöreden gelen öğrenciler arasında daima soğuk rüzgârlar esiyordu. Zeki'nin birden Yasemen‘in karşısına çıkıp konuşabilir miyiz demesi, Yasemen’in biraz da tuhafına gitmişti. Yasemen, Zeki'yle beraber yürümeye başladı. Önce sessizliği bozan Zeki oldu.
— Yasemen bilmem ki, konuya nasıl girsem?
— Niçin çekiniyorsun ki, biz arkadaş değil miyiz?
— Doğru arkadaşız ama bakışlarımız çok soğuk. Arkadaşız ama üç senedir aynı okuldayız hiç konuşamadık, ya da konuşturulmadık. Ne zaman konuşmak istediğimde, aramıza çekilen duvarlara takılıp kaldım. Biz sizden ayrıyız. Ayrı dünyaların insanlarıyız s anki. Hep sizlere tepeden bakmamız öğütlendi. Hep bunlar cahil ve zavallılardır. Onlarla ilgilenmeyin, konuşmayın yoksa siz de hor görülürsünüz. Dahası biz batılıydık, siz doğulu. Biz akıllı ve zeki, sizler cahil idiniz. Bizler medeni, sizler vahşi i diniz. Biz vatansever sizler vatan haini idiniz. Ve dahası... Bütün bunlar hep sizinle konuşmamı engelledi. Oysa hareketleriniz, konuşmanız, efendiliğiniz beni çok etkiledi. Genel kültürünüz de çok mükemmeldi. Ama buna rağmen, sizi, sizleri sevmemem gerekiyordu. Sevmeme rağmen.
Ama bugün kesin karar verdim. Ben artık kendi kafamla düşünüp, karar vereceğim.
Yasemen:
— Zeki, inanın ki, size ne diyeceğimi şaşırdım. Bu samimi konuşmalarınız beni adeta büyüledi. Ama unutma ki, biz ayrı dünyaların insanları değiliz. Biz sizi hiç bir zaman suçlamıyoruz, yanlış anlama. Ama sizi şartlandırdılar, zehirlediler adeta. Oysa bilmen gerek, kan bağına vatan Bağına, millet bağına bakmıyoruz. Bizde akide bağı vardır. Dinimizi kabul eden, bizim kardeşimizdir. Kabul etmeyen bizden değildir. Velev ki öz kardeşimiz olsun. Bu sebeple biz bir ırkın mücadelesini değil, bir akidenin mücadelesini veriyoruz. Zaten bu mücadele için Dünya'ya gelmedik mi? Yoksa ayılara dayı demek için değil. Dayılara gerekirse ayı diyebilmek için geldik. Çünkü insanlığın karşıya geçebilmesi için köprünün inşası bize düşmüştür. Yani Müslümanlara...
Yasemen'le Zeki'nin yürüyüşü tel örgülere kadar uzamıştı. İkisi tekrar geri dönerek, konuşmalarına devam ettiler. Zeki:
— Yasemen, sizin inandığınız İslam bana çok değişik gibi geliyor. Siz bana biraz bu düşüncelerinizi açamaz mısınız? Ama açmadığınız için de size kızamıyorum. Biliyorum ki, benimle her şeyinizi paylaşmak istediğinizi, ama babamın soğuk elbiseleri ve rütbesi buna engel olduğunu. Biliyorum. Yasemen:
— Şu anda ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Çünkü “Şu ana kadar mesajlarını, itirazlarını iletmeye çalıştığım kuşakla ortak inancım olmadığından onların temsilcisi değilim. Bu toplumun dininin kutupları olan, özü olan kişilerin de temsilcisi değilim ki, onların adına konuşayım. Çünkü onlar, beni kendi temsilcileri olarak kabul etmedikleri gibi benim gibileri Allah'ın gidermesini arzuladıkları bir bela bilirler. Öyleyse konumuma varın siz bir isim koyun.
Ders arkadaşlarıma, hocalarıma, sanatçılara, entelektüellere, değişik ideoloji mensuplarına, hümanizm, demokrasi, özgürlük felsefelerine ilişkin çeviri kitapları okuyanlara, adalet taraftarlarına insanlığın özgürlük ve kurtuluşunun sorumluluğunu hissedenlere ve benim sınıfımdan olanlara şunu demek istiyorum; İslam sizin sandığınız gibi değildir. Benim bu dinle ilişkimi sürekli kılan ve koruyan, insani sorumluluk ve bilimsel bir akidedir. Yoksa ne dinin sırtından rızkımı temin ediyor, ne itibar sahibi oluyor ve ne de sosyal bir mevki sahibi oluyorum. Belki dini akidem hatırına bunların tümüne tekme vurmuşum. Ben iş, toplum ve ekonomik maslahat adına değil, bir gerçek adına bu dine inanmışım. Sizin gibi bilgili arkadaşların hedef ve şiarlarına da inanıyorum. Ben de zulüm ve adaletsizlikleri, ayrılıkları, dengesizlikleri kökten kaldırmanın çabasındayım. Özgür insanın oluşması yolundadır gayretim.
Öyle bir dinin izindeyim ki, yoksulluğu ve sınıf çatışmasını kaldırır.
Öyle bir dine inanıyorum ki, insanlara bu dünyada kurtuluş ve Özgürlük bağışlar.
Öyle bir sorumluluk yüklenmişim ki, bu sorumluluk, hemen herkese bu dünyada dirilik ve olgunluk kazandırır.
Öyle bir akideye inanıyorum ki, adalet terazisini ölümden önce çağdaş toplumda ikame eder. Müslüman oluşum bundandır işte.”
İki arkadaşın okul bahçesindeki dolaşmaları epeyce sürdü. Yasemen'le Zeki'nin bahçede beraber dolaştıklarını gören kimilerinin canı şimdiden sıkılmaya başlamıştı bile.
Güneş kaybolmak üzereydi, şehri kuşatan dağların arkasında. Öğrencilerin toplu olarak dışarıya çıktığını gören Yasemen:
— Aaa, Zeki bugün Cuma!
— Evet, Cuma, niye şaşırdın?
— Bak sana bayrak töreni var, sıraya girmemiz gerekiyor.
— Öyleyse gidelim?
İki arkadaş törenin yapılacağı taş duvarın yanına yaklaştıklarında, öğrenciler de yavaş yavaş sıraya giriyorlardı. İki arkadaş da sıraya girdiler. Elinde taşıdığı büstü taş duvarın üstüne bırakan öğrenci de sıraya girdi.
Nihayet müdürün gelmesiyle konuşmalar kesildi. Müdür öğrencilere biraz soğukça bakınca fısıltılar da kesildi. Bayrağı göndere çekecek arkadaş da hazırdı. Müdür önünü ilikledikten sonra bir iki öksürdü.
— Arkadaşlar törene geçmeden evvel bir kaç hususu sizlere bildireyim. Öncelikle kömürümüzün geldiğini haber vereyim. Yatılı öğrencilerimize şimdiye kadar veremediğimiz sıcak suyu bu hafta sonu veriyoruz. Önemli bir hususta ikinci yazılılarınızın haftaya başlıyor olması. Bunun için şimdiden çalışmaya başlayın. Havalar epeyce soğumaya başladı, gündüzlü öğrencilerimizin giyimlerine dikkat etmeleri gerekir.
Müdür konuşmasını bitirdikten sonra ön sırada duran müzik öğretmenine işaretle.
— Hoca hanım buyur başlayınız.
Müzik öretmeni olan bayan, daha yeni okula atanmıştı. Herkes onun da yakında istifa edeceğini söylüyordu. Çünkü burası doğu, ulaşım yok, imkân yok. Daha doğrusu diskotekler, barlar yoktu. Buranın insanları yapmacık hareketler yapmasını bilmiyorlardı. Ve en önemlisi maksi-minisiyle dikkatleri üzerine çekmeye çalışırken, geleneklere fazla bağlı olan şehir halkının soğuk bakışları onu rahatsız ediyordu. Ama bereket versin ki, beden hocası onu kafaya takmıştı. Yoksa o da çoktan istifa ederdi.
Müzik öğretmeni, öğrencilere dikkat çektikten sonra bir-iki-üç diye elini yukarı kaldırdığında, bütün öğrenciler beraber okumaya başladılar.
Korkma, sönmez bu şafaklarda...
Tören bittikten sonra okul müdürü Cemal Bey, öğrencilere iyi tatiller diledi. Öğrenciler de dağılmaya başladılar.
Zeki, Yasemen’in yanına gelerek ona iyi tatiller diledi. Görüşmek üzere, iki yeni arkadaş vedalaştılar.
***
Hava epeyce kararmıştı. Zeki tek başına eve doğru ilerlerken, kafası çok değişik düşüncelerle meşgul idi. Yolu nasıl kat ettiğinin farkına bile varmadı. Kapıya vardığında vakit epeyce geç olmuştu. Annesi onu merakla kapıda bekliyordu. Zekilerin ailesi fazla kalabalık değildi. Onun dışında bir de küçük kız kardeşi vardı.
Zeki'nin babası emniyet sarayında görevliydi. Ama görevinin ne olduğunu Zeki de pek fazla bilmiyordu. Annesi ise evde günlük işlerle uğraşıyordu. Ütü, temizlik, yemek, pasta ve makyaj tazelemek derken gün bitiyordu. Zeki, kapıya vardığında,
— İyi akşamlar anne.
— İyi akşamlar küçük bey, nerede kaldın öyle merak ettim ki, baban da hala gelemedi.
— Biliyorsun bugün bayrak töreni vardı. Bir de müdür biraz nasihat edince geç kaldık. Peki, babam neden gelemedi hala?
— Biraz evvel telefon etti. İşi uzadığı için yemeğe gelemeyeceğini söyledi.
— Lanet olsun, işi uzamış, bu uzatmalar da hep bizi buluyor.
— Neden oğlum, vatanımız içindir. Biliyorsun bizim özgürlüğümüzü kıskanan komşularımız bizim başımızı sürekli derde sokmak istiyorlar. Babanı bir özgürlük bekçisi olarak bilmeli ve iftihar etmelisin.
Zeki defterlerini masaya bıraktıktan sonra kanepeye uzanıverdi. Daha ceketini ve kravatını çıkarmamıştı bile. Annesi yemek odasına gitmişti. Çatal kaşık sesleri yemeğin hazırlandığını haber veriyordu. Zeki iyice uzanmıştı, Uyumuyordu. Düşünüyordu. Doğru dürüst babasıyla bir akşam yemeğini beraber yememişlerdi. Anası da çoğu kez kız kardeşi ile meşgul olduğu için, zeki akşam yemeklerini çoğunlukla tek başına yeniyordu.
Kapı açıldı. Sabiha Hanım içeri girdi. Oğlunun uzanmış olduğunu görünce;
— Uyuyor musun?
— Hayır, biraz düşünüyordum da.
— Yorgun gibisin
— Doğru ilk sefer olduğu için insan yoruluyor.
— Ne iş yaptın ki?
— Sadece biraz düşündüm, o kadar.
— Şaka yapmayı bırak da yemek soğuyor.
Zeki, ayağa kalktı. Kravatını boyundan çözdükten sonra, askılığa doğru fırlattı, tutmadı yere düştü. Sanki bir şeyler kırmak, parçalamak istiyordu. Bir eksiklik hissediyordu, ama neydi? Oysa okulda Yasemen'le konuşurken çok rahattı. Hem de huzurluydu. Her hareketinde samimiydi, içtendi. Yapmacık değildi. Daha doğrusu onda aradığı ama yıllardır göremediği bazı şeyler görmüştü. Ceketini de çıkarıp kanepeye fırlattı "Lanet olsun bu dünyaya ve yaşamaya" diye geçirdi içinden. Mutfakta yemek odasına g iden annesinin sesi yükseldi.
— Hayda oğlum soğuyor.
— Geliyorum anne.
Zeki yemek odasına geçtiğinde annesi ile küçük kız kardeşi oturmuşlardı. Kız kardeşi beş yaşına daha yeni girmişti. Ama fazla afacan bir çocuktu. Zeki masaya oturup, bir kaç lokma yedikten sonra kalktı.
— Eline sağlık anneciğim.
— Aaa. Yemedin oğlum
— İştahım yok.
Zeki oturma odasına gidip uzandı. Bir şeyle meşgul olmak istiyordu. Ama neyle? Bir ara Televizyonu açtı. Reklâmlar oynuyordu, kapayıverdi. Elini telefona uzattı. Nedense vazgeçmek zorunda kaldı. Çünkü Yasemen'e telefon edecekti sonra farkına vardı, onun pansiyonda kaldığını.
Zeki, Yasemen’in derste anlattıklarını düşünüyordu. Kendi kendine demek din bizim anladığımız şekilde değilmiş. Kimliklerimizde yazılanlar insanları kandırmak için midir? Yoksa... Gece yarısına kadar düşündü. Farkında olmadan düşünceler içinde yüzme sine rağmen kapanıvermişti. Gözkapakları.
***
Bütün ışıklar sönmüş, pansiyonda hemen herkes uykuya dalmıştı. Bu geceki nöbetçi öğretmen matematik hocasıydı. Bu hoca namazında, niyazında olan birisiydi.
Yasemen'le bir kaç kez konuşmuştu. Anlaşılan kafaları birbirine uymamıştı. Bunu ikisinin karşılıklı soğuk bakışlarından çıkarmak mümkündü. Ama Mustafa Hoca onu bırakmak istemiyordu. Eline geçen her fırsatı bu yönde değerlendiriyordu. Ve bu gece nöbetçiydi işte. Öğrencilerle arası çok iyiydi onu seven ve sevmeyen herkes ona saygı gösterirdi. Matematik zor bir ders idi. Hoca istese istediğini bırakabiliyordu. Kim matematik gibi bir dersten kalmak isterdi ki,
Mustafa Hoca, pansiyonda ranzaları kontrol etti. Son koğuşlarda sigara içen birisini suçüstü yakalamıştı. Öğrencinin hocaya yalvarmasına Yasemen uyuyamadığı için, ister istemez kulak misafiri olmuştu. Öğrenci adeta ağlarcasına yalvarıyordu.
— Hocam beni idareye vermeyin, inanın ki bundan böyle içmeyeceğim.
— Fazla gürültü etmeden uyu, seninle sonra konuşuruz.
— İdareye vermeyeceksiniz değil mi Hocam?
— Sana yat dedim, sonra konuşuruz.
Mustafa Hoca, Yasemen’in kaldığı koğuşa geldi. El feneriyle ranzaları kontrol etti. Herkes yatıyordu. Yasemen’in uyumadığını fark eden hoca, yatağın yanına yanaşıp, bir köşesine oturdu.
— Hayrola yatmamışsın, yoksa sende mi içiyordun.
— Arada bir oluyor işte. Şaşırmıştı Mustafa Hoca, Yasemen’in alın terini yakamayacağını, biliyordu ve Yasemen’in sigaraya sığınamayacağını biliyordu. Anlamıştı baştan savma bir cevap olduğunu.
— Yasemen, sigara içmediğini biliyorum, şaka yapmak istedim.
— Teşekkür ederim.
— Öyleyse bu saate kadar yatmadığına göre, cananı sıkan bir şeyler olmuş. Yoksa bu saate kadar yatmış olman gerekiyordu.
— Yok, canımı sıkan bir şey olmadı. Yarın cumartesi ders de yok. Sonra hafta içinde yaptığım işlerin muhasebesini yapıyordum; acaba ne gibi hatalar yaptım. Kimlerin kalbini kırdım, kırdımsa nasıl onarabilirim, diye düşünüyorum.
— Anladığım kadarıyla senin uyuyacağın yok. Ben sabaha kadar nöbetçiyim. Benim odama gidelim. Hem çay demleriz hem de sohbet ederiz. Ha, az kalsın unutuyordum, bir de sana çok önemli bir haberim olacak.
— Ya! Öyle mi?
— Vurdumduymazlığa vurma, hiçbir şey gözümden kaçmaz. Diğer tarafları kontrole çıkıyorum. Ayakkabılarını giy gel, eşofmanla da gelebilirsin. Etrafı dolaşıyorum, odamda buluşuruz.
— Olur Hocam.
Mustafa Hoca koğuştan ayrıldıktan sonra Yasemen yataktan kalktı. Kendisi de bir şeyler konuşmak istiyordu ama Hocanın ne diyeceğini tahmin ediyordu. Bu sebeple fazla konuşmak istemiyordu. Çünkü konuşmalar dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyordu. Kısır b ir döngü içinde konuşmak istemiyordu. Ama yine de Hocanın ona söyleyeceği önemli haberi merak ediyordu. Yasemen dolabını açtı. İçinden çoraplarını çıkarıp giydi. Spor ayakkabılarını da giydikten sonra dolabını kapattı. Anahtarlarını ranzanın altına atıp koğuştan çıktı, nöbetçi öğretmenin odasına doğru yürüdü. Kendi kendine "bu adam galiba kafayı bana t aktı. İlla da benim gibi düşüneceksin diyor. Keşke deseydi illa da benim gibi inanacaksın. Bakalım bu sefer eline ne koz vermişiz. Yasemen kapının önüne yaklaştığında hoca içerdeydi. Zile ilk dokunuştan sonra kapı açıldı. Mustafa Hoca:
— Buyur şu sandalyeye otur.
— Teşekkür ederim hocam.
Yasemen gösterilen yere oturduktan sonra etrafına bakmaya başladı. Odanın içi çok sadeydi. Çünkü hiç kimse sürekli oturmuyordu. Yalnız gece nöbetçilerinin kalabilmeleri için bir kaç sandalye, iki yatak, çaydanlık gibi bir iki eşyanın dışında başka bir şey yoktu. Sessizliği ilk bozan Hoca oldu.
— Biliyor musun? Bugün kiminle konuştum.
— Hayır, nerden bilebilirim ki?
— Öyleyse ben söyleyeyim. Bugün Ahmet Hoca ile biraz dertleştik. Zavallı epeyce dalgındı.
— Neden, yoksa başına bir şey mi geldi?
— Yok, canım anlaşılan derslerde onu fazla kızdırmışlardı.
— Bilmem ki, olabilir.
— Zavallı o kadar etkilenmişti ki, öğretmenler odasına girdiği zaman bir an nereye oturacağını şaşırdı.
— ?!!
— Sonra onu yanıma çağırdım. Geldi oturdu. Epeyce sohbet ettik. Doğrusunu söylemek gerekirse dertleştik.
— Ortak yanlarınız üzerinde mi konuştunuz?
— Yok, canım, biraz senin hakkında konuştuk.
— Benim hakkımda mı? (Eliyle kendini işaret ederek).
— Tabi, herif seni kafaya takmış haberin ola...
— Ne diye?
— Derste onu biraz fazla hırpalamışsın.
— Ne hırpalaması, güzel-güzel ders anlattık.
— Sen öyle zannet.
— Boş ver, kafaya takmaya değmez.
—Boş verilecek bir mesele değil bu. Tahmin ettiğim kadarıyla konuşmalarını kayda da almıştır. Seni mahkemeye vereceği kesin... Birde herifin görevinin yalnız öğretmenlik olmadığını unutmaman lazımdır.
— Öyle mi... Yani siz bu kanaate vardınız.
— Tabi. Adamın dolabına, cebinden walkmanı çıkarıp yerleştirirken gördüm.
— Cebinde walkman olması sesimi kayda aldığına delalet etmez. Etse bile konuşmam gerekiyorsa, konuşmamaktan Allah'a sığınırım. Bu sebeple ben hiç bir konuşmam için hesaba çekilmekten korkacak değilim. Ben Allah'a vereceğim hesaba göre konuşurum.
— Yasemen tamam haklısın da, senin sınıftaki konuşmalarını biraz önce dinledim. Cidden çok tehlikeli, resmen adama "Sen Müslüman değilsin" demişsin. Adam "ben laik bir Müslümanım" diyor. Sen kalkıp laikliğin başka bir din olduğunu söylüyorsun. Adamcağızı itham etmişsin adeta.
— Yoksa sizin de sınıfa yerleştirilmiş özel alıcınız mı var?
— Yok, beni yanlış anlama. Bu gece nöbetçi olduğumu sende biliyorsun. Ve yine adın gibi biliyorsun ki, okulun bütün anahtarlarının bende olduğunu.
— Evet biliyorum.
— O zaman nasıl böyle düşünebilirsin benim için. Seni çok sevdiğimi, sen de biliyorsun. Senin için, iyiliğini düşündüğüm için, gidip okulun kapısını açtım. Öğretmenler odasına gittim. Ahmet Bey'in dolabını bir türlü açamadım. Sonra müdürün odasına gittim. Şifreli bir çantası var. Oradaki çekmecelerin bütün anahtarların yedekleri vardır. Şifreyi bildiğim için pek zorlanmadım.
— Hocam anlaşılan fazla macera filmleri seyrediyorsunuz.
— Şaka yapmayı bırak, sonra oradan Ahmet Bey'in yedek anahtarlarını aldım. Gidip öğretmenler odasındaki dolabını açtım. Kayıt yaptığı kaseti aldım ama aynı marka boş bir kaset yerine bıraktım. Sonra mendille bütün izleri sildim. Anahtarları gene yeri ne koydum. Her tarafı eskisi gibi kapattım. Kaseti alarak buraya getirdim. Az evvel de bir sefer dinledim...
— Mademki, bütün bunları benim için, beni sevdiğiniz için ve daha doğrusu Allah rızası için yaptığınıza göre bu kaseti imha etmiş olmalısınız değil mi?
— Yok. Onu sonrada imha edebilirim, önemli değil. Yalnız yarın kahvaltıdan sonra seninle şu parti meselesini bir daha konuşsak diyorum. İnanıyorum ki, bu sefer bir noktaya varacağız.
— Bir noktaya varacağımızı zannetmem. Matematikçi olmanız münasebetiyle dersinizle ilgili bir teoriyi size hatırlatayım. Bir noktada sonsuz tane doğru geçer, ama hepsinin yönü birbirinden farklıdır. Yani biri tek doğru yöndedir. Bilmem anlatabiliyor muyum?
— Her neyse çayımızı içelim. Yarın konuşuruz.
— Tabi her zaman konuşmaya hazırım ama bir fayda verecekse. Yoksa gereksiz buluyorum.
Yasemen nöbetçi hocanın yanından ayrılırken gecenin yarısı çoktan geçmişti. Ama gene de uykusu gelmiyordu Yasemen’in...
Acıyordu kimisi insanlara ya da Müslümanlara.
***
Yemekhane salonu öğrencilerle dolmaya başlamıştı. Sabah olduğu için çoğu eşofmanla gelmişti. Cumartesi olmasaydı hocalar bırakmazdı öğrencilerin bu kıyafetle kahvaltıya gelmelerini. Kimi öğrenciler hâlâ uyudukları için bomboş yerleri göze çarpıyordu.
Yasemen içeri girdiğinde öğrenciler kahvaltıya başlamışlardı bile. Kahvaltıda masaya bir demlik çay ve beş kişilik kahvaltı gelirdi. Herkes her gün, üç öğün aynı yerde yemek, yemek zorundaydı. Her gün bir kişi nöbetçi olurdu. Aynı masayı paylaşanlar b ile aile gibi samimi olurlardı.
Yasemen masaya oturmadan arkadaşlarına selam verdi. Ona yer gösterdiler. Oturdu. Birisi kendisine bir bardak çay uzattı. Çayını karıştırırken karşısında oturan kıvırcık saçlı olanı "Yasemen yumurta almaz mısın?" diye karavanayı ona doğru uzattı.
— Teşekkür ederim Mehmet. Pek iştahım yok. Yalnız bir çay içip gideceğim. Biraz kendimi rahatsız hissediyorum da... Yasemen çayını alıp içmeye başladı. Pek istekli değildi. Çayını bitirmeyi başardıktan sonra masadan kalktı.
— Hepinize afiyetler olsun.
Yasemen yatakhaneye tekrar çıktı. Gidip kitap okuyacağı muhakkaktı. Çünkü en sevdiği şey kitap okumaktı. Koğuşuna vardığında, baktı ki dolabını açık unutmuş. Kafasını sallayarak, dolaptan bir kitap aldıktan sonra kapısını kapadı. Ranzaya uzanıp okuma ya başladı.
Yasemen kendisini öylesine kitaba kaptırmıştı ki, zamanın nasıl geçtiğinin farkında bile değildi. Oysa birisi en az beş-altı dakikadır başında bekliyordu onu.
Mehmet ranzaya biraz daha yanaştı. Yasemen hala farkına varmış değildi. Okumaya devam ediyordu. Nihayet sayfayı çevirdi. Mehmet biraz daha yanaştı. Artık o da kitabı okuyabiliyordu. Yasemen hâlâ habersiz idi. Okumaya başlamıştı Yasemen’le beraber. Kit ab fazla kalın olmamakla beraber çarpıcıydı. Sayfa şöyle başlıyordu.
UYANIK BİR FERYAD OLUNUZ!
"Geleceğiniz karanlık, düşmanlar her taraftan ve her kesimden sizi çepeçevre kuşatmışlar. Sizleri ve ilmi kurumları yok etmek için şeytani planlar yürürlüğe konuyor. Sömürgeci güçler sizin çok derin uykulara dalmanızı uygun görmüşlerdir. İslam’ın ve Müslümanların derin uykulara dalmasını uygun görmüşlerdir. İslam'a arka çıkmanızla beraber size çok Tehlikeli planlar hazırlamışlardır. Siz yalnızca, arınmanız, düzenli olmanız ve hazırlıklı olmanız sayesinde ancak bu fesatlarla, zorluklarla baş edebilirsiniz. Onların sömürgeci planlarını etkisiz hale getirebilirsiniz. Ben şimdi ömrümün son günlerini yaşıyorum. Er geç sizin aranızdan ayrılacağım. Ancak sizi karanlık bir geleceğin ve kara günlerin beklediğini sanıyorum. Eğer kendinizi düzeltmez, mücehhez olmaz, derslerde ve hayatınızda düzenli ve tertipli olarak kendinize hâkim olmazsanız (Allah göstermesin) yok olmaya mahkûm olursunuz. Fırsat elden gitmeden, düşman tüm dini ve ilmi meselelerinize el atmadan düşününüz, uyanık olunuz. Kalkınız."
Yasemen sayfayı çevirdi. Mehmet ikinci sayfayı da beraber okumaya başladı. Yazılanlar çok hoşuna gidiyordu. İkinci sayfa aynı akıcılıkla şöyle başlıyordu.
Allah'a Giden Yolda İlk Lazım Olan Şey! Uyanık olmaktır.
"Ne zamana kadar gaflet uykusunda kalkmak, fesat, sapıklık içinde batmak niyetindesiniz. Allah'tan korkunuz. İşlerin sonundan çekininiz. Gaflet uykusundan uyanınız. Sizler henüz uyanmış değilsiniz. Allah’a giden yolda atılması gereken ilk adım, uyanıklıktır. Ancak sizler hala kafayı vurmuş yatıyorsunuz. Gözleriniz açık, ancak gönülleriniz uykuya dalmış. Kalpler günah işlemekten kararmış ve pas tutmuş olmasıydı, böyle rahatça ve vurdumduymaz bir şekilde uygun olmayan işleri yapmaya devam etmezdiniz. Eğer Birazcık uhrevi şeyleri ve oradaki dehşetli azabı düşünmüş olsaydınız, bugün omzunuzda bulunan sorumluluklarınızı ve size yöneltilen tekliflere daha fazla önem verirdiniz. Gideceğiz başka bir dünya daha vardır. Aynı şekilde kıyamet ve mead da sizin için söz konusudur. (Tıpkı dirilmeleri ve dönüşleri olmayan varlıklar gibi değilsiniz siz.) Neden öğüt almıyorsunuz. Neden uyanık olmuyorsunuz?"
Yasemen kitabı kapayıverdi. Kitap gazete kâğıdıyla kaplı olduğu için Mehmet kitabın yazarını öğrenemedi. Doğrusu hoşuna giden bu kitabın yazarını çok merak ediyordu. Doğrulayarak Yasemen’in karşısına geçti.
— Kolay gelsin, ne ediyorsun?
— Biraz kitap karıştırdım, canım sıkılıyordu. Sıkıntım gider belki, ama nafile...
— Aslında sizinle bir konuyu görüşmeye gelmiştim. Ama okuduğunu görünce rahatsız etmek istemedim. Tabi bir iki sayfayı beraber okumuş olduk. İnanın ki, çok hoşuma gitti. Özellikle yazılanlar sanki bize hitap ediyordu. Yazarını öyle merak ediyorum ki, acaba kimdir.
— Mehmet, bak "beğendim "diyorsun ama biz öyle şartlandırılmışız ki bazı şeyleri göremiyoruz. Eğer şu anda yazarını sana söylesem inanıyorum ki, hemen bu kitabı kötülemeye başlarsın. Bu bir yana bilmem bana neci diye damga vurursun. Çünkü bunu toplum sana vermiştir. Bir şeyi çok sevsen ama o şey toplumun arzularına uymuyorsa sana onu kötülerler sen de damgalarsın. Ama neden ve niçinleri düşünmeden. Bu sebeple yazarını öğrenmende herhangi bir fayda görmüyorum. Bunda ısrar etmeseniz iyi olur. Sahi benimle bir konu hakkında konuşmaya geldiğini söylemiştin. İnsan konuşmaya dalınca unutuveriyor. Kusura bakmayasın.
— Yok, canım ne kusuru.
— Peki, hangi konuda konuşacaktın benimle.
— Aslında konuşmak değil özür dilemek için gelmiştim.
— Niye, ne olmuş ki.
— Anlatayım: Biliyorsun bu sabah masanın nöbetçisi bendim kahvaltıları ben hazırlamıştım.
— Evet biliyordum.
— Kahvaltıları hazırlarken, henüz kimse gelmeden evvel, size bir şaka yapayım diye düşündüm. Ve size verdiğim çay bardağına şeker yerine beş altı kaşık tuz attım. Sonra herkes kahvaltıya dalmaya başlamıştı ki, siz de geldiniz. Baktım, moraliniz pek ye rinde değil. O an inanın ki, çok pişman oldum, bu şakayı yaptığıma. Ama siz çayınızı içmeye başladığınızda öyle heyecanlandım ki, ya kötü bir söz söyler birbirimizi bozarız diye korkuyordum. Oysa siz beni kırmak bir yana, kırmamak için o tuzlu çay b ardağını sonuna kadar içtiniz. Neler hissettiğinizi, kimse bilemezdi benden başka, çünkü yalnız ben biliyordum içtiğinizin şekerli değil de tuzlu olduğunu. Ondan dolayı inanın, öyle üzülüyordum ki, keşke bardağı suratıma fırlatsaydınız da içmeseydin iz. Belki bu kadar üzülmezdim. Gitmiyor gözümün önünden bir türlü, zihnimden silip atamıyorum, o bardağı sonuna kadar içişinizi. Kahroluyorum. Keşke içmeseydiniz ama bana ne söyleseydiniz; kafamı kırsaydınız, suratıma dökseydiniz, tokat atsaydınız razıydım. Ama o içişiniz bunların tümünden daha ağır oldu. Unutamıyorum. Af edemiyorum kendimi.
Yasemen yerinden kalkıp Mehmed'in yanına oturdu. Elini omzuna atarak konuştu. Mehmed'in mavi gözleri dolu-dolu olmuştu.
— Mehmet, ben sizinle aynı fikirde değilim. Hem bana şaka yapmanız, inanıyorum ki beni sevdiğinizdendir. Yoksa niye başkalarına yapmıyorsunuz. Ama şunu aklından hiç çıkarma, ben sana asla kızmadım. Çünkü benim böyle ufak meselelere kafa yoracak zam anım yok. Bana söylemeseydiniz belki hatırlamazdım bile. Ama kalp onarmak ve kazanmak çok zordur. Ben bunu iyi biliyorum. İdeal sahibi bir insanın kalbi zor kırılır. Kırılsa bile, parçaları başkasına batmaz. Çünkü O insanlara batmaya değil, batanları batırmaya kararlıdır. Bir an önce insanlığı kan emici vampirlerin elinden kurtulması için çalışır, mücadele eder. Amerika’yla, Rusya'yla ve onların kuklalarıyla ve insanlığı ezen bütün sultalara karşı mücadelesini verir, vermelidir. İnsanlık için... Çalışmalı". Mehmet:
— Ben sizi anlıyorum ve hak veriyorum. Ama bu bizim işimiz değil, büyük adamların işidir bu...
— Hayır, Mehmet, biz doğunun insanları çok safız. Bütün insanları temiz kalpli, iyi niyetli biliriz. Zaten sömürgeciler bizim uyanmamızı istemiyorlar, okumamızı istemiyorlar. Onlar da biliyorlar bir cahili sömürmenin daha kolay olduğunu. Bunun için televizyonuyla, Sinemasıyla, Basınıyla, eğitim sistemiyle bizi pasifize ediyorlar. Bu sebeple biz hâlâ kendimizi ilkokul çocuğu gibi görüyoruz. Oysa yarın dünyanın çehresini değiştirecek bizleriz. Hiç fark etmedin mi? Neden okuyan insanlardan bu kadar korktuklarını? Ve sende dün gazeteleri okudun. Bir kaç kişi başını örttü diye kıyametler koparıyorlar. Bunu Hasan dün derste de söylemişti. Aslında bunların türbandan korktukları yok. Nitekim bütün köylüler örtünüyorlar niye onlara bir şey demiyorlar. Çünkü bunlar okuyan insandan korkuyorlar. Onlar için okuyan kişi tehlikelidir. Buna engel olmak gerekir, sömürmek için...
— Yasemen seni anlıyorum ama sorunlar insanın yakasını bırakmıyor. Bir de ailemizin bizden istek ve beklentileri ve dahası...
— Mehmed sorunlar bizi asıl istikametimizden ayırmamalı. Biz yürümek zorundayız. Yürümememiz için elbette bizi engelleyecekler, bize logaritma, trigonometrik değerleri ve bir sürü formülü ezberletecekler; ödev notu tehdidiyle bize ayda bir defterleri baştan sona tekrar-tekrar yazdıracaklar ve daha bir sürü saçmalıklar... Bak bu kitaptan bir pasaj daha okuyayım.
— ...
— "Sömürgeci güçler insandan korkmaktadırlar. "Âdem" den korkmaktadırlar. Her şeyimizi yağmalamak isteyen sömürgeciler, bizim dini ve ilmi üniversitelerimizde bırakmıyorlar ki, insan yetişsin. İnsandan korkmaktadırlar. Eğer bir ülkede "İNSAN" yetişecek olsa, bu onların huzurunu kaçırmakta ve onların çıkarlarını tehlikeye sokmaktadır". Evet, budur gerçek...
— Gerçekten hak vermemek elde değil, ama elimizden bir şey gelmiyor ki...
— Evet, elden bir şey gelmeyebilir. Ama hiç olmazsa kitap okuyabiliriz. Bugün en büyük silah okumaktır, yazmaktır. Sen okuduktan sonra inan ki, çok kişilerin uykularını bozarsın hem de süper güçlerin. Çünkü okuyan her kişi onları havaya uçuracak canlı birer bombadır. Bu bombanın kimde olduğu bilinmez, nerede patlayacağı da. Bunun için okuyan insandan korkuyorlar.
— Yasemen müsaade ederseniz ben gidip çamaşır yıkayacağım. Ama unutma sen gerçekten, her bakımda doğru düşünüyorsun. Bizleri fazla kafana takma birden değişmek kolay değildir...
— Neyse canım sonra bol-bol konuşuruz. Seni alıkoyduğum için kusurumu bağışla...
— Ne kusuru, rica ederim. Siz de çamaşır yıkamıyor musunuz? Yoksa ben gitmişken sizinkini de yıkayabilirim.
— Teşekkür ederim kirli çamaşırım yok.
Mehmet koğuştan ayrıldı. Yan taraftaki koğuşa gidip kirli çamaşırlarını çıkardı. Yıkamaya giderken, Yasemen de dolabını kapatıp dışarı çıkmaya hazırlandı...
***
Vakit öğleye yakındı. Cumartesi olduğu için bütün öğrenciler çarşıya inmişlerdi. Okul bahçesinde tek tük öğrenciler vardı. Yasemen’de bahçeye indi. Hava iyiydi, ama ağaçların çıplaklığı ve rüzgârın etkisiyle kafa sallayışları kışı haber veriyordu, in sanlara, öğrencilere ve kuşlara...
Yasemen bahçede bir ara yalnız başına yürüdü. Düşünüyordu, tartıyordu. Ama bazı durumları izah edemiyordu. Bu sebeple daldıkça dalıyor, dalıyordu. Yoksa bazı şeylerden mi çekiniyordu? Yoksa korkuyor muydu? Ama neden korkacaktı. Onun sahip olduğu düşünce hiçbir şeyden korkmamasını söylüyordu, Allah'tan başka. Ama onu böylesine düşüncelere daldıran neydi...
Okul ile yatakhane birbirine çok yakındı. Yasemen okula doğru yürümeye başladı. Kapıya varmaya az bir mesafe kalmıştı ki, dış kapıdaki danışman nöbetçisi koşarak arkasında yetişti Yasemen’in. Nöbetçi:
— Yasemen, ziyaretçilerin var, danışmada seni bekliyorlar. Yasemen yürüyerek danışmaya doğru ilerledi "Allah'ın bu dağında ziyaretime kim gelmiş olabilir ki?" diye düşündü. Danışmaya yaklaştığında içerde iki kişinin oturduğunu gördü. Birisi orta yaşlı diğeri gençti. Simalarından baba-oğul oldukları anlaşılıyordu. Yasemen yanlarına gelip ellerini sıktı.
— Sizi tanıyamadım, dedi Yasemen.
— Doğru seninle tanışmıyoruz. Ama sen Yasemen olmalısın.
Evet, Yasemen benim.
Kravatlı, takım elbiseli ve tıraşlı adam danışma memuruna özel bir konuda konuşmak istediklerini, onları biraz yalnız bırakmasını istedi. Sonra Yasemen'e dönerek;
— Bak aslanım, ben buralıyım ve resmi bir yerde çalışıyorum. Bu da benim oğlum, Açık öğretim Fakültesi'nde okuyor. Seninle olan meselemize gelince... Sen buralara okumak için gelmişsin kafa karıştırmak için değil. Senin düşüncenin ne olduğu bizi ilgilendirme z. Ama çocuğumun kafasına bir daha yanlış soru işaretleri bırakırsan, gelecek sefer ki tavrımız da değişik olacak. Adamın oğlum dediği genç de;
— Hem de bambaşka, gerekirse...
— Her neyse, biz bir daha sorun istemiyoruz, diyerek oğlunun sözünü yarıda kesti. Yasemen:
— Beyefendi, öncelikle sizi tanımak istiyorum. Siz kimden bahsediyorsunuz. Kimin velisi oluyorsunuz.
— Kim olduğumuz ya da kimin velisi olduğumuz önemli değil. Bir daha sorun istemiyoruz o kadar.
— Öyleyse ben size şunu söyleyeyim. Sizin hatırınız için düşüncemden vazgeçecek değilim. Dediğiniz öğrenciye gelince, siz kafasını boş bırakmayın ki her konuşulan kafasına girmesin. Sonra biz kimsenin kafasını da karıştırmıyoruz. Yalnız karışık olan kimi kafaları düzeltmek zararlı bir şey olmasa gerek. Hem daha önce dediğim gibi hiç kimsenin hatırı için düşüncemden vazgeçmem. Çünkü ben düşüncem için, inancım için yaşıyorum.
Adam hiddetlenerek;
— İnancın için yaşıyorsan okulu bırak git medreseye, git bir tarikata kimin müridi ya da kimin şeyhi olursan ol bizi ilgilendirmez. Ben burada bir daha sorun istemem. Hele kızımın kafasını bir daha karıştır görürsün. O zaman neler olacağını...
— Derdinizi anladım. Ama gene size söyleyeyim. Ben ne sizden ne de başkalarından çekiniyorum. Ve bir şey de yapamazsınız. Çekinseydim bu düşünceyi yüklenmezdim. Söyleyecek başka bir şey kalmamıştı. İkisi çıkıp gitti. Yasemen de arkalarından dışarı çıktı. Adam dönüp:
— Böyle kalmayacak anladım mı?
— İstediğinizi yapmakta serbestsiniz.
Ziyaretçiler arabalarına binip hızla uzaklaştılar. Yasemen plakasını dahi okuyamadı. Doğrusu plakayı alsaydı bile değişen bir şey olmazdı. Çünkü kim oldukları anlaşılıyordu.
Pansiyona doğru yürüdü. Vakit öğleye yakındı. Biraz sonra öğle yemeği verilecekti. Kahvaltı da yapmadığı için oldukça acıkmış hissediyordu kendini.
Ziyaretçiler canını sıkmıştı. Tehditlerinden değil, gözleri kapalı savundukları veya ret ettikleri şeyleri hiç düşünmedikleri için canı sıkılmıştı. Cebinden küçük bir not defteri çıkarıp şu cümleyi yazdı "Hiç kimse görmek istemeyen kadar kör değildir ".
***
Zeki'nin babası sabaha doğru eve geldi. Uykusuz olduğu için hemen yatıverdi. Zeki de kafasını geç vakitlere kadar bazı düşüncelerle meşgul ettiği için o da geç saatlerde ancak uyuyabilmişti. Bundan dolayı ikisi de öğleye yakın bir saate kadar uyudular.
Sabiha Hanım kahvaltıyı hazırlamıştı, kocasını ve oğlunu uyandırdı. Küçük yaramaz herkesten çok önce uyanmış oyuncaklarıyla oynuyordu.
Kahvaltıda Zeki'nin durumunu babası fark etmişti. Kemal Bey görmüş halden anlayan bir adamdı.
— Oğlum hasta mısın?
— Hayır, baba iyiyim. Annesi:
Akşam da yemek yemedin. Hem bana da öyle geliyor ki hastasın. Hasta isen doktora götürelim.
— Hayır, anne hasta filan değilim. Ama keşke hasta olsaydım.
— Allah göstermesin oğlum, niye böyle konuşuyorsun.
—Bu gidişle ruh hastası olacağım diye korkuyorum. Çok düşünüyorum. Artık düşünmekten korkuyorum, ama bir türlü düşünmeden de edemiyorum. Kemal Bey durumu anladı.
— Yoksa kafanı birine filan mı taktın ha? Benim oğlum bir kız için deli olacak kadar toy değildir. Bunlar geçici şeyler. Lise yıllarında herkesin başına gelebilir.
— Baba siz beni yanlış anladınız. Sizin tahmin ettiğiniz gibi kafamı kurcalayacak bir kız falan yok. Kızla ilgisi bile yok.
— Peki, oğlum senin derdin nedir? Bize söyle ki çaresini düşünelim. Bize söylemesen nasıl yardımcı olabiliriz ki?
— Yok, anne, söyleyip de rahatsız etmek istemiyorum sizi. Hiç olmazsa şimdilik anlatmak istemiyorum.
— Oğlum bize söylememekle bizi merakta bırakma. Asıl bu merak rahatımızı bozacak.
— Peki, baba söyleyeyim. Ben öncelikle kafamı meşgul eden bir kaç soru sormak istiyorum. Biz niçin yaşıyoruz? Amacımız nedir bizim? Niye bu kadar çok zorluklara katlanıyoruz? Bu kadar okuyoruz, sonra ölüyoruz. Niye insanlar birbirini sevmiyor, birbirlerini öldürüyorlar? Neyin uğruna, niçin oluyor bütün bunlar? Benim kafam almıyor. Ben artık bir şeyler için yaşamak istiyorum yaşamak için değil, anlatabiliyor muyum baba?
Zeki hıçkıra-hıçkıra ağlayarak masadan kalktı. Odasına kapanıp ağlamaya başladı. Babası ve annesi donup kalmışlardı. Yemekler masada kaldı, kimse yiyemiyordu artık. Onlar ne bekliyorlardı ne buldular. Oturdukları yerde taş kesilmişlerdi adeta Sabiha Hanım, yerinden kalkıp Zeki'nin odasına gitti.
Zeki kanepeye uzanmıştı. Onun yanına oturarak konuşmaya başladı.
— Oğlum bu tür sorularla kafanı niye yoruyorsun.
Felsefecilerin bile içinden çıkamadığı bu sorularla niye huzurunu bozuyorsun. Kendini harap etmen doğru değil. Her genç böyle buhranlar geçirir. Kafana fazla takma. Başka şeyleri düşünmen daha doğru ol ur senin için. Gençliğin tadını çıkarmaya bak. Bir daha ele geçmeyen yıllardır senin şimdi sahip olduğun yıllar. Seni bekleyen güzel geleceği düşün.
— Anlıyorum sizi anne, ama sizin de beni anlamanız gerek. Her şey hızla ilerliyor. Daha düne bugün, bugüne yarın demiyor muyduk? Zamanın bu hızlı akışı beni korkutuyor. Sonra etrafımda gördüğüm çarpıklıklar beni kahrediyor.
— Ne çarpıklığı? Her şey arzu ettiğimiz gibi değil mi? Rahat bir yaşantımız, konforumuz, arabamız, diğer eşyalarımız her şeyimiz yerinde değil mi? Oysa herkes bize özeniyor. Kimilerin rüyalarına giriyoruz. Daha ne istiyorsun.
— Doğru dersin anne. Lakin bunlar bana mutluluktan ziyade azap veriyor. Dikkat et anneciğim, gülenlerin mutluluğu ağlayanların gözyaşlarına bağlıdır. Niye bizim gülmemiz için başkaları ağlasın, acı çeksin. Bizim konforumuz için niye başkaları aç, susuz ve çıplak dolaşsın? Niye bizim rahatımız için başkalarının ezilmesi sürünmesi gereksin? Benim mutluluğum başkalarının gözyaşlarına bağlı olmasını istemiyorum. Bu gözyaşları bir gün beni boğabilir. Görmüyor musun gözyaşı ve alın terinden meydana gelen denizlerde yüzen gemilerin kimlere ait olduğunu? Niye denizleri meydana getirenler tek bir gemiye bile sahip değildirler. Bu alın teri ve gözyaşı böyle devam ederse dalgalar daha da büyüye bilir. Bu dalgalar gemimizi batırabilir, boğulabiliriz. Düşünmenizi istiyorum anneciğim. Ben güzel bir gelecek değil, kötü bir gelecek seziyorum.
— Oğlum bu fikirler sana başkaları tarafından aşılanmış olmasın?
— Hayır, anne, dün akşam hep bunları düşündüm. Artık inanıyorum ki düşünmekten korkanlar, düşünceye mağlup olacaklardır. Düşünmek ayrıcalıktır. Düşünmekten kaçarak, aklımızı oda hapsine alamayız. Hani anneciğim, Ortaokulda bizim bir Türkçe ödevimiz vardı. Cimriliği meşhur olan adamı anlatan parça vardı ya...
— Harpagonun cimrinin ziyafetinden mi bahsediyorsun?
— Evet, anneciğim, cimrinin ziyafetinden bahsediyorum. Hani orada cimri "Bu sözü altın yaldızlarla mutfağın kapısına yazacağım" demişti. O söz de "Yemek için yaşamamalı, yaşamak için yemeli" idi.
— Tabi ki oğlum, mücadelemiz yaşamak içindir. Daha güzel bir gelecek, daha güzel bir yaşama tarzı içindir. Yoksa eşkıyalarla ne alıp-veremediğimiz var ki, gece sorgula gündüz kovala...
— İyi de anne, ne için daha güzel bir gelecek? Bu güzel gelecekte ne için yaşayacağız.
— Anlaşıldı. Senin kafan karıştırılmış. Şimdi bunları konuşmayalım da sen bugün sinemaya gitmiyor musun? Ya da babanla Van gölünü gezin, açılırsınız biraz.
— Yalnız başıma gezmeyi tercih ederim.
— Sen bilirsin akşama geç kalmayasın yalnız. Ben masayı toplamaya gidiyorum geç oldu.
***
Yasemen öğle yemeğinden sonra okul bahçesine çıktı. Can sıkıntısı geçmiyordu. Cumartesi-pazar günleri öğrencilerin çoğu sokakta olurdu. O gün de çok az öğrenci vardı pansiyondu. Yasemen okul bahçesinden çıkıp sola doğru yürümeye başladı. Okuldan epey uzaklaşmıştı. Şehrin girişindeki kavşağa yaklaştığında deminden beri duyduğu gürültüler daha da yükselmişti. Gürültü sağ taraftan geliyordu. Sağ taraf mezarlık olacak, bu görüntülerin mezarlıkta işi ne olabilirdi? Mezarlığa doğru yürüdü. Dev gibi iki makine durmadan mezarlığı kazıyor, kazdıklarını kamyonlara boşaltıp başka bir yere götürüyorlardı. İnsanlar birikmiş bu hafriyatı seyrediyorlardı. İskeletler, kollar, kafatasları sağa-sola saçılıyordu.
Yasemen gördüğü manzara karşısında şaşırıp kalmıştı. Bu işin nedeninin kendisine söyleyecek birisini aradı gözleri. Karşı ki kahvehanede oturan belediye görevlisini gördü. Ona doğru gitti.
— Affedersiniz, mezarlığı neden kazıyorsunuz? Diye sordu. Yasemen,
— Karakol inşa edilecek, onun için kazıyoruz, dedi görevli.
Yasemen, inanamamıştı. Bu korkunç olayı anlamak mümkün değildi. Halk buna nasıl razı olabiliyordu. Burada yatanlar dedeleri, babaları, anneleri, amcalarıydı nede olsa. Buna tahammül etmek mümkün değildi. Dedelerinin kemiklerini makinelerin dişlileri arasında inlerken, buna seyirci kalmaları anlaşılır değildi. Ama seyrediyorlardı. Aksi halde nelerin olacağını biliyorlardı onlar. Bu mezarlıkta yatanlar, Kurtuluş Savaşında savaşıp ölenlerdi, artık ne kıymet ifade ederdi.
Yasemen’in gözleri dolmuştu. Bir köşeye oturup, işlenen bu faciayı seyretmeye devam etti. Kahvehanenin önünden geçen genci tanımıştı. Zeki diye seslendi. Dönüp geldi Zeki.
— Merhaba Yasemen
— Merhaba Zeki, oturur musun? Bir çayımı iç.
— Canım sıkılıyordu, şöyle bir hava alayım dedim. Sonra bu manzaraya biraz takıldım. Korkunç bir olay, vahşet!
—Evet, korkunç ama gerçek, bu kafatasları beni fazla düşündürtmüyor. Onlar da bir zamanlar yaşadılar gelip-geçtiler. Nitekim biz de gideceğiz. Ama ölümü hak etmemiz lazım, yoksa ölebiliriz. Asıl beni düşündüren şey halk niye sessiz kalmış?
— Yok, aslında halk kabul etmedi, ama bunlar Şeyhin türbesine dokunmayacaklarına söz verdiler. Bak görmüyor musun şu kenardaki mezar Şeyh'e ait, ama dokunmuyorlar.
— Peki, bu Şeyhin mezarı burada olmasaydı halk ne yapacaktı.
— Şey, o zaman da kabul etmeyeceklerdi herhalde.
— Demek bu Şeyhin mezarının burada bulunuşu halkın susmasını sağladı.
— Tabi bu mezar olmasaydı, halk neyle razı olacaktı, elbette itiraz edeceklerdi. Ama...
Yasemen dalıvermişti derin düşüncelere, kafası bir türlü kabullenemiyordu. Bu Şeyhlerin hayattayken halkı uyutmaları normaldi ama ölüleri de uyutuyordu artık. Ve şimdi kemikler üzerinde inşa edilen bir karakol. T.C. Bitlis Hersan Mahallesi Kurubulak Semti Polis Karakolu ve kapısında bir mezar bilmeyen "İşte demokrasi şehitlerimizden bir polis kabri unutulmasın diye karakolun kapısına gömmüşler". Evet, o da demokrasinin şehitlerindendir. Hem de en büyük şehitlerinden. O olmasaydı demokrasi denen zulüm ve işkence rejimini halkım kolaylıkla benimseyebilir miydi? Ama şimdi bu karakolun bodrum katında yapılan işkencelerden rahatsız Olmayacak mısın Şeyh? Sen de bu zulme ortaksın. Allah kimseyi senin durumuna düşürmesin.
Zeki, Yasemen'e eliyle dokundu. Yasemen sıyrılıverdi daldığı düşüncelerden. Zeki,
— Yasemen çok dalıyorsun.
— Elimde değil, dalıyorum işte.
— Yasemen üç senedir, beraberiz sizi fazla tanıyamadım. Sizi tanımak istiyorum. Biraz geçmişinizden bahsetseniz, ne bileyim işte...
— Dostum benim hayatımı öğrenip de ne yapacaksın. Gel ben sana halkımın hayatını anlatayım. Kısacası benim sınıfımdaki insanların. Yalın ayaklıların hayat hikâyelerini anlatsam beni de daha iyi tanımış olursun inşallah.
— Tabi siz nasıl isterseniz…
— Geçenlerde bir kitap okudum. Kitap yazarı beni ve halkımı ve daha doğrusu bütün insanlığın iki grup halinde hayat hikâyelerini yazmış. Hoşuma gittiği için yanıma not aldım sizlere de okuyayım isterseniz.
— Tabi okuyunuz.
"Bir zamanlar ben ve kabilemdeki diğer insanlar avlanıp balık tutarak, bir arada, eşitlik ve kardeşlik içinde yaşıyordu. Toplumumuzda tek bir yapı vardı...
Sonra...
O mülk sahibi oldu, ben yoksul kaldım.
O yönetici oldu, ben yönetilen...
Her şeyin rengi değişti, araçlar değişti, üretim tarzı değişti,
Ama...
O hep mülk sahibi olarak kaldı, hiç çalışmadı. Bense hep yoksul kaldım ve hep çalıştım. Bir gün ben köleydim, o efendi...
Sonra ben serf (Toprakla beraber alınıp-satılan) oldum, O toprak sahibi...
Ben köylü oldum, o ağa
Sonra ben kazmayı küreği bıraktım, O atından indi. İkimiz de şehre geldik.
O, toprağında sağladığı kazançla bir kaç taksi aldı, Ben taksi şoförü oldum.
Şimdi onun bir fabrikası var, Ben orada çalışan bir proleterim.
Bu yapı ancak eskisi gibi aynı toprakta, aynı öküzle aynı saban ve kürekle birlikte çalışmaya başladığımızda değişecektir..."
Evet, dostum benim hayat hikâyem böyledir işte. Ama bu ebediyen böyle sürüp gitmez. Zalimler de bunu biliyorlar, işte bunun için, gördüğün gibi dedelerimin kemikleri üzerine karakollar inşa edilmekte. Bizi ezmek ve sömürmek için...
Daha doğrusu uşaklıklarını daha iyi bir biçimde yerine getirmeleri için. Dostum sen dünyada neler döndüğünü bilmezsin, bilmemen gerektiği için bilmiyorsun. Ama öğrenmen gerek.
— Yasemen olayları güzel yorumluyorsun. Sana bir soru sorsam cevap verir misin?
— Tabi ne demek cevap vermemek...
— Sence insanın, insanlığın amacı nedir?
— Evet, dostum, güzel bir soru sordun. Ama güzel bir cevap verememekten korkuyorum. Çünkü ben de bu konuların öğrencisiyim henüz. Bu nedenle ben de okuduğum kadarıyla size cevap verebilirim.
— Önemli değil, yalnız bildiğiniz kadarıyla cevap verirseniz şimdilik fazlasını istemiyorum.
— Allah hiç bir şeyi oyuncak olsun diye yaratmamıştır. Her şeyin belli bir amaç ve gayesi vardır. İnsan dışında diğer varlıklar gaye ve amaçlarından sapma göstermezler, çünkü onlara irade verilmemiştir. Ama insan öyle değildir. İnsan Allah'ın yarattıklarından en güzeli olabildiği gibi en adisi de olabilme özelliğine sahiptir. Yani insan her iki kutubu beraberinde taşır.
Yan masada oturan sakallı bir adamın konuşmalara kulak kabarttığını gören Yasemen, Zeki'ye biraz yanaşıp sesini kısarak konuşmasına devam etti. Çünkü zalim avcıya hizmet eden, köpekler azınlıkta sayılmazdı. Köpeklerin kuyruklarına basmamak gerekirdi. Yoksa şu sarp, yokuşlu ve dikenli yolda bir de köpeklerle uğraşmak zaman kaybından başka bir şeye yaramazdı. Hele birde güneş batmak üzereyken...
Yasemen:
— Evet, dostum, konuya bir kaç örnekle girmek istiyorum. Daha faydalı olacağına inanıyorum Şöyle ki, uygun şartlarda toprağa atılan bir buğday tohumu büyümeye başlar ve her anında yeni bir şekil kazandığı bir gelişim sürecine girer. Buğday taneleri ile yüklü bir bitki oluncaya kadar belli bir düzen ve sıra izleyerek bu süreç üzerinde gelişimini sürdürür, eğer bu arada bir başka tohum daha toprağa düşecek olsa, o da ilerdeki (Nihai) hedefine ulaşıncaya kadar aynı safhalardan geçecektir. Aynı şekil de, eğer bir meyve tohumu toprağa atılsa, hemen hal değiştirmeğe başlayacak, kabuğunu kırıp yeşil bir fidan şeklinde toprağın yüzüne çıkacaktır. Bundan sonra belli bir sistem çerçevesinde gelişimini sürdürecek sonunda meyvelerle dolu bir ağaç olacaktır. Veya bir hayvanın spermi bir yumurta veya anne rahmine düşse, o da hayvanlara has gelişim çizgisini izleyerek, sonunda bu hayvan türünden bir varlık halini alacaktır.
Dünya üzerindeki her yaratık türünün izlediği bu gelişim süreci, her türün kendi fıtratı doğrultusunda oluşur. Tohumda çıkan yeşil buğday sapları hiç bir zaman yulaf vermeyeceği gibi, bir koyun, bir keçi veya bir file de dönüşmez, bunun gibi erkeğinden gebe kalan bir hayvan da hiç bir zaman buğday veya hurma ağacı doğurmaz. Eğer organlarından bir eksiklik veya fonksiyon yetersizliği olsa örneğin, bir kuzu kör doğsa veya bir buğday bitkisi kılçıklarını çıkarmasa bunun bir takım kurtlardan veya gelişim için yeterli şartların bulunmayışından, kısaca bazı istisnai etkenlerden ileri geldiği konusunda şüpheye düşmeyiz. Varlıkların gelişim ve oluşumunda sürekli bir sistem ve düzenliliğin görüldüğü ve her bir türün oluşum ve gelişim çizgisinde belli bir sistem ve kurula uyduğu inkâr edilemez bir gerçektir.
Bu basit örneklerden iki sonuç çıkarabiliriz. İlki, her varlık türü, hayatın başlangıcından sonuna kadar geçtiği merhaleler arasında, sanki gelişim merhalesinde bir tür Altan itilip, üstten çekiliyormuşçasına bir süreklilik ve kesintisizlik vardır.
İkincisi, bu süreklilik ve kesintisizlikten dolayı, her türün gelişim sürecinde ulaştığı nokta, varlığının başlangıcından itibaren izlediği "Varoluş Hedef’idir. Bilmem anlatabiliyor muyum?
— Yasemen, inanın ki çok güzel anlatıyorsunuz, tam kafamı karıştıran soruların cevaplarını veriyorsunuz.
— Öyleyse konuyu bağlamaya çalışalım. Çünkü ben ikindi namazını kılmadım daha. Sözgelimi, bir ceviz tanesinin yöneldiği hedef sonunda ceviz verebilecek bir ağaç olmakken, yumurta veya rahimdeki bir spermin hedefi de tam bir hayvan olabilmektir. Varlıkların yaratılış ve hayatlarının devam edişinin tümüyle Allah'ın elinde olduğunu bildiren Kur'an-ı Kerim her canlı türünün kendine has biçimde izlediği oluşum ve gelişim hareketinin ilahi yol göstericilikten kaynaklandığını ifade eder.
Bu yol göstericiliğin sonucu olarak her şey kendine bir yön seçer veya her şeye bir yön verilir.
İnsan türünün yukarıda anlattığımız bu kuralın dışında olduğu hiç bir zaman ileri sürülemez, sürülse de bir değer ifade etmez. Tüm varlık türleri için geçerli olan yol göstericilik insan için de aynı şekilde geçerlidir. Nasıl diğer tür yaratıklar fıtratlarının gerektirdiği belli bir oluşum çizgisini izleyip, varlık hedeflerine varıyorlarsa, insan da bu yol göstericiliğin yardımıyla gerçek bütünlüğüne ulaşmalıdır.
İnsanın amacı Allah'a ibadettir. Eğer bu sağlanırsa, insanlar birbirlerine ibadet etmeyecekler. Dolayısıyla zulüm kavramı, adaletsizlik kavramı oradan kalkacak, bütün insanlar eşit ve kardeş olacaklardır. Ama kimi insanlar bu gerçek amaçlarını unutarak kimilerine tapıyor, ibadet ediyor. Sonuç kölelik, ezilmişlik, haksızlık, işkence ve kan ve dahası zehirli bulutlar... Ve tombullaşan birkaç kişi veya sınıf...
Biraz ibadeti açıklamada yarar görüyorum. Çünkü asıl gayedir.
İbadet denilince ilk akla gelen köle ve kul olmaktır. İtaat etmek veya isyan etmemek vs. Kur'an'da ibadet kelimesi hiçbir zaman yalnızca namaz kılmak, oruç tutmak, haccetmek vs. anlamlarında kullanılmaz. Ve hiç bir zaman sadece bu anlamlara gelmez.
— Nasıl yani?
— Şöyle ki, ibadeti yalnızca bir kaç fiille ifade etmek onun anlamını daraltmak olduğu gibi, neticede İslam'ı da bu fiillerden ibaret görmeğe sebep olur. Çünkü Allah'a ibadet etmek ve ondan başka hiç bir şeye ibadet etmemek Allah'ın dininin özüdür, temelidir, tamamıdır. İbadet kişiyi ya mümin ya da müşrik veya kâfir yapan etkendir.
Firavun gibi Allah'ın kullarını kendisine ibadet ettiren kişilere Kur'an'da Tağut adı verilir. Aşırı derecede isyankâr, yoldan çıkmış, azgın gibi anlamlara gelen bu kelime Allah'ın hükümleri dışında hüküm koyan ve insanları bu hükümlere uymaya zorlayan insanlar için kullanılmaktadır. Nitekim Kur'an, Firavun ‘un tağut olduğundan söz eder. Bizde bugünkü diktatörlere, kuklalara tağut diyoruz. Kim bu tür tağutlara itaat ederse, onlara kulluk ediyor demektir, ibadet ediyor demektir.
— Yani şimdi biz kanun koyan ve yapan insanlara itaat etsek onlara ibadet etmiş mi oluyoruz.
— Evet, tağut’a itaat edilmez. Çünkü Allah'a itaat edenin, tağut’u inkâr etmesi gerek. Ona karşı isyan etmesi başkaldırması gerek. Yok, eğer tağut’u tanırsan, itaat edersen, Allah'a isyan etmiş olursun. Çünkü ikisi ters orantılıdır. Allah'a Başeğmek için Başkaldırmak gerekir tağutlara... Allah'ın yasası dururken, dışardan ithal edilen müsveddelere mi itaat edeceğiz.
Tevhidi sistem içinde insana düşen hilafettir. Yani yeryüzünde Allah’ın hükmünü Allah adına uygulamaktır. İnsan hüküm koyucu değil, konulan hükümleri yerine getiricidir. Modern deyimlerle konuşacak olursak. Tevhidi sistemde egemenlik ve yasama yetkisi Allah'a, yürütme yetkisi ise insana aittir. Allah yeryüzünde insanın uyması gereken hükümleri kitap olarak indirmiş ve insanlara hayatlarını bu kitaba göre düzenlemelerini emretmiştir.
— Yasemen şu tağut biraz kafamı karıştırdı. Onu biraz açsan diyecektim.
Yasemen saatine bir daha baktı biraz düşündükten sonra konuşmaya başladı.
— Tağut: Allah'ın kanunlarına rağmen, kanun hazırlayanlar, kanun çıkaranlar ve uygulayanlardır. Tevhidin tek Allah'ın ilahlığını ve rabblığını kabul etme dışında, yani Allah'ın egemenliği dışında, O'ndan başka her türlü rab ve ilahı inkâr etme yönü vardır ve bu yön aslında kabulden önce gelir. Yani bir şeye inanmak, onun zıddını inkâr etmekle başlar. Allah'tan başka her türlü gücü, ibadet ve kayıtsız şartsız itaat edilecek her türlü nesneyi, her türlü sevginin, korkunun ve güvenmenin kaynağını inkâr etmeden, Allah dışında her türlü hüküm koyucuyu, yaratanı, rızıklandıranı, öldüren ve diriltecek olanı reddetmeden önce, Tevhidin alanı içine girilmez "La" demek, nefsin emirlerine, tutkularına esir olmaya, cahiliyetin ilkelerine, heva-hevesin kandırıcılığına, zannın ve zannına uyanların koydukları hükümlere, Allah'tan bir ilim üzere olmadan doğrulduğu iddia edilen her türlü yanlışa, Allah'tan başka hâkim ve otoriteye, Allah'tan başka güce, evrendeki her şey üzerinde Allah'tan başka etken tanımaya, kısaca Allah'tan başka rab, ilah ve melik kabul etmeğe karşı çıkmak demektir. Ancak bu inkârdan sonradır ki, "İlla" ile ifade edilen tasdik bir değer taşıyacaktır.
Kısacası "Lailahe illallah" demek, dünya müşrik güçlerinin ve kuklaların İslam'a ve Müslümanlara uzanan cinayetkar ellerini kesmektir.
Dostum vaktim olsaydı sizinle sohbet etmekten zevk duyarım. Ama vaktim daraldı. Namaza gitmem gerek.
— Teşekkür ederim zaten benim de eve gitmem gerek, geç kalmamalıyım. Sonra merak ederler.
— Öyleyse buluşmak üzere...
İki arkadaş vedalaşıp kahveden ayrıldılar. Ama karşı masada oturan sakallı adam Yasemen'i iyice süzmüştü, konuşmaları boyunca. Yasemen sesini fazla kıstığı için ara sıra Zeki duymuyordu. Bu sebeple Yasemen bazen konuşmalarını tekrar etmek zorunda kalıyordu. Yasemen kahveden çıkarken sakallı adama çok tersçe baktı adam başını önüne eğdi... Ama Yasemen’i köşeye kadar süzdü ve o da kahveden kalkıverdi.
Yasemen mezarlıkla bitişik, caminin kapısından çıkarken, adeta dondu kaldı, ayağına giymek için aldığı ayakkabısını yere bırakıverdi...
Karşısında duran adam onu iyice şaşırtmıştı. Bakışları, hareketleri Yasemen’in çok dikkatini çekmişti. Ve işte adam kapıda bekliyordu Yasemen’i. Yasemen delirecek gibi olmuştu. Karşısında duran ellilik sakallıya çıkışırcasına;
— Evet, beyefendi nedir derdiniz? Neden beni sabahtan beri rahatsız ediyorsunuz?
— Kusura bakma delikanlı, rahatsız ettiysem özür dilerim. Amacım sizinle biraz konuşmak, tanışmaktı. Ama duruma bakılırsa bana karşı dolusunuz. Yasemen yere bıraktığı ayakkabılarını, tekrar giymeye çalışırken bir yandan da adama cevap veriyordu.
— Evet, size kızgınım, iki saattir beni göz hapsinde tutuyorsunuz. Bir derdiniz varsa buyurun söyleyin. Yok, eğer niyetiniz başkaysa gene buyurun. Ama izlemekten vazgeçmenizi tavsiye ediyorum.
— Bak delikanlı beni yanlış anlamayın, tek amacım sizinle tanışmaktı.
— Öyleyse buyurun sizi dinliyorum.
— Böyle ayakta ne konuşabiliriz ki, gel kahvede bir çayımı için, orada konuşalım. Yasemen çekine-çekine cevap verdi.
— Peki, gidelim.
Bir süre sonra tekrar aynı kahvedeydiler. Kahvede çok az kişi kalmıştı. Mezarlığı kazan makineler de işi bırakmış, paydos etmişlerdi. Bir masada karşılıklı olarak oturdular. Yasemen, bu ihtiyarın yüzündeki gülümsemeye, konuşurken sesindeki samimiyete rağmen hala önyargısını koruyordu. Çünkü yeterli sebepler değildi Yasemen için adamın üzerindeki bu haller.
— Gördüğüm kadarıyla buranın yabancısısınız?
— Doğru, yabancıyım.
— Öyleyse sizinle tanışalım. Adım Musa Hoca emekli imamım. Ya sizin.
— İsmimi öğrenip de ne yapacaksınız, ben buradayım ya!
— Anlaşılan, sizin bana karşı ön yargınız hala ayakta. Sizi zorlamayacağım bu sebeple. Ancak size bir şey soracağım umarım doğru cevap verirsiniz?
— Soracağınız soruya bağlı.
— Siz İranlısınız değil mi?
— Aaa! Onu da nereden çıkardınız? Yoksa alnımda mı yazıyor?!
— Sizin biraz önceki konuşmalarınız ve bu genç yaşınıza rağmen namaz kılmanız beni bu kanıya vardırdı.
— Niye namaz kılmak yalnız İranlılara mı farz kılınmış?
— Yok, onu demek istemedim. Yalnız bizim gençler, hemen-hemen hiç namaz kılmazlar. Bir araya geldikleri zaman da spordan ya da sinema filmlerinden konuşurlar. Oysa sizin farklılığınız derhal gözüme çarptı, buralı olmadığını anladım. Zaten bizim gençler in namaz kılmaları mucizevî bir şey olacağından sizin yabancı olduğunuz hemen fark ediliyor.
— Demek gençliğinizin namaz kılması mucize sayılıyor.
— Tabii olağan üstü bir durumdur.
— Tabi bu mucizelerin sahipleri sizlersiniz. Yarın cezasını da sizler çekeceksiniz. Oysa zamanında anlatsaydınız, kılmamak belki mucize olurdu.
— Ama oğlum siz önemli bir noktayı unutuyorsunuz?
— Hangi noktayı?
— Zamanımızda dinden imandan bahsetmek kolay değildi. Bahsedenlerin yakası kolay-kolay bırakılmazdı. Yakayı kaptırmak ise dönüşü olmayan yola girmek demekti.
— Siz bu yola girmemek için Allah'ın emrettiğini değil de tağut‘un emrettiğini insanlara anlattınız. Din adına.
— Oğlum buna mecburduk yoksa bizi köşe başlarında açlık ve işkence bekliyordu. Daha ötesinde darağaçları...
— Evet, suskunluğunuz ölmemek içindi. Belki bu sayede bugüne kadar yaşadınız. Ama heyhat yine öleceksiniz. Ancak bu ölüm ile diğer ölümün farkı Niyazi ve Şehit olmanın farkı kadardır. Eğer susmasaydınız belki şehit olurdunuz. Ama bir gaye uğruna… Eğer şimdi ölseniz boşu boşuna öleceksiniz. Hem de bozuk bir neslin mucidi olarak. İnsanın bir kere ölüm hakkı vardır onu hak uğruna kullanabilmeli yoksa pis bir yerde yakalanabilirsin eceline... Çünkü ölümün rövanşı yoktur... Anlatabiliyor muyum?
— Gene öleceğiz, buna diyeceğimiz yok. Ama zulüm altında kalmış, ezilmiş kişiler olduğumuzu unutma, biz mazlum insanlarız sorumluluğumuz, özgürlüğümüz kadardır. Değil mi?
Yasemen adama derince baktı. Zulme boyun eğmiş, zalimler tarafından emekliye ayrılmış kukla, bu melleye çok şey söylemek istiyordu. Ama kendini frenliyordu Yasemen. Sinirlendiriyordu Yasemen’i bu adamın kendini hala Müslümanların imamı diye takdim etmesine...
Yasemen kendini toparlayarak biraz onunla yumuşak konuşmayı düşündü, ama o anda elinden anahtarlarını düşüren Musa Hoca masanın altından anahtarlarına almak için eğildiğinde, beline takılı tabancası Yasemen’in gözünden kaçmamıştı. Bu sebeple Yasemen, sona bıraktığı düşüncelerini birden söyleyip kalkmaya karar verdi...
— Evet, Hoca Efendi. Yanlış söylediniz. Doğrusu şöyle değil midir söylediklerinizin: Özgürlüğümüz sorumluluğumuz kadardır. Onunla orantılıdır. Ama şu bir gerçek ki, bugün bizim toplumumuz iki guruba ayrılmıştır. Ezenler ve ezilenler, Kuran’ın deyimiyle müstekbirler ve mustazaaflar. Bu günkü müşrik düzende müstekbirlerden yanı sıra, mustazaaflar, ezilenler, yalın ayaklılar, benim toplumumda çoğunluğu oluşturuyorlar. Bunların tümü sizin gibi mellelerin sayesinde oldu. Ki sizler dini zalimleri ayakta tutmak için afyon gibi kullanarak yığınları uyuttunuz. İşte bu insanlar bugün zalimlere itaat eden, onları rab kabul eden, haklarının ellerinden alınmasına ses çıkarmayan yığınlardır. Nasıl müstekbirler şirkte pay sahibiyse, siz ezilenler de aynı derecede pay sahibisiniz. Çünkü tüm insanlar Allah tarafından eşit yaratıldıkları ve hepsi bir Allah'ın önünde boyun eğmeye çağrıldıkları halde, birtakım insanların üzerinde rableşip haklarını ellerinden almalarına ve yeryüzünü fesada vermelerine ses çıkarmayan insanlar, bu fesatta zalimler kadar pay sahibidirler. Yeryüzünde haksız duruma düşürülmelerine izin vererek ezildikleri gibi, bu duruma müsaade edip, karşı çıkmadan öldükleri takdirde ahirette de varacakları yer cehennemdir.
Hoca Efendi birden kafasından balyoz yemişçesine.
— Ne! Ezilenler de mi cehenneme gidecek? Oğlum zaten ezenler bıraksaydı, ezilenler Allah'ın yolundan bir an bile çıkmazlardı.
— Kur'an, söylediğinizin aksini söylüyor. Ezilenler istemeseler, ezenler zorla istediklerini yaptıramazlar. İyi, kütü, hak-batıl bakmaksızın kendilerine verilen her emri itirazsız kabul ettikleri için ezenlerle ayın suçun suçlusu olurlar.
Yasemen son sözlerini de söylemişti. Daha fazla durmasının bir anlamı olamazdı.
***
Hafiften rüzgâr esiyordu. Okul bahçesi ağaçlardan dökülen yaprakların hücumuna uğramıştı. Bir sağa bir sola koşan yapraklar, ortalığı oyun alanına çevirmişlerdi adeta. Güneş doğalı epey olmuştu, ama sonbahar sabahlarının erken saatleri hep soğuk olurdu. Kuşlar soğuğa meydan okumak için çıkmamışlardı daha.
Hele dışarıda kalan kedinin içeri girmek için çırpınışı ve camların kenarlarında tur atışı, insanı ister-istemez derinlere ta derinlere götürüyordu.
Burası dünya, hayvanlar içeri girmek için delik ararken, kimi insanların da dışarı çıkmak için delik aradığı dünya!!! Kedilerin içeriye girmesini engelleyen pencere camları. İnsanların dışarı çıkmasını engelleyen demir parmaklar, taş yığınlar, beton duvarlar, nemli soğuk ve vahşi. Zalimlerin ve zulmün hüküm sürdüğü bu dünyada. Kediler bazen camları kırarak içeri girebiliyorlardı. Ya da insanlar camlarını kırmasın, kırılmasın diye kedileri kendileri içeriye alabiliyorlardı.
Ama insanların dışarıya çıkmasının bir kanunu vardır, zalimler tarafından konulmuş kanunu:
Ruhlarını içerde bırakmak şartıyla dışarıya çıkmalarına izin verilirdi. Çünkü ruhların bedenle beraber dışarıda dolaşması onları endişeye düşürüyordu. Çarpık düzenlerinin yıkılmasından korkuyorlardı.
İşte bundan dolayı birçok kişi beton yığınlarının arasından salıverilmişti, ruhlarından ayrı. Bugün zulmedenler kanlı dişlerini örtmek için, kaplumbağaları, Buz Denizinde mahsur kalan balinaları kurtarmakla uğraşıyorlar. Hayvanlara gösterilen merhamet, insanları yapılan zulmü örtmez. Örtmez kanlı ellerini.
Örtebilir mi Kerbela'yı unutturabilir mi, Hüseyni kıyamı?
Sam amcanın zeytin dalları gölgeleyebilir mi? Hiroşima’yı Vietnam’ı gözü açık gidenlerin anısını... Gorbi'nin tebessümleri unutturabilir mi? Afganistan'ı. Renklerini değiştirebilir mi kanla sulanmışken kırmızı güllerin?
Başımıza muska olarak astığımız, batının tuvalet kâğıdı, insan hakları evrensel beyannamesi örtebilir mi? Hama, Halep’çe katliamlarını? Barış türküleri besteleyenlerin silgileriyle silmedi mi haritadan Hama, Halepçe ve Hiroşima
Anlaşıldı. Günyüzü’ne çıktı. Farkı yoktur, İlk kıblemizden son kıblemizin esareti... Maskeleri kırılıverdi işte. Amerikan uşaklarının. Şeytanın korumasına bırakıldı. Allah'ın evi. Nihayet nöbetçi öğrenci aşağıya inip, kapıyı açtı dışarıda kalan kediye. Bir kedi içeri girdi, bir ceset salıverildi, beton yığınların arkasından, Yasemen’in hayalinden.
Buharla kaplanan camı elleriyle silmeye çalışırken dışarıyı göremiyordu Yasemen. Camdan dışarı bakıyordu ama kendisi çok uzakları gitmişti. Ağrına gidiyordu görmek istemeyen körden daha kör olanların davranışı. Hele dün akşamki elektrik kesintisi sırasında mum satıcılarının gülen, yüzlerinin hayali zihninden silip atamıyordu. Onu düşüncelere sevk ediyordu. Mum satıcıları biliyorlardı. Güneşin doğuşunun onlar için pek sevindirici olmayacağını. Biliyorlar güneşin doğuşuyla beraber mum Fabrikaları’nın stop edeceğini. Bunlar hala istiyorlar ki insanlar gündüzün ortasında başları göğe çevirerek yıldızları arasınlar. Ama tepede doğan güneşi görmeyecek kadar kör olamaz bu insanlar. İşte bunun için mum satıcıları homurdanmaya başladılar. Yumuşamaya, yeniden yapılanmaya gidildiler. Şimdi her birinin tepesinde kapkara dumanlar tütüyor, yükseliyor, göğe doğru. Kapkara bulutlar oluşturdular, önünü kapamak için güneşin. Engel olmak istiyorlar dünyanın aydınlanmasına. İnsanlar daima sabahı beklemeli ama gece sürmeli mumların satılması için. Sabah olsa dahi onlar farkına varmamalı, bilmemelidirler, güneşin doğduğunu. Ama işte bir mum söndü, bir pencere açıldı. Güneş camlardan akıverdi içeri. Gülen bir yüz. Müjdeledi bütün etrafı ve etekleri tutuşma ya başladı mum fabrikatörlerinin. Güneşi balçıkla sıvamaya hazırlanıyorlar işte.
***
Beraber pansiyonun merdiveninden yukarı çıktılar, Yasemen isteksizce yürüyordu. Hoca ile konuşmayı istemiyordu. Ama bir kere hocanın eline bir fırsat düşmüştü. Muhakkak değerlendirecekti.
Hoca, Yasemen'e bir sandalye gösterip oturmasını söyledi. Kendisi de oturdu. İlk konuşan Mustafa Hoca oldu.
— Evet, Yasemen söylediğim konuyu inşallah iyice düşünüp taşınmışsın. Umarım bu konuda kesin kararını da vermişsindir.
Yasemen’in yüzü birden değişti. Bataklığa batan birini kurtaramama acısıyla çehresi doldu. Elindeki kalemle biraz oyalandıktan sonra masaya diktiği bakışlarını, gözlerini kısarak başını ağır-ağır kaldırdı. Mustafa Hoca'ya doğru baktı. Hoca gülümsedi. Oysa Yasemen’in hiç de gülümseyecek hali yoktu. Susuyordu Yasemen, dokunaklı yüz hatlarıyla Mustafa Hoca'ya dikmişti bakışlarını. Mustafa Hoca cebinden bir sigara çıkarıp yaktı. Dumanını içine iyice çektikten sonra yavaş-yavaş dışarıya üfledi.
— Hocam, bazı meseleleri fazla düşünmeye gerek yoktur. Çünkü hüküm daha evvel verilmiştir. Allah ve Resul’ünün istediği doğrultuda ise benim bunun hakkında kalkıp ayrı bir görüş belirtmem doğru değildir. Bunu yapamam da zaten.
Mustafa Hoca sigarasından bir nefes daha çekti ve yavaş-yavaş dumanını geri verdi.
— Peki, nasıl bir soncu varmış durumdasın?
— Benim diyeceğim şu. Bizim Allah'ımız, kitabımız, Peygamberimiz, dinimiz birdir. Bizde İslam'ın tüm şartlarını kabul ediyoruz, siz de. Biz de imanın tüm şartların kabul ediyoruz siz de. Dolayısıyla temelde bir farkımız yoktur. Aynı akide ve davaya sahip olmamız hasebiyle Allah bizi kardeş kılmıştır. Metod konusuna gelince farklı düşüncelere sahibiz, farklı olmaması gerekiyordu ama işte bazı sebeplerden dolayı farklı düşünüyoruz. Belki laik düzenin çarkları arasında biraz da yontulmamız, bizi saf İslami bir düşünceden ziyade demokrat bir düşünceyle olaylara bakmamızı sağlıyor. İşte farklılıklar burada başlıyor. Birimiz hatalıyız ama şu anda hatayı tespit edemediğimiz, ya da kabul edemediğimiz için bu konuyu bir yana bırakıp, temel noktalarda berleşip yardımlaşmamız gerektiğine inanıyorum.
Mustafa Hoca bir sigara daha aldı. Diğer sigaranın izmaritini kül tablasında ezdikten sonra, yeni sigarasını yaktı.
Mustafa Hoca:
— Yasemen öncelikle işi kökten hal edelim hikâye kısımlarını es geçelim. Önemli olan günümüzde demokratik yollarla İslam'a hizmet etmeyi niye kabul etmediğini bir türlü anlamlandıramıyorum.
Yasemen:
— Hocam, "Bu dine sahip çıkanların şu gerçeği iyice bilmeleri gerekir. Bu din aslında nasıl ilahi kaynaklı bir din ise, onun hareket metodu da özelliğine uygun olarak yine ilahidir. Bu dinin özünü, hareket metodundan ayırmak mümkün değildir". Kısacası sizin söylediğiniz beşeri metodlarla İslam'a hizmet etmeyi kabul etmiyorum.
Mustafa Hoca elindeki kibritle oynayarak Yasemen'e yeni bir şey sormak için düşünüyordu. Başını birden kaldırarak tekrar konuştu.
— Yasemen diyordum ki, seçimleri kazansak ve başa gelirsek. Mecliste bazı inkılâplar yapıp meclisi Rabbani bir düşünceye sokabiliriz. Öyle bir tarzı hâkim kılabiliriz. Gerisi çorap söküğü gibi gelir. Çünkü geriye formaliteler kalıyor.
Yasemen derin bir nefes aldı, dalgın-dalgın bir ah çekti. Hocaya cevap vermek için tekrar konuşmaya başladı.
Hocam, bilmem anlatamıyor muyum yoksa? Şunu kesin biz çizgi olarak söylüyorum "Rabbani bir düşünce tarzına ve Rabbani bir hayatta, Rabbani bir düşünme metodundan başka bir yolla ulaşmamız imkânsızdır. Bu öyle bir Metod ki, insanların inanç kavramı ve pratik oluşumu sağlıklı olsun diye, Yüce Allah onların düşünce metodunun ona dayanmasını murad etmiştir". Yani örnekle basitleştirirsek, ben meclisi bir minareye benzetiyorum. Merdivenlerden çıkarak minarenin tepesine ulaşanlar. Oradan milleti yönetiyorlar. Siz diyorsunuz ki minareye çıkanlar zalimdirler, halkımızı ezdikleri gibi onların uyguladıkları sistemde, halkımızı sömürmektedir. "Ve biz merdivenlerden çıkıp minarede oturanları aşağıya atacağız" diyorsunuz. Biz de diyoruz ki, hayır biz onların gittikleri yoldan gidersek onları alt edemeyiz. Minareye çıkanlar o kadar saf mıdırlar ki, seni bekleyip sen gidip onları aşağıya atacaksın. Oysa onlar, ayaklarını da minareyle beraber sıvamışlar, monte etmişler, sen onları atmaya çalışırken onlar seni kolay-kolay atarlar. Ki yıllardır sizi aşağı atıyorlar ama siz hala biz demokratik yöntemlerle merdivenlerden çıkarak onları devireceğiz diye habire merdiveni tırmanıyorsun ve bize de gelin siz de tırmanın diyorsun. Ama biz tırmanacağımıza, minareye bir tekme vurup devirmeyi düşünüyoruz, kökten halletmeyi gerekli görüyoruz. Biz tekmeyi vurduğumuzda ayağını minareye monte edenlerin de devrilecekleri gibi, merdivenleri tırmanan sizlerin de enkaz altında kalabileceğinizi hatırlatıyoruz. B u tekmeyi indirmek için ayaklarımızı birleştiriyor yumruklarımızı birleştiriyoruz. Bizim merdivenleri tırmanmaya hiç niyetimiz yoktur. Bu sadece sizin partiniz için değil diğer düzen partileri için de söz konusu, yani onlar da yıllardır tırmanıyorlar ama milleti oyalamaktan başka hiç bir işe yaramıyorlar. Zaten düzen kendisi için tehlikeli gördüğü partiye izin vermez ki. Sonra eğer bu din inanç kavramını yerleştirip, buna dayanarak canlı pratiğini değişmeye, değiştirmeye gelmişse, aynı şekilde canlı pratiği değiştirmeye temel olmak üzere, inanç kavramı oluştururken, kullanacak metodu da değiştirmeye gelmiştir. Bir ümmet meydana getirecek inancı oluşturmaya geldiği o ümmet için inançla ilgili, aynı derecede önemli olarak kendine has inanç kavramı, kendisine has düşünme ve hareket metodu ve yine kendisine has canlı yapısı birbirinden ayrılmaz. Hepsi aynı özü meydana getirir.
— Söylediklerine katılmıyor değilim. Ama o metod Peygamber zamanı içindi. Oysa metod sabit kalacak diye bir kaideye rastlamadım.
— Hocam, "Bu dinin belirttiğimiz şekilde olan metodunu anladıysak, bu metodun köklü ve değişmez olduğunu da bilmeliyiz. Bu metod, belirli bir merhalenin, belirli bir bünyenin ve ilk Müslüman cemaatin gelişmesine mahsus belirli şartların metodu değildir. Bu din nasıl kıyamete kadar değişmeyecek ve geçerli olacaksa onun hareket metodu da kıyamete kadar geçerli ve değişmeyecektir. Bu öyle bir metottur ki, ne zaman olursa olsun, bu dinin yapısı mutlaka ona dayanır.
— Yasemen yalnız şunu unutuyorsun, o zamanda başka alternatifler yoktu. Bu sebeple o metodu izlemişlerdi ama şimdiki durum ve zaman farklıdır. Sen bu noktayı unutuyorsun.
Yasemen kendini zor tutuyordu ama gene de sinirlendiğini, gizleyemiyordu. Elleriyle saçlarını karıştırarak. Çekiştirerek düşünüyordu. Sinirlendiği zaman hep böyle yapardı. Bu hoca hep dönüp, dolaştırıp aynı soruyu farklı biçimde soruyordu. Yasemen ellerini saçlarının içinde çıkararak masa üzerindeki kalemle oyalanarak tekrar konuştu.
— Siz nasıl başka alternatif yok diyorsunuz. En fazla alternatif o zamanda vardı ve Allah'ın Resulü onları kolay olmalarına rağmen seçmemiş, zor olanını seçmiştir. Mustafa Hoca gülümseyerek sorusunu sordu kendince Yasemen'i köşeye sıkıştırdığını zannediyordu.
— Peki, bahsettiğin alternatifleri açıklayabilir misin?
Yasemen kendini zor tutuyordu. Biliyordu ne söylerse söylesin sonuç değişmeyecekti. Bu sebeple sanki hoca, her sorduğu soruyu kafa bulmak için ya da kilo almak için soruyor gibi geliyordu Yasemen'e. Ama Yasemen sabrederek bütün soruları cevaplandıracaktı...
Yasemen:
— Öncelikle, Peygamberimiz (s.a.v.) bu din ile gönderildiği zaman en verimli ve zengin Arap yöreleri Arapların elinde değildi. Başka milletlerin elindeydi. Kuzey'de Şam yöresinin tümünü Bizanslılar tayin ettikleri Arap valilerince idare ederlerdi. Yani zamanın süper güçleri kuklaları, günümüzde olduğu gibi yarın da olacağı gibi. O zaman Yemen yöresinin tümü Perslerin yönetimi altındaydı. Buralarını da Persler tarafından görevlendirilen Arap valiler idare ederdi. Arapların ellerinde, verimli olma yan kupkuru çöllerden başka yer yoktu".
Mustafa Hoca yerinden kalkıp kül tablasını çöpe döküp gene masaya oturdu. Yasemen'de bu arada bir bardak su içme imkânı bulmuştu. Hoca oturduktan sonra Yasemen konuşmaya başladı.
— Hocam denilebilir ki, Peygamber olmadan önce Kureyş kabilesinin ileri gelenleri tarafından hakem tayin edilen ve Allah Resulü olarak görevlendirilişinden on beş yıl önce verdiği hüküm hoşnutlukla karşılanan "güvenilir ve doğru" lakaplı, Kureyş kabil esinin en soylu oymağı Haşim oğullarının koluna mensup olan Muhammed hiç şüphesiz, iç ayaklanmalarla didişmelerin yiyip bitirdiği Arap kabilelerini bir araya getirmeyi amaçlayan bir Arap kavmiyetçiliği şuuru uyandırabilir, bu kabileleri kavmiyetçi bir hedefe yönelterek güneyde Pers ve Kuzeyde Bizans süper güçleri tarafından sömürge olarak el konan topraklarını kurtarabilirdi.
Bundan sonra da Arapçılık ve Arap kavmiyetçiliği bayrağını dalgalandırarak Arap yarım adasının tümü üzerinde ırka dayalı bir birlik kurabilirdi. Söylenebilir ki, Peygamberimiz (sav) böyle bir çağrı ile ortaya çıksa, on üç yıl boyunca yarımada yetkililerinin keyfi arzularına karşı direnerek sıkıntı çekeceği yerde, her yöreden tüm Araplar çağrısına koşuşurlardı.
Yine ileri sürülebilir ki, bütün Araplar çağrısına uyarak onu yönetim ve önderlik mevkiine geçirince, her türlü devlet yetkisini elinde toplayınca şöhreti doruk noktasındayken, bütün bu imkânları İslam inancını yerleştirme uğrunda kullanması çok daha kolay olurdu. İnsanları önce beşeri hâkimiyeti altına aldıktan sonra onlara Rablerinin egemenliğine kul olmayı daha rahat benimsetebilirdi.
Mustafa Hoca, Yasemen'e eliyle dur işareti yaparak.
— Bak kendin de söylüyorsun. Böyle bir yol izleseydi daha kolay olurdu. Eziyet çekmemiş olurdu.
— Evet, Hocam, ama her şeyi bilen Allah, elçisini bu yöne yöneltmedi. O'nu "La ilahe illallah" diye haykırarak ortaya çıkmaya, böylece hem kendisini hem de çağrısına inanan bir avuç azınlığı türlü sıkıntılara katlanmağa yöneltti! Niçin? Hiç, şüphesiz, Allah elçisini ve yanındaki müminleri sıkıntıya sokmak istemez.
— Peki, niye sıkıntılı işkenceli yolu izlediler.
—Çünkü kavmiyet çağrısı ile ortaya çıkmanın yararlı bir yol olmadığını Allah bildiği için elçisini böyle yönlendirdi. Toprağı Bizanslı zorbanın elinden alıp Arap bir zorbanın eline vermek çıkar yol değildi. Çünkü zorbanın her çeşidi zorba idi. Toprak Allah'ındı ve Allah için kurtarılması gerekirdi. Üzerinde "Allah'tan başka ilah" yoktur, sancağı dalgalanmadıkça hiç bir toprak parçası Allah için kurtarılmış olmazdı.
İnsanları şu toprak parçası üstünde hüküm süren Bizans ve Roma zorbasından kurtarıp Arap bir zorbaya teslim etmek çıkar yol değildi. Zorbalığın her çeşidi reddedilmiştir. İnsanlar sadece Allah'ın kulları idiler. "La ilahe illallah" sancağı dalgalandırılmadıkça insanlar sırf Allah'ın kulları olamazlardı. İrfan sahibi her Arap’ın anladığı bütün lügat manaları ile "La ilahe illallah" sancağını. Yani hâkimiyet sırf Allah'a mahsustur, Allah'tan gelenin dışında hiçbir şeriat hiç bir hukuk düzeni yoktur. Hiç kimse diğer bir kimse üzerinde egemenlik kurmaya yetkili değildir. Çünkü hâkimiyet yetkisi tümüyle Allah'a mahsustur. Çünkü İslam, her ırktan insanları Allah'ın sancağı altında birleştiren inanç milliyetçiliği idi. İşte çıkar yol buydu. Bu sebebe ve benzerlerine dayanarak sizin görüşlerinizi ne yazık ki kabul etmeyeceğim.
Mustafa Hoca sigarasını kül tablasına bırakıp konuşmaya başladı. Yasemen'i uzaktan gören biri olsaydı hasta zannederdi. Yüzü soluktu. Çok üzgün ve sıkıntılı bir hali vardı. Bu sebeple Hoca ciddi-ciddi konuşmak zorunda kalıyordu.
Mustafa Hoca:
— Yasemen, söylediklerin belki doğrudur. Ancak kendimizi toplumdan soyutlayamayız. Bugün toplumumuzda büyük haksızlıklar oluyor. Kimileri gece gündüz çalışıyor ama aç. Kimileri sırt üstü yatmış her sabah kendisi ve köpeği süt banyosu yapmaktadır. Sen de görüyorsun, bu memlekette en çok ezilenler, en çok çalışanlardır. Bu yolsuzlukları ve çarpıklıkları düzeltmek, herkese hakkının karşılığını vermek için iktidara gelmemiz lazım. Yoksa bunların düzeltilmesi imkânsızdır. Anlıyor musun?
Mustafa Hoca bu defa konuşma sitilini değiştirdi. İşin biraz da psikolojik yanını denedi. Çünkü biliyordu. Yasemen’in ekonomik durumunu. Bu sebeple kimi ideoloji sahiplerinin yaptığı gibi fakirlik edebiyatı yapma yoluna giderek, duygu sömürüsünü yapmayı denedi. Etkili olmadı da değil. Hemen Yasemen’in rengi attı. Her tarafı titredi birden irkildi, sarsıldı adeta. Mustafa Hoca, Yasemen'deki bu ani değişiklikleri görünce, suratından bir zafer sevinci belirti. Yasemen’in gözleri dolu-dolu olmuştu. Anlaşılan Hoca, onun derin yaralarını deşmeyi becermişti. Bir sessizlik devresinden sonra Yasemen tekrar konuştu...
— Hocam, anlaşılan fikrinizi kabul ettirmek için her türlü yolu deneyeceksiniz. Ki sözlerinizle beni üzeceğini kesin bilmenize rağmen, benim ailevi yaralarımı deşmek ve bunu bir silah gibi kullanmaktan çekinmiyorsunuz. Evet, belki söyledikleriniz ben i sarstı. Ama şunu unutmayın. Benim inandığım düşünceler bir takım duygusal nedenlerden kaynaklanmıyor ki, duygulanarak düşüncelerim değişsin. Biz düşüncelerimizi heyecanlı ve coşkulu miting meydanlarında edinmedik ki, başka bir heyecan ve sarsıntıda değiştirelim. Biz slogan adına, heyecan adına vb. adına değil, bir gerçek adına inanmışız. Biz bilerek, inanarak iddia ediyoruz. Bu sebeple psikolojik sarsıntılar ve heyecanlar bizde ani dönüşlere sebep olamaz. Olsa-olsa daha ağır ve sağlam yürümemizi sağlar.
Mustafa Hoca:
— Yasemen, niye bazı şeylere gözümüzü kapatıyoruz. Evet, bir gerçeği anlatmak için basılması gerekirse kırabilecek noktalarda basabiliriz. Çünkü karşısındakinin uyanmasına sebep olacak bir kırılma, onun ebediyen uyumasından daha hayırlıdır. Yanılıyor muyum?
Yasemen başını salladı. Bir ah çekerek kendini toparladı. Karşısındaki futbol takımı tutar gibi söylediklerinden direniyordu. Daima takımı haklı çıkaranlar gibi. Takım galip ise ne ala, mağlup ise kabahat hakemde. İşte öyle biriydi karşısındaki Hoca.
Yasemen:
— Hocam, mademki işi haksız dağılıma getirdiniz. Bu konuyu da açıklayalım. Hocam, dikkatinizi çekmek isterim Peygamberimiz (sav) bu dinle gönderildiği zaman Arap toplumu adalet ve gelir dağılım açısından alabildiğince kötü bir durumda idi. Çok ufak bir azınlık gelir kaynakları ile ticareti elinde tutuyor faize dayalı işlemler yolu ile ticareti ve gelir kaynaklarını katmerli bir biçimde artırıyordu. Geride kalan ezici çoğunluk isi açlık ve sefaletten başka hiçbir şeye sahip değildi. Servet sahipleri, aynı zamanda, şeref ve itibarın da sahipleri idiler. Büyük çoğunluk ise gelir kaynağı ile itibarı birlikte yitirmişlerdi!
Peygamberimiz (sav) bu dini sosyalist bir bayrak diye dalgalandırarak varlıklı zümreye karşı savaş açabileceği, onu yerleşmiş düzeni değiştirmeyi gaye edinen bir çağrı olarak ifade edip zenginlerin malını yoksullara geri alabileceği yolunun daha müessir bir çözüm olduğu ileri sürülebilir. Denebilir ki, eğer Peygamberimiz (sav) o gün böyle bir çağrı ile ortaya çıksaydı, bir yanda varlık, itibar ve mevkiine dayanak işi iyice azıtanlara karşı çıkan yeni-yeni çağrının yanındaki ezici çoğunluk, öbür tarafta da söz konusu dünyalıkları ellerinde bulunduranlardan ibaret iki cephe ile karşılaşırdı. Böylece bir cemaatin dışında toplumun tümü "La ilahe illallah" sancağının karşısına tek cephe halinde dikilmezdi. Yine ileri sürülebilir ki, Peygamberimi z (sav) ezici çoğunluğun taraftarlığını sağlayıp onların başına geçerek bu kuvvetle azınlığı yenip liderliğini pekiştirdikten sonra kazandığı otorite ve gücü görevi olan Tevhid inancını yerleştirmek için kullanarak başında beşeri otoritesine boyun eğdirdiği insanlara Allah'ın egemenliğini haydi-haydi benimsetebilirdi.
— Bak Yasemen, aynen böyle düşünüyoruz. Önce meclisi ve Başbakanlığı ele geçirdik mi gerisi kolay, halkın kulağından tutup, gelin İslam’a diyeceğiz. O zaman göreyim de "Gelmem diyen babayiğidi". Herkes tıpış-tıpış gelecek. Tıpış-tıpış anladın mı?
— Ama dikkatinizi çekmek istiyorum. Allah Peygamberine böyle bir yol göstermedi. Çünkü Yüce Allah, bunun çıkar yol olmadığını biliyordu. Ama siz bunu bilmiyorsunuz. Çünkü sosyal adaletin her şeyi Allah'a dayandıran Allah'ın emrettiği herkesi gözeten adaletli bölüşümünü gönüllü olarak ve hoşnutlukla benimseyenin köklü bir inanç kavramından kaynaklanması gerektiğini Yüce Allah biliyordu. Böyle olunca alanın da daha önceki mülküne el konanın da kalbine Allah buyruğuna dayalı bir düzene uyduğu fikri yerleşecek, her iki taraf da bu konuda Allah'a uyarak dünya ve ahirette iyilik ve ihtirasla, diğer bazıları kinle dolmayacak. Ve her konuda kılıca, sopaya, korkutmaya, yıldırmaya başvurmak zorunluluğu doğmayacak ve "La ilahe illallah" dışı temellere dayanan düzenlerde görüldüğü gibi manevi sarsıntılar meydana gelmeyecekti.
Toparlayacak olursak. Eğer bu dava, ilk adımını kavmiyet çağrısı, sosyalizm çağrısı olarak atmış olsaydı yahut da tek temel esası olan "ilah kabul etmiyorum, Allah'tan başka" ibaresinin yanına başka bir ilave daha koysaydı, bu metod sırf Allah rızası için olma özelliğini yitirirdi. İşte "La ilahe illallah" çağrısın kalplere ve akıllara yerleştirme konusunda, görünüşteki zorluklarına rağmen bu yolun seçilmesi konusunda, başkaca yan yollara sapılmaması konusunda ve bu yolda ısrar edilmesi konusunda Kuran'ın Mekke'de inen bölümünün tutumu budur. Ve bizim modelimiz Kur'an ve Sünnettir.
Mustafa Hoca, uzun süre Yasemen'i sessizce dinledi. Hocasının bu suskunluğu Yasemen'i az da olsa umutlandırmıştı. Bu sebeple Yasemen susup Hocanın yüz ifadesine baktı, cevap beklercesine, olumlu bir cevap bekliyordu, konuşmalardan sonra.
Mustafa hoca:
— Anlaşılan seninle anlaşamayacağız!
— Peki, Hocam, anlaşabilmemiz için ne yapmamız veya ne yapmam gerekir?
Hoca gülümseyerek:
— Yasemen en çok sevdiğim öğrencilerimdensin. Bunu sen de biliyorsun. Bu sebeple aramızdaki fikri ayrılıkları kaldırmak istiyorum. Bunu başarabilmemiz için, kafana koyduğun bazı düşüncelerini değiştirmen gerek. Düşüncelerimiz aynı ama bazı çevrelerin kafana koyduğu düşünceleri bir türlü yanlış kabul edemiyorsun. Oysa metod konusunda o kadar direnmeye gerek yoktur. Niye başkalarının etkisinde kalalım, eğer beni dinlersen bu metod konusunu kafandan çıkar. O zaman göreceksin her şey bambaşka olacak.
— Sizlerden bir misal istesem?
—Şöyle, yarın liseyi bitirip, üniversiteye gireceksin. Bizim vakıflarımızda ücretsiz kalabilirsin. En önemlisi okulu bitirdikten sonra işsiz kalmazsın. İstersen Parti kademelerinde de çalışıp Partiye hizmet edebilirsin ve daha aklıma gelmeyen nice im kanlar...
Yasemen gülümsedi, Hoca coşmuştu âdeta. Her şeyi kökten hallettiği havasına kapılmıştı bile. Yasemen yavaşça kafasını kaldırdı. Yorgun dudaklarından kararlı kelimeler döküldü. Gayet sakin bir ses tonuyla:
— Mahiyeti küfür ve şirk olan kanunları icraya arz etmek neticesi doğuran Particiliği, İslamcılık adına benimsemenin ve Partilerde idarecilik yapmanın Kur'an'da da Sünnet'te de yeri yoktur.
Onlardan gözükerek ve kurumlarının istikrarına yardım ederek, batılla mücadele yapılamaz. İnsanların tercihlerini yapmaları için hakkı tebliğ etmek farz, Allah'ın indirdiği hükümlere göre sevk ve idare edilmeyen teşkilatlarda çalışmak, tabi olmak prensiplerime aykırıdır. Bu vesileyle yirminci yüzyıl cahiliyesi, gerek temel dayanakları açısından ve gerekse ayırıcı özellikleriyle, İslam davasının tarih boyunca karşılaştığı diğer cahiliyelerden farklı olan bir cahiliye değildir. Bu bakımdan cahili toplum ve şartların içine karışma yoluyla, kaypak tavırlar ve hileli yollarla bir şeye kavuşabileceklerini yani bu yollarla İslam'a davet ederek bir yere varabileceğini zanneden kimseler, bu akidenin doğal özelliğini karayabilmiş değillerdir. Ateist doktrinlerin adamları bile, kendilerine özgü unvan ve düşünceleri, apaçık ortaya koyarlarken İslam davetçileri karmaşık mı kalacaklardır? Hala kendilerine has olan unvanı, yönetimi ve cahiliyenin yolundan tamamen ayrı olan yolu ilan etmeyecekler midir?
Artık bunu belleğimize iyice yerleştirmeliyiz. Bizler bu dini, cahiliyeye ait yaygın düşünme metodlarından olan, onun özelliği ile bağdaşmaz bir metodla kavramaya çalıştığımız takdirde onun insanlığa karşı yerine getirmek üzere yüklendiği görevi ortadan kaldırmış, çağımızda egemen olan cahiliye metodunun baskısından kurtulma fırsatından, cahiliyenin akıllarımızda ve yetişmemizde biriken tortularından arınma imkânından kendi kendimizi mahrum etmiş oluruz".
Mustafa Hoca'nın çehresi barut fıçısı gibi patlamaya hazır bir hale gelmişçesine ekşimeye başlamıştı bile. Hoca yeni bir sigara daha yaktı. Uzunca içine çekti. Kafasından yukarıya doğru duman yükselmeye başladı. Hoca'nın konuşamayacağını anlayan Yasemen devam etti.
— Entrikalara aldırış etmemek, İslam davetçilerinin görevlerindendir. Hareketlerine ve dinlerin yabancı düşen bir metod zorlamasını reddetmek, görevlerindendir. Çünkü İslam'da metod öze eşittir. Aralarında ayrılık yoktur. Hiç bir yabancı metod, sonunda İslami gerçekleştiremez. Beşeri nizamlar kendi metodlarıyla gerçekleştirebilirler, ama bizim nizamımızı gerçekleştiremezler. Metod tutkunluğu, her İslami hareket hesabına, inanç ve düzen tutkunluğu kadar kaçınılmazdır. Bu sebeple, İslam davasına gönül vermiş kimselerin bir takım manevralara aldırmamaları gerekir. Kendi hareketleri ve dinleri üzerinde yabancı metodların üstünlüğünü reddetmeleri üzerlerine düşen en büyük vazifedir. Zaten Rabbimiz bize şöyle buyurmuyor mu: "Hiç şüphesiz, bu Kur'an en doğru olana ulaştırır".
Yasemen konuşmasını bitirdikten sonra Hoca, sigarasından bir nefes çekerek, henüz yaktığı sigarasını kül tablasından iyice ezdi. Hareketlerinden iyice sinirlendiği belli oluyordu. Sandalyesini biraz öne doğru çekti. Yasemen'e, bir lokmada yutarcasına baktı.
Mustafa hoca:
— Anlaşılan daha fazla konuşmamız gereksiz. Ben, senin adına çok üzülüyorum oysa güzel bir şeyler yapabilirdik beraber, senin için güzel düşüncelerim vardı. Artık onları da geri alıyorum.
— Hocam, beni iyi tanıyorsunuz. Ve iyi biliyorsunuz. Benim mevcut düzenin kuklalarına miting meydanlarında "Mücahit" diye bağıramayacağımı. İnsanları Allah'ın, kitabının yerine partiye çağıramayacağımı çok iyi biliyorsunuz.
— Yasemen, niye anlamıyorsun. Parti amacımıza ulaşmak için yürüdüğümüz bu uzun ve dikenli yolda, ayağımıza giydiğimiz bir pabuçtan başka bir şey değildir. Hedefe vardıktan sonra bu pabucu çöpe atacağımızdan kuşkun olmasın.
— Doğru söylüyorsunuz, gerçekten de öyle. Ama gel gör ki, bir asra yaklaşılıyor bu pabucu atmak için çalıştığınız. Ama hiçbir zaman bu pabucu alıp giyemeyeceksiniz. Çünkü pabucun fiyatı artarken geliriniz o oranda artmaz ve dolayısıyla hiçbir zaman pabucu alacak kadar paranız olmaz, olmayacak. Ve ömür boyu bu pabuç için köle gibi çalıştıracaklar ama bir adım dahi atamayacaksınız. Hedefe doğru. Biz bu pabuç meselesini bir oyun olarak biliyor, dikenli de olsa, sarp da olsa, Peygamber gibi yalın ayakla yürümeye karar vermiş ve yürüyoruz. Siz hâlâ pabuç parasını biriktirmek için firavunların mirasçılarına gönüllü olarak çalışın, ama biz gidiyoruz ömür kısadır.
Yalnız anlam veremediğim bir nokta vardır. O da ortalıkta bir sürü saf ve cahil öğrenci varken, İslam'ın "i" sinden haberleri yokken kalkıp benimle bu kadar uğraşmanızın ne manası vardır, bir türlü anlam veremiyorum? Mustafa Hoca, Yasemen’in giderek çok sinirlendiğini daha da inatlaştığını görünce işi kökten hal etmeyi daha uygun buldu.
— Haklısın seninle fazla ilgilendik. Bu sana olan sevgimdendi. Ama bunun seni şımartacağını nereden bilebilecektim ki bugün Hocamıza düzenin adamı diyorsunuz. Unutma ki Hz. Yusuf da Mısır'da kralın maliye bakanlığını yapmıştır. Ama şimdilik her şeyi bir tarafa bırakıyorum, seninle bugün burada konuşmamış olarak kabul ediyorum ve aldığım ses bandını da gidip yerine koyacağım. Artık yarın senle Ahmet Hoca, kendi meselenizi aranızda hal edin. Ben ortadan çekiliyorum.
Yasemen adeta şok geçirdi. Hoca resmen onu tehdit ediyordu. Onun bu kadar düşeceğini tahmin etmiyordu. Yasemen yine uzaklara daldı. Hoca tekrar bir sigara yaktı. Duman top-top yükselmeye başladı. Hoca öne geçmiş bir galip havasıyla sigarasını tüttürüyordu. Yasemen başını kaldırıp tekrar konuşmaya başladı.
— Hocam haklısınız, Hz. Yusuf kralın maliye bakanlığını yapmıştır. Ama unuttuğunuz bir şey var ki, Hz. Âdem’in çocukları da birbirleriyle evlenebiliyorlardı. O Allah'ın o zaman uygun gördüğü bir kanunuydu. Şimdi buna dayanarak böyle bir fikir ileri s üremeyeceğinize göre Hz. Yusuf'un durumu bundan farklı değildir. O davranışı örnek alsak bile şunu unutmamak gerek. Hz. Yusuf Maliye bakanı olurken kralın anayasasını göre değil, Allah'ın kendisine gönderdiği Anayasa’ya göre davranırdı. Nitekim kardeşi hırsızlık suçuyla yargılanırken kralın diniyle değil Allah'ınki ile cezalandırmıştı. Bu gün senin liderin oraya giderken Allah'ın kitabına göre insanları yönetecekse ne ala. Ama daha oraya çıkmadan firavunların yoluna bağlı kalacaklarına dair yem in ediyorlar. Bu külaha, kafa aramak boşunadır.
Mustafa Hoca, delirecek gibi olmuştu. Her tarafı titriyordu. Artık kendisine olan hâkimiyetini kaybetmişti.
— Bana bak oğlum, fena oluyorum. Sana çarpmadan buradan defolup git. Yoksa elimden bir kaza çıkacak.
— Merak etmeyin gideceğim, ama sizinle şu kaset meselesini hal ettikten sonra.
— Ne yazık ki, hakkını kaybettin. Kaseti şimdi gidip yerine koyacağım. Artık bu meseleyi senle Ahmet Hoca aranızda halledin.
— Hocam, ben o meseleyi daha dün hallettim. Mesele aramızda kalmıştır. Yani ikimizin.
— Nasıl hallettin? Aramızda niye kalmış.
— Nasıl mı? Çok basit. Dünkü nöbetçi Hocanın işi çıktı, beni yerine bıraktı. Edebiyat Hocasının beni çok sevdiğini, güvendiğini siz de biliyorsunuz. Öğleye kadar onun yerine görev yaptım. Bütün anahtarları bana vermişti. Ben de gidip Hoca'nın dolabın ı açtım. Oraya yeni bir kaset bıraktım. Ve Hocanın anahtarlarını da bir yere sakladım. Bu demek oluyor ki siz gidip kaseti yerine koyamazsınız.
— Oğlum karşında duran adam, öğrencilerin davranışları ile ilgili senelerini vermiş. Bir öğrencinin ne diyeceğini, ne yapacağını önceden tahmin edebiliyorum. Beni alt edebileceğine inanıyorsan, yanılıyorsun. Bir kere yedek anahtarlar müdürün odasında ve şifreli çantasındadır. Çıkarman mümkün değil, blöf yapmayı bırak ve git.
— Ne blöfü... Çantanın şifresi 919 değil miydi?
Hocanın gözleri fal taşı gibi açıldı. Yasemen devam etti.
— Dahası var, oraya nasıl bir kaset bıraktığım önemli. Hoca meraklı-meraklı:
— Nasıl bir kaset bıraktın?
— Cuma günü akşam beni çağırıp konuşmuştuk ya. O akşam yanımda Walkmanimi de almıştım. Konuşmalarımızı kasete almıştım. Lazım olur diye. Nitekim lazım oldu. Hoca delirecek gibi oldu. Ama ters bir hareket yapmamak için kendisini frenliyordu. Yasemen devam etti.
— Eğer yanınızdaki kaseti gözümün önünde yok ederseniz ya da silerseniz ben de gidip o kaseti dolaptan çıkarıp yerine boş kaseti bırakırım. Yok, eğer hayır diyorsanız, ben gidiyorum. Yarın kaset müdüre sunulurken benim sınıftaki konuşmalarım yerine, geceki konuşmalarımız dinlense çok enteresan olur. Benim için değişen pek bir şey olmayacak; çok-çok beni okuldan uzaklaştırırlar, ama sizin durumunuz farklı, Sicilinize damga vurulur. Hayatınız boyunca yönetici olamazsınız. Tabi son kararı size bırakıyorum.
Mustafa Hoca:
— Hele otur ne acele ediyorsun. Tepkini ölçmek için seni denedim. Bizim aramızda ufak ayrılıklar olsa da biz din kardeşi değil miyiz? Tabi ki aramızda ufak ayrılıklar ve ihtilaflar olur. Önemli olan ortak noktalarımız üzerinde birleşmektir. Zaten bu kaseti şimdi yok edecektim. Amacım tepkini ölçmekti. O önemli değil, benim asıl merak ettiğim çantanın şifresini nasıl öğrendiğindir?
— Ondan daha basit ne olabilir ki...
— Nasıl basit olabilir ki?!
—İçinde bulunduğumuz şartlar dolayısıyla çok uyanık olmak zorundayız. Müslüman ileriyi görmeli, uyanık olmalıdır. Leb demeden leblebiyi anlayabilmelidir. Müdürümüzün nasıl biri olduğunu sizde bilirsiniz. Böyle bir adamın çantasının şifresini onun iç in önemli ve kıymetli bir tarih olacağı kesindir. Bizim müdürümüzün ki ya 881 ya 923 ya da 919 olması muhtemel idi. Hepsini denedim 919 olduğu ortaya çıktı. Yani bu kadar basit, Örneğin sizin çantanızın şifresi ya 571 ya 622 veya 632’dir. Ama büyük ihtimal 622’dir. Tabi deneyimlerime göre söylüyorum. Doğru olmayabilir.
— Doğru söyledin. Çantamın şifresi 622'dir. Senin bu uyanıklığın beni çok sevindirdi. Ama çantamın şifresini şimdi değiştireceğim.
Hoca çantasını alıp masanın üstüne koydu. Rakamları parmaklarıyla çevirdi 6-2-2 ve açıldı. Yasemen gülümsedi. Hoca çantanın içinde bir kaset çıkardı. Yasemen'e uzattı.
— Al, teyp pencerede kaseti sil ama diğer kaseti hemen getirmek şartıyla...
— Hemen getireceğim, merak etmeyin.
Yasemen kaseti aldı pencere kenarındaki teybe koyup, hızlı kayıt düğmesine bastı. Kaset on dakika sonra tamamen silindi. Yasemen kaseti ters çevirip tekrar kasetçalara yerleştirdi. Kontrol için tekrar dinledi. Kasette radyodan aldığı boğuk seslerden başka bir şey kalmamıştı. Yasemen silinmiş boş kaseti Hoca'ya uzattı:
— Buyur Hocam, sildim. Teşekkür ederim.
— Öğle yemeğine inmeden evvel, sen de hemen git diğer kaseti al gel, onu da silelim.
Yasemen kapıya yürümeye başladı. Hoca da ayağa kalkıyordu. Yasemen yerinde durarak Hoca'ya baktı.
— Hocam sizin düşündüğünüz gibi öyle bir kaset yoktur. Ben size şaka yaptım. Yoksa size anlattığım tahminlerimden ibaretti. Ama gene de size teşekkür ederim.
Mustafa Hoca birden şoke oldu. Neye uğradığını şaşırmıştı. Suratı morarmaya başladı. Hırstan dudakları titriyordu. Deneyimli biri olarak bir öğrenciye yenilmek hazmedilecek bir şey değildi. Hoca dudaklarını dişlemeye başladı. Yasemen’in üzerine yürüdü.
— Ben kafaya alınacak adam mıyım eş... ek. Küfürler savurarak Yasemen'e bir yumruk salladı. Yasemen kapıdan dışarı fırladı. Hoca arkasından, masanın üzerindeki kül tablasını fırlattı. Duvara çarpan cam tabla parçalanarak, dört bir yana dağıldı.
Yasemen hiç moralini bozmadan yavaş-yavaş yemekhaneye doğru indi. En son kapının hızla çarpılıp kapandığını duydu. Yemekhaneye vardığında öğrencilerin çoktan yemeğe başladıklarını gördü.
Mustafa Hoca'nın kara listesine dâhil olmak muhakkaktı, bu olaydan sonra. Ama Yasemen için önemli olan Allah'ın kara listesine dâhil olmamaktı. Gerisi hiç önemli değildi.
***
Gözlerine inanamıyordu. Bir daha zarfa baktı. Mühür sahte değildi. Memleketinden postalanmıştı. Bir daha okudu... Etrafına baktı, öğrenciler hepsi dersle meşgul idiler. Gözyaşlarını içine akıttı. Kimseye sezdirmek istemiyordu. Mektubu ikiye katlayıp, yanındaki kalorifer peteğinin içine sakladı. Gözyaşlarını içine akıtmasına rağmen yüzü ağlamaklı bir hal almıştı.
Şu an yüz ifadesini tahmin ettiğim için kendini toplamak istedi ama bir türlü aklından gitmiyordu. Abisinin öldürülmüş olması, sarsıyordu onu. Şimdi Kur'an okumayı ne kadar da arzuluyordu. Ama yanında yoktu. Masanın gözünü karıştırdı. Eline bir kitap geçti. Sevindi tam da böyle bir kitabı ihtiyacı vardı. Şu durumdu.
Kitabı, Edebiyat ders kitabının içine yerleştirerek okumaya başladı. Çünkü Edebiyat Hocası kendisini çok seviyordu. Bu sebeple onu kıracak ve üzecek bir hareket yapmaktan çekiniyordu, Yasemen:
"Allah'ım akidemi sorunlarımın elinden kurtar ve koru.
Rabbim! Bana sorumluluktan kaçan inanç ucuzluğuna karşı dayanma gücü ver!
Allah'ım, akli ve bilimsel olgunluğum anında bile beni taassuba düşürme, duyarlılık ve aydınlık faziletinden mahrum kılma.
Ya rabbi, beni sürekli bilgili ve uyanık kıl ki bir kimseyi ya da bir düşünceyi olumlu olumsuz, iyice tanımadan önce bir yargıya varmayayım.
Allah'ım, egoizm, çekememezlik ve kıskançlıkla karışmış cehalet ve başıboşluğumu, düşmana savaş, dosta saldırı aracı yapma.
Allah'ım, beni garaz, kin, kıskançlık nedeniyle zulmün oyuncağı yapma.
Ya rabbi, egoistliği benden uzaklaştır ve egoizmi kaldır ki, başkalarının egoistliğini görüp eziyet çekmeyeyim.
Allah'ım, bana imandan mutlak itaati bağışla ki, dünyada mutlak isyan içinde olayım!
Rabbim, bana kavgacı ve inatçı bir takva öğret ki, sorumluluğun çokluğu arasında kaybolmayayım. Beni Perhizkâr, münzevi takvadan koru ki, tenhalık ve uzlet köşelerinden gizlenmeyeyim.
Allah'ım, bana taklidin alçak ve adi yoksulluğundan kurtuluşu bağışla ki, kalıtımsal ve geleneksel kalıpları kırabileyim. Ve konuşmayanları lisanımla sarsabileceğim bir güç ver!
Ya rabbi, J.J. Ruso'ya ilham ettiğin şu sözü asla aklımdan çıkarma: "Ben, senin ve inancının düşmanı olsam da, senin ve inancının özgürlüğü, uğruna canımı fedaya hazırım".
Allah'ım, insan olarak kalmak isterim! Kötülüğe çeken her şeye karşı beni istemeyen, sahip olmayan biri kıl!
Rabbim! Bana, yaşamak için geçmiş, ürünsüz bir aydan dolayı ölüm anında özlem duymayacağım bir yaşam ve boşu boşuna matem tutmayacağım bir ölüm bağışla. Beni senin dost olduğun biçimdeki bir ölümü seçebileceğim ana kadar yaşat.
İlahi! Beni bırakma!
Çünkü İslam'a olan imanım, Peygamber'e ve velilerine olan sevgim, beni, din kisvesi altında tutucu bir saldırgan ve gerici eylemlere uyumlu bir kişi yapabilir. Çünkü özgürlüğüm, halkın köleliğine neden olabilir. Çünkü dinim, bir dini görüntü ardında gizlenebilir, gömülebilir.”
Arka sırada oturan Zeki'nin onu dürtüklemesi ile kendine geldi Yasemen.
— Oğlum duymuyor musun? Dedi Hoca.
Öylesine dalmıştı ki kitaba, onu çağıran Hoca'yı duyamamıştı.
— Buyur Hocam?
Sınıfta kimi öğrenciler gülmeye başladı. Hoca Hanım gülmeyince, öğrencilerin gülüşleri fazla sürmedi.
Seyhan Hoca:
— Bir şeyin mi var? Hasta mısın yoksa?
— Hayır, Hocam hasta filan değilim.
— Suratın sapsarı kesilmiş, sen iyi alamazsın.
— Hocam biraz dalmışım galiba, hasta değilim.
Seyhan Hoca, bu sene yeni gelmişti. Okulun edebiyat derslerine giriyordu. İlk tayin yeri burası olmuştu. Daha genç olmasına rağmen, iki yaşında bir çocuğu vardı. Evliliğini yaptığı üniversite yıllarında ailesinin ve özellikle babasının sert karşı koyuşlarına hedef oldu. Evlatlıktan atılma tehdidine rağmen, kocası Hasan ile evlenmişti. Ve üçüncü senesi oluyordu, baba ocağını terk edişi. Şimdi her adımı, her kelimesi, her konuşması adeta pişmanlığı simgeliyordu. Kendisinin ciddiyeti ve hanım efendiliği yanında kocasının avare ve serseriliği, kendisinin olgunluğunun karşısında kocasının içkiye başlaması onu iyice eziyordu, sıkıyordu. Bu vesileyle Seyhan Hoca, çok sevdiği öğrencisi Yasemen’in derse olan vurdumduymazlığı sararan çehresi üzgün hal i Hocayı geçmişine götürmüştü. Deminki halinden eser kalmamıştı, yerine oturup, eliyle yüzünü kapattı. Belki de babasını düşünüyordu. Bir süre öyle kaldı. Sonra kendini biraz toparlayıp konuşmaya başladı.
— Arkadaşlar sözlü kompozisyon yerine yazılı kompozisyon yapacağız. Bu nedenle şimdi herkes yazsın. İkinci derste de beraber okuyacağız. Siz yazmaya başlayın ben de...
Yasemen okuduğu kitap sayesinde biraz olsun rahatlamıştı. Herkes yazmaya başladı. Yasemen sağına soluna baktı.
— Zeki, konu nedir?
— Doğu ve Batı'da kadının hak ve özgürlüklerinin karşılaştırılması.
Zilin çalmasıyla öğrenciler dışarı çıkmaya başladılar. Okul bahçesi yine kalabalıklaşmış itişip-kakışmalar başlamıştı bile. Yasemen hemen sakladığı mektubu yerinden çıkarıp, yatakhaneye gitti. Kısa bir süre sonra tekrar gelip sınıfa oturdu. Düşünmeye başladı. Bu onbeş dakikalık süre içinde. Çünkü bazı kararlar vermesi gerekiyordu. Yoksa başkaları verebilirdi.... Bu kararları
Her şeye rağmen, düşünüyordu, düşünüyordu, düşünüyordu. İyice dalıvermişti. Sınıf epeyce sessiz kalmıştı ki, kapının sesiyle Yasemen saatine baktı. Daha epey zaman vardı. Sınıfa giren Ayşe idi. Yasemen eski düşlerine yine daldı.
Ön sıradaki yerine oturan Ayşe, arkasına dönüp tereddütlü bir hal ile Yasemen'e baktı. Yasemen dalmıştı. Ayşe kararsızlık belirten sesiyle
— Yasemen, seninle biraz konuşmak istiyordum. Eğer mahsuru yoksa ...
— Yok, ne mahzuru, buyur seni dinliyorum.
—Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Duydum ki siz... Gerisini söyleyemiyordu. Boğazında tıkalı kaldı.
— Evet, arkadaşım söyleyin, söylemek istediğinizi, niye kararsızsınız?
— Yok, kararsız değilim, dilim varmıyor.
— Beni daha fazla meraklandırmayın. Ne söyleyecekseniz söyleyin
— Şey diyecektim, duydum ki, okulu terk ediyor muşsunuz? Yasemen adeta şok oldu. Daha bu kararı biraz önce almıştı. Ayşe nasıl fark etmişti. Nasıl öğrenmişti.
— Bunu kim söyledi sana?
— Hiç kimse yalnızca duydum o kadar.
— Duydukların yalan, yalnız, okulu bırakacağım doğru.
— Niye bırakacaksınız, ben gidip babamla konuşup hallederim. Ama okulu bırakmayın. Şuracıkta bir kaç ay kaldı.
Yasemen afalladı. Bu neyden bahsediyordu. Bir türlü anlam veremedi. Hemen sıradan kalkıp, bir önceki sıraya oturdu. Üzerindeki dalgınlığı atmak için yerini değiştirdi. Yüzündeki eski hal gidivermiş yerine meraklı bir çehre bırakmıştı.
— Allah aşkına sen neyden bahsediyorsun. Babanla neyi konuşup neyi halledeceksin. Bunu anlayamadım, açıklar mısın?
— Şey, ben aslında öncelikle özür dilemek istiyorum. Babamın adına...
Yasemen yine hiç bir şey anlayamadı.
— Arkadaşım ne söyleyeceksen söyle. Benim kafam zaten başka yerlerde sende ikide bir beni şaşkınlığı uğratma.
Ayşe'nin biraz benzi kızararak konuştu.
— Geçen haftaki konuşman çok hoşuma gitmişti. Özellikle verdiğin kılavuz örneği beni çok düşündürdü. Bu sebeple bende aileme aynı şeyleri anlattım. Ama umduğumun tam tersine ailem bana öyle sert tepki gösterdi ki, Söylediğime bin pişman oldum. Ağabeyimin ısrarla azarlamaları ve konuyu alevlendirmesi üzerine babam sizinle konuşmaya karar verdi. Ve nihayet seninle konuşmuşlardı. Konuşmadan sonra ağabeyim eve gelirken öyle kahkahalar attı ki, sebebini sorduğumda bana "onunla konuştum." dedi sonra "göreceksin okulu terk edecek." dedi. Bugünde okulda bana bir öğretmenimiz senin okuldan ayrılacağını söyleyince inanın ki, çok üzüldüm. Bu sebeple seninle konuşmaya karar verdim.
— Tarih hocası mı söyledi?
— Evet, o söyledi.
— Bırakacağım ama tarih hocasının tahminiyle hiç alakası yok.
— Niye, okulu bırakman doğru değildir. Ben babamla konuşurum. Sizi gerekirse barıştırırım. Ama okulu bırakmayın. Yasemen gülümsedi.
— Doğrusu bugün gülebileceğimi asla tahmin etmezdim.
— Yok, Vallahi ben ciddiyim.
— Tamam, arkadaşım, zaten ciddi olduğun için beni güldürüyorsun.
— Niye gülünecek ne var ki
— Gülünecek çok şey var ama buna oranla ağlanacakta çok şey var?
— Nasıl yani
— Şöyle ki, üç senedir beraber okuyoruz, ama hala beni anlamış değilsin.
— Neyi yanlış düşündüm ki.
— Sana yaptığım bir denemenin sonuçlarını anlatayım. Beni anlaman için yoksa beni yanlış anlamaya devam edersin.
Kapı tekrar açıldı içeriye zeki girdi. Yasemen'e selam verdikten sonra arka masaya oturup kompozisyonunu tamamlamaya çalıştı. Yasemen tekrar konuşmaya başladı.
— Evet denemeden bahsedecektim. Geçen yaz pamuk yetiştirdik. Daha tohumu alırken bu denemeyi yapmaya karar verdim. Önce şöyle düşündüm. Bu çiğitlerin tek bir hedef ve amacı, pamuk verecek bir bitki olmaktadır. Acaba bu bitkiyi asıl hedefinden saptırıp, ondan taviz koparabilecek miyim? Diye düşündüm. Ekim yapıldıktan sonra pamuk yeşerdi. Bir karış boy attı. Öyle bir noktaya geldi ki, pamuğun rengi koyulaşmaya başladı. Çünkü aşırı derecede suya ihtiyacı vardı. Nihayet sulama işine geçildi. On metre karelik bir alana su vermeyip susuz bıraktım. Diğer pamuk susuz olana boyca ve hacimce fark attı. Pamuğa hastalık girdi, ilaçlamak gerekliydi sadece susuz bıraktığım kısmı ilaçlamadım; onu kendi haline bıraktım. Hasat zamanında şu sonuçları elde ettim. Suladığın kısımlarda verim epeyce iyiydi. Yalnız beni ilgilendiren susuz bıraktığım parçaydı. Oraya gittim. Baktığımda şöyle bir durumla karşılaştım. Kimileri kurumuş, Kimilerin boyları kısa, bodur ve cılız olmasına rağmen en az bir iki tane pamuk kozası tutmuşlardı. Orada oturup şu sonuçları çıkardım: İlk önce kuruyanlar dikkatimi çekti. Bunlar susuzluğu ve hastalıkları dayanamamışlardı. Kuruyup ölmüşlerdi.
Sonra kurumayanlara baktım. Bütün olumsuzluklara rağmen, susuzluğun yanında güneşin yakıcı tehdidi, korumasız dalları, buna karşın zararlı böceklerin işkenceleri, bütün baskılara rağmen, dimdik duran bir pamuk bitkisi amacından sapmamış, en az bir koza olmak üzere Pamuk tutmuştu, amacından sapmamıştı. Karıncalara, böceklere gölgelik olsun diye büyümemiştiler. Ya öleceklerdi yâda pamuk, pamuk vereceklerdi. Üçüncü bir alternatif yoktu. Ya ölmek ya da Pamuk vermek!
Düşün Ayşe!
Düşün!
Ben bir ot kadar da mı olamıyorum, düşüncemden taviz vereyim?
Düşün Ayşe!
Benim idealim ve amacım, bir ot'un ideali kadar da mı yüce değildir.
Vazgeçeyim.
Düşün Ayşe!
Yoksa ben bir ot kadar da mı inancım ve idealim için fedakâr olamıyorum ki, stop edeyim...
Düşün bir kere!
Yoksa ben bir ot kadar da mı, zulme direnemiyorum ki baş eğeyim, boyun bükeyim...
Düşün, düşün Ayşe...
Bir ot amacı uğruna kendini feda ederken, Ben nasıl korkudan amacımdan sapabilirim. Nasıl böyle düşünebilirsin benim hakkımda. Nasıl düşlenebilirsin ki, bir kaç çapulcunun tehdidiyle vazgeçebileceğimi?
Nasıl düşünebilirsin ki, kulların, kullarından korkabileceğimi? Ve nasıl düşünebilirsin Allah'tan korkmadığımı?
Ayşe:
— Ama niye okulu bırakıyorsun?
— Niyesini sorma...
Arka sırada oturan Zeki birden başını defterinden kaldırdı, adeta bağırırcasına.
— Nee... Okulu bırakıyor musunuz? Yasemen birden arkaya taraf döndü. Zeki'nin şaşkın yüz hatlarına baktı. İstemeyerek konuştu...
— Zeki seninle sonra konuşacağım...
***
Öğrenciler yavaş-yavaş içeriye doluşmaya başladılar. Bayan hoca da öğrencilerle beraber içeri girmişti. Öğrenciler yerlerine oturduktan sonra, hoca kabataslak olarak sınıfı saydıktan sonra yoklama fişini imzaladı. Hoca sınıfı birkaç kez süzdükten sonra masasından kalktı. Yasemen’in moralinin biraz düzeldiğini buna rağmen Zeki'nin çok kızgın bir hali olduğunu sezdi. Hoca sınıfın havasını değiştirmek için konuya giriş yaptı.
Seyhan Hoca:
— Arkadaşlar, şimdi bir iki arkadaşımıza kompozisyonlarını okutalım, bakalım neler yazmışsınız bir görelim...
Evet, okumak isteyenlerin parmaklarını görelim. Kalkan parmaklara bakan hoca gülümsedi. Bütün sınıf parmak kaldırmıştı hemen-hemen yalnız Ayşe'nin parmak kaldırmayışı, Zeki'nin dersten ziyade dalıp gitmesi hocanın dikkatinden kaçmadı. Hoca, arka sırada oturan gözlüklü olana "Oku Nimet!" dedi.
KURTULUŞ SEMBOLÜ (!)
Bizim, horlanmış, ezilmiş, bütün hakları ellerinden alınmış, kendisine hiçbir değer verilmeyen, erkeğin canı istediği zaman döven, elli derece sıcakta bile açılmasına izin verilmeyen, her türlü ihtiyaçtan men edilen. Okuma yazma hakkı bile elinden alınıp verilmeyen ve dahası mal gibi alınıp satılan, bizim doğu kadını için, batının modern kadını bir sembol, bir kurtuluş reçetesidir.
Bizim doğunun kadınlarının kendi haklarını alacaklarını zannetmiyorum. Peki, bu ezilmişlikleri ne zaman sona erecek, bunun tek bir çaresi var o da bizim gibi okuyan gençlerin, onların hakkını savunmaları belki mevcut durumu değiştirecektir.
Evet, bizim mevcut durumu değiştirmemiz gerekir. Yoksa onu değiştirecek başka kimse yoktur.
Evet, bugün kadınlarımızın yüzünde gördüğümüz, kırmızılıklar ruj lekesi değil, yara ve dayak izidir. Dayak lekesidir.
Evet, bugün kadınlarımızın başlarına sardıkları poşu, aslında bir gelenek değil, zorunluluklar sonucu oluşan bir gelenektir. Asırlar boyu erkekten dayak yiyen, kadının kırılan kafasının, sargı bezlerinin, zamanla adet haline gelerek, gelenek olarak y ansımasıdır.
Hiç kafanızda soru işareti bırakmadı mı, kadınlarımızın yemenilerinin neden sargı renginde olduğu?
Evet, çok dikkat ettiğim bir konu doğu kadınının utangaçlığı. Aslında doğu kadını o kadar utangaç değildir. Ama ne yazık ki, erkekten yediği dayak korkusunun nesiller boyu yansımış bir biçimidir. Yoksa bu kadınların doğal yapısında olan bir şey olsaydı herhalde batı kadını da biraz utangaç olurdu.
Son alarak bizim ezilmiş doğu kadınının kurtuluşu için, batı kadını, karanlıklar içinde bir ışık bir meşaledir, bir semboldür. Kadının bu davası, başarıya ulaşabilmesi için bizim desteğimize ihtiyaç vardır."
Nimet nihayet kompozisyonunu bitirdi. Okuma sırasında hocanın ara sıra tebessüm etmesi Nimet'in çok hoşuna gitmişti. Çünkü o not için her şeyini feda edebilecek cinsten bir insandı. Bu sebeple gerekirse kendisinin savunmadığı bazı görüşleri sırf hocaya yağ çekmek için savunurdu. Zaten sınıf boşuna ona "not hastası ve margarin" diye lakap takmamıştı. Yazısını okuduktan sonra iyice sırasına yaslanan Nimet’in yüzü gülüyordu.
Sınıfta pek sessiz duran Yasemen birden parmağını kaldırdı, Seyhan Hoca:
— Evet, Yasemen sende oku...
— Hocam okumak değil de ben biraz Nimet arkadaşımızın yazısını eleştirmek istiyorum. Seyhan Hoca:
— Yine sınıfı karıştırmak mı istiyorsun yoksa. Yasemen:
— Aman hocam, ne münasebet, zaten öyle olsa da son olacak.
Seyhan Hoca:
— İnşallah diyelim, her neyse konuşun.
Yasemen’in "olsa da son olacak" sözünü sınıfta Ayşe ve Zeki'den başka kimse anlamamıştı. Yasemen’in ne demek istediğini zaten bu sebepledir ki Seyhan Hoca "inşallah" demişti. Yoksa hoca hanım Yasemen’in bütün sivri çıkışlarını takdir ediyordu. Çünkü Yasemen'i çok seviyordu. Biliyordu Yasemen gibi efendi bir öğrencinin bu okula bir daha gelemeyeceğini bu sebeple Yasemen’in bütün konuşmalarına, önce izin vermeyecek gibi yapar sonra tekrar ona izin verirdi. Doğrusu Yasemen’in anlattıklarından şimdiye kadar saçma ve mantıksız bir şey duymamıştı. Ve en önemlisi Yasemen’in not korkusunun hiç olmaması hocanın çok hoşuna gidiyordu. Çünkü diğer insanlar gibi yağ çekmek için hocanın hoşuna gidecek şeyler söylemiyordu. Çoğu zaman hocayı kıracak sözler bile söylüyordu. Ama bu hocanın ona olan sevgisini daha da arttırıyordu. Yasemen konuşmaya başladı.
—İlk okuyuşta Nimet arkadaşımızın yazısı insana çok şahaneymiş gibi geliyor. Gerçekten de öyle arkadaşımız okurken ben şahsen o an çok beğendim. Ama biraz zaman geçtikten sonra anladım ki, hiç de güzel bir yazı değil.
Şöyle ki, arkadaşımız genellikle dayak konusunu işlemiştir. Ve hep bu çerçevede yazmıştır. Sonra... Getirdiği misaller hep sloganik kelimelerden ibaretti. Arkadaşımız her şeyin altında ille de dayak sorunu görmek istemiştir. Bu da çok saçma bir saplantıdır bence. Efendim bugün doğuda erkekler de başlarını örtüyorlar. Biz diye bilir miyiz ki, erkeklerin tarih boyunca kadınlardan yedikleri dayaktan, kırılan kafalarının, sargı bezlerinin gelenekleşmiş bir uzantısıdır, desek herhalde çok saçma bir iddia olur.
Hele erkeklerin başlarına örtükleri, poşu kırmızı-kırmızı noktalarla dolu olduğunu sizde iyi biliyorsunuz. Arkadaşımızın iddiasına göre. Şimdi, bunlarda beze yansıyan kandamlaları mı oluyor?
Öğrencilerden kimileri kahkahayı bastı. Arkada oturan Nimet, çektiği yağın boşuna gittiğini anladığından olacak ki, Yasemen'e yiyecekmiş gibi bakıyordu. Ama Yasemen’in taktığı yoktu, kimseleri. Devam etti.
Bir de arkadaşımızın diğer bir iddiası; doğu kadınının kurtuluşu, batı kadınını örnek alarak olacağını söylüyor. Bunu kabul etmediğimi ifade etmek isterim. Evet, bizim Doğunun kadınları eziliyor, haklarından mahrum bırakılıyor bu doğru, ama önerilen yol çıkmaz sokaktır. Taklitçiliğin sonucunda, şimdiye kadar özgürlüğe varıldığına tarih şahit olmamıştır. Bilakis tarih, taklitçiliğin başlamasıyla beraber esaretin ve köleliğin başladığına şahitlik etmektedir.
Bu gün topluma baktığımızda çok değişik kadın tiplerini görebilirsiniz. Ben bunları düşüncelerine göre üç gruba ayırdım. Birincisi, bizim köylü kadın tipi, yani gelenekçi kadın, diğer bir adıyla. İkincisi; modern dediğimiz kadın tipi. Yani etekleri erozyona uğraya-uğraya beş santime düşen kadın tipi."
Seyhan Hoca, gülümsedi, anlamıştı bu taşın kendisine de atıldığını. Çünkü onun da etekleri yavaş-yavaş yukarılara doğru kısalıyordu. Farkında olmasa dahi...
“Sonra bu ikisinin dışında bir kadın tipi de vardır ki, ben ona Aydın kadın diyorum. Yani ideal kadın tipi? Eğer izin verirseniz, ben bu üç kadın tipini biraz karşılaştırmak istiyorum..."
Seyhan Hoca gülümsedi, başıyla tasdik edercesine işaret verdi. Yasemen konuşmasına devam etti.
"... Öncelikle Modern Kadını anlatmak istiyorum ki, Nimet arkadaşımız onu bir kurtuluş sembolü olarak gösterdi. Sahi bu boyalı kadınların amacı nedir? Niye bu kadar çırpınıyorlar? Niye plastik bebekler gibi elden ele dolaşıyor, en sonunda da çöp tene kesine atılıyorlar? Dikkat buyurun. Bu boyalı—badanalı kadınlar, toplumda sivrilmiş, kendini topluma kabul ettirmiş insanlara benzemek için, düşünce ve duygularda değil, süs eşyalarında, yüzeysel bakışlarda ve dış görünümünde kişilik kazanmaya çalışmaktadırlar. Bunların bir idealleri olmadığı için, ideal sahibi insanlar karşısında aşağılık duygusuna kapılırlar. Bir amaçları olmadığı için içlerinde bir boşluk, bir burukluk vardır. İnsan ruhu, tanımama zavallılığından çok acı çeker. Ruhlarında bir hiçlik rüzgârı esmekte, ruhlarını çepeçevre kuşatır olmuş, bu hiçlik duygusu ruhlarında çözünmeyen bir düğüm olmuştur.
Bu düğüm çözülmedikçe, cinayete kadar varan kötülüklere bulaşır insan. Bu düğümü çözüp hiçliğini gidermek için çeşitli yollara başvuracaktır. Yeter ki düğümü çözdüğüne, hiçliğini giderdiğine inansın. Başkalarını hatta kendisini bile aldatır.
Bu hiçlik öyle bir şeydir ki, bir topluluk içinde unutulan ve varlığının bile farkında olunmayan bir çocuk nasıl ağlar, kızar ve başka çocuklara duyulan ilgiden perişan oluyorsa, bir toplum içinde de; bir toplantıda farkında olunmayan - farkına varılamayan- bir beyefendi de huysuzlanmaya çocuksu davranışlarda bulunmaya başlar. Bu tür davranışlarda fayda sağlanmazsa ki çoğunlukla sağlanmaz- kötülük yapmaya başlar, olay çıkarır, topluluğu dağıtır, övülmeye değer bir şey yapamıyorsa, hiç olmazsa şöhret olmak tanınmak pahasına kötü işlere girişir. Başkalarına saldırır, kendi üzerlerine başkalarını saldırtır, yeter ki varlığı söz konusu olsun, herkes onun varlığının farkına varsın - kötü bir sıfatla da olsa kötülüklerle de olsu, Descartes’in "Varlık varlıktır" yöntemiyle kendi varlığını kanıtlamak ve varlığını inkâr eden, görmeyen topluluğa, "Bakın ben kötülük yapıyorum, öyleyse ben varım" diyebilmek için.
Evet, bugün modern kadın dediğimiz tip bir "varlık" mücadelesini veriyor. Her gün değişen saç rengi, ayakkabı, kısalan etekler, boyanan ve badanalanan ciltler, yapmacık hareketler ve anlamsız kahkahalarla bunu demek istemiyor mu? "Bakın ben varım" Yoksa boşuna günde beş-altı saatini ayna karşısında niye sarf etsin?
Evet, modern kadının bunalımını anlatıyordum. Kırk sütunlu, kırk pencereli ve kırmızı boyalı kadın tipi, çay partilerinde göz kamaştırıcı elmas, yakut, zümrüt gerdanlık ve altınlar içinde iyi bir tiyatro oyunu sergilemekte ve kuyumcu vitrini andıran göğsü ve birkaç güzel koku sürülmüş bedeniyle seyirciler karşısında sanki bir serginin açılışını yapmaktadır. Bu gösteri sayesinde herhalde hanımefendi kişiliğine, asli temizliğine ve aile onuruna eriyor ve Allah’ın kendisine armağan ettiklerinin farkına varıyor, yoksun olduğu tüm insani erdemleri böylelikle kazanıyor!
Kişilikleri; ceplerindeki parayla ölçülen babası ve kocası önünde göz kamaştırıcı güzel süs eşyalarıyla içindeki o hiçlik düğümünü çözmüş oluyor.
İşin enteresan tarafı bizim köylü kadın tipi, modern kadın karşısında, modern kadında, aydın kadın karşısında aşağılık duygusuna kapılır. Şöyle ki;
Köylü kadınımız, bilgiden, soyluluktan, manevi kişilikten, yüce duygulardan, amaçtan ve sosyal sorumluluktan uzak olan bu kadın, siyah çarşaf altında veya geleneksel elbisesi altında, modern boyalı-badanalı kadın çehresi karşısında duyduğu aşağılık duygularını süslemekte ya da çeyiz hazırlamakla, ufak tefek eşyalar almakla gidermiş oluyor. Evet, bizim köylü kadınlarımızın fazlaca altın takmalarının bir nedeni de, duydukları bu aşağılık kompleksinden kurtulmak ve kendilerini böylece tatmin etmek içindir.
Çünkü doğunun kadını inanç, sanat, insanlık, fikir, sosyal ve hatta kadınlık güzelliklerini sergileyemediği veya bu güzelliklerinden yoksun olduğu için, çareyi aşırı biçimde süslenmekte buluyor. Süslenmekle ve yalancı bir kişiliğe bürünmekle bağırma k istiyor. "Ey insanlar bakın ben de varım."
Modern boyalı kadını gören bizim, doğu kadını kendisi eski inanç ve düşüncelere sahip olup, modern kadın tipi gibi bin bir türlü süsleme araçlarıyla süslenmediğinden modern kadının daha ilerici, güzellik ve çeşitli yönlerdeki gelişmeler açısından daha ileri düzeyde olduğunu sanarak Aşağılık duygusuna kapılmaktadır. Nitekim bizim Nimet arkadaşımız da öyle bir aşağılık duygusuna kapılmış ki, boyalı kadını, bizim ezilmiş kadınımıza kurtuluş reçetesi olarak sunuyor. Acaba bu doğru mu?
Acaba, boyalı-badanalı batı kadınıyla bizim gelenekçi doğu kadını arasında bir fark var mıdır? Temeline indiğimizde hiç bir farkın olmadığını gözlerimizle de görebiliriz. Ama Nimet arkadaşımız gibi yüzeysel bakılsa elbette, badanalı bir apartman ile badanasız bir apartman arasında fark olacaktır. Ama bu fark özde değil, dıştadır.
Şöyle ki, ikisi de bir boşluk içinde olup erdemli ve olgun kadın tipi karşısında aşağılık duygusuna kapılırlar. Bu nedenle de ikisi de, delicesine kendilerini gösterme çabası içine girerler. Yoksun oldukları insani değerlerin yerini doldurmak için ilgi çekici moda yöntemlerine başvururlar. Bir insanda -özellikle öğrencilerde- yüce değerler, sanat, çeşitli güzellikler, insani çekicilikler, düşünce ve ruhi değerler yer etmemişse o insan boşluğunu duyduğu, tüm bu erdemlerin yerini doldurmaya çalışır.
Gerek boyalı kadın, gerek bizim gelenekçi kadın manevi değerlerden yoksun oluşun acısını çekmektedir. Ve bu açıdan, iki varlık veya kişiliği bir bedende barındırma çelişkisinden doğan acıdan kurtulmak için de aşırı ve mide bulandırıcı yolara başvurmaktadır.
Kişisel varlığı ve sosyal onuru arasındaki çelişkiden söz ediyorum. Kişisel varlığı tam bir boşluk, soysuzluk, fikri ve duygusal, bilimsel veya sanatsal ya da sosyal ve ahlaki değerlerden yoksunluk içindedir. Sosyal onuru babasına veya kocasına ya da her ikisine bağlıdır. Bunların kişiliği ise ceplerinde ki parayla ölçülür kafalarındaki düşünce veya sahip oldukları değerlerle değil. Bu tür insanların makam ve mevkileri yüksek olabilir, ama kendi değerlerini parayla veya sınıfsal konumlarıyla elde ettiklerinden, toplum içindeki mevkileri yapay ve temelsizdir.
Başkalarından, insani değerler açısından hiçbir üstünlükleri yoktur, sınıfları ve ekonomik refah olmaları dolayısıyla da zalimce bir hayat sürerler. Huyları çarpık karakterleri düşük yaşam sorunlarından habersiz, ailevi değerlerden yoksun, daha önemlisi, düşünmek ve çalışmak nedir, bilmezler. Bunlar hiç düşünmezler.
Bizim geleneksel kadın tipimiz eğitim, öğretim görmez-gerçi son yıllarda bizim doğu insanı okumaya büyük önem vermeye başlamış bulunuyor. Ancak acı bir gerçektir ki, şimdiye kadar kızlarınızı "niçin okula göndermiyorsunuz" diyenler, bu sefer okula giden kızlarımıza "öyle gelme, soyunda gel" diyorlar. Nimet arkadaşımızın iddia ettiği gibi biz kadınların ellerinden okuma haklarını almadık. Bilakis biz onların okumaları için gayret gösteriyoruz. Çünkü biliyoruz ki, bizim kadınlarımız okurken ideal kadın tipine yani Aydın kadın kimliğine erişiyorlar. Bu da kadınları bir sermaye olarak kullanan para babalarının kapitalistlerin ve batılı emperyalistlerin işine gelmediği için, bu sefer okula giden bacılarımızı üniversite kapılarından içeri almıyorlar. Çünkü onlar biliyorlar bu insanları oyuncak gibi kullanamayacaklarını. Çünkü biliyorlar bu insanların kul köle olamayacaklarını, Allah'tan başkasına.
Peki, niye herkes boyalı kadını, bizim gelenekçi kadınımızdan daha üstün görüyor. Nitekim Nimet arkadaşımız da böyle görenlerden. Özellikle sanatçılar, yazarlar, sinemacılar boyalı kadını; nitelik ve karakter açısından bizim köylü kadın tipinden farklı olduğunu sanmaktadırlar. Bu yanılgı oldukça yaygındır. Hâlbuki bizim modern kadınımız, eski geleneksel kadınımızdan yalnızca görünüşçe -boyası, badanası ve soyunması- değişiklik göstermektedir. Değişen, giyim, süslenme, tüketim, eğlenme ve davranış biçimi ve zevkleridir. Yani badanalı birisini alıp köye götürseniz, geleneksel kıyafeti ona da giydirseniz. Onun o, tepeden baktığı kadınlardan ne farkı kalır. Başka bir üstünlük ve meziyeti var mı ki? Yok.
Çünkü düşünüş biçimi, bakış açısı, duyguların derinliği, uyanıklık düzeyi, manevi gelişme derecesi, sosyal sorumluluk ve inanç anlayışı, dünya görüşü ve ahlaki değerlerin varlığı veya yokluğu iki kadın tipinde de aynıdır.
Modern kadın -özellikle bayan öğrenci arkadaşlarımız- köy kıyafetini üzerlerinden sıyırıp atmakla eski zincirlerden kurtulduklarını sanmaktadırlar.
Oysaki özgürlükle kurtuluş birbirine çok karıştırılan iki deyim olarak çıkmaktadır karşımıza, Kaçış yâda kurtuluş olumsuz bir nitelik taşımaktadır... Özgürlük ise, bir gelişme düzeyini gösterir. İnsanın, çalışması, uyanıklığı ve bilinci ile elde ettiği bir değerdir.
Bir kişinin zindandan çıkması onun için bir kurtuluştur. Ama belli bir gelişme ve bilinç düzeyine varan her insan, tutsak da olsa zindanda da özgürdür.
Bir tutsaklıktan veya insanlık dışı bir sapıklıktan kurtulan bir insan için "özgür" sözcüğünü kullanacak olursak, hem o insanı kandırmış hem de özgürlük sözcüğüne ihanet etmiş oluruz. Kendisini sarmış olan eski gelenek zincirlerinden kurtulan modern kadının yönü nedir? Ne durumdadır? Bu zincirlerin yerine neyi koymuştur. Eski kötü geleneklerin yerine hangi yeni değerleri yerleştirmiştir. Önce bu sorulara cevap vermek gerekir. Belki boyalı kadının aklına şöyle bir soru gelebilir.
"Bileklerimize kelepçe gibi vurulan engelleri (gelenekleri) kırmak bir erdem değil mi?"
Cevabım net ve kesin olacaktır.
Hayır!
Önce şunu sorayım: Bu kelepçeleri kim çözdü? Bu kelepçeleri çözenler, senin ellerini günahsız insanların kanına bulamak için çözdülerse sen onları övecek misin? Diyarbakır'ın Seyrantepe zindanından kaçan Mehmet’i arkadan vurması için Ahmet’i zindandan salıvermişlerdi ve o da gidip Mehmet’i vurmuştu.
Görüyorsunuz ki, kim kimi ne için kurtarıyor. İşte böyle Feminist geçinen sözüm ona, bağırıp, çağıranların ve istedikleri şeyleri özgürlük diye tanımlamaları doğru değildir. Onların istedikleri soyunma hakkı özgürlüğün sembolü değil, köleliğe ve para babalarına araç olmaya atılan ilk adımdır. Bu, kadın için büyük bir tuzaktır. Bu tuzağı öğrenmek isteyen arkadaşlarımıza Zeynep Burucerdi'nin "Kadının Adı" adlı kitabını tavsiye ederim. Oysa okumak ve örtünmek, bu ikisi kadında bir araya gelince, zulme, sömürüye ve köleliğe bir başkaldırış olduğu kadar, özgürlüğün sembolü ve timsalidir. Kadının özgürlüğünü, bir devletin özgürlüğünü temsil eden, bayrak gibi, onunda kendisine has giysisidir. Nasıl bayrağımızı indirip yerine ABD bayrağını astığımızda ABD seviyesine çıkamayacak bilakis bu köleliğin en bariz simgesi ise insanlarımıza Avrupa’yı taklide teşvik etmekle aynı zamanda onları köleliğe sürüklendirmek arasında fark yoktur. Hele arkadaşımızın kurtarıcı diye tarif ettiği kadın tipi, kendini kurtarmamışken her gün yüzlercesi intihar ediyorken, nasıl olur da bize yol gösterecekler, bizleri kurtaracaklar, anlamıyorum.
O halde, özgürlüğü, iyi tanımak ve seçmek gerekiyor. Özgürlük, bir gelişme, bir değer ve bir aşamadır.
Şimdi modern kadının eski zincirlerden kurtuluşunu bir başarı olarak değerlendirirsek bile, düştüğü ahlaki çöküntüleri görmemezlikten gelemeyiz.
Eski zincirleri kırmak gerçekten aydın kadın için bir başarı ve gelişme sayılabilir. Hatta övgüye değer bulanabilir.
Aydın Kadın bu zincirleri kırmakla, özgürlüğünü elde etmiş de olabilir.
Ama...
Modern kadının, fikri zincirlerden kurtulduktan sonra düştüğü fitne ve sapıklık, daha kötü ve daha korkunç bir zincirdir.
Aydın kadın, fikri zincirleri kırmakla özgürlüğe, Modern kadın ise kayıtsızlığa varmış ve bu ikisinin farkı ÖZGÜRLÜK ile LAUBALİLİK arasındaki fark kadardır.
Aydın kadın zincirleri koparıp özgürlüğe kavuştuktan sonra sorumluluğa ererken modern kadın laubaliliğe, kaygısızlığa ve sorumsuzluğa ermektedir.
Aydın kadın; ilericidir, özgür, sorumlu, bilinçli, amaç ve değer sahibidir. Ahım şahım süslenmeye ve süse tapmaya ihtiyacı yoktur. Aydın kadının".
Yasemen biraz sustuktan sonra tekrar konuşmaya başladı. Sınıfın camları boyatıldığı için dışarıyı oturanlar göremiyorlardı. O an Seyhan Hoca da kendi masasında oturmuş Yasemen'i dinliyordu. Yasemen ayakta olmakla beraber, camın kenarında oluşu itibariyle okulun bahçesine giren askeri araçları görebilmişti. Yasemen konuşmasına devam etti.
"... Ne hazindir ki, şimdi aydınlarımızın gözünde güya derdini bulmuş ve cinsel bir oyuncak, ikinci dereceden bir ekonomik araç, yani hem eğlence, hem tüketim aracı haline gelmiş ve çarşıda satılan bir yaratık olmuştur. Boyanarak ve süslenerek göster iş yapan bir hayvandır. Artık kadın lisanî, kişiliği, bir eğlence olarak dış vücut yapısından yansıyan bir hayvan. Sosyal rolü ise tüketimi artırmak ve erkeğin şehvetini uyandırmak ve doyurmaktır o kadar.
Oysa biz, kardeşlerimizin, bacılarımızın ve analarımızın hayvanlaşmasına karşıyız. Biz insan olma ve yücelme yolundayız..."
Yasemen konuşmasını bitirdikten sonra oturdu. Seyhan Hoca'nın konuşmadan çok etkilendiği her halinden belli oluyordu. Ders de bitmek üzereydi. Hoca hala üzerindeki dalgınlığı atamamıştı. Yerinden kalktı sınıfın sonlarına doğru bir tur attı. Her halde zilin çalmasını bekliyordu. Sınıfın kapısı sert bir tekmeyle ardına kadar açıldı. Bunun ardından içeri Antiterör timi ile doldu. Herkes şaşkına döndü. Hoca az kala bayılıyordu. Aralarında rütbeli birisi konuştu.
— Hoca Hanım siz yerinize oturunuz, arama yapacağız.
Hoca masasına gidip oturdu. Bir kaç kişi öğrencilerin masalarını aramaya başladılar. Defter ve kitapların içini karış-karış arayacak kadar sıkı arama yaptılar. Bereket versin ki, arama yapanların çoğu cahil kimselerdi. Yoksa Yasemen bombalardan daha tehlikeli kitaplar yanına almıştı. Kontrol edenler onları da ders kitabı sanmıştı, belki de okuma- yazmaları da yoktu.
Sonra öğrencileri tek sıra halinde sınıfta dizip kimlik kontrolü ve arama yapmaya başladılar sırayla.
Sıra Yasemen'den bir önceki öğrenciye geldi. Cepler masaya boşaltıldı. Arama yapıldı. Masa üzerinde silgi, kalem, tarak, selpak vs. eşyalar tekrar öğrenciye geri verildi. Öğrenci gidip sırasına oturdu. Sıra Yasemen'e gelmişti. Vahşi yapılı, bıyıklı olanı Yasemen’in kimliğine bakarak sordu:
— Demek adın Yasemen?
— Evet, Yasemen, sonradan değiştirdim.
— Niye gerek duydun değiştirmeye?
— Zevk meselesi diyebilirim.
— Senin herhangi bir numaran yok mu?
— Var. Numaram 40 öncesi 34 idi.
— Onu demek istemedim?
— Ya ne numarası arama yapıyorsunuz işte.
Ayakkabıların içini dahi aradılar, hiçbir şey bulunmadı. Kendisine gidebilirsin dedikten sonra, Yasemen birkaç adım daha yürüdü. Görevli arkadan çağırarak,
— Dur! Yasemen hemen geri döndü.
— Bir şey mi var?
— Seni bir daha arama edeceğiz.
— Buyurun yapın.
Tekrar tepeden tırnağa kadar arama edildi. Hoca Yasemen’in ikinci kez arama edilmesine bir türlü anlam veremedi. Ama Yasemen tahmin edebiliyordu. Arama sırası daha Zeki'ye gelmemişti. O da görevlilerin bu kadar fazla Yasemen’in üzerine düşmelerini acayiplikle karşıladı. Arama yapan görevli Yasemen'e gülerek sordu,
— Hayret sende silah filan göremedik, oysa silahsız dolaşmadığını biliyoruz.
Arama sırası Yasemen'de takılıp kalmıştı.
Yasemen cevap verdi biraz da gülerek.
— Kim demiş ki silahsız dolaştığımı, ben daima silahlı dolaşırım.
— Öyle mi? Demek sende itiraf ediyorsun, kaç tane silahın var?
— Şimdilik iki tane…
— Markaları ve milimetrik çaplarını bize söyleyebilir misin?
— Tabi, biri sıfır beş, diğeri de sıfır yedi milimetre çapındadır. Ama genelde sıfır beş olanı daha fazla kullanırım.
Seyhan Hoca'nın gözleri fal taşı gibi açıldı. Yasemen’in konuştuklarına inanamadı. Öğrencilerin çoğu korkularından titriyorlardı, yalnız Zeki hariç, çünkü onun babası da askeriyedendi. Görevli gülerek sordu.
— Peki, Yasemen silahlarını bize gösterebilir misin?
— Tabi neden olmasın.
Sınıftakilerin şaşkınlıkları bir kat daha arttı. Zeki başını sallamaya başlamıştı bile sanki "sen buymuşsun" dercesine, kafasını sallıyordu. Yasemen elini cebine attı. Heyecan dorukta yürekler ağızlara dayandı.
— Buyur bu sıfır beş diğeri de sıfır yedi. Ama sıfır beşin içleri bitmiştir. Çok kullandığımdan dolayı olacak.
Yasemen’in bu esprisi sınıftakilerin biraz gülümsemelerine neden olmuştu. Çünkü Yasemen görevliye iki kurşun kalem uzatmıştı. Doğruydu dediği bir sıfır beş, diğeri sıfır yedi idi.
Görevli birden ciddileşerek "nasılda bunları görememiştik" diyerek iki kalemi aldı. Yasemen'i sınıfın köşesine alarak diğer öğrencilerin aranmasına devam edildi. Yasemen'i de yanlarına alarak bahçede bekleyen askeri araçlardan birisine bindiler. Bütün 6. Mat sınıfı pencerelere üşüşmüş, dışarıyı seyrediyorlardı. Kimse bir şey anlayamadı. Nedenler, niçinler sınıfa hâkim olmuştu. En fazla düşünen ve derinlere dalan Zekiydi ve ağlıyordu gizliden. Başını masaya koyarak diğer öğrencilerden bunu gizleme ye çalıştı. O, Yasemen’in Okulu bırakışına üzülüyordu. Yoksa onun alıp götürülmesine değil.
Zeki'nin durumu bütün sınıfı çok etkiledi. Bütün öğrenciler sessizliğe gömüldü. Nasıl oluyordu, bir batılı bir doğulu için ağlıyordu. Kimi kafalara göre bu imkânsızdı. Ama Zeki ağlayabiliyordu. Bütün parlak elbiselerine rağmen, beyaz teniyle ağlıyordu. İşte ağlıyordu. İçten gelerek ağlıyordu. Ve kan gruplarını aşan bir kardeşliğin başlangıcıydı bu hıçkırıklar.
***
Yasemen bir anda kendini çok büyük ve genişçe bir odada buldu. Yalnız başınaydı. Odada tek bir sandalye bulunuyordu. Ona de onu oturtup bağlamışlardı ellerini arkasına. Gerisi bomboştu. Sandalyenin tepesinde yüksek voltajlı ama sönük bir lamba duruyordu. "burası sorgulama solonu olmalı" diye düşündü. Kendisine sorabilecekleri soruları şimdiden düşündü. Cevaplarını hazırladı zihninden.
Yasemen’in vücudu yavaş-yavaş bir gevşeme hissetti. İçini bir sıkıntı bir halsizlik sardı. Sanki vücudunda bir şeyler yere doğru akıyordu. Gücü ise sanki yavaş-yavaş tükeniyordu. Şuuru yerindeydi ama aklı herhangi bir karar alamıyordu, durmuştu adeta. Gittikçe halsizlik artıyordu. Kıpırdayacak hali kalmamıştı Yasemen’in. Sanki yavaş-yavaş tükeniyor, yok oluyordu. Bütün gücünü toplayarak yan tarafa doğru eğilmeyi başardı. Eğilme açısı artınca dengesini kaybeden Yasemen sandalyeden yere yuvarlandı. Nemli betonun soğukluğunu ruhunun ta derinliklerinde hissetti. Bütün vücudu şok geçiriyormuşçasına titredi. Sanki daha evvel aklı başında değilmişçesine, beyninin faaliyete girdiğini hissetmeye başladı. Yavaşça yerden kalkarak sandalyeye baktı. Elini sandalyeye atarak sarsmak istedi, kımıldatamadı bile. Ayaklarına baktı, tabana kaynaklanmıştı. Altına etrafına baktı hiçbir şey görmedi. Parmağını tükürükle ıslatıp, sandalyenin demirine değdirdi. Bir gıdıklama hissetti. "Vay be elektrikliymiş" diye düşündü. Tekrar sandalyenin ayaklarına doğru eğildi. Dikkatlice baktı. Yerden bir kablonun sandalyenin ayağına bağlı olduğunu gördü. Kabloyu koparıp, belli olmayacak şekilde eski haline getirdi. Tekrar oturdu. Bu sefer herhangi bir uyuklama ve halsizlik belirtisi hissetmiyordu. Anlamıştı. Daha önce içinde toprağa doğru akıp giden şeyin ne olduğunu
Yasemen sandalyeye oturduğu gibi uyuklamaya çalıştı. Göz kapaklarını kapadı, öylesine bekledi. Daha tam dalmamıştı ki, kapının arkasından ayak seslerinin yaklaştığını sezdi. Kollarını iki yanına sararak gözlerini kapadı. Kapı açıldı. İçeriye iki sivil polis girdi. İri yapılı olanı, diğerine gülerek baktı.
— Onu fazla kurutmuşsunuz galiba.
— Pek sayılmaz.
Adam eliyle Yasemen'e dokundu. "Hışşşt" diye bir iki sefer seslendi. Yasemen'den ses çıkmadı. Eliyle Yasemen’in saçlarından tutup çekti. Yasemen uyanamadı. Yasemen’in kafası sola doğru sarktı, sol omzunun üzerine yere yuvarlandı. İri yapılı olanı yanındakine sertçe çıkışmaya başladı.
— Siz buna çok fazla voltaj mı uyguladınız?
— Yok, şefim normal akım uyguladık. Ellerini bile bağlamadık o kadar hafif akım verdik ki farkına bile varmadı. Demek kendisi fazla dayanıklı değilmiş ki, hemen dökülmüş.
Adam yine Yasemen'i sarstı. Uyanamadı iki eliyle, Yasemen'i omuzlarından tutup ayağa kaldırdı. Yasemen sendeleyerek yere yuvarlandı. İri yapılı olanın, suratı sararmaya başladı. Kızarak bağırıyor.
— Ne öyle aptal-aptal duruyorsun çocuk ölüyor. Kalp atışlarını kontrol et. Bu çocuğa bir şey olursa, yukarıya ne cevap vereceğiz.
Şefin gürültülü bağırmaları neticesinde odaya yeni kimseler de girmişti. Odanın içi biraz karanlık olduğu için Yasemen gelen adamları tanımadı. Yasemen’in başında itişmeler, kakışmalar başladı. Görevlilerden biri başını kaldırarak...
— Şef, yaşıyoo!
— Onu hemen revire alın. Onu en kısa zamanda ayakta görmek istiyorum. Çünkü o bize çok lazımdır. Onu kaçırmamamız gerekir. Anlıyor musunuz? O bize lazım.
***
Ahmet Hoca bitirdiği dilekçesine şöyle; bir süzdü. Bir kez daha okumak istedi, öyle zevk alıyordu ki bu işten, anlatılacak gibi değil. Sanki bütün dünya onun egemenliğine giriyordu. Dilekçeyi eline alıp, masadan kalktı. Oda içerisinden dolaşırken dilekçeyi de yüksek sesle son bir kez okudu.
............................................................Lisesi Müdürlüğüne
../.../19.. Günü girdiğim İnkılâp Tarihi dersinde, 6- Mat./A sınıfında 040 nolu Yasemen ….. Atatürkçü düşüncenin altı şartından biri olan, laikliği; inkâr ederek bir Müslüman’ın, laikliği inkâr etmesinin şart olduğunu yoksa bir kişinin aynı anda iki dine giremeyeceğini ileri sürmüştür. Konuşmaların aynı zamanda banda kaydettiğimi belirterek onun hakkında yasal işlemlerin yapılmasını arz ederim..."../../19..
Adres: İmza
Ahmet Hoca, dilekçeyi son bir kez daha okuduktan sonra masanın üzerine bıraktı. Ellerini ovuşturarak çantasını açıp, bir kaset çıkarttı. Anlaşılan sevinçten onu da son bir kez dinleyecekti. Hemen sandalyeye oturdu. Güzelce yaslandıktan sonra bir sigar a yaktı. Eline aldığı kaseti Walkmana yerleştirdi. Düğmesine bastı. Sigarasından uzun bir yudum çekti. Adeta sigarayı yercesine içine çekiyordu.
"Dikkat, dikkat. Kölelere mesajdır."
Ahmet Hoca şaşırıp kaldı. Yüz rengi birden değişti. Elindeki sigarası kül tablasına düştü. Hemen walkmanı yanına yaklaştırıp ses tonunu yükseltti.
"İnsanın, insana kulluğunu reddeden Müslümanlardan, Kulların; kullarına ve efendilerin, kölelerine uyarı ve tebliğ mesajıdır".
Ahmet Hoca yerinde taş kesiliverdi. Benzi sarardı. Alnından boncuk-boncuk terler dökülmeye başladı. Kaset dönmeye devam ediyordu:
"Biz Müslümanların temel gayesi yeryüzündeki bütün tağuti düzenleri yıkmak sömürgeciliğe, köleliğe ve zulme son vermek. Yerine Allah'ın hâkimiyetini ve adaletini yerleştirmektir. Bu sebeple; Sömürgeci patronlara, Emperyalistlere ve zulmü temsil eden bütün zorbalarla olan mücadelemizde bize ayak bağı olmaya çalışan kölelerle, kuklalarla uğraşacak vaktimiz yoktur. Bu kişiler ya tövbe edip yolumuza engel olmaktan vazgeçerler yâda hedefe varmak için yolun temizlenmesi gerekir. Bizim ise kaybedecek hiç vaktimiz yoktur. Kölelere, kuklalara ve piyonlara duyurulur."
Ahmet Hoca donup kalıverdi yerinde, kasetin diğer bölümleri boştu. Walkmanı kapatıp kaseti aldı, evet kaset onundu, üzerinde onun işaretleri vardı. Ama kasetten başka şeyler çıkmıştı. Kaseti bir kez daha dinledi. Evet, anlaşılan onun yaptığından haberdar olanlar vardı. Evet, haberdar olanlar. İçinde şu anda da kendisini izlediklerine dair bir his uyandı. Titredi. Bütün refleksiyle geriye döndü. Odada kimse yoktu. Kafasını iki elinin arasına aldı. Oturdu. Deli olacaktı. Oysa bunu yaparken kimsenin haberi olmamıştı. Kendi düşünmüş ve uygulamıştı. Ayrıntıları ondan başka kimse bilmiyordu. Yazdığı dilekçesine baktı. İrkildi. Dilekçeyi alıp paramparça edip çöpe attı. Kaseti çantasına koyup dışarı çıktı. İçindeki bir his onu geri-geri odaya çekti. Çantasını tekrar masaya bıraktı. Çöpe attığı dilekçesinin ufak kâğıtlarını tekrar topladı. Beyaz bir kâğıdın içine bıraktı. Kâğıdı iyice birbirine katladı. Top gibi yaptı. Sonra elini cebine attı. Kibriti çıkardı. Ve ateşe verdi, topladıklarını. Kâğıtlar yanarken derin bir oh çekti. Adeta bir katilin ipuçlarını çalıp ortadan yok etmesi gibi. İçeri dumanla doldu. Pencereleri açıp odayı havalandırdı. Sonra tekrar çantasını alıp odasından dışarı çıktı. Öğrencilerin teneffüste olduklarını görünce, daha da, bir heyecan onu sardı. Gözleri Yasemen'i aradı, bulamadı. 6-Matematik sınıfına doğru yürüdü. Kendi kendine "teneffüse bile çıkmıyor. Daima bir şeyler çeviriyor" diye düşündü. Ama mutlaka onunla konuşmalı ve barışmalıydı yoksa işler... Onunla mutlaka konuşmalıydı, konuşması gerekiyordu yoksa konuşulurdu.
Sınıfa epeyce yaklaşmasına rağmen çıt bile çıkmıyordu, sınıftan. Sınıfın kapısı ardına kadar açıktı. Ahmet Hoca kapıdan içeri girdiğinde karşılaştığı manzara hayret verici gözüküyordu. Seyhan Hoca, oturduğu yerden düşünüyor, gözlerini pencereye dikmiş bakıyordu. Pencereyi dahi gördüğü yoktu. Gözleri dolu doluydu. Ahmet Hoca'nın içeriye girişini dahi birkaç öğrenci dışında kimse fark etmemişti. Fazlasıyla duygusal olan Seyhan Hoca'nın rengi uçup gitmişti. Ama yine de kafasını meşgul ediyordu. Yasemen’in dersin başında söylediği söz: "Olsa da son olacak". Yine Seyhan’ın kulaklarında çınladı konuştukları:
— Yine sınıfı karıştırmak mı istiyorsun?
— Hayır, Hocam, ne münasebet zaten öyle olsa da son olacak..." Evet, aynen öyle söylemişti Yasemen yoksa dersin başında bunu mu ima etmek istemişti de kendisi mi anlamamıştı. Kendi kendisine "Neden, neden?" diye düşünüyordu. Ve farkına varmadan göz pınarlarından yaşlar damla-damla dökülmüştü. Ahmet Hoca sınıfın ortasında robot gibi durmuş kime ne soracağını şaşırmıştı. Yasemen de sınıfta yoktu. Seyhan Hoca'nın üzüntüsüne en fazla şaşıran Nimet olmuştu. Oysa derste ona en fazla Yasemen karşı çıkıyor, itirazlarda bulunuyordu. Buna rağmen en fazla Yasemen'i severdi. Çünkü Yasemen farklıydı. Ayrıydı diğer öğrencilerden. Hocanın gözü takılı kalmıştı masa örtüsüne, belki masa örtüsünü göremiyordu, dalgındı. Ağladığını gören olmuyordu, ağlamıyordu ama ağlıyordu. Sınıfın sessizliği devam ediyordu. Ahmet Hoca hâlâ bekliyordu. Nihayet Zeki defterlerini eline alıp sessizce sınıfı terk etti. Ahmet Hoca'nın yanından geçti ama taktığı yoktu hocayı. Ahmet hoca delirecek gibi olmuştu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Epeyce zaman olmuştu gelişi ama hâlâ Seyhan Hoca bunun farkına varamamıştı bile. Sanki herkes kendisini suçluyor. Hele Zeki'nin onu takmadan yanından geçişi onu deliye çevirmişti. Daha fazla dayanamayacağını anladı. Hocanın masasına yavaşça yanaştı:
— Hoca Hanım bu sessizlik niye?
Seyhan Hoca başını yavaş-yavaş kaldırdı. Sol omzunun üzerinden Ahmet Hoca'nın yüzüne baktı. Konuşamadı. Boğazından kelimeler düğümleniverdi. Bakmakla yetindi. Ahmet Hoca tuhaflaştı. Tekrar sordu:
— Yasemen'i soracaktım, onunla bir işim vardı da? Seyhan Hoca gözlerini tekrar masa örtüsüne dikti. Yasemen’in lafını işitince hocanın gözleri yaşlara boğuldu adeta. Yanaklarından yuvarlanıp masa örtüsünü ıslatmıştı. Seyhan Hoca konuşmuyordu, konuşamıyordu işte. Ahmet beyle konuşmak İstemesine rağmen bir türlü konuşamıyordu. Çantasını eline alıp yavaşça sınıf terk etti. Ahmet Hoca herkesin kendisine kızdığı, darıldığı hissine kapıldı. Sınıfa doğru baktı, herkeste aynı matem havası vardı. Ön ta rafta oturan Ayşe'ye ne var? Dercesine kafasını sallayınca Ayşe konuştu:
— Hocam arkadaşımız Yasemen'i Antiterör timi alıp götürdü.
— Neee? Antiterör timi mi dediniz?
— Evet, hocam alıp götürdüler.
Ahmet Bey bunu duyar duymaz beyninden vurulmuşa döndü. Çünkü biliyordu. Gidenlerin geri gelemeyeceğini, biliyordu. Ama onun Yasemen'e üzüldüğü yoktu. Ya onun şikâyet ettiği zannedilirse yaşayamazdı, yaşatmazlardı. Hele kasette ki uyarılardan sonra Yasemen’in tutuklanmasıyla bütün gözlerin ona çevrileceğini zannetti. Çünkü O, Müslümanları tanıyordu biliyordu. Tarihte de görülmüştür, bir elçi için bir devlete savaş açtıkları. Oysa kendisi tek ve yalnızdı. Birden gözleri kararmaya başladı. Hafifçe sendeledi. Karatahtaya çarptı; "Aman Allah’ım mahvoldum" bu kelime ağzından yüksek tonla çıkmıştı. Elini gözlerine kapatıp çömeldi. Nihayet kimi öğrenciler etrafına toplandı. Bir süre öylesine kaldıktan sonra kendisine geliverdi. Yüzü kireç kesilmişti. Çantasını eline alıp kapıdan dışarı çıktı.
Ama hala öğrencilerin yüz ifadeleri değişmemişti. Özellikle Ahmet Hoca'nın durumu Ayşe'yi çok etkiledi. Oysa daha birkaç saat önce kendisine Yasemen’in Okulu terk edeceğini haber veren oydu. Niye bu kadar üzülmüştü, bir türlü anlam veremiyordu.
***
Yasemen’in elbiseleriyle beraber saçları adeta kolonyayla yıkanmıştı. Kimileri alnını kolonyayla ovuştururken, kimisi bileklerini ovuşturuyordu. Bu işlemler beş dakika kadar sürdü. Mutlaka onun ayağa kalkması gerekiyordu. Bu sebeple gelen emir üzeri ne herkes elinden geldiğince çaba harcıyordu. Yasemen’in sezgileri gittikçe doğru çıkmaya başlıyordu. Hele şefin "o bizim için çok kıymetlidir" sözü Yasemen’in düşündüklerini kuvvetlendiriyordu. Yasemen kendine gelmeye karar verdi. Birden gözlerin i açtı. Etrafındakiler gülümsedi. Yasemen yataktan kalktı, herkes şaşırdı. Köşedeki dolaba doğru gitti. Alt çekmecesini açtı, bir şişe su çıkarıp içti. Oradakiler şaşırıp kaldılar onlardan çoğu dahi bilmiyordu orada su olduğunu. Ama Yasemen yataktan direk kalkıp suyu buldu. Sanki daha önce burayı biliyormuşçasına davranıyordu. Şefe haber verildi. Şef gelip Yasemen'i oturur vaziyette görünce sevindi. Hemen hazırlıklara başlandı. Sorgulama gene eski odada yapılacaktı. Yasemen'i alıp o büyükçe odaya götürdüler. Yasemen eski sandalyeye oturdu. Tepesindeki yüksek voltajlı lamba yanmaya başladı. İçerinin aydınlanmasıyla etrafındakilerin beş-altı kişi olduğunu fark etti. Ellerindeki coplarla Yasemen'i tehdit edercesine etrafında çember gibi dönen eli coplu görevlilere baktıkça başının döndüğünü hissetti. Gözlerini onlardan ayırdı. Sabit olan bir noktaya dikmeye çalıştı. Beceremedi, etrafında hâlâ eli coplu dolaşanları görüyordu. Beş dakika kadar sürdü. Arada sırada saçını çekiştirenlerde olu yordu. Ama pek sıkıştırmıyorlardı. Bunun sebebi onlar için kıymetli olmasıydı. Yasemen de bunu kulaklarıyla duyduğu için onların tehditlerini ve hareketlerini çok yapmacık ve yapay görüyordu. Bu sebeple onların bu hareketlerine için-için gülüyordu.
Nihayet Şef dedikleri adam kapıdan içeri girdi. Diğer görevliler bir kenara çekildiler. Şef ellerini ceplerine sokarak içerde tur atmaya başladı. Şef ilk sorusunu sordu:
— Niçin buraya getirildiğini biliyor musun?
— Her halde bilseydim, şimdi burada olamazdım. Şef gülümsedi. Bir kaç tur daha attı. Tekrar soru sordu:
— Son günlerde memleketten hiç haber aldın mı? Ya da sana evden mektup geldi mi?
— Hayır, alamadım. Zaten beni sevmiyorlar ki mektup yazsınlar.
Cevaplar Şefin hoşuna gitmemişti. Kendi kendine "bunu kandırmak zor olacaktır" diye düşündü. Şef birden keskin bir dönüş yaptı. Gözlerinde kin fışkırıyordu. Sert ve tek-tek kelimeleri basa-basa söyleyerek konuşmaya başladı:
— Bak aslanım, doğru konuşursan, buradan kurtulursun. Yoksa buradan ölün çıkar. Ama cesedini göremezler. Yasemen cevap vermedi. Bunların yapmak istediklerini kestirmeye çabalıyordu. Şef tekrar konuştu:
— Senden büyük ağabeyin var mı?
— Evet var.
— Adı nedir ve ne iş yapıyor?
— Adı Hüseyin, köyümüzün bağlı olduğu ilçede fotoğrafçılık yapıyor. Diğerleri hepsi benden küçüktür. Babam ise yolcu sayılır.
— Kaç kardeşsiniz?
— Dokuz kardeşiz.
— Senden başka okuyan var mı?
— Hayır, şu anda ben tek okuyorum. Şef çirkince sırıttı.
— Yoksa ağabeyin "ben kardeşlerimi Türkonun okuluna göndermem mi" diyor. Yasemen sorulan soruya çok şaşırdı.
— Hayır, onu da kim demiş. Zaten daha önce büyük ablam üniversiteyi bitirdi. Ama diplomasını vermediler. Sonra bizim aileden yalnız ağabeyim çalışıyor. Diğer kardeşlerim daha küçük. Aile geçimi ile ancak benim masraflarımı karşılayabiliyor. Yoksa ağabeyi m hepimizi okutmak istiyordu. Ama imkânlarımız yok ki, diğer kardeşlerim okusun.
— Peki, ablan Türk olmadığı için diploması verilmedi değil mi?
— Hayır, ne alakası var. Ablam diploma töreninde bilmem kimin elini sıkmadı diye çıkışını vermediler. Bunun Türklükle ne alakası var.
— Peki, ağabeyini çok sever misin?
— Elbette.
— Peki, ağabeyin teröristlerle beraber olursa, onu gene de sever misin? Yasemen biraz düşündükten sonra cevap verdi.
— Ağabeyim onlarla beraber olmaz ki.
— Diyelim ki onlarla birlik olmuş, sen ona nasıl tavır takınacaksın?
— Ağabeyimin onlarla birlik olması imkânsız olduğu için sorunuzu gereksiz buluyorum.
— Diyelim ki katıldı, ısrarla tekrarladı.
— Hele katılsın o zaman tavrımızı belirleriz. Hayali olaylara tavır düşünmek saçma olur.
— Peki, madem Ağabeyine o kadar güveniyorsun. Sana ağabeyinin onlara katıldığını söylesek ne dersin. Yasemen iri yapılı adama baktı.
— Hayır inanmam. Ağabeyimi iyi tanırım. Katılmak onun ilkelerine aykırıdır.
— Ne gibi ilkelerine
— Bilmem ama öyle derdi daima.
Şef bir kahkaha attı ki, bütün odada sesi yankılandı. Yasemen çekinmeye başlamıştı az da olsa. Şef tur atmaya başladı. Anlaşılan daha da önemli bir şeyler söylemek istiyordu.
— Bana bak aslanım sen hala toysun beni ekmeye kalkışma. Senin ağabeyin olacak herif iki gün önce girdiği silahlı çatışmada ölü olarak ele geçirildi. Hem de eşkıya safında savaşarak öldü. Bizi ekmeye kalkışma yoksa senin için hiç iyi olmaz. Örgüt hakkında ne biliyorsan anlat yoksa işin yaştır. Cesedin bile buradan çıkamaz.
Yasemen kafasını zorluyordu. Aklı alamıyordu. Almıyordu. Bu ithamları, ağabeyisinin ölümü ya da öldürülmesiyle ilgili uzunca bir mektup almıştı. Ama bunu gizlemişti arkadaşlarından. Okulu bırakmaya da bu sebepten niyetlenmişti. Çünkü artık bütün yük omuzlarına düşmüştü. Kaldırabilmesi için okulu bırakması gerekiyordu.
Şef denen kişi, Yasemen’in daldığını ama pek üzülmediğini görünce, kendi sözlerine inanmadığını sanarak bombalarla parçalanmış cesedin birkaç fotoğrafını Yasemen'e uzattı. Resimlerdeki vahşeti gören Yasemen’in gözyaşları akmaya başladı. "Şüphesiz ondan geldik ona döneceğiz" diye fısıldadı. Şef:
— Bir şey mi söylediniz?
— Benim ağabeyim, deyiminizle teröristlerin safında savaşarak öldürülmüş olamaz!
— Neden olamazmış?
Yasemen yaşaran gözleriyle kafasını ağır-ağır kaldırdı. Şefin yüzüne derince baktı.
— Evet, ağabeyim dağ başında öldürülmüş olamaz. Çünkü dağa çıkanlar efendilerle uğraşmak yerine, kölelerle uğraşıyorlar. Oysa ağabeyim köleleri değil, efendileri rahatsız etmenin gerekli olduğunu daima söylerdi. Ve ben size inanmıyorum. Ağabeyimin kölelerle uğraşacak kadar, köleleşmiş olduğuna, inanmıyorum". Şef duvardaki bir düğmeye bastı. Ellerini arkadan sandalyeye kelepçeledi.
Kapı birden açılıverdi. İçeriye kel kafalı gözlüklü, takım elbiseli biri girdi. Şef denen adam elindeki kâğıdı ona verdi. Kâğıtta Yasemen'e sorulacak sorular vardı. Yeni gelen kabak kafalı, farekuyruğunu andıran bıyığı ile kâğıda şöyle bir baktıktan sonra, kâğıdı buruşturarak çöpe fırlattı. İçerdeki adamlar hemen dışarı çıktılar. Kabak kafasıyla Yasemen’e iyice sokuldu. Yasemen’in çenesinden tutup yukarı kaldırdı.
— Bana iyice bak. Bana Tarık derler. Hiç kimse elimden kurtulamaz. Fazla nazlanmadan cevap ver. Ağabeyinin örgüte verdiği dokümanların içeriğini açıkla. İçerikleri neydi? Burada örgütün sorumlusu kim? Kaç senedir onların hesabına çalışıyorsunuz? Bu sorul ara cevap ver yoksa canını verirsin.
Yasemen şaşkınlıktan ne cevap vereceğini şaşırdı. Şimdiye kadar hiç duymadığı sözler, ithamlar ve yalanlar... Kafası allak bullak olmuştu. Yasemen kabak kafalıya çıkıştı:
— Bu söylediklerinizin hepsi yalan ve iftiralardan ibarettir. Ve ben bunları ilk kez duyuyorum."
Yasemen sözlerini daha bitirmeden, suratına öyle müthiş bir tekme yedi ki, neye uğradığını şaşırdı. Tekmeyle beraber ağzından ve burnundan kanlar fışkırdı. Elleri arkaya kelepçeli olduğu için akan kanlara müdahale edemiyordu. Adam tur atmaya devam et ti. Yasemen’in akan kanları hala durmamıştı. Tekrar Yasemen’in karşısına geçti. Şeytani bir tavırla gülümseyerek konuştu.
— Aslanım sana demiştim. Bana Tarık derler. Ben burada lal olanları konuşturmuşum. Ki sen lal değilsin. Yani nazikçe konuşacaksın hemen kurtulup gideceksin ya da senin birkaç tarafını kırıp konuşturacağım ve buradan seni kimse kurtaramaz. Kemiklerin burada çürür, anlıyor musun?
Yasemen’in yüzünden akan kanların pıhtılaşmasıyla yanaklarında kırmızı- kırmızıçizgiler oluşmuştu. Gömleğin ön tarafı kırmızıya boyanmıştı. Yasemen’in içinden alev-alev yanan kin adeta çehresine yansıyordu. Ağzından çıkan kelimeler kurşun gibiydi.
— Polis Bey! Siz beni sahip olmadığım bir düşünceyle suçluyorsunuz. Buna dayanarak da bana işkence yapıyorsunuz. Siz benim ne olduğumu çok iyi biliyorsunuz, benim sizin ne olduğunuzu bildiğim gibi. Ama ben ne yapmak istediğinizi çok iyi biliyorum. Siz ille de beni ırkçı bir düşünceye sevk etmek istiyorsunuz. Zorla beni Marksist, Leninist veya günün en son modası Apocu yapmak istiyorsunuz. Ama kusura bakmayın beni lime-lime etsinizde ben bu düşünceleri benimsemem. Benim düşüncem hem daha doğru he m daha yücedir. Belki, Doğu'nun mahrumiyeti ve ezilmişliği karşısında Apo kimileri için bir başkaldırı, bir isyan sembolü olabilir. Ve siz halkın ırkçı bir düşünceye yönelmesini istiyorsunuz. Çünkü biliyorsunuz ırkçılık bayrağının hiçbir zaman zafer yüzünü görmediğini. Başarıya ulaşsa dahi onun yarın getireceği düzenin bu düzenden pek farklı olacağına inanmıyorum. Yine ezileceğimi iyi biliyorum. Komünist ülkelerin ne kadar kardeşimi katlettiğini iyi biliyorum. Ben yalnız bir bölgenin, bir insan renginin, bir kan grubunun özgürlüğünü istemiyorum.
Ben bütün insanlığın özgürlüğünü istiyorum. Sizin de dâhil. Bütün insanlığı kölelikten kurtarmak istiyorum. Ben yaşantıları ve kanunları diğer sömürgeci ülkelerden farkı olmayan bir daireyi, dünya haritasına eklemek için mücadele vermiyorum. Ben mevcut daireleri silmek, yeryüzünde insanların kendi kafalarından yaptıkları kanunları kaldırmak Allah'ın hâkimiyetini egemen kılmak için çaba harcıyorum. Ya siz bu bozuk düzenleri ne karşılığında ayakta tutuyorsunuz? Para karşılığında mı? Yani mide için bunca çabanız, bunca kölelik. Biraz da kendiniz için yaşamayı öğrenin, ne için yaşadığınızı biraz düşünün. Efendiler için yaşamaktan vazgeçin.
Yasemen adamın güzel-güzel dinlediğini görünce biraz fazla konuştu. Adam birden durdu. Tekrar kahkaha atmaya başladı. Kireçleşmiş dişlerini gösterdi. Güçlü elleriyle Yasemen’in ense saçlarından tutup kaldırdı. O kadar acıdı ki, Yasemen bağırmada ama göz pınarlarından yaşlar fışkırmıştı. Saçını tuttuğu gibi Yasemen'i arkasından sürükledi. Ellerinin arkaya kelepçeli olması onun herhangi bir hareket etmesini önlüyordu. Adam duvara yaklaştı. Elini duvara değdirdi, bir kapı açıldı. Duvarla aynı renkten olduğu için Yasemen şimdiye kadar fark etmemişti. Kapıdan içeri girdi bir lavabo ve karşısında başka bir kapı. WC. Yasemen önünü göremiyordu. Yüz hatlarından akan kanlar gözyaşlarına karışarak aşağı doğru damlıyordu. Birden adam durdu. Yasemen' i duvara yasladı.
— Beni iyice dinle süt kuzusu... Sen kurtulmak istiyorsan konuş. Yoksa derini yüzdürür üstüne tuz serperim. Bütün tırnaklarını kökten söktüreceğim. Konuşmazsan ölün bile zor buradan çıkar. Senin gibi niceleri kanalizasyon borularının içerisine bırakıldı. Eğer konuşursan senin için iyi olur. Birkaç isim ver. Kimlerin eşkıyalarla işi ve ilişkisi olduğunu söyle, burada onlarla ilişkisi olanları söyle ve kurtul. Yoksa hakkını kaybedersin, son pişmanlık fayda vermez. Evet, sana son konuşma hakkı. Ne söyleyeceksen söyle.
Yasemen zorlukla konuşabiliyordu. Dudakları patlamış, yüzü şişmeye başlamıştı. Yasemen hala eski kararlılığını koruyordu. Çünkü O, daima arkadaşlarına söylerdi. İnançlar çivi gibidirler. Darbe yedikçe daha fazla derine batar ama daha sağlam olur. Ya semen ağır- ağır konuştu.
— Hayır! Ben onlardan hiç kimseyi tanımıyorum. Tanısam dahi size söylemem. Benim o adamlarla bir ilişkim yoktur. Ağabeyimin de yoktu. Siz onu kasten öldürmüşsünüz. Bizim hiç kimseyle ilişkimiz yoktur. Allah'tan başka. Bana zorla damgayı vuramazsınız... Beni çıkmaz sokaklara süremezsiniz.
Yasemen’in kafası hızla duvara çarpıldı. Gece düşen çığ gibi, Yasemen’in saçlarından kırmızı-kırmızı damlacıklar gözükmeye başladı. Yasemen ilkin bu vuruşla bağırmıştı. O kadar çok etkiledi ki Yasemen boydan boya yere serildi. Ve kendini kaybetti. Ses-seda yoktu. Yalnız ondan hayat eseri olarak iniltiler geliyordu. Adam hala hırsını alamamıştı. Tekrar ellerini Yasemen’in saçlarına gömdü. Eli kıpkırmızı oldu. Yasemen hâlâ baygındı. Adam onu sürükledi. Tuvaletin içine kadar yerden sürükledi. WC tıkanmıştı. Göl halini almıştı. Pislik, biriken suyun üzerinde yüzüyordu. Yasemen'e son bir kez "Konuşuş! Diye bağırdı. Ses-seda çıkmadı. Yasemen'i biraz daha sürükledi. Ayağıyla kafasına bastı Yasemen’in kafası suyun içinde kayboldu. Epeyce zam an geçtikten sonra kafasını, pis sudan çıkardı. Bunu bir kaç kez üst üste tekrarladı. Ta ki, boğulacak gibi olunca onu bırakıyordu. Adam zevk alıyordu bu işten. Tam adama göre iş vermişlerdi. Tam o sırada başka biri içeri girdi. Yasemen’in cansız yer e uzandığını görünce:
— Sen ne yaptın, bu bize lazım...
Yeni gelen adam hemen Yasemen’in başına oturdu. Biraz kontrol ettikten sonra onu odaya taşıdı. Üzerindeki elbiselere baktı. Perişan, kokuyordu. Lavaboda yüzünü yıkadı. Hala ayılmamıştı. Ama gelen emir gereği Tarık görevini yarıda bırakmıştı. Yüzüne kolonya sürüldü. Yaraların verdiği acıyla beraber Yasemen gözlerini açtı. Onu tekrar sandalyeye oturttular. Ellerini çözdüler. Sonra odaya birkaç koltuk getirildi Yasemen’in aklı başına gelmişti. Daha yeni-yeni neye uğradığını hatırlıyordu. Elbiselerine baktı kıpkızıl olmuşlardı. Sanki savaştan yeni çıkmıştı. Kimi elbiseleri yırtılmış, kimi yerleri pislik içerisinde kalmıştı. Ceketi ortalıkta görünmüyordu, nereye atıldığı belirsizdi. Yasemen iyice umudunu yitirmişti. Daha ilk sorguda ölesicesine ezdirilmişti. Şef denen adam gene gelmişti. Elinde bir çanta vardı. Açtı birkaç beyaz-kâğıt çıkardı. Herkese birer tane dağıttı. Yasemen'e de bir kâğıt verdiler.
Kâğıda bakan Yasemen delirecek gibi oldu. Bütün ağrılarına rağmen zihnini toplamaya, düşüncesini yoğunlaştırmaya çalıştı. Okudu, okudu bir kez daha okudu... Nasıl oluyordu mahkemeye çıkmadan hem de ilk gün kendisi hakkında mahkeme kararı geliyordu. Kâğıt gerçekten mahkemeden gelmişti. Mühürler ve imzalar gerçekti. Anlamadığı nokta meclisin bile onayı vardı kâğıtta. Kendi kendine herhalde meclis ve diğerleri daha önceden boş kâğıtları imzalayıp mühürlemişler. Bunlar da zamanı gelince bu kâğıtları kullanıyorlar. İdam olunacak bir suç işlememişti. Gerillalara bile idam cezası verilmiyordu. Ama işte kendisine idam cezası verilmişti.
Şef denen adam konuşmaya başladı. Kır saçlarıyla, güzel giyimi ve bunu yanında yüz cildinin mavimsi rengiyle, bu görevden ömür tükettiği anlaşılıyordu. Elbiselerin rengi yüzüne yansımasının bunun bir ifadesi olsa gerek.
— Bak oğlum kimi insanlar davaları uğruna, bir amaç uğruna ölümü göze alabiliyorlar. Ama bir iş yaptıktan sonra ölmek önemli değildir. Ki sen herhangi bir eylem de, yapmış değilsin. Ama işte ölüp gideceksin. Ancak şunu anladım ki Apocu değilsin. Ama onlardan daha tehlikeli olduğunu belirteyim. Konuşmalarından vatan haini olduğun apaçık ortada, İdam kararı yanlış bir suçtan dolayı verilmiş olabilir.
Ama tehlikeli bir insanın ortada kaldırılması şarttır.
Elinde kâğıt-kalem olan; sordu:
— Senin, sınıf arkadaşlarına ve ailene ulaştırmak istediğin son bir mesajın var mı?
Yasemen, elbiselerine baktı. Sonra oturanlara tek-tek baktı. Zavallılar. Neye hizmet ediyorlardı. Hayatlarını kimler için harcıyorlardı. Ne için yaşıyorlardı? Niçin Yasemen’in asılması gerekiyordu? Yasemen konuşmaya başladı:
— Kanımız; Halka, Ailemize ve Arkadaşlarımıza ulaştırılması gereken en iyi mesaj, zalimlerin tahtlarını sallayan en büyük silahtır. Kanımız mesajımızdır.
Kapı açıldı, bir kişi daha içeri girdi. Şefin kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Şef evet manasında kafasını salladı. Sağındaki ve solundakilere işaret ederek kalktı. İçerdekilerin tümü ayağa kalktı. Kapıdan dışarı çıktılar. En sona kalan adam Yasemen’in kolundan tutup "gel" diyerek onu kapıya doğru götürdü. Götürmeden önce ellerini arkasına kelepçeledi. Kapı geniş bir bahçeye açılıyordu. Bahçenin etrafı yüksek duvarlarla çevriliydi. Elektrik diriklerini andıran büyük demir dikekler vardı. Adeta Nemrut’un Hz. İbrahim'i ateşe attığı, Urfa kalesindeki iki direğe benziyordu. Bu direkleri birleştiren yatay direkten sarkan urganlar ve darağaçları. Evet, bir sürü insan, bu dikekler arasında sallanmıştı. Aralarında isimsiz kahramanların da bulunduğu.. Bir sürü devrimci, bir sürü Şeyh Sait.
Yasemen gördüğü darağaçlarıyla Camii minarelerini karşılaştırıyordu kafasında.
"...Bu darağaçları bizleri cismen öldürüyor. Oysa bu minareler, halkımı ruhen, toptan öldürüyor.
Darağaçları: Dibinde sallanan; imanın, İslam’ın ve özgürlük savaşçılarının cesetleri; Halkımın zulme başkaldırışın simgesi, İbrahim’i kıyamın simgesi Hüseyni kıyamın simgesi, kölelerin, ezilenlerin, sömürülenlerin ve hakları gasp edilenlerin, susmayanların, haykıranların kıyamlarını simgeleyen, ama zalimler tarafından dikilmiş bir anıttır darağaçları...
Halkımın ezilmişliği, fakirliği, çıplaklığı, bunun yanında; Kahvaltısını ayrı, öğle yemeğini ayrı ülkelerde yiyen, köpeklerini dahi ithal yiyeceklerle besleyen, bir kaç insan. Vahşi kapitalizmin vahşeti. Her türlü vahşeti geride bırakmıştır.
Neden!
Neden!
Hep sürekli çalışmama rağmen, ağır yükler altında ezilip, kırılan kemiklerime rağmen, neden bu fakirliğim, bu ezilmişliğim, bu horlanmışlığım
Neden!
Neden!
Hiç çalışmak nedir bilmeyen. Çalışmamalarından dolayı kemikleri kireçleşen insanlar. Tepeden bakan insanlar, burjuvazileşen, Rableşen insanlar.
Ve bugün bunların düzenini ayakta tutan camiler ve minareler. Köleliğe kesin çözüm getiren İslam dini, köleliği kaldıran İslam dini; bugün ne hazindir ki, zalimleri ve düzenlerini ayakta tutan can simidi olmuş. Yoksa İslamiyet zulüm düzenini kuvvetlendiriyor muydu? Hayır! Hayır! Bu olamazdı. Ya camilerde: "Allah zalime ve düzene zeval vermesin" diyen şaşkınlar kimlerin adına konuşuyorlardı. İslam adına konuşmuyorlar mıydı?
Kapitalizmi, Faşizmi, Laisizmi ve diğer izimleri ayakta tutan bu din: Allah'ın bize gönderdiği din değildi, olamazdı.
Bu din: Kur'an'la sabit olan İslam değildi. İslamiyet bu olamazdı. Ve ben bu dini inkâr ediyorum. Zulmü ayakta tutan, Karl Marx'ın afyon diye tarif ettiği dini inkâr ediyorum. Ve ben bu dinin mensubu olamam.
Ve camilerde akıllarını ipotek altına veren zavallı insanlar. Kimileri, anlatılanları kabul ediyor, kimileri de bu saçmalıkları inkâr ediyor. İşin kötü tarafı, inkâr eden, İslamiyet’ti, kabul eden de İslamiyet’ti, kabul ettiğini sanır. Oysa camilerde kabul edilen de, inkâr edilen de İslamiyet değildir. İslamiyet; saklanıyor bu insanlardan.
Camiler dopdolu ama bomboşlar, Konuşan Bel'am, uyan Müslüman.
Ve yine camiler
İnsanları (zihnen) ölüme götüren, darağaçlarına benzeyen minareleri
Ve
Darağaçları iyiydi, minarelerden. Burada dökülen kan; her idam edilen, sigortalandırır; tağutlara karşı isyanı, başkaldırıyı ve kıyamı.
Ve camiler engeldir. Bu mesaja, gölgedir; Hüseyni kıyama, engeldir sallanan tahtların devrilmesine...
Ama zaman gelecek türevi alınan bu denklemin, integralini tekrar alacağız. O zaman camiler, cami; anlatılanlar İslam olacak..."
Birden kapı açılıverdi. Elleri arkalarına bağlı, ağızları bantlı bir kız bir erkek iki kişi getirildi. Onlarında üstlerine bakılacak olursa epeyce hırpalandıkları aşikârdı. Darağacının yanına yanaştırıp, durdurdular. Protokol sırayla yerlerini almıştı. Şef denen adam, ikisinin ağız bantlarının çözülmesini söyledi. İkisini birer sandalyeye çıkarıp boyunlarına ip geçirildi. Görevlilerden bir tanesi ağız bantlarını çözdü. Şef sordu:
— Hükmü infaz etmeden son isteğinizi söyleyiniz, lütfen. Kız fazla hırpalandığı için konuşacak hali kalmamıştı. Sol taraftaki adam bağırdı:
— İlk ve son, ebedi isteğimiz; Köpeklerin, bizden kopardığı parçamızı ve emdiği kanımızı geri almaktır. Köpekler yaşadıkça, insanlık temiz bulutları göremeyecek. Köpeklere ölüm. Kahrolsun faşizm yaşasın… Şef:
— Çekin sandalyeleri! Bu kutup ayıları akıllanmaz.
Sandalyelerin çekilmesiyle iki sanığın konuşmaları yarıda kesildi. Elleri araklarına bağlı olduğu için darağaçlarına karşı koyamadılar.
Yüzlerindeki ifadeler koyulaştıkça, koyulaştı. Dudaklar yavaş yavaş yeşilimsi bir renk aldı. Gözlerinde son olarak kin ışığı da sönüverdi. Yüz hatları gittikçe korkunçlaşıyordu. Ve işte çarpındılar ama boşuna. Ve çehrelerdeki korkunç görüntü, dünyanın her tarafında yapılan zulmü ve ona karşı duyulan nefreti simgeliyordu adeta.
Ve iki insan öldü. İki bomba etkisiz hale getirildi. Susayan zulüm çiçeklerine tekrar taze kan verildi. Sulandı. Ve iki kişi yalnız "MADDE" kaldı.
"Allah'ım bu insanlar! Ne için, neyin uğruna kendilerini feda ettiler. Bu insanları idam edenler, kime hizmet ediyorlar. Düşünmüyorlar mı, akletmiyorlar mı? Yoksa..."
İnfaz bittikten sonra bütün görevliler bahçeyi terk etti. Yasemen şefle yalnız başına kaldı. Yasemen sallanan cesetlere baktıkça, içinden bir şeyler birikiyor, toplanıyordu. Ve şehidin sözlerini hatırlıyor, tekrar ediyordu içinden.
Şahadet bir çağrıdır, tüm çağ ve nesillere!
Ve
Güç yetiriyorsan, öldür.
Güç yetiremiyorsan öl.
Şef Yasemen'i karşısına alarak çatık kaşlarıyla konuştu:
— Bak oğlum, ben seni çok seviyorum. Senin hükmün infaz edilmeden önce sana bir şans hakkı tanımak istedim. Tabi ki, bu hakkı sana tanımak için çok yüksek yerlere ricalarda bulundum. Senin bu hakkını akıllıca kullanacağına inanıyorum.
Öncelikle ne kadar okumak istediğini ben çok iyi biliyorum. Lakin ailenin ekonomik durumu buna müsait değil. Seni zorla Liseye gönderiyorlar. Nasıl üniversiteye göndersinler ki, hele ağabeyinin eşkıyalarla beraber vurulması ailenin bütün yükünü omuzların a yıktı. Ben şahsen okumanı çok istiyorum. Bizlere, vatana büyük hizmetlerin olacak. Eğer teklifimi kabul edersen; hem istediğin üniversiteye, istediğin bölüme girebilirsin; hem ailenin geçimini sağlayabilirsin, hem de idamdan dönersin, üstelik temiz bir işin bol paran olacak, ne dersin?
Meseleyi hemen kavrayıverdi. Bütün yaralarına rağmen gülümsedi:
— Peki, teklifinizi öğrenebilir miyim?
— Öncelikle sana idamlık olduğunu hatırlatmak isterim. Teklifimize gelince güzel Türkçe ve Kürtçe konuşuyorsun. Zekisin de, istediğin üniversiteye uyum sağlayabilirsin. Seni teşkilatımıza görevli olarak almak istiyoruz. Okuduğun yerdeki insanlar hakkında bize bilgi vereceksin. Tabi karşılığında bol para alacaksın. Hem yapacağın iş çok basit ve kolay; yalnızca bilgi, o kadar. İyice düşün öyle karar ver.
Yasemen yırtılan elbiselerine, pis-pis kokan vücuduna baktı. Kırmızıçizgilerin vücudunun her tarafına uzandığını gördü. Ağabeyinin fotoğrafını gözünün önüne getirdi. Her tarafı sızlayan vücudu ve teklifleri, çok adi ve vahşice teklifleri…
Yasemen:
— Bir zulüm yönetimini ayakta tutan ve ona bağlı bir kurumda ona hizmet, köleliğin en adi biçimi değil midir? Sizin hesaba katmadığınız bir noktayı size hatırlatayım. Bilmiyor musunuz? Müslüman’ın zulme ve sömürüye karşı olduğunu? Bilmiyor musunuz Müslüman’ın köleleştirilemeyeceğini? Biz kölelik için değil, köleliği kaldırmak için dünyaya geldik. Benim, terörist dediğiniz insanlarla hiçbir sorunum yoktur ki, onlar hakkında muhbirlik yapayım."
Adam babacan bir tavır takınarak devam etti.
— Bak oğlum sen daha çok toysun bu sebeple sana sunduğum tekliflerin kıymetini kavramaktan uzaksın. Nice devrimci ve dava adamları bu tekliflere sevinerek olumlu cevap verirken senin, reddetmeni çocuksu bir davranış olarak nitelendiriyorum.
Yasemen boynuna geçirilen ipten sonra, Şef tekrar tekliflerini yeniledi. Ama Yasemen’in cevabı aynıydı. Ayaklarının altındaki sandalye şefin bir tekme vurmasıyla Yasemen Sırtüstü yere düştü, yuvarlandı...
— İpi bağlamayı unutmuşlar. Bayağı şanslısın. Senin daha sağlıklı bir karara varabilmen için, sana süresiz vakit veriyorum. Bir gün kafanı değiştirebilirsen, teklifimiz sürekli geçerlidir. Şimdilik git bir duş al sana yeni elbiseler göndereceğim. Ondan sonra serbestsin.
***
Okul çoktan dağılmıştı. Güneş batmaya yaklaşmıştı. Ama hala götürülen Yasemen ortalıkta yoktu. Gündüzlü öğrencilerin hemen hepsi evlerine gitmişti. Zeki'nin okul bahçesindeki volta atışları hala sürüyordu. Kafası bir türlü olayları alamıyordu. Niye b ütün olaylar Yasemen'i buluyordu. Gerçi bir ara kendisine söylemişti: ”Kişi dini yaşadığı oranda baskı ve zulme uğrar". Ama niye okulu bırakmaya niyetlenmişti. Ayşe'yle konuşurken kendisini tehdit eden, çapulcu diye bahsettiği insanlar kimlerdi. Niye Ayşe'nin bu olaylardan haberi oluyordu da, kendisinin olmuyordu. Yasemen'i o kadar sevmesine rağmen ona bir türlü açılamıyordu. Kendi kendine "keşke babam emniyet teşkilatında görevli olmasaydı. Şimdi benim de bir sürü arkadaşım olurdu. Yasemen benimle dertleşirdi. Ama babam, babam kahrolası emniyet simgesinden, zulüm simgesine dönüşen bu soğuk elbiselere". Ama kafa sına takılanlar bitmiyordu. Niye! Niye! Ahmet Hoca, Yasemen’in tutuklandığını duyunca, baygınlık geçirdi. Niye mahvolmuştu.
Güneşin batmasına rağmen Yasemen hala dönmüş değildi. Anlaşılan döneceği de yoktu. Kararsızca evinin yolunu tutarak yürüdü.
Zeki eve vardığında, annesi ve kız kardeşi oturmuşlardı. Babası hala ortalıkta yoktu.
— İyi akşamlar anne!
— İyi akşamlar, geç kaldın?
— Hiçbir şey sorma, kafam çok bozuk, patlayacak gibi, ağrı kesici bir şey yok mu?
— Bir şeyler atıştır da öyle hap al.
— Hiç iştahım yok.
Zeki ecza dolabından ağrı kesici hap aldıktan sonra gidip yatağa uzandı. Kafası patlayacak vaziyetteydi. Üst üste gelen soru işaretleri kafasında çatışıyordu. Kendisi mi fazla duygusaldı, yoksa insanlar mı vahşi. Yoksa düzen mi fazla zalimaneydi? Bir türlü gitmiyordu gözlerinin önünde Yasemen’in sınıfta konuştukları, özellikle kadınlar hakkındaki konuşması çok etkileyiciydi.
Masada oturup bekleyen anasına baktı. Baktıkça Yasemen'i anlattığı kadın tipleri zihninde canlanıyordu. Ve annesi, en fazla nefret etmeye başladığı tiplerdendi. Amaçsız, idealsiz, ne için yaşadığını bilmeyen. Hayatı sofrayla, wc arasında geçen tiplerdendi, işte.
Sabiha Hanım oğlunun çok daldığını görünce gidip yanına oturdu. Biraz saçlarını okşadı, Zeki'nin.
— Oğlum gene çok dalmışsın neyin var.
— Daha neyim olsun ki, en sevdiğim insanı kaybediyorum. Ama anlamıyorum. Sebebini öğrenemiyorum. Herkesin haberi oluyor, benim olmuyor. Niye bizim sınıf hep beni yabancı görüyor. Anlamıyorum. Kimse bana açılmıyor. Herkes bana öcü gibi bakıyor. Sanki onların sınıflarını zorla işgal etmişim. Tam da dertleştiğim, anlaştığım bir arkadaş bulmuştum ki, oda okulu bırakıyor. Başkaları tarafından tehdit ediliyor. Son olarak antiterör timi onu bu sabah okuldan alıp götürüyor. Oysa bizim okulun en efendi öğrencisiydi. Hele anne, bugünkü edebiyat dersindeki kadın hakları hakkındaki konuşmalarını dinleyebilseydin keşke. Anneciğim ne olur bir kere tek kendine sor: "Ben kimim? Ne yapmak, nereye varmak istiyorum?" Bir kere olsun düşün. Ama senin günü birlik işlerin, senin düşünmeni engelliyor. Belki de düşünmek senin için tehlikelidir. Ama benim, içimdeki boşluk giderek büyümekte, büyüdükçe beni sarmakta, beni boğmakta, her yönümü "hiçliğin" güçlü kolları sarmış beni boğmakta. Artık hiçbir şey beni tatmin etmiyor. Her şey bana yapay ve suni geliyor. Yapmacık gülüşler, fanteziler artık beni tutamıyor. Artık, lüks elbiseler ve demek demet paralar bana anlamsız geliyor. Hayatı anlamlı kılacak bir şeyler istiyorum. Bir şeyler arıyorum, bir şeyler...
— İstersen seni bir psikoloğa götürelim. Belki açılırsın, ferahlarsın ne dersin?
— Hayır anne! Beni anlamıyor musun? Ben hasta değilim. Ama hastalar, sağlam olduğum için beni hasta zannediyorlar.
Düşün anne!
Bir aile düşün!
Bir baba ve iki oğuldan oluşan, bir aileyi düşün. Oğullardan biri sürekli çalışıyor. Üretiyor, üretim yapıyor. Yiyecek, içecek üretiyor. Eşya üretiyor. Yol yapıyor, araç yapıyor. Kısacası bütün ihtiyaçları o üretiyor. Babanın ve diğer oğlunun yaşamları bu oğulun çalışmasına bağlıdır. Çünkü diğer ikisi çalışmıyor. Alın teri dökmüyorlar. Üretilen bütün mallar babanın eli altında toplanıyor. Baba yönetici durumundadır. Aileyi yönettiği gibi diğer ailelerle de ilişkilerini geliştiriyor. Onlara eş ya verip, onlardan eşya alıyor.
Baba bu üretilen eşyaların dağıtımını yaparken, çalışan oğluna çok az bir miktar veriyor. Açlıktan ölmeyerek çalışabileceği kadar, giyecek ve yiyecek veriyor. Baba bu oğluna zulüm yaptığını çok iyi biliyor. Zulüm yaptığını bildiği için bu oğlunun her an çalışmaktan vazgeçebileceğini, isyan edebileceğini veya başkaldırabileceği korkusu vardır babanın. İçinde. Bu sebeple daima onu muhtaç bırakıyor, aç bırakıyor ki çalışsın, düşünmeye fırsat bulmasın. Çünkü onun düşünmesi çok tehlikelidir. Her şeyin sonu demektir. Baba bu egemenliğini sürdürmek için diğer oğluna (çalışmayana) bir sürü imkân verir. Üretilen her şeyden ona en büyük pay ayrılır. Bu oğlunun görevi ise ikinci oğlunun kontrolüdür. Yani bunu gözetleyecek. Eğer birinci oğul ezildiğinin farkına varırsa ve baş kaldırmaya filan kalkarsa bu ikinci oğul hemen babaya haber verecek, baba gerekeni yapacaktır.
Birinci Oğul: Gece-gündüz çalışmasına rağmen, ter dökmesine rağmen. Hanımını ve çocuklarını da çalıştırmasına rağmen açtır, muhtaçtır; çocukları da çıplaktır. Çocukları rahat yüzü görmezler. Okula gitmek mi, okumak mı? Nerede? Bu oğulun çocukları oku la gitmezler. Çünkü çalışmaları gerekir. Yoksa ölürler.
Ama günün birinde bir tane oğlu ille de okuyacağım diye tutturur. Okula gönderilir. Okudukça babasının üzerinde oynanan oyunların farkına varır. Dedesinden nefret etmeye başlar. İçerisindeki nefret öyle birikir ki durumu babasına açar. Ama babası düşünecek durumda değildir. Oğlunu bölücülük, aile bütünlüğünü parçalamakla, Allah'ın kendisine vermiş olduğu rızkı az görmekle, Allah'ın kendisi için yazdığını beğenmemekle suçlar. Ve oğlunu azarlayarak onu tembellikle suçlar. Bu çocuk için iki yol kalmıştır, artık. Ya evde durup kahrolup, bunalıma düşmek, intihar etmek veya evden kaçıp dedesine başkaldırmak modern deyişle Gerilla olmak. Baba bu olanlardan sonra diğer oğullarını okula göndermeye tövbe eder. Eğer dedesine başkaldıran çocuğu galip gelmese, bu aile tarih boyunca cahil ve köle olarak yaşayacaktır artık.
İkinci Oğul: Gece-gündüz keyif çatmasına rağmen villalarda yaşamasına her türlü konforla evini doldurmasına, lüks arabalara ve eşyalara sahip olmasına rağmen çalışmak nedir, alın teri nedir, bilmez. Beslediği köpeklere yedirdiği yemekleri, birinci oğul kendisi bulamamakta ama kendisi üretmekte, yetiştirmekte. İkinci oğul bu imkânlara sadece babasının kendisine verdiği görevi yerine getirme karşılığında kavuşmuştur. Görevi ise, birinci oğullu kontrol etmek, izlemek. Hareketlerini raporize etmektir. Bu ikinci oğulun çocuklarının tümü Yüksekokullarda okur. Çocukların görevi de ayın babalarınınki gibi. Birinci oğulun çocuklarını (amca çocuklarını) kontrol etmek, gözlemek. Bunlar da babaları gibi lüks ve konfor içinde yaşarlar. Her türlü imkâna sahip olmalarına rağmen, belli bir amaçları yoktur. Niçin yaşadıklarını bilmemektedirler.
Bu ailenin sevinç ve mutlulukları birinci ailenin mutluluklarıyla ters orantılıdır. Birinci aile mutluluk nedir bilmez zaten. Diğer ailenin mutluluğu onun gözyaşlarıyla doğru orantılıdır. İkinci ailenin daha fazla konfor ve israfı için birinci aileni n daha fazla çalışması, daha fazla ezilmesi, daha fazla ter dökmesi, daha fazla gözyaşı dökmesi gerekmektedir. Bu sebeple kimileri doğuştan köle, kimileri doğuştan efendi olarak dünyaya geliyorlardı. İşte insanlar da buna "kader" ismini veriyorlardı.
Ama günün birinde... Birinci oğulun okuyan çocuğu ile ikinci oğulun okuyan çocuğu aynı okulda okumaya başlarlar. Tanışırlar. Dertleşirler. Birbirlerini çok severler ve kardeş olurlar. Bu mutlulukları fazla ilerlemez, fazla sürmez. Çünkü günün birinde ikinci oğul, birinci oğulun çocuğunu (yeğenini) dedesine rapor eder. Ve okuyan çocuk tehlikeli bulunur. Bir sabah Antiterör timleri okula baskın yapar. Çocuğu götürür. Yalnız kalmıştır. İkinci oğulun çocuğu. Ağrına gitmektedir. Bu haksızlıklar, adaletsizlikler ve en önemlisi yaşamak onun için anlamsızlaşmıştır artık. Ve bu çocuk boşluktadır, bir şeyler yapması gerekir. Ama ne yapacağını bilmemektedir. Bunalıma düşmüştür. Annesine açılır. Annesi ona: "psikoloğa götürelim seni” der. Ama psikolog bu dertten ne anlar ki.
İşte böyle anneciğim.
Derdim psikologların halledebileceği bir dert değildir. Anlatabiliyor muyum? Benim güzel anacığım".
Sabiha Hanım epeyce etkilenmişti hikâyeden. Ama hikâyenin sonunun gelip kendisine dayanması onda şok tesiri yapmıştı. Jetonları ancak yeni düşüyordu. Zeki’nin ne demek istediğini?
— Oğlum, galiba anarşistler kafanı karıştırmışlar. İsimlerini annene söyle ki onları şikâyet edelim. Bunlar çok tehlikeli insanlar olmalı.
— Onları dedeme mi şikâyet edeceksin?
— Bırak saçmalamayı Allah aşkına, kendini fazla kaptırıyorsun.
— Galiba babam geldi, zil çalıyor.
Kapı açıldı. İçeriye Kemal Bey dalıverdi. Suratından düşen bin parçaydı. Evraklarını masanın üzerine fırlattı. Doğru yemek masasına oturdu.
— Yemeği getir, çok acıkmışım. Zeki:
— Baba bu gün geç kaldın nöbetçi değildin ya?
— Ne nöbeti, bir sorgulama işi vardı. Sabahtan beri onunla uğraştım. Arada bir böyle inatçı insanlara da rastlıyoruz. Ne yapalım meslek.
— Baba çok üzüntülü bir halin var. Ters bir şeyler mi oldu.
— Hiç sorma meslek sırrı.
— Ama biz yabancı sayılmayız ki,
— Öyle ama sizi de üzmek istemem, bak beni bu vakte kadar bekleyip yemek yememişsiniz. İştahınızı kaçırmak istemem.
Sabiha Hanım yemekleri doldurup boş tencereyi mutfağa götürdü. Gelirken oğlunun babasını can kulağıyla dinlediğini görünce sevindi. Sabiha:
— Hayrola ne o? Baba-oğul fıs-fıs ediyorsunuz. Sesinizi yükseltseniz de biz de dinlesek. Kemal Bey:
— Hiç hanım bu gün ki anılarımı oğluma anlatıyordum.
— Sesini yükselte biz de bu günlük, taze-taze anılarını dinleyelim.
— Sonra senin okuldan Yasemen adında bir çocuk getirdiler.
Zeki heyecanla sormaya başladı.
— Evet, baba Yasemen’in durumu ne oldu?
— Dur oğlum anlatıyorum ya.
— Özür dilerim baba.
— Bu çocuğun kendi memleketinde bir ağabeyi vardı. Eşkıyalara katılmış. Geçenlerde girdiği silahlı çatışmada ölü olarak ele geçirildi. Adam ilçede fotoğrafçılık yapıyormuş. Kendisinde fotoğraf çektiren bütün köy koruyucularının birer adet vesikalık fotoğraflarını eşkıyalara vermiş. Nitekim korucular tek-tek öldürülmeye başladı. Korucular bunu anlayınca toptan istifa ettiler. Tabi bunu duyan fotoğrafçımız hemen soluğu dağda almış ama güvenlik güçlerinin elinden hiçbir şey kurtulmaz ki.
— Peki, baba Yasemen ağabeyinin öldürüldüğünü önce biliyor muydu?
— Hayır bilmiyordu. Bizden müjdeyi aldı. Zeki'nin içi titredi. Ama herifin kılı bile kıpırdamadı. Sanki duymamış mübarek taş gibi. O kadar işkenceye rağmen eşkiyalarla olan ilişkilerini açıklamadı. Onu korkutmak için sahte bir idam kararı çıkarttık. Ona gösterdik. Hiç oralı olmadı. Onu daha fazla korkutmak ve idam kararını ona gerçek olduğunu kabullendirmek için, infazı bekleyen iki kişinin idam edilişlerini ona gösterdik. Sıra kendisine gelmişçesine sandalyeye çıkarttık. Ama söyledim ya sanki mübarek değil, benimmişim ipe giden. Kılı bile kıpırdamadı. Ona bazı tekliflerde bulunduk, onu da reddetti. Ölüm pahasına.
— Neyi teklif ettiniz baba?
— Bizimle çalışmayı teklif ettik. Bol paralı olduğunu da söyledik ama reddetti.
— Niye baba onunla çalışmak istediniz?
— Oğlum o çok zeki. Bu birincisi. İkincisi bölgenin insanlarını daha iyi tanıyor. Onların dilini de iyi kullanıyor. Sezdiğim kadar eşkıyalarla da arası iyi, sonra onun çevresiyle de arası iyi. Onu ikna etsek bize birçok konuda yardımcı olur. Kafanın almadığı işler içinde o bize lazım. Bizimle beraber çalışsa belki kendi fikirlerinden de vazgeçer en azında duraklar. Çünkü O'nun taşıdığı fikirler komünizmden daha tehlikelidir. İnsanları bir sardı mı? Beyinleri bir ahtapotun kolları gibi kolay kol ay bırakmaz. Ben bile ondan çok etkilendim. Hala kafamda bazı soru işaretlerini silemedim.
Sabiha Hanım ilk kez konuştu.
— Senin kafanda bazı soru işaretleri kalmışsa, oğlunun kafasını çengellerle doldurmuş allak-bullak etmiştir.
— Doğru mu oğlum?
— Yok, baba, zaten kötü bir şey konuştuğu yok.
— Öyle oğlum ama bugün kötülüğün tehlikesi kalmamıştır. İyiliğin tehlikesi her tarafı sarmış ondan korunmalısın. Bulaşıcı hastalık gibidir. Anlıyor musun? Bulaşıcı hastalık gibi...
— Niye baba, biz o kadar da kötü müyüz?
— Onu da nereden çıkardın?
— İyiliklerin sadece kötülüklere ve kötülere karşı tehlike arz etmesi gerekmez mi? Oysa biz... Ne bileyim?
— Tamam, fazla dalma, karıştırmaya başladın. O çocukla da bundan sonra fazla konuşma.
— Serbest bıraktınız mı ki?
— Onu konserve yapacak değildik ya. Sonra ona önerdiğimiz teklifleri rahat ve sakince düşünmesi için ona zaman tanıdık. Eminim ki şartlar onu kabul etmeye zorlayacaktır.
Zeki hemen yemek sofrasından kalktı. Uçacak gibiydi, yatak odasına gidip uyumak istedi. Sabahın erken gelmesini istiyordu. Yasemen’i özlemişti. Merak ediyordu. Görmek istiyordu. Hep hayal etmeye başladı rüyasında görmek için.
***
Karanlık basmış, rüzgâr soğuk-soğuk esmeye başlamıştı. Yasemen emniyet sarayından çıkarken daha yeni anlamıştı, akşamın olduğu. Karanlık sokaklardan okula taraf yürümeye başladı. Her tarafı inim-inim inliyordu. Ağrıları gittikçe kendini hissettirmeye başlamıştı. Esen rüzgâra, uçuşan yapraklara aldırmadan rampadan çıkmaya başladı. Yediği darbelerin yeri soğuktan sızlamaya başlamıştı. Yüzü duvara sürtündüğü için derisi soyulmuş, tazesi dışarı çıkmıştı. Soğuk vurdukça yüzü şişiyordu. Takatti kesiliyordu gittikçe. Patlayan dudakları şişmiş, adeta tonlarcasına ağırlaşmıştı. Midesi bulandı, başı döndü, gözleri kararmaya başladı. Sağa- sola doğru yalpalanmaya başladı. Her tarafı soğuktan titriyordu. İstemeyerek kaldırım taşlarının üzerine oturuverdi. Taşların soğukluğunu bütün zerrelerinde hissetti. Vücudunda bir titreme oldu. Dişleri birbirine çarpacak kadar her tarafı titredi. Ellerini koltuk altlarına saklayarak yürümeye başladı. Rüzgâr estikçe yapraklarda kaçışmalarını hızlandırıyordu. Yas emen durdu. Sokağın başında, rüzgârdan kaçan bir grup yaprağın kendisine doğru koştuğunu gördü. Rüzgâr estikçe daha da telaşa düşüp birbirlerine çarparak kaçıyorlardı. Kaçışları acemi ve de cahilceydi. Bir tanesi gelip Yasemen'e çarptı. "Kör müsün" demek istedi sonra da vazgeçti bundan. Yaprağa baktı. Göğsünden yere düştü. Yasemen gülümsedi. Bu yaprakların kaçışları Yasemen'e anlamsız geldi. Kendi kendine "zaten sizi daldan kopardı, yerlere attı. Hala neyden korkuyorsunuz. Niye kaçıyorsunuz. Daldan kopmaktan öteye köy var mıdır, yoksa. Niye kaçıyorsunuz, niye başkaldırmıyor, karşı koymuyorsunuz." Yasemen gülümsedi düşündüklerine. Bunları yetiştirenler kaçıyorlar, boyun büküyor başkaldırmıyorlar ki bunlar öyle yapsın.
Yasemen biraz daha hızlı koşmak istedi. Denedi beceremedi. Ama gittikçe azaları donuyordu. Üzerinde fazla bir şey yoktu. Kana bulanan elbiselerini ona geri vermemişlerdi. Gazetecilere gösterir korkusuyla, Yasemen'e temiz bir gömlek verip, "bununla okula kadar idare edersin" demişlerdi ve elbiselerini gözlerinin önünde yakmışlardı.
Üstünde, giydirdikleri bir kaç düğmesi eksik tek gömlekle. Doğunun soğuk kışlarını müjdeleyen, bıçak gibi sert esen rüzgârına karşı, şişen yüzü ve dudaklarıyla, okul pansiyonunun kapısına nihayet yetişebilmişti.
Pansiyonun kapısından içeri girdi. İçerde kimseler yoktu. Her akşam olduğu gibi, bu gecede herkes etüt denen gece çalışmasına gitmişti. Herkesin bu etüt çalışmalarına, katılmaları zorunluydu. Tatil akşamları hariç, her gün akşam yemeğinden sonra iki saat etüt çalışması yapılırdı.
Yasemen, kimsenin pansiyonda olmadığına sevindi. Kimsenin onu bu halde görmesini istemiyordu. Hemen yukarı çıktı. Elleri ve kulakları buz kesilmişti adeta, hemen kalorifer peteklerinin üstüne oturuverdi. Peteklerden yükselen sıcak hava gömleğinin altında yükselerek bütün vücudunu sardı. Derince bir nefes çekti. Sıcak hava yükselerek gömleğinin yakasından dışarı çıktı. Berbat bir koku, Yasemen hemen peteklerin üzerinden ayrıldı. Ellerini saçlarına attı. Sonra ellerine baktı. Elini sanki çöp tenekesine daldırmıştı. Pislik, bir süre öylece yerinde kaldı. Adamların kendisini niye zorla banyo yaptırmak istediklerini yeni anlıyordu. Ama bütün ısrarlara rağmen reddetmişti.
Temiz elbiselerini yanına alıp hızlı-hızlı merdivenlerden inip, birinci kattaki banyoya girdi. Sular akıyordu. Her tarafı kokuyordu. Önce saçlarını iyice yıkadı, saçlarının temizliğine kanaat getirdikten sonra dişlerini sıkarak soğuk suyu başından dökmeye başladı.
Temiz elbiselerini giydikten sonra, onların verdiği gömleği bir gazeteye sarıp hatıra olarak sakladı. Acele ikinci kata çıktı. Öncelikle mescide gidip bu gün kılamadığı namazlarını kaza etti. Namazdan sonra acele gidip yatağa girdi. Yorgundu, uykusu olmasına rağmen, ağrılar-sızılar onu rahat bırakmıyordu. Yataktan çıktı, dolabını açtı. İçerde bir kutu ağrı dindirici hap alıp, dolabı kapattı. Üç tane hap üst üste ağzına attı. Çiğnemeye başladı. Haplar acıydı ama artık böyle acılar ona basit geliyordu. Ona etki etmiyordu adeta. Kendi deyimiyle yapmacık ve formaliteleri çoktan aşmıştı. Kimilerin: "Ay çok acı bir bardak su ver yoksa yutamıyorum..." dediği bu tip hareketlerden nefret ederdi. Hapları çiğnerken kutuyu yastığın dibine bıraktı. Yat ağa uzandı. Uyuması lazımdı. Yoksa birazdan etüt dağılır. Öğrenciler, onu soru yağmuruna tutarlardı. Bunu iyi biliyordu. Ve konuşacak durumda da değildi. Nevresimlerini başına çekip, ağrı kesicilerin tesir etmediği ağrılara rağmen gözlerini yumdu.
***
Yemekhaneye sabah kahvaltısını yapmaya gelen bekâr öğretmenler ve öğrenciler, Yasemen’in kahvaltı yaptığını gördüler. Bu vesileyle masanın etrafı doluşmaya başladı. Her kafadan bir ses… Herkes ayrı-ayrı teşekkür etmeye gayret gösteriyordu. Nihayet kalabalık dağılmaya başladı. Masa arkadaşları da boş tabaklarını gidip bırakıp çıktılar teker teker. Yasemen'le, Mehmet masada yalnız kalmışlardı. Mehmet kalkmadan evvela bir soru daha sordu.
— Derse girecek misiniz?
— Hayır girmeyeceğim.
— Rapor almayı mı düşünüyorsun?
— Hayır. Halledilecek başka işim var. Yoksa rapor alıp da kimi kime şikâyet edeceksin. Mehmet'in yüzü birden asıldı. Konuşacak gibi oldu. Durdu. Sonra düşünceli-düşünceli boş kapları eline alıp:
— Sizinle bir konuda konuşmam gerekiyor. Ama derse gireceğim.
Sonra konuşsak diyecektim.
— Olur, konuşuruz.
***
Yasemen kantinde oturup bir çay istedi. Bütün öğrenciler derste oldukları için, kantin bomboştu. Kantinci çayı masaya bırakırken geçmiş olsun manasında bir kafa işareti yaptı. Yasemen de aynı şekilde ona karşılık vererek teşekkür etti. Daha çayını yeni içmeye başlamıştı ki, Mehmet'in kapıdan girdiğini gördü. Saatine bakan Yasemen, derse daha epey vakit olduğunu gördü. Mehmet bir çay alıp Yasemen'e doğru geldi.
— Oturabilir miyim?
— Buyurun bununda sözü mü olur?
— Biliyor musun Yasemen, canım çok sıkılıyor. Bu yetmezmiş gibi bir de ders "felsefeye giriş". Ulan bu saçmalıkları dinlemek zorunda mıyım? Maymunlar ne pisletmişlerse, bizimkiler de bilim adına almışlar, boş-boş kafamızı şişiriyorlar. Neymiş bu böyle saçmalamış, şu şöyle saçmalamış.
— Hayrola kardeşim, çok değiştiğini görüyorum. Bu militanlık da neyin nesi?
— Sahi becerebiliyor muyum?
İkisi de gülmeye başladılar. Ama Yasemen gülerken bir yandan da Mehmet’teki bu ani değişikliklerin sebebini çok merak etmeye başlamıştı. Onu düşündürüyordu.
— Bu kadar yeter. Asıl niye bir doktora uğrayıp, yüzündeki sıyrıkları pansuman etmiyorsun? Yasemen?
— Artık böyle şeylere biraz alışmak gerekir. Biraz çekmek lazım, bazı şeyleri daha iyi görebilmemiz için.
— Öyleyse, niye derse girmedin?
— Dedim ya! Halledilecek bazı işlerim var. Bakarsın hiç derse girmem. Bakarsın okulu terk ederim. Yani işim belli olmaz. Daha tam kararımı verebilmiş değilim?
Mehmet'in yüzü sarardı.
— Yasemen kötü bir iş yapmanı hiç tavsiye etmem.
— Kötü bir şey yapacağımı da kim sana söyledi?
— Yani sen şimdi Ahmet Hoca hakkında kötü bir şey düşünmüyor musun?
— Ahmet Hoca'nın ne özelliği var ki. Onun hakkında kötü bir şey düşüneyim. Sonra benim en fazla Edebiyat ve Tarih Hocalarını sevdiğimi bilmen gerekir. Mehmet:
— Bilmesine biliyorum da...
— Eee... Bunun dası ması da neyin nesi?
— Hani onun, seni şikâyet ettiğini sanabilirsin de onun için sordum.
— Allah Allah bunu da nerden çıkarıyorsunuz. Hem benim tutuklamamın okulla bir alakası yok. Memleketle ilgili bir mesele, onu da sana izah edemem. Özel ve uzun bir mesele.
— Hani onu bir sefer tehdit etmiştiniz de. Meraktan, bir sorayım dedim.
— Bak Mehmet benim götürülüşümün sebebi özel. Yani okulla bir alakası yok. Ama kimileri bunu bahane ederek. Beni karalamak istiyorlar. Ben kimseyi tehdit etmiş değilim. Niye, bir başkası değil de ben. Sen artık bir karar ver. Benim kafam durmuş. Takmıyorum artık, dedikoduları. Takmıyorum soytarıları.
— İyi bende bunu merak ediyordum.
— Niye merak ediyordun.
— Hiç kafama takıldı da, ondan. Bak unutuyordum, nerdeyse. Müdür yardımcısıyla konuşmam gerekiyordu. Çağırmıştı da. Gidip bir bakayım da geleyim.
Mehmet masadan kalkıp yukarı çıkarken, Yasemen gülümsemişti ardından. Bazen insanlar bilmeden ne güzel yakayı ele veriyorlardı. İşte Mehmet, oysa müdür yardımcısının bir haftadır izinde olduğunu ne çabuk unutuvermişti. "Hey gidi Ahmet Bey nasıl da yo la gelmeyi öğrendin. Ama bu kadar da eteklerinin tutuşacağını tahmin etmiyordum." Yasemen gülümsedi düşündüklerine. Evet, ekmeye kalkanı, biçmek gerekiyordu, bu zamanda. Yoksa Böyle çiftçilerin ellerinden kurtulmak imkânsızdı.
Yasemen tam dalmaya başlamıştı ki, kendi deyimiyle: "Tam konsantre olmaya başlamıştı ki ..." Kantinin kapısından Mehmet ve arkasından Ahmet hoca girdi. Mehmet çay ocağına giderken. Ahmet Hoca doğruca Yasemen’in yanına gelip oturdu. Ahmet hoca:
—Geçmiş olsun, inanın ki duyunca çok üzüldüm.
—Teşekkür ederim, arkadaşlarda ne kadar üzüldüğünüzü bana ilettiler. Şahsen çok duygulandığımı belirtmek isterim. Ama o kadar önemsenecek bir şey değildi. Bilakis tecrübe kazanma açısından, bence iyi oldu. Ahmet Hoca:
— Belki düşündüğümüz doğru veya yanlış ona bir şey diyeceğim yok. Yalnız, öyle damgalanmanız sizin için, pekiyi bir şey değildir kanaatimce.
Yasemen:
— Hocam, şunu özellikle belirtmek isterim. Kaybedecek bir şeyi olmayan için, damga: kazanılmış bir madalyadır. Bu madalyanın değeri ise kimin tarafından ve ne maksatla verildiği ölçüde artar ve ona göre değişir.
Mehmet ocaktan aldığı çayları masaya bıraktı. Çaylar içilirken, koyu bir sohbete dalmışlardı. Ahmet Hocanın, Yasemen'i sevdiğini belirtmek ve öyle görünmek için yaptığı yapay ve yapmacık hareketler Yasemen'i bazen güldürüyordu. Ama Yasemen elinden geldiğince hocaya hissettirmemeye çalışıyordu.
Nihayet teneffüs zili çaldı. Sınıf kapılarının açılmasıyla, boş koridor gürültüyle doldu. Kantin kapısından öğrenciler içeri daldı. Her taraf gürültüyle doldu. Kantinin kapısından giren Ayşe, Yasemen’in masada oturduğunu görünce, masaya yaklaştı. Yasemen’in yüzündeki mor lekeleri görünce yüzündeki sevinç uçtu.
— Yasemen, başın sağ olsun. İnanın ki çok üzüldüm.
— Teşekkür ederim.
— Birde sana önemli haberim var. Onu sana sonra bildiririm.
— Olur, teşekkür ederim.
Ayşe hemen geri döndü. Yasemen önemli haberi merak ederken. Mehmet ve Ahmet Hoca'da tuhaflaşmışlardı. Çünkü biraz önce Ayşe: "Başın sağ olsun" demişti. Merakları kat-kat artmıştı. Çok kısa bir süre geçmeden Zeki içeri giriverdi. Yasemen'i görünce adeta dona kaldı. Tanınmayacak hale getirmişlerdi onu. Yasemen ayağa kalktı. Zeki, onun boynuna sarıldı. Gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı bile. Bir yandan da konuşuyordu; "Medeni vahşet! Evet, işte medeniyet budur. Zulümdür. Daha iyi anlıyorum. Sizi, sizleri".
Yasemen bir sandalye çekti.
— Takma kafana gel şöyle bir otur hele.
— Evet, takmamak elden değil, çünkü benim ba..". Sustu daha fazlasını getiremedi. Boğazından düğümlemişti kelimeler...
— Zeki, niye kendini üzüyorsun. Bizim kardeşliğimiz kan grupları, ana-baba, renk, ırk ve sosyal sınıflar, lekeleyemez. Bu bıçaklar ne kadar keskin olursa olsun. Aramızdaki kardeşlik bağını koparamaz. Bizim bağlarımız ne kopacak kadar zayıf, ne kesilecek kadar yumuşak ve yapay.
— Bunları bilmiyor değilim. Ama okulu bırakmak? Bilemiyorum...
— Daha tam kararımı vermiş değilim. Ama kararımı versem dahi üzülecek bir şey değildir.
— Her neyse ben bahçeye çıkıyorum. Derse de girmeyeceğim. Beni görsen iyi olur.
— İnşallah birazdan gelirim.
Zeki kapıdan dışarı çıktı. Yasemen tekrar oturdu. Masada oturanlar şaşkın- şaşkın bakmaya devam ediyorlardı. Ahmet Hoca sordu:
— Başın sağ olsun hayrola ne olmuş.
— Hocam inanın ki, ben de bir şey anlayamıyorum. Bu millet; öğrenci mi? Yoksa gazeteci mi? Yoksa istihbarat görevlisi mi? Bir türlü anlayamıyorum. Beni ilgilendiren meseleleri benden önce öğreniyorlar. Kendi başıma gece bir karar alsam. Millet sabah bana anlatıyor bunu. Bir türlü olayları anlayamıyorum. Bir gün gözaltına alındım. Herkes konuyu başka yöne çekmeye çalıştı. Kimileri beni karalamaya başladı. Kısacası burada bunaldım. Bıktım insanlardan, ikiyüzlülerden. Her şey bana anlamsız gelmeye başladı. Okulu bırakmaya karar verdim. Kısacası uzun hikâye şimdilik müsaadenizi isteyeceğim. Her şey için teşekkürler.
— Bir şey değil.
Yasemen'den sonra Ahmet Bey çok şaşırıp kalmıştı. Mehmet de öyle. Ya o ses kayıtları da nereden gelmişti. Onu uyaran kimlerdi. Hele Zeki'nin samimiyeti hocanın, gözünün önünde gitmiyordu. Yoksa rol mü yapıyorlardı. Yoksa kendisine karşı bir oyun mu oynamayı kararlaştırmışlardı. Tekrar kasetteki konuşmaları hatırladı. Yüzünde terler boncuk boncuklaştı. Ayağa kalktı.
— Mehmet teşekkür ederim. Benim için yaptıklarına.
— Bir şey değil hocam
***
Rüzgâr hafif soğukça eserken yapraklar köşe bucak saklanmışlardı. Üç arkadaş soğuk havaya aldırmadan bir köşeye oturmuş sohbet ediyorlardı. Zeki hiç konuşmuyordu. Yasemen’e her bakışının ardında babasının hayalini görüyordu. Yasemen’in yüzündeki her mor halkanın içinde babasının gülen hayalini görüyordu. Bu sebeple Yasemen'e bakmaktan utanıyordu adeta. Karşıdaki yüksek dağların doruklarına gözünü dikmişti. Belki baktığı yerleri hiç görmüyordu. Ayşe sabahtan sorduğu sorusunu değişik bir baskıyla tekrar sordu.
— Çalışkan bir arkadaşımızsın. Seni birçok konuda takdir ediyoruz. Zor olsa da okulu bitirmeye çalış. Emeklerin boşuna gitmesin sık dişini. Senin için hayırlı olacağına inanıyoruz.
Yasemen:
— Arkadaşım mesele diş sıkmakla olunacak bir mesele olsaydı, zaten benim için pek bir önemi olmazdı. Hiç kimsenin benim kadar dişini sıkacağına inanmıyorum. Ama bir de işin arka planı vardır. Benim kalkıp, tüm dişleri dökülmüş, kırılmış ve söktürülmüş kimselerden, dişlerini sıkmalarını beklemem. Onları, düpedüz kimi çelik dişliler tarafından çiğnenmelerine, yutulmalarına ve yok olmalarına göz yummam demektir. Oysa bizi ezen kimi, çelik dişlilerin ve dişlerin kırılması için benim onlara, onların da bana, bize ihtiyaçları vardır. Bu sebeple bırakmam gerekiyor.
Okulu bırakmamamın daha hayırlı olacağına gelince. Öncelikle şunu ifade etmek isterim. Eğer Allah benim hakkımda bir bela buyurmuşsa, kimse onu benden savamaz. Muhakkak bana ulaşır. Yok, benim hakkımda bir iyilik nasip kılmışsa, bunu da kimse engelleyemez. Mutlak bana ulaşır. Zaten insan kendisi hakkında neyin hayırlı, neyin hayırsız olduğunu bilmiyor. Kimi işlerde bizim hakkımızda hayırlı olduğunu sanıyoruz. Yerine gelmesi için çok mücadele ediyoruz. Ama o iş nasip olmuyor, üzülüyoruz. Bizim içi n öyle hayırlı olduğu için Allah öyle dilemiştir. Kimi işleri de kendimiz için hayırsız ve kötü biliyoruz. Ama sonunda bizim için hayırlı olduğunu görüyoruz. Bunu ancak Allah bilir, biz bilemeyiz.
Özgür olarak doğan insanın, sonra kendi eliyle çevrenin etkisiyle, bir takım menfaatler için kendini zincirlere vurması başkalarına kul köle olması doğru değildir. Sorumluluk hissettiğin yerde durmamalısın. Zincirleri kırabilmelisin. Derslerden bırak ılırım, okuldan atılırım, zindanlara giderim korkusu, bütün bu zincirlere köle olmamalısın, araçlar, amaçlar için feda edilmelidir. Amaçlar araçlar için değil.
Ayşe:
— Dediğin şeyler, doğru şeylerdir ama
— Neyse bunları boş verelim, bana vereceğin haberi merakla bekliyorum.
— Şey aslında.. Nasıl diyeyim ki.
— O kadar zor bir şey mi ki?
— Yoo... Altı edebiyat sınıfından Nalânı tanıyor musun?
— Ne yazık ki, ama size şunu sorayım. Sen hiç futbol maçlarına gittin mi, seyrettin mi?
— Gitmesine gitmedim ama televizyonda ara sıra seyrederim. Ne olmuş.
— Şöyle sahada yirmi iki oyuncu vardır. İzleyen binlerce seyirci vardır. Herkes önüne gelen topa şut çeker, kalecilerde yakalamaya çalışırlar. Ama bir düdük çalınca maç biter. Herkes kendi yoluna gider, top ortalıkta kalır.
Hakemler olmasalar belki ömür boyunca orada kalır işte o dediğin Nalân’da öyle bir şey. Ama jetonları düşünceye kadar, maç biter sanırım.
— Onun hakkında çok yanlış düşünüyorsun.
— Yok, bilakis gerçeği söylüyorum. İkinci sınıfta iki hafta aynı sınıfta okuduk onu iyi tanırım.
— Bu futbol topu benzetmenizin bana dokunduğunu ifade etmek isterim. Eğer sizin bu durumunuz söz konusu olmasaydı. Size küserdim. Oysa Nalân’ın örtündüğünü size müjdelemek istiyordum.
— Örtünmesi güzel bir olay ama müjdeyi niye bana veriyorsun.
— Şeey çok sevineceğini tahmin etmiştim.
— ...
Yasemen sustu konuşamadı. Zeki'ye baktı. O hala hayal dünyasındaydı. Yasemen, Ayşe'yi hayal kırıklığına uğrattığının farkına vardı. Ve kendisi sessizliği bozmak zorunda kaldı.
— Sevinmedim desem yalan olur. Ama çok şaşırdığımı şoke olduğumu belirtmek isterim. Çünkü hiç beklemediğim bir şey. Ama hidayet Allah'tandır. Zaten ayet-i Kerime'de şöyle buyruluyor. Rabbimiz: "Gerçek şu ki, sen, sevdiğini hidayete eriştiremesin, ancak Allah, dilediğini hidayete eriştirir; O, hidayete erecek olanları daha iyi bilendir". Ayşe:
— Ama ben sevindiğinizi göremiyorum. Yoksa yanılıyor muyum? Oysa sevindiğinizi belirtmiştiniz.
— Doğru söylersiniz. Nalânın durumuna çok sevindim ama bazı gerçekler var ki.
— Ne gibi?
— Şimdi, kızmayacaksınız. Tekrar futbol örneğini vermek istiyorum.
— Yoo, kızmam söyleyin.
— Öyleyse arkadaşıma söyleyeyim. Şimdi maç sırasında bir topla oynanır. Ama bu top bir şutla patlarsa veya seyircilerin arasına gidip geri gelmezse, hemen yandaki yedek toplardan biri oyun alanına sürülür. Oyun yine devam eder. Gerçi Nalân bu kararıyla oyuncuların ayaklarından kurtulduğu gibi yedek olmaktan da kurtulmuştur. Oysa insanın çok sevip saydığı, değer verdiği arkadaşlarının hâlâ yedekte beklemesi insanı üzüyor. İnsanı adeta eritiyor. Bilmem anlatabiliyor muyum?
Ayşe'nin yüzü birden asıldı. Gözlerinden ilk kez yaş akmaya başladı. Sararan yüzüyle konuşmaya başladı.
— Demek ki, sizin gözünüzde, ben bir yedek top'um. Bir top.
— Hayır, arkadaşım yanlış yorumluyorsunuz.
— Hayır, anlamayacak kadar cahil değilim.
— Bu noktaya getireceğinizi bilseydim anlatmazdım.
— Yasemen. Lütfen ısrar etmeyeniz.
— Buyur konuşun sizi dinliyorum.
Zeki de ilk kez dalgınlıktan sıyrılmış. Dikkatle Ayşe'ye bakıyordu. Ayşe yavaş ve üzüntülü bir ifadeyle konuşmaya başladı.
— Yasemen okula beraber kayıt yapmıştık değil mi?
— Evet.
— Peki, benim kayıt yaptırdığım gün ki hareket ve davranışlarım ile üç sene sonra yani bugünkü hareket ve davranışlarım arasında bir fark, bir değişiklik sezebiliyor musun?
Ayşe:
— Hayır. Hiç bir değişiklik görmüyorum.
— Ben şimdiye kadar hiç kimseyle özel sorunlarım hakkında konuşmadım. Ama okulun bitmesine az bir zaman kaldığı için anlatmaktan mahzur göremiyorum.
Benim, bu liseye kayıt yapmam, üniversite de okuyan ablam ve ağabeylerimin ısrarı üzerine oldu. Yoksa diğer lise evimize daha yakındı. Ama "bu lisenin eğitimi çok iyi, bütün öğrenciler üniversiteyi kazanıyorlar" diye buraya kayıt yaptım. Okula başlamadan bir hafta önce ablamın düğünü vardı. Düğün gününde annemi kaybettim. "Gözlerinden yaşlar akmaya başladı." Annemin gidişi beni çok sarstı. Ama yüksekokulda okuyan kardeşlerimin tavırları beni çok üzdü. Onlardan azda olsa nefret etmeye başladım. Demek okuyan insanlar hep öyle duygusuz, taş kalpli oluyorlar diye düşündüm. O gün karar verdim.
Okuyacağım ama değişmeyeceğim. Taşlaşmayacağım. Annemi unutmayacağım. Onun anısını çiğnemeyeceğim. Onun bende ayrıldığı o günkü halimle kalmaya yemin ettim. Değişmeyeceğim. Değişmeyecektim. Bunun için hiçbir şeyden etkilenmemek için her şeyi boş verme ye karar verdim. Ve bu güne kadar annemin anasını çiğnemedim. Annem giderken saçımı o örmüştü. Onun stilini asla bozmadım. Ve her örüşümde onun ördüğünü, onun saçlarımı bağladığını hissediyorum. Ağlıyorum-ağlıyorum. Anne hasretinin ne demek olduğunu siz bilemezsiniz. Ben de diğer insanlar gibi saçlarımı kestirip bir modaya uydurabilirdim. Ama ondan sonra her saçımı taradığımda annemi nasıl hatırlayabilirdim. Hatırlasaydım dahi hissedemezdim ruhumda. Anlatmak pek güzel değildir belki benim evde h er çeşit elbisem ve pantolonlarım var. Çünkü ağabeyim gelir yeni bir model getirir. Ablam ve diğer ağabeyim de öyle ama hiç birin giyemiyorum. Hepsi dolapta bekliyor. Eski de olsa annenim beğendiği model elbiselerini giymek daha da hoşuma gidiyor. Onu hep yanımda hissediyorum. Kim ne derse desin ben değişmeyeceğim.
Tabi bu sayede insanları tanıdım. Kimlerin ne mal olduğunu iyi anladım. İlk günlerde hemen herkes gelip teklif etti. Bu sayede bütün futbolcuları tanıdım. Hele terslediğim kimi futbolcuların benim üzerimde hak iddia etmeleri beni kamçıladı adeta daha da sıkı sarıldım aldığım kararlara. Daha iyi anladım insanların niyetlerini, daha iyi görebildim gerçek yüzlerini ve nefret ettim. Nefret ettim tüm insanlardan, annemden başka. Sizin gibi arkadaşları şimdi bunun dışında tutuyorum.
Şunu iyice belirtmek istiyorum. Bütün futbolcuların tekliflerine rağmen hiçbir zaman top olmadım, oyuncak olmadım. Ama sizin beni yedek toplardan biri olarak görmenizin, beni kötü yaraladığını belirtmek isterim.
Zeki nihayet konuştu:
— Arkadaşım, sizin biraz evvel anlattıklarınız doğru, buna tanıklık edebilirim. Zaten bu özelliğinizi takdir ediyorum. Zaten bu özelliğinizden dolayıdır ki, sizinle böyle arkadaşça konuşabiliyoruz. Yoksa belirttiğiniz gibi, siz ne kadar futbolculardan nefret ediyor ve top olmamaya gayret ediyorsanız biz de öyle düşünüyoruz. Yani topların bütün cazibeliklerine rağmen, Asla futbolcu olmaya yanaşmadık. İşte bu ortak özelliklerimizden dolayıdır ki, arkadaş olduk. Yoksa diğer insanlardan ne farkımız kalırdı. Ama Yasemen’in yaptığı genellemeyi kendi üstünüze almanızı doğru bulmuyorum. Bir kere sizi istisna ediyoruz. Bunu bilmen gerekir.
— Bunu bilmesini bilirim ama yine de böyle konuların gündeme gelmesi beni rahatsız ediyor. Sonra bunları konuşmak için bu soğuk havada beklemiyoruz. Yasemen bize abesinin durumunu anlatacaktı, bunun için derse girmedik. Öyle değil mi Zeki?
— Doğru söylersiniz.
— Öyleyse, Yasemen bize anlatır mısınız?
— Şimdi, arkadaşım Zeki size anlatmıştır meseleyi. Çünkü onun babasından öğrendiğinden başka bir şey ben de bilmiyorum.
— Olsun sizden duymak istiyoruz.
— Peki, madem ısrar ediyorsunuz anlatayım. Başlamadan önce, sonradan unutmamak için şimdiden söyleyeyim. Nalân’ı örtündüğünden dolayı tebrik etmek istiyorum. Ama fazla tanışıklığım olmadığı için bu mesajımı siz ona iletirsiniz.
Ayşe:
— Ona ne diyeceğimi söyleyin, iletirim.
— Yok, bir şey söylemeyeceğim, yalnız ablam üniversitede okurken o da Nalân gibi örtünmüştü. O zaman Müslüman arkadaşları ablama bir tebrik mektubu yazmışlardı. O mektubun fotokopisi bende mevcut ona o yazıyı göndermek istiyorum...
Ayşe:
— Olur, bana verin kendisine veririm.
Yasemen:
—Teşekkür ederim. Ağabeyimin meselesine gelince karmaşık mesele. Ağabeyim, "Allah, ben sizin rabbiniz değil miyim?" sorusuna "KaluBela”da sen bizim rabbimizsin" diye cevap vermiş. Ve hiçbir zaman başkaları için yaşamayı kabul etmemiştir. Bu yaşayış kimi sahte ilahların ağrına gitti ve onu şehit ettiler.
Ayşe:
— Nasıl yani, biraz açıkla anlamıyorum.
— Nasıl anlatsam bilmem ki... Şu duvarın kenarında güneşlenen kızı görüyor musun?
— Evet görüyorum.
— Bu soğuk havaya rağmen ki görüyorsunuz biz kalın giysilerimize rağmen üşüyoruz. Ama zavallı kızcağız, incecik çoraplar, affedersiniz bikinisi ve okul forması dışında bir şey giymiş değil. Peki, şimdi bu zavallı üşümüyor mu? Şüpheniz donuyor. Ama kendisi için yaşadığı kişi onun böyle giyinmesini istiyor. Erkekler öyle istiyor. Kendini onlara beğendirmek zorundadır. Göreceksiniz, yarın kar iki metreye ulaştığında bu zavallılar yine aynı kıyafetle okula gelecekler. Çünkü erkek; "sen benim için yaşıyorsan benim istediğim gibi giyinmelisin. Ben soğuk da olsa, sıcak da olsa öyle gelmeni istiyorum". Eğer bu kız kendisi için yaşıyorsa ihtiyacına göre giyinir. Eğer Allah için yaşıyorsa Allah'ın belirlediği kurallar çerçevesinde giyinir. Yok, eğer er kekler için yaşıyorsa bu soğukta bile ince çoraplarıyla, minisiyle gelmek zorundadır. İşte bütün işlerde kaide kural budur. Bugün rejim Allah'ın kanunlarına rağmen kanun koymuş olup insanlara gelin boyun eğin, itaat edin" diye çağrı yapıyor. Oysa Allah da bize aynı çağrıyı yapmıştır. İki çağrıya birden "evet" denilemez. İki çağrıya birden "boyun eğilmez". Çünkü ikisi birbirine tamamen zıttır. Birini evetlerken diğerini reddediyoruz. Birine baş eğerken birine baş kaldırmış oluyoruz. Ağabeyim Allah' a baş eğemeyecek kadar düzeni ilah edinmemişti. Ağabeyim düzene başkaldıracak kadar Allah'a baş eğmişti.
Düzen, ağabeyimin Allah'a itaati kadar kendisi için asi görmüştü. Allah'ı ilah edinmişti. Bütün çağrıları: "ben sizin en büyük rabbininizim". Kendimden başka sizin için herhangi bir ilah göremiyorum" demelerine rağmen. Ağabeyim "illallah" diyordu. Medeni Hukuk ve kanunlara rağmen ağabeyim Kur’an-ı gösteriyordu. Bu medeni ve modern kelimeler "O'na dini yalanlatamazdı. Çünkü Allah hükmedenlerin en güzeli idi". Bu da Firavun ve mirasçılarının hazmedemeyeceği bir nokta idi. Ama Musa'nın mirasçıları da hakkı gördükten sonra ellerin ve ayakların çapraz kesilme tehdidine aldırış etmezlerdi. Firavun'un, mirasçıları, miraslarından vazgeçmedikleri gibi Musa'nın mirasçıları nasıl vazgeçebilirlerdi miraslarından? Ve ağabeyim, tarihteki bize ait olan, zulme başkaldırışı sembolize eden kıyamı ve kırmızı şahadet çizgisini biraz daha ileriye götürerek, bir daha dönmek arzusuyla elbiseleriyle beraber gitti..." Bir âlimin deyişiyle "şehid vermedik, biz şehid kazandık". Bundan dolayı üzülmüyorum. Seviniyorum bir bakıma Madem eninde sonunda öleceğiz. En güzel şekilde ölmek daha doğru değil mi? Allah yolunda ölmekten, daha güzel nasıl bir ölüm olabilir.
İnsanın, yüz yaşında, sırtı işlediği günahları taşımaktan kamburlaşmış, her tarafı titrer bir vaziyette bastonlarla Allah'ın huzuruna varması başka, genç olarak mis gibi kokacak olan şahadet kokusuyla çıkması başkadır.
Başınızı fazla ağrıttım, öğle namazına da az kaldı. Kalkmam gerekiyor. Ama daha detaylı bilgi için bana gelen bir mektubu size vereyim. Zaten bu mektuptan başka bana herhangi bir bilgi ulaşmış değil. İsterseniz onu size vereyim?
Zeki:
— Çok iyi olur...
— Yalnız öğretmen ve öğrencilerden kimsenin bilmesini istemiyorum.
— Sen istemedikten sonra ağzımızdan çıkmaz.
Yasemen elini cebine attı. Buruşturulmuş bir zarf çıkardı. Zeki'ye uzattı:
— Sizler bu mektubu okurken ben de gidip Nalân’a göndereceğim yazıyı getireyim. Okul dağılmak üzere, Ayşe:
— Olur, sizi bekliyoruz.
Zilin sesi okul bahçesinde yankılanırken Yasemen pansiyonun merdivenlerinden hızlı-hızlı inmeye başladı. Yazıyı buluncaya kadar epeyce vakit geçmişti. Bütün defterlerin içini tek-tek aramıştı, ancak bulabilmişti. Kapıdan dışarı çıkarken okul bahçesi öğrencilerle dolmaya başlamıştı bile. Ayşe ve Zeki kapının girişinde Yasemen'i bekliyorlardı. Pansiyonun alt katı olan yemekhaneye nöbetçi öğrenciler girmişlerdi bile. Yasemen yanlarına vardığında ikisinin de yüzünün sararmış olduğunu görüyordu. Anlaşılan okudukları mektuptan çok etkilenmişlerdi. Yasemen bir zarfa koyduğu yazıyı Ayşe'ye uzattı.
— Sizi çok beklettim kusurumu bağışlayın. Ancak bulabildim. Ayşe:
— Okumamda herhangi bir sakınca var mı?
— Yok. Bilakis okursanız daha iyi olur.
— Teşekkür ederim. Zeki:
— Yasemen, mektubunu okuduk inanın çok etkilendim. Olayın gerçek şeklini öğrendiğime yeni inanıyorum. Yalnız, eğer sakıncası yoksa bu mektup bende kalsın.
— Dedim ya öğretmen ve öğrencilerden daha başka kimselerin öğrenmesini istemiyorum. Mektup sizde kalabilir ancak bana fotokopisini gönderin ya da aslını, çünkü Allah nasip ederse ilerde bu konuları anlatan bir kitap yazmayı düşünüyorum. Bu mektubu da orada işleyeceğim. Çünkü bu tarihi bir belgedir.
— Olur, fotokopisini çekip aslını size göndereceğim... Kitabını da şimdiden merak ediyorum.
— Oldu ben namaza gideceğim. Sizin de daha eve gidip, öğle yemeği yemeniz gerek geç kaldınız. İnşallah yarın yeniden görüşürüz. Ayşe:
— Niye öğleden sonra okulda değil misiniz?
— Hayır, bir yere gitmem gerek.
— Oldu buluşmak üzere...
— Güle güle.
Yasemen pansiyonun merdivenlerinden ağır-ağır çıkarak mescide doğru gitti. Bir daha Allah'a boyun eğdi Tağutlara başkaldırırcasına...
***
Öğrenciler yavaş yavaş yemekhanede dağılmaya başladılar. Yasemen’in karşı tarafından oturan Ali bir daha sordu:
— Yasemen cidden gelecek misin?
— Müslüman’ın sözü senedidir. Söz vermişsek geleceğiz demektir...
— Bilmem geleceğine bir türlü inanasım gelmiyor da.
— Niye inanmıyorsun ki, biz bağımlı değiliz ki başka yerlerden izin isteyelim. Aklımız da ağabeylerin cebinde olmadığı gibi ağabeylerin aklıyla da kararımızı vermiyoruz.
— Yine bize taş attın...
— Hâşâ sümme hâşâ... Taş ancak Suudi Amerika'da atılır.
— Yine işi gırgıra dökmeye başladın.
— Ne yapalım ne konuşsam üstünüze alınıyorsunuz.
— Her neyse geç kalıyoruz, çıkalım.
— Çıkalım.
İki arkadaş konferansın verileceği sinema salonuna doğru ilerlediler. Ali:
— Biraz çabuk ol geç kalıyoruz...
— Önemli değil zaten ne konuşacakları şimdiden belli...
— Nereden biliyorsunuz?
— Bilmeyecek ne var ki, çizgileri belli, Yine Rusya'ya zehir kusacaklar ama Amerika'ya tebessüm edecekler...
— Yine sözü Amerika'ya getirdin...
— Sen niye anlamak istemiyorsun. Müslümanlar özellikle ABD'ye karşı uyanık olmalıdırlar. Çünkü Amerika’nın amacı iki tarafı kılıç olan İslam’ın; İsrail ve Amerika'ya bakan yüzünü iyice köreltmek. Sovyetlere bakan yüzünü ise iyice bilemek istiyor... Bu gün Amerika'nın bazı İslami gruplara tebessüm etmesi boşuna değildir.
— Ama Amerika'nın bize yan baktığını sen de iyi biliyorsun...
Yasemen:
— Amerika'nın size yan baktığı doğru ama İslami olan yönünüzden ziyade milliyetçi olan yönünüzden dolayı size yan bakmaktadır. Çünkü Amerika'nın çıkarları milliyetçi veya radikal İslami hareketlerden zarar görür.
— Ama bizim hareket bu iki unsuru da bünyesinde barındırır. Yani bir deyişle: Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslümanız.
— Kardeşim niye anlamıyorsun. Gerçek İslam bölünmeyi -koalisyon- kabul etmez. Zira hiç bir ek bünyesine uymaz. Yani İslam bünyesi organ naklini kabullenmez. İslam’ın sentezlere ihtiyacı yoktur. Bu sebeple ben ne Türk-İslam, ne de Kürt- İslam sentezlerini kabul etmem. İslam’ın yamaya, yamalanmaya ve yama olmaya ihtiyacı yoktur. Allah bizlere "Müslüman" isminden başka ismi hoş görmemiştir.
Ali:
— Neyse susalım sinemaya yetiştik. Aynasızlara belli etmeden içeriye sıvışalım.
— Yoksa aranız bozuldu mu?
— O eskidendi, çabuk gerilim içeriye...
Yasemen içeri girerken, salonun dolmak üzere olduğunu gördü. Sinema solunu iki katlıydı. Üstü yalnız bayanlara mahsus bırakılmıştı. Bayanlardan çoğunluğunu açıklar teşkil ediyordu. Ama örtülülerde az değildi. Aralarında çarşaf giyenler vardı. Ama bunlar azınlıktaydılar... Alt katı erkekler doldurmuştu. Çok az öğrenci kesimi vardı. Kimisin sakalı varken, kimisin yoktu. Ama tek değişmez nokta. Bıyıklarıydı. Salonun değişik yerlerinde bez afişler asılıydı. Bu afişler genellikle ülkücü camianın çıkardığı dergilerin reklâmlarını içeriyordu. Sinemanın beyaz perdesinin, sağa bir bayrak, solunda başbuğun resmi yer alıyordu. İkisinin ortasında büyük harflerle "ÜLKÜCÜ TAVIR" adlı konferansımıza hoş geldiniz ibaresi yazılıydı.
Yasemen çekine-çekine oturdu. Ali'nin yanına. Daha konferans başlamamıştı. Gürültüyle beraber çalınan mehter marşlarından, kimsenin sesi, kimse duymuyordu. Yasemen bir kaç kişi ile tanıştı. Hemen herkes yüzündeki yaraların sebebini soruyordu. Ali sürekli gerekli açıklamaları yapıyordu. Birden bir alkış tufanı koptu. Bütün gözler sahneye çevrildi. İki gencin taşıdığı, kırmızı güllerden oluşmuş çelenk, konuşmanın yapılacağı masanın sağ tarafına bırakıldı. Çelenk'in üstüne "Eylüllere rağmen var olacağız" yazısını salonda kimileri de tekrarlayarak sesli okudular. Sunucu gelince alkış kesildi. Genç sunucu konuşmaya başladı.
— Kıymetli ülküdaşlarımız, hepiniz hoş geldiniz şeref verdiniz.(Alkışlar)
Öncelikle Bursa Özel Tip Cezaevi ülkücü kardeşlerimizin bizlere gönderdikleri bildirilerini okuyarak başlamak istiyoruz.
Bismillahirrahmanirrahim.
Bizler, Bursa Özel Tip Cezaevi ülkücüleri olarak bütün dünya kamuoyuna ilan ederiz ki:
Haçlı zihniyeti ile Müslüman Türk'ün katline ferman çıkaran bütün emperyalist ülkelerden hesap sormanın azmi ve kararındayız!
Onlar Sovyet Rusya'nın iç meselesidir. "Etnik çatışmalardır" diyerek, gözlerini gerçeklerden kaçıran, başta sorumsuz T.C. Devlet Cumhurbaşkanı olmak üzere, bütün nemelazımcı, korkak ve uşak ruhlu yöneticileri nefretle kınıyoruz.
Ermenistan depremine tırlar dolusu yardım malzemesi gönderirken, Azeri kardeşlerimizin yaralarını sarmaya çare olmayan yönetimi çekilmeye davet ediyor ve haykırıyoruz.
"Müslümanlar kardeştir" ilahi hitabına muhatap olan bütün mümin kardeşlerimiz; Hak-Batıl mücadelesinin sürdüğü Azerbaycan cihadına omuz ver! Cezaevlerinde de olsak kanımızı Azerbaycan'a vermeye hazırız.
Yaşasın! Azerbaycan'ın bağımsızlık savaşı...
Yaşasın! Rus kâfirine, Moskof piçine karşı verilen şanlı mücadele...
Yaşasın! Kızıl emperyalizme karşı Müslüman Türk'ün Yiğit kıyamı...
Allah'u Teâla Azerbaycan'daki şehitlerimize rahmet, direnenlere yardım etsin...
Özel Tip Cezaevi Ülkücüleri/Bursa
Ve salon alkışlarla boğuldu arada slogan atanlar da vardı.
Sunucunun daveti üzerine genç sakallı biri masaya yaklaştı. Tekrar alkışlar salonu çınlattı. Konuşmacının el işaretiyle dinleyiciler ancak sessizleşebildiler.
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd Âlemlerin Rabbi, yoluna baş koyduğumuz, Cenab-ı Allah'a mahsustur. Salât ve selam Âlemlere Rahmet olarak gönderilen, yolunda yürüdüğümüz Cenab-ı Peygamber Efendimize ali'i ve ashabınadır.
Bizler ülkücü gençlik olarak bütün Müslümanlara duyururuz ki; dün olduğu gibi bugün de ülkücü hareketin soylu kavgasını asıl mecrasında saptırmaya ve imanlı gönülleri yanıltmaya yönelik senaryolar yeniden tezgâhlanmak istenmektedir. Son günlerde hız kazanan bu oyunları biliyor, üzülerek ama hassasiyet içerisinde takip ediyoruz. Gerek bu oyunları boşa çıkarmak gerekse mümin kardeşlerimizin yanlışlara düşmesini önlemek için tavrımızı bir kez daha açıkça ortaya koyma lüzumunu hissettik. Yapacağımı z açıklama ve ikazlar üzerinde de bütün Müslüman kardeşlerimizi tefekküre davet ediyoruz.
Ülkücü demek: İlay-ı kelimatullah için, Nizam-ı Âlem diyen iman erleri olarak tarif ve tasnif ve de tasvir edebiliriz! Ülkücü, Allah'a, Resulün sünnetlerine, icmaya, kıyasa ve şeriatın diğer delillerine teslim olmuş insandır! Ülkücü bu ölçünün dışında başka bir ölçü tanımaz, başka bir amaca bağlanmaz! Çünkü, ülkücü, davasının bütününü benimsemiş, buna yan bağlanan ve bu düşüncelerini düşünceden fiiliyata geçiren aksiyoner insandır! İmanın bekçisi, Allah'ın askeridir.
Bu hareket hakkında bilgi sahibi olmak isteyen her insanın yapması gereken şey, ilk insandan başlayarak insanlığın tarihini öğrenmek ve Allah davasının bu tarihi süreç içerisindeki seyrini izlemek olmalıdır. Zira ülkücü gençliğin davasının başlangıç noktası Hz. Âdem’le başlayan ve son peygamber Hz. Muhammed Mustafa (sav)'e kadar devam eden mücadele halkalarının oluşturduğu iman zinciri şeklinde süren, son peygamber Hatem-ül Enbiya’nın ve eşsiz sahabe kadrosunun şahsında karanlıkları bir kere daha yırtarak beşeriyeti düştüğü zillet çukurundan çıkarıp, hayra boğan, insanlığı kan davalarından, kavim-kabile taassubundan, köleleri zincirden, kadınları alınıp satılan birer meta olmaktan, kız çocuklarını kuma gömülmekten, fakir fukarayı tekelci sermayenin hâkimiyetinden, insanları kendi yaptıkları putlara tapmaktan, halkı Dar-u Nedve’nin diktarlüğünden kurtararak asr-ı saadeti kuran iman davasıdır.
Bu yüzden bize göre ilk ülkücü Hz. Âdem, en büyük ülkücü ise "Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım" hitabının muhatabı olan Hz. Muhammed Mustafa (sav)'dır. Ve ülkücüyüm diyen insan, ülkücü hareketin serdarı olan Resulün izinden yürür!.. Bundan dolayı utanmaz, bilakis şeref duyar... Ülkücünün bundan başka bir ideal ve gayesi yoktur...
Dünyanın değişen şartları içerisinde değişmeyen tek şey, ülkücünün fikridir, zikridir, karakteridir, idealidir. Ülkücü, bulunduğu zemine göre renk değiştiren iki ayaklı, insan suratlı bukalemunlardan nefret eder. Çünkü ülkücü zamana ve zemine göre renk değiştirmez. Zamanı ve zemini kendi fikri ve inançları istikametinde değiştirir. Bulunduğu çağa İslam'ın mührünü vurur!
Belki, Ülkücüyü, ezebilirler, kırabilirler, hatta öldürebilirler de! Ama asla eğip, el etek öptüremezler! Yağcılık ve yardakçılık ettiremezler... Zira o mümindir, mütakidir!.. Hürriyeti Allah'a esarette arayan insandır. Niçin yaratıldığını bile n kulluk vazifesini en güzel şekilde, yapmaya çalışan kâmil kişidir. Vakurdur. Küfre karşı yürekli, kararlı, şecaatlidir.
Ülkücü soyunu inkâr etmez!.. Soyundan dolayı utanmaz, ama soyu ile de övünmez. Soyu ile övünmenin İslam'a aykırı olduğunu bilen, insanlığı bir tarağın dişleri gibi eşit olarak gören ve üstünlüğün takvada olduğuna inanan şuurlu insandır. Kavim, kabile, bölge taassubuna karşı savaşan, Allah'ın adını yüceltme uğruna can veren insandır.
Ülkücünün, amacı, aracı, davası, kimliği ve hedefi İslam'dır. İslami bir toplum oluşturmak, İslam'ı hayat sistemi olarak benimsetmek için çaba sarf eder. Ülkücülük, fitne kalmayıncaya ve din Allah'ın oluncaya kadar savaşmaktır.
Ülkücü, imanın güzel ahlaktan ibaret olduğunu bilen ve Resulün ahlakıyla ahlaklaşmaya çalışan kişidir. O inancından ve inandığı değerlerden asla taviz vermez. "Bir elime ayı, bir elime de yıldızları verseniz, yine de beni yolumdan döndüremezsiniz" diyecek kadar olursa olsun o sadece inancının gereğini yapar. Taviz karlık onun karakterine zıttır. O, Urallar gibi heybetli, Everest gibi yücedir. Merttir, yiğittir, dürüsttür!.. El, ayak oyunlarından uzaktır. Kati kullu bilmez. Açıktır, açık yüreklidir...
Bugün ülkücü hareketin net bir tavır almadığı kavramlardan birisi Devlet anlayışıdır. Özellikle içinde yaşadığımız topluma hâkim olan T.C. devletine karşı net bir tavır belirlemiş değiliz. Kimilerine göre bu devlet bizimdir. Kimilerine göre de bu devlet küfür devletidir. Ve dolayısıyla bizim devletimiz değildir. 12 Eylül öncesinden beri sürüp gelen bu farklı yaklaşımları hala netleştirmiş değiliz. Oysa doğru tektir, buna göre bu kabullerden birisi doğru, diğeri yanlıştır. O zaman yapılması gerek en Cenab-ı Hakkın "... Bir meselede münakaşa ederseniz Allah'a ve ahiret gününe imanınız varsa eğer o hususta Allah'a (Kuran’a) ve Resulüne (Sünnet'e) müracaat edin, bu daha güzel ve en hayırlı hal çaresidir". (Nisa/59) buyruğuna itaat ederek, meseleyi İslami hükümlerin ışığı altında değerlendirip bir çözüme varmamız gereklidir. Mademki, ilay-ı Kelimatullah için Nizam-ı Âlem davasını savunma iddiasındayız. O zaman kabul ve retlerimiz de Allah (cc)'nin hükümlerine göre şekillenecektir. Bundan hareketle T.C. devletinin İslami hükümler karşısındaki yerini tespit etmek gerekir.
Bilindiği gibi T.C. devletinin anayasası bir kısım insanların kendi kanaatleri doğrultusunda oluşmuş beşeri bir anayasadır ve bu devletin hukuki temeli ve temel felsefesi laik bir muhtevaya sahiptir. Buna göre din ve devlet işleri ayrı ayrıdır. Ve kanun yapma hakkı anayasa çerçevesinde olmak kaydıyla TBMM'ye aittir. Dinin bu konuda hiçbir etkisi ve fonksiyonu olmadığı gibi, böyle bir durumu T.C. Devleti reddeder ve yasaklar. Bütün bunlar herkesçe bilinecek kadar basit ama önemli gerçeklerdir.
İslam’da ise, "Hüküm ancak Allah'ındır". (12/40) Hâkimiyet ve kanun yapma hakkı Allah'tan başka güç ve otoritelere verilemez. Allah'tan başka hâkimiyet kaynağı tanımak küfürdür. Allah'ın hükümlerinden başka hükümleri temel alan bütün düzenleri İslam şirk olarak değerlendirdiği gibi, bu tür yapılanmalara itaat etmeyi ve bu yapılanmaların hukuki zeminini meşru görmeyi, ona meşru demeyi de şirk olarak vasıflandırmıştır. (bkz. E.H. Yazır H.D.K. Dili, Cilt 3)
Sonuç olarak Cenab-ı Hakk'ın indirdiği hükümlerle, hükmedilmesi esastır. Bunun dışındaki bütün sistemler, bütün ideolojiler, İslam'ın dışında ve karşısındadırlar. Öyleyse Allah'ın küfür diye bildirdiği bir beşeri düzene sahip çıkmak veya onu meşru addetmek bir müminin yapacağı iş değildir. Öyleyse ülkücü hareket T.C.'ye "bizimdir" diyemez ve deme hakkı yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak, Ahzab/36'daki, buyruğuna rağmen, İslam davasının kavgasını verme iddiasında bulunan hiçbir şahıs ve hareket bir yapılanmaya sahip çıkamaz. Bilakis onu reddetmekle yükümlü olur. Çünkü "bir insanın şirk olan sözünü bir cemaat kabul etse o cemaat kâfir olur." (M.Hüsrer Gürer ve Dürer, C I, s.324)
Bütün bu gerçekler göz önüne alındığındı; İslam'ın küfür diye yaftaladığı bir yapılanmanın meşruluğuna inanmak yahut o devlete bizimdir demek, İslami endişesi olan insanlar için mümkün değildir. Ama buna rağmen ülkücü hareketi yönlendirme konumunda olup fikir vitrininde boy gösteren bir kısım insanlar kalkıyor ve "T.C.'yi kuran felsefe ülkücü hareketin felsefesidir" diyor. Yahut "Ülkücülük, T.C.'yi korumak ve yaşatmak için her türlü fedakârlığa katlanmaktır" diyor. Oysa İslam'ın reddettiğini kabullenmek, İlay-ı Kelimatullah için Nizam-ı âlem davasını savunmakla tezattır. Eğer dava İslam’sa, bu kabul yanlıştır. Hele-hele bu yanlış kabule gencecik nesillere "doğru" olarak aktarmak çok daha feci sonuçlar getirir. Çünkü bu insanların söyledikleri her şeyi doğru olarak kabul edecek binlerce insanımız var ve Ehl-i sünet âlimleri şirki gerektiren bir sözü kabul eden cemaatin küfre düşeceğini belirtiyorlar...
Bu yüce gerçeklerden dolayı ben kendime ülkücü diyemiyorum, ülkücü adayıyım, ülkücülüğe adayım diyorum. Çünkü bu dava içerisinde yıllar boyunca kat ettiğim mesafeye baktığım zaman görüyorum ki, henüz arpa boyu yol gitmişim. Ülkücülüğün "Ü" sünü bile yeni-yeni öğrenmeye ve yaşamaya başlamışım! Oysa ülkücülük kelimesinde "Ü" harfinin dışında daha öğrenilecek o kadar çok harf var ki, bilmem öğrenmeye, bilgim, aklım ve ömrüm yetecek mi?
Mikrofonu diğer konuşmacı arkadaşıma bırakmadan önce tekrar hepinizi selamlıyor ve tekrar ediyoruz.
Eylüllere Rağmen Var Olacağız!
Tekrar bir alkış tufanı koptu. Yasemen’in alkışlamaması üzerine kimileri soğuk-soğuk bakmaya başlamışlardı. Ama aynasız olabilir korkusuyla fazla bir şey demiyorlardı. İkinci konuşmacı da kısa bir giriş yaptıktan sonra anlatmaya başladı, ama hâlâ bir inci konuşmacının verdiği heyecan dalgası geçmiş değildi. Konuşmacı bir kelimeyi birkaç kez tekrarlayınca ses seda kesildi salonda:
— Her şeyden önce (Elhamdülillah) halis Müslümanlarız. Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat mensubuyuz. Bid'atçı ve sapık fırkalarla ilgimiz ve irtibatımız yoktur. Kendimize ülkü edindiğimiz "Nizam-ı Âlem" ve "İlay-ı kelimatullah" davamızın ana esasını oluşturur. Bu ana esaslar üzerine bina edilen davanın savunucusu olan ülkücü hareket, dünyadaki Tevhid mücadelesinin şerefli bir üyesidir. Biz ne asabiye gibi cahili mantıkla nede ırkçı bir yaklaşımla iddialarımızı gerçekleştirme çabasını sarf etmeyiz. Bizler, İslam'ı kendine hayat nizamı olarak kabul etmiş, O'nu sevmiş ve her türlü beşeri nizamları reddetmiş bir düşüncenin sahibiyiz. Ayet: "Şüphesiz ben Müslümanlardanım diyen bir kimseden daha güzel sözlü olan kimdir". (41/33)
Bizler, 12 Eylül öncesi hemen hepi mürted olan komünistler ve onların safında şu veya bu sebepten yer alan birçok "Güç"e karşı şerefli bir mücadele verdik. O günkü şartlar ve zaman-zaman nefsi müdafaa durumunda kalmamız bazı yanlış anlama ve değerlendirmelere yol açtı. Oysaki hareketimiz yalnıza antikomünist yahut her hangi bir düşünceye karşı reaksiyoner bir hareket değildir. Bu yanlış anlama ve değerlendirmelere yol açtı. Bu yanlış anlama ve değerlendirmeleri izale eder düşüncesiyle bir kez daha bu konferans çerçevesinde dost düşman herkese haykırarak ilan ediyoruz ki, mücadelemiz Allah'ın nizamı kurulana kadar bütün şer güçler ve küfrün hâkimiyetine karşıdır. Unutmamak gerekir ki, bu tavrımızı bilen ve (KILIÇ) olma özelliğimizi iyi tahlil eden şer güçler ve onların gafil uzantıları bizleri Mümin kardeşlerimize karşı yalan, nifak ve fitne silahlarını kullanarak yanlış tanıtmaya çalışıyorlar. Yine unutmamak lazım ki, herkesin bir hesabı dün de vardı, bugün de vardır!
Ey gönlü ve kafası cihad ruhuyla dolu mümin kardeşim dur ve dinle! Daha dün vatanımız Babra Karma’ların avucuna düşürülmeye çalışılırken evlerinde oturmayı kendine görev bilenlerce aldırmayan ülkücüler, sokaklarda ellerinde derme- çama silahlarıyla vuruşmuyorlar mıydı? Dün ülkücüler, "Kanımız aksa da Zafer İslam'ın" diye haykırarak şirk düzeninin sehpalarına dillerinde Allah lafzı ile yürümediler mi? Dün ülkücüler, zalimlerin işkence hanelerinde, zindanlarında bin bir türlü melanet kokan yuvalarında birer Yusuf olmanın kutlu mücadelesini vermediler mi? Ölümü Hak katında tadına doyum olmaz şerbet kabul edip kara toprağı kucaklamadılar mı? Başlarında kalem kıran sözde "Kanunculara" alaylı alaylı bakarak gülmediler mi? Bütün bunlar ve daha bunlara eklenecek nice güzellikleri Allah'ın izniyle sahip olmuş bu insanların yaptıklarını ne ile izah etmek gerekir? Bir yandan Ali, bir yandan Bilal olmayanlar bu başarıyı gösterip, bunca eza ve cefaya katlanabilir mi? Düşünmek lazım; bu dinamizm, bu ataklık, bu cevvallik kabiliyeti nereden geliyordu? Elbette ki, İslam'ın en güzel vasıflarından biri olan CİHAD ruhundan.
İşte bu ruhu yakalamış insanlar olarak yarınki nihai kıyamın ana dinamosu, lokomotifi olma azmi ve kararında olduğumuz, kafa ve gönlümüzü buna hazırlamak için çalıştığımız bugünlerde bir CIA, bir MOSSAD, bir KGB ajanına taş çıkartacak şekilde tekfir etmek, iftira atma ve yalan kusmak gibi akla hayale sığmaz saldırılar ve bu saldırılara bağlı tavırlara İslam adına, ümmet adına üzerimize gelinmesine, dolayısıyla hâkim zihniyetin dümen suyuna girilmesine bütün mümin, feraset sahibi insanlarımızın dikkatlerini çekiyoruz.
Diyoruz ki, düşün!..
Zalimin ve onun zulmünün her türlü çemberinden geçerek belli bir oranda ki, bu oran kesinlikle küçümsenemez tecrübe kazanımı, vurmuş, sehpalara yürümüş ve hepsinden önemlisi ayakta (Allah'u Tela’nın verdiği sabır ve direnişle) k almayı başararak zalimleri çıldırtma derecesinde düşüncelere boğmuş ülkücüleri, çeşitli asılsız suçlama ve karalamalarla İslami cemaatler dışına çıkarmaya çalışmakla ne amaçlanıyor?!..
Diyoruz ki, düşün!..
Davamız Allah ve O'nun Resulü'nün davası diyerek bu yolda bütün putlara, şirk ehline ve zalim güçlere karşı savaş açmış, Allah'ın askeri olmayı şeref bilen ülkücülere, ırkçı, kafatasçı, bilmem neci diye gayri İslami sıfatlar takarak müminlerin kalplerini onlardan soğutmaya çalışan Müslüman maskeli, düzen uşağı kişilerin yahut grupçukların gayesi ne?!..
Diyoruz ki, düşün!...
İslam'ın nurlu ışığı altında safha safha yıkanıp, bugünün şuurlu bir tebliğcisi, yılmaz bir mücahidi, şanlı bir savaşçısı olan ülkücüler kim ve kimler tarafından ekarte edilmek ve karalanmak isteniyor?
Diyoruz ki, düşün!..
Gayesi, hayatının her anında cihad olan, İslam'ın şanlı hükümranlığını isteyen, bunu gerçekleştirme yolunda her eza ve cefayı mükâfat bilen, "Eğer Allah dileseydi harpsiz ve darpsız olarak da o kâfirlerden intikam alırdı, ama cihadı emretmesi sizi bir birinizle imtihan içindir.." (Muhammed–4) İlahi hitabını şiar edinerek bu imtihan içinde olduğunun şuurunda olan ülkücülere İslam'ın adı kullanılarak yapılan bunca haksızlık niye?
Ey kalbi Allah korkusu ve sevgisiyle çarpan mümin kardeşlerimiz!.. Hak terazisini eline alarak bütün samimiyetimizle söylediğimiz, anlatmaya çalıştığımız bu Ölçüler içinde düşün, kararını ver ve Rıza-yi ilahi için tavrını göster. Unutma ki, sen de b izim kadar; bu kimi zaman harici mantıklı, kimi zaman ajan kılıklı leke atıcılarını tanımak ve onlara karşı uyanık olmak zorundasın.
Son olarak diyoruz ki; ne kınayanın kınamasına ne de çelme atanın çelmesine aldırmadan; Hatem'ül Enbiya sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav) Efendimizin şanlı bayrağı elimizde koşacağız... Koşacağız.. Ta ki, zalimlerin, putperestlerin, hainlerin, kâfirlerin, mürtetlerin... Başlarına alıcı kuş gibi inene kadar. Bütün arzu, dua ve isteğimiz bunun içindir. Biliyor ve iman ediyoruz ki, Allah-u Teala askerlerini ne bugün ne de yarınki nihai kıyamda mahzun bırakmayacaktır. Kanımız akıtmak sevdasında olan bütün münafıklara ve bütün hainlere deriz ki, "KANIMIZ AKSADA ZAFER İSLAM'INDIR".
Bütün Müslüman kardeşlerimize sevgi ve dualarımızı sunar, Allah'u Teala'ya emanet olunuz deriz...
Bir kişi daha konuşma yaptıktan sonra kimi marşlar okundu. Yasemen sinema salonundan dışarı çıkarken kafası çelişkilerden zonkluyordu adeta. Ali ile beraber yürümeye başladılar. Arkadan birisi onları çağırdı. Salonda yan yana oturmuşlardı. Kendisini doktor olarak tanıtan adamın arabasına Yasemen istemeyerek bindi... Doktorun evine doğru ilerledi araba.
***
Nalân:
— Lütfen şöyle oturunuz.
Ayşe:
—Teşekkür ederim Nalân, fazla kalamayacağım.
— Kim gönderdi demiştiniz.
— Bizim sınıftaki Yasemen.
—Tamam tanıdım. Bir ara aynı sınıftaydık. Sonra o matematik bölümüne geçti. Acaba ne yazmış olabilir.
— Gerçi bana okumadan ona verme dedi. Ama gerek duymadım. Onu iyi tanırım.
— İyi düşünmüş, bak akıl edemedim. Al kesinlikle sen okuyacaksın, ben seni dinliyorum. İtiraz istemem.
— Peki okuyorum. Şey siz okusanız daha iyi olmaz mı? Belki özel bir durum olur.
— Tamam, işte bunun için sen okumalısın.
— Peki... Dinle okuyorum.
Öncelikle
Bu mektubu size yazmamın büyük bir nedeni var. Onu sonra açıklayacağımı belirtmek isterim...
Evet... Siz ki hayatınızın; en zor, en büyük ve en doğru kararını vermiş bulunmaktasınız.
Bu münasebetle siz kardeşimi -ki Kur'an-ı Kerim’de Allah (cc), Hücurat Suresi'nin onuncu ayeti kerimesinde biz Müslümanları kardeş kılmıştır- tebrik ediyor. Yalnız olmadığınızı belirtmek isterim. Herhangi bir sorununuz olursa çekinmeden sorun. İnşallah yardımcı olabileceğimiz kadarıyla yardımcı oluruz.
Sizlere birkaç noktayı hatırlatmadan geçemeyeceğim! Siz bu kararı verirken, açık olan arkadaşlarınızdan, sizi kıskananlar çok olacaktır. Bu kesin. Bu vesileyle, ellerinden geldiğince sizleri tekrar eski halinize döndürmek isteyeceklerdir...
— Aaa. Sen delirdin mi?
— Aaa. Yoksa sen dört duvar arasına mı girmek istiyorsun?
— Sana yakıştıramadım. Gel yol yakınken sen bu işten vazgeç.
— Sen gençsin, güzelsin...
— Ay yy vallahi Sen neneme benzemişsin.
— Aklına girmişler kızım vs.
— Sana etmedik laf bırakmayabilirler...
— Dur bir dakika. Yoksa ona mı söyledin kimilerinin bana böyle sözler söylediğini?
— Ne münasebet. Bak unutmuştum. Bu yazı onun ablasına yazılmış aslında. O da üniversitede okurken, örtünmüş. Bu yazıyı onun arkadaşları ona yazmışlar. Bunu Yasemen söyledi ama size söylemeyi unuttum. Yazıyı çok beğendiği için size gönderdi. Çünkü dedi ki: "Ben bundan ne daha güzel yazı yazarım ne de tebrik edebilirim. Onun için bunu gönderiyorum".
— Oysa ne bileyim. Sanki bana hitap ediyor. Demek her yerdeki şeytanlar aynı sözleri söylüyorlar. Ve Müslümanları da aynı yollardan geçiyorlar. İyi anlıyorum. Lütfen devam edin.
— Okuyorum:
"Peki... Bütün bunlar niye senin açılmanı ve eski haline dönmeni o kadar istiyorlar... İşte, burası çok önemli... Çünkü sen artık bir kişilik, bir benlik ve ideal kazandın. Onlardan farklı, onlardan üstün; peçete gibi elden ele dolaşmayan bir kişili k. İnsanın kendisine ait olması, özgür olması, oyuncak olmaktan kurtulması. Bu plastik bebekler misali gibi olanların hoşuna gitmez. Oyuncakçıların ise hiç hoşuna gitmez.
Tabiidir ki, bu onları bir aşağılık kompleksine sürükleyecektir. Sizin yanınızda kendilerinden bir eziklik, bir boşluk ve içlerinden bir hiçlik duyacaklardır.
Sizin bükülmeden, kırılmadan, dimdik durmanız ve bütün dedikodulara karşı dayanabilmeniz gerekir.
Ama onlar daima sizi döndürtmek için çok uğraşacaklar. Açılmanı, dönmeni isteyecekler. Sabahtan, akşama kadar yapmacık hareketlerin ve gülüşlerin bir anlamı ve amacı yoktur. Ama sizin ciddiyetiniz onları sıkacaktır. Çünkü iş ciddiyete dönüştü mü? Onların söyleyecek sözleri yoktur. Eğer... Bunlar; bağırmaz, insanları eleştirmez ya da onlarla eğlenmezler ise anlamsız, iş ve hareketlerinden vazgeçerlerse... Derin bir suskunluğa gömülürler. Söyleyecek bir şey bulamazlar. STOP ederler... Ne söyleyeceklerini şaşırırlar. Dünyada olup bitenlerden de bir haberleri yoktur. Bir amaçları, bir idealleri de yoktur. Ne için yaşadıklarını bilmedikleri için veya bir şey için yaşamadıkları için içlerinden bir boşluk ve ruhlarından bir hiçlik olur. Bu hiçlik b ütün benliklerini sarar, her şey anlamsızlaşır...
Düşün!
Bu arkadaşların! (açık olanları kastetmek istiyorum) sevilen, sayılan insanlara benzemek için; düşünce duygularıyla değil de süs eşyalarıyla, yüzeysel bakışlarda ve dış görünümde "KİŞİLİK" kazanmaya çalışmaktadırlar. İnsan ruhunu tanımama zavallılığından çok acı çekerler. Bir düğüm olur ruhlarında HİÇLİK.. Bu düğüm çözülmedikçe, cinayete, kavgalara kadar varan kötülüklere bulaşır insan. Bu düğümü çözüp hiçliğini gidermek için çeşitli yollara başvuracaktır. Yeter ki düğümü çözdüğüne hiçliğini giderdiğine inansın başkalarını hatta kendisini bile aldatır... Nasıl... Bir topluluk içinde unutulan ve varlığının bile farkında olunmayan bir çocuk nasıl ağlar, kızar ve başka çocuklara duyulan ilgiden dolayı perişan oluyorsa, bir sınıf içinde de, bir derste farkına varılmayan bir erkek ya da kız arkadaşımız huysuzlanmaya çocuksu davranışlarda bulunmaya başlar. Bu tür davranışlar da fayda sağlamazsa -ki çoğunlukla sağlamaz-kötülük yapmaya başlar. Olay çıkarır, sınıfı kargaşaya verir. Övülmeye değer bir şey yapamıyorsa hiç olmazsa başkalarını şaşırtacak işler yapar. Bu da bir yarar sağlamazsa şöhret olmak, tanınmak pahasına kötü işlere girişir. Başkalarına saldırır. Kendi üzerine başkalarını saldırtır. Yeter ki varlığı söz konusu olsun. Herkes onun varlığının farkına varsın. Kötü bir sıfatla da olsa kötülüklerle de olsa. Descartes'in "Varlık varlıktır" yöntemiyle kendi varlığını kanıtlamak ve varlığını inkâr eden görmeyen topluluğa "Bakın ben kötülük yapıyorum, öyleyse ben varım" diyebilmek için.
Bu boşluk bütün insanlarda vardır. Çarşıda vs. yerlerde dolaşırken üç tip kadın görmek mümkün. Bunlar.... Çarşaf içinde kaybolmuş geleneksel köylü kadınlar yani eski kadınlar. Sonra, modern kadın dediğimiz, reklâmlarda sık sık gördüğümüz kadın tipi. B ir de bu ikisi dışında Aydın Kadın dediğimiz Müslüman ve okuyan bacılarımız. Bunlara kısaca değinmek istiyorum.
Modern Kadın; yani kırk sütunlu, kırk pencereli ve kırmızı boyalı kadın tipi. Kokteyllerde göz kamaştırıcı elmas, yakut, zümrüt gerdanlık ve altınlar içinde iyi bir tiyatro oyunu sergilemekte ve kuyumcu vitrininin andıran göğsü ve birkaç güzel koku sürülmüş bedeniyle seyirciler karşısında sanki bir serginin açılışını yapmaktadır. Bu gösteri sayesinde herhalde hanımefendi kişiliğine asli temizliğine ve aile onuruna eriyor. Ve Allah'ın kendisine armağan ettiklerinin farkına varıyor. Yoksun olduğu tüm insani erdemleri böylelikle kazanıyor! Kişilikleri ceplerindeki parayla ölçülen babası veya kocası önünde göz kamaştırıcı ve güzel süs eşyalarıyla içindeki düğümü çözmüş olur.
Gelenekçi Kadın: Bilgiden, soyluluktan, manevi kişilikten yüce duygulardan, amaçtan ve sosyal sorumluluktan uzak olan bu kadın siyah çarşafın altında ve Modern Kadın çehresi karşısında duyduğu aşağılık duygularını süslenmekle gidermiş oluyor. İnancı, sanat, insanlık, fikri sosyal ve hatta kadınlık güzelliklerini sergileyemediği veya bu güzelliklerden yoksun olduğu için çareyi aşırı biçimde süslenmekte ve yalancı bir kişiliğe bürünmekle bağırmak istiyor "ey insanlar bakın bende varım".
Peki, modern kadınla, gelenekçi kadın arasında ne fark vardır. Çünkü her bacağına mini etek veya kot geçiren kadın, kendini, köylü tipi kadınlardan üstün görmekte onları aşağılamaktadır.
Oysa temelde aralarında bir fark yoktur. Fark varsa yalnız giyim ve zevklerdedir. Bu sebeple... İkisi de bir boşluk içinde olup erdemli ve olgun kadın -sizin gibilerin- Kişiliği karşısında aşağılık duygusuna kapılırlar. Bu nedenle de delicesine kendilerini gösterme çabası içine girerler. Yoksun oldukları insani değerlerin yerini doldurmak için ilgi çekici MODA yöntemlerine başvururlar. Bir insanda yüce değerler, sanat çeşitli güzellikler, insani çekicilikler, düşünce ve ruhi değerler yer etmemişse o insan... Boşluğunu duyduğu, tüm bu erdemlerin yerini doldurmaya çalışır. Gerek eski gerekse yeni tip kadın manevi değerlerden yoksun oluşun acısını çekmektedir. Ve bu açıdan, iki varlık veya kişiliği bir bedende barındırma çelişkisinden acıdan kurtulmak için de aşırı ve mide bulandırıcı yollara başvurmaktadır.
Kişisel varlığı ve sosyal onuru arasındaki çelişkiden söz ediyorum. Kişisel varlığı tam bir boşluk, soysuzluk, fikri ve duygusal, bilimsel veya sanatsal, ya da sosyal ve ahlaki değerlerden yoksunluk içindedir. Sosyal onuru babasına veya kocasına ya da ikisine bağlıdır. Bunların kişiliği ise ceplerindeki parayla ölçülür. Kafalarındaki düşünce veya sahip oldukları değerlerle değil. Bu tür insanların makam ve mevkileri yüksek olabilir. Ama kendi değerlerini parayla veya sınıfsal konumlarıyla elde ettiklerinden toplum içindeki mevkileri yapay ve temelsizdir. Başkalarından insani değerler açısından hiçbir üstünlükleri yoktur. Huyları çarpık, karakterleri düşük, yaşam sorunlarından habersiz, ailevi değerlerden yoksun daha önemlisi düşünmek ve çalışmak nedir, bilmeyen insanlardır, bunlar...
Hiç düşünmezler bizim geleneksel kadın tipimiz eğitim-öğretim görmez. Hiçbir dinsel düşünceye bile sahip değildir. Çalışmaz da. Çünkü evinin dışında çalışmak için yetiştirilmemiştir. Dahası dışarıda çalışmayı kötü bilir ve üretime katılma sorumluluğunu taşımaz.
Peki, bu köylü kadınları, Kimilerin ileri sürdükleri gibi, dört duvar arasında hapseden İslam mı? Yoksa gelenekleri mi? Kesinlikle İslamiyet kadını bu duruma sokmamıştır. Kadını bu hale getiren geleneklerdir...
Kadınların da mutlaka okumaları gerekiyor. Kadını eve hapsetmek, kocasının hizmetini görsün, başka işle uğraşmasın demek mümkün değildir. İslamiyet bunu kabul etmez. Kadın çalışma yaşamında da yer almalı, bünyesine uygun işler yapmalıdır. Biliyorsunuz Hz. Ayşe büyük bir hukukçuydu. Ordulara kumandanlık yapmıştı. İslam hukukuna göre kadınların yapamayacağı tek bir iş yoktur. Bunları anlatmamın sebebi İslam'ın kadınlara hak vermediğini iddia eden Kimilerin bu gibi konularda kafanızı karıştırmak isteyeceklerinden dolayıdır...
Modern Kadın Tipine gelince: Bu kadın tipinin nitelik ve karakter açısından geleneksel kadın tipinden farklı olduğu sanılmaktadır. Çoğu kez -özellikle modacılar ve onu takip edenlerde-bu yanılgı oldukça yaygındır. Hâlbuki bizim modern kadınımız; eski geleneksel kadınımızdan yalnızca GÖRÜNÜŞÜ yönüyle değişiklik göstermektedir. Değişen, giyim, süsleme, tüketim, eğlenme ve davranış biçimiyle zevklerdir. Yani bugün kırmızı boyalı kadınlara da aynı biçimde köylü elbisesini giydirirsek arada başka fark kalır mı? Ama düşünüş biçimi, bakış açısı, duygu derinliği, uyanıklılık düzeyi, manevi gelişme derecesi, sosyal sorumluluk ve inanç anlayışı, dünya görüşü ve ahlaki değerlerin varlığı veya yokluğu iki kadın tipinde de AYNIDIR...
Bizim modern -boyalı arkadaşlarımız köyden üniversiteye gelirken değiştirdikleri elbiseleriyle, eski zincirlerden kurtulduklarını sanmaktadırlar. Oysaki ÖZGÜRLÜKLE KURTULUŞ birbirine çok karıştırılan iki deyim olarak çıkmaktadır, karşımızı. Kaçış ya da kurtuluş olumsuz bir nitelik taşımaktadır...
ÖZGÜRLÜK ise bir gelişme düzeyini gösterir. İnsanın çalışması, uyanıklığı ve bilinci ile elde ettiği bir değerdir. Bir kişinin zindandan çıkması onun için bir kurtuluştur. Ama belli bir gelişme ve bilinç düzeyine varan her insan tutsak ta olsa zindanda ÖZGÜRDÜR.
Evet... Kendisini sarmış olan eski gelenek zincirlerinden kurtulan modern kadın arkadaşlarımızın yönü nedir, ne durumdadır? Bu zincirlerin yerine neyi koymuştur? Eski kötü geleneklerin yerine hangi yeni değerleri yerleştirmiştir. Önce bu sorulara cevap vermek gerekiyor...
Belki akıllarına şöyle bir soru gelebilir:
"Bileklerimize kelepçe gibi vurulan engelleri kırmak bir erdem değil mi? Cevabım net ve kesin olacaktır.. HAYIR! Önce şunu sorayım: Bu kelepçeleri kim çözdü, neden çözdü? Bu kelepçeleri çözenler senin ellerini günahsız insanların kanına bulamak için çözdülerse siz onları övecek misiniz? Seyrantepe zindanından kaçan Mehmet’i arkadan vurması için Ahmet’i zindandan salıvermişti. Ve oda gidip Mehmet’i vurmuştu. Görüyorsunuz ki; kim kimi ne için kurtarıyor. O halde özgürlüğü iyi tanımak ve seçmek ger ekiyor...
Kadınların şunu iyi bilmeleri gerekir.
Feministlerin, özgürlük adına bağırıp-çağırıp istedikleri soyunma hakkı özgürlük değildir. Bilakis köleliğin başlangıcıdır. Bunu kadınlar, erkeklerden taraf hayal kırıklığına uğradıklarında daha iyi bilirler.. Ve artık herkes bunu iyice biliyor. Özgürlük örtünmekle başlar kadınlar için. Dedik ya ÖZGÜRLÜK, bir değer ve bir aşamadır.
Siz ki örtünmekle özgürlüğünüze ilk adımınızı atmış bulunuyorsunuz. Geri adım atmadığınız sürece sizin için kölelik kapısı kapanmıştır. Siz artık sorumlu ve Aydın biri olma yolundasınız. Allah yardımcınız olsun...
Şimdi modern arkadaşlarınızın eski geleneksel zincirlerden kurtuluşunu bir başarı olarak değerlendirirsek bile düştüğü ahlaki çukurları görmemezlikten gelemeyiz. Eski zincirleri kırmak gerçekten Aydın Kadın için bir başarı ve gelişme sayılabilir. Hat ta övgüye değer bulunabilir. Sizler bu zincirleri kırmakla özgürlüğü elde etmiş olabilirsiniz. Ama Modern kadının eski zincirlerinden kurtulduktan sonra düştüğü fitne sapıklık daha kötü ve daha korkunç bir zincirdir. Aydın kadın fikri zincirleri kırmakla özgürlüğe, Modern kadın ise kayıtsızlığa varmış ve bu ikisinin farkı ÖZGÜRLÜKLE LAUBALİLİK arasındaki fark kadardır.
Aydın Kadın zincirleri koparıp özgürlüğe kavuştuktan sonra sorumluluğa ererken. Modern Kadın laubaliliğe kaygısızlığa ve sorumsuzluğa ermektedir.
Örtülü aydın bacılarımız ilericidirler. Özgür, sorumlu, bilinçli, amaç ve değer sahibidirler. Ahım şahım süslenmeye, süse tapmaya ve boyanmaya ihtiyaçları yoktur...
Ne hazindir ki!
Şimdi aydınlarımızın gözünde güya derdini bulmuş ve cinsel bir oyuncak, ikinci dereceden bir ekonomik araç; yani hem eğlence hem de tüketim aracı haline gelmiş ve çarşıda satılan bir yaratık olmuştur. Boyanarak, süslenerek gösteriş yapan bir hayvandır artık kadın. Lisanı, kişiliği bir eğlence aracı olarak dış vücut yapısında yansıyan bir hayvan, Sosyal rolü ise... Tüketimi arttırmaktır.
Başınızı fazla ağrıtmadan, Son olarak...
Verdiğiniz bu kararla gerçek kimliğinize kavuştuğunuz için sizi tekrar tekbir ediyor. Başarılar diliyorum... Unutmayınız. İnsanoğlu inandığı bir şeyi bilmek zorundadır. Çünkü insan bilmediği bir şeye inanmaz. Bunun için çok-çok okumanız gerekiyor.
İnanıyoruz ki, diğer bacılarımızın sizi yalnız bırakmayacaklarını ve ellerinden geldiğince yardımcı olacaklarını...
Allah'a Emanet Olunuz.
Mektup biterken ardında bir derin sessizlik başladı. Ayşe yine dalmıştı. Gözlerinin önünde canlanan annesinin hayalini seyrederken gözlerinden yaşlar akıyordu. Anne sevgisi ile düşünce, ideoloji arasında seçim yapamıyordu. Annesine verdiği sözleri hatırladı. Diğer büyüklerini canlandırdı gözlerinin önünde. Ağabeyleri, ablaları, kardeşleri ve istemeden ağzından bir çift söz çıkıvermişti "asla değişmeyeceğim, değişmeyeceğim".
Nalân:
— Ne dedin, ne dedin? Ayşe:
— Hiiiç, galiba gene dalmışım. Geç kaldım eve gitmeliyim.
— Bir çayımızı içseydiniz.
— Yoo, sağ olun. Gitmeliyim. Bu mektup için olmasaydı zaten dışarı çıkmayacaktım. Evde işim var.
— Siz bilirsiniz. Mektup için size çok teşekkür ederim... İnanınız ki, çok çok sevindim. Herkesin beni horladığı, küçümsediği bir zamanda fazla samimi olmadığım bir insandan böyle samimi bir mektup almak beni son derece mutlu etti.
— İyi akşamlar.
— Güle güle...
Ayşe'nin kafasındaki fikirlerle boğuşa boğuşa eve doğru yürüdü. Yasemen’in yıkılmayışı onu hayrete düşürüyordu. Hele bugün okuduğu mektuptan sonra Yasemen'i daha iyi anlıyordu. Ama Yasemen dayanıyordu. Kim bilir neler düşünüyor şimdi. Ne planlar çeviriyor. Zaten öğleden sonra okula da gelmedi. Kendi kendine "gene saçmalamaya başladım galiba" diye düşündü. Apartman merdivenlerinden sessizce yukarı çıkarken kafasında bir yığın kelime vardı. Özgürlük, Kurtuluş, Modern, Aydın ve Gelenekçi Kadın. Fut bolcu, Futbol ve dahası...
***
Yasemen’in bütün itirazlarına rağmen Doktor Kurt Alaca, Yasemen’in yüzündeki yaraları pansuman etti. Gerçi yaraların çoğu kabuk bağlamıştı. Ama doktor zorla pansuman ediyordu. Doktor, Yasemen’in saçlarının diplerini iyice kontrol etti. Kafasının kırıldığını ve mutlaka sargı beziyle sarılması gerektiğini söylemesine rağmen Yasemen itiraz etti.
— Doktor bey lütfen saçlarımın diplerine iyice bakın ve sayın kafamın kaç kere kırıldığını görün. Eminim şimdiye kadar en az yirmi sefer kırılmıştır ve hiçbir sefer sargı bezi görmemiştir bu kafa. Bu sefer de asla kabul etmem. Lütfen itiraz etmeyin.
Doktor da fazla itiraz etmedi. Pansuman bittikten sonra Ali, Yasemen ve Doktor Bey misafir odasına geçtiler. Evin hanımı çay getirdi. Doktorun ailesinin kapalı oluşu Yasemen'i sevindirdi. Çünkü konferansa gelenlerin çoğu açıktı...
Çaylar içilirken Dok tor Bey konuştu.
— Yasemen, Ali ile bir seneye yakındır tanışıyoruz. Ali sizden bana çok bahsederdi ama tanışmak nasip olmadı bugüne kadar. Gelelim bugünkü konferansa beğendiniz mi? Ya da eksik gördüğünüz bir noktası var mıydı? Ya da daha nasıl güzel olabilirdi. Ali:
— Doktor ağabey inan ki çok mükemmel oldu. Ben hiç bu kadar güzel konuşan insanlar görmedim, konuşmaları içten ve samimiceydi.
— Tabi öyleydi. Çünkü konuşmacıların çoğu yeni hapishaneden çıkmış kişilerdi. Düşünceleri uğruna girmişlerdi, bunca çileyi göğüslemişlerdi. Onlar içten konuşmasalar kim konuşabilir ki... Kısa bir sessizlikten sonra Doktor:
— Yasemen sizin görüşünüz; nasıl buldunuz konferansı, eleştiriniz ve ekleyecekleriniz var mı? Yasemen:
— Öncelikle bana gösterdiğiniz sıcak ilginizin beni son derece duygulandırdığını belirtmek isterim. Konferansa gelince benim yabancı olmadığım bir konu idi diyebilirim. Ama buna rağmen kimi yerlerinde şaşırdım, kimi yerlerinde üzüldüm ve kimi yerlerinden de bildiğim şeylerden şüphe etmeye başladım.
— Nasıl yani, biraz açar mısınız?
— Şöyle; benim bildiğim ülkücülük ile bugün konferansta anlatılanlar arasında dağlar kadar fark gördüm. Ama gene de eleştirilmeyecek noktalar yok değil.
— Doğru, ülkücü hareket hep dışarıya yanlış aksedilmiş; sanki gayri İslami bir hareket immişçesine aktarılmış oysa gördüğünüz gibi öyle değil. Peki, eleştirilecek ne gibi noktalar gördünüz?
— Öncelikle içerik olarak çelişkiler içeriyordu. Şöyle ki: Ülkücü hareketi ille de İslami bir hareket olarak göstermek istemelerine rağmen konuşmaların kimi yerlerinde bunun böyle olmadığı milliyetçi bir hareket olduğu apaçık ortaya çıkıyordu. Özellikle konferanstan önce okunan bildiriye değinmek istiyorum. Dünya'nın her yerinde Müslümanların kanı akıtılırken niye ille de Azerbaycan. Eğer gerçekten amaç ve gaye İslam ise işte, Filistin, Afganistan, Lübnan, Moro ve diğer İslami mücadeleler dururken niye yalnız Azerbaycan ki bunun İslami bir hareket olduğu dahi daha tam belli değildir. Ama kan gruplarımız aynı olduğu için onları ön plana çıkarmak bilmem ne derece doğrudur. Siz ne kadar söyleseniz de yine mesele ortadadır. Milliyetçiliktir asıl amaç.
Doktor:
— Sen çok yanlış anlamışsın orada yapılan ülkücülük tanımına dikkat etmemişsin.
— Nasıl dikkat etmedim. Orada ilk ülkücü Hz. Âdem ve en büyük ülkücü ise Peygamberimiz (sav)'in olduğu ifade edildi. Yani niye ille de ülkücülük oysa orada bir tanesi bir ayet-i kerime okudu. Şöyle idi, hatırladığım kadar: "Şüpheniz ben Müslümanlardanım diyen bir kimseden daha güzel sözlü olan kimdir".
Evet, Allah böyle diyor. Ve Allah şimdiye kadar gelmiş geçmiş bütün Tevhid mücadelesini verenlere "Müslüman" ismini vermiştir. Ama siz kalkıp bu ismi değiştirip "ülkücü" diyorsunuz. Hayır, eğer amacınız İslam ise Allah size "Müslüman" ismini hoş görmüş tür. Yok, eğer amacınız Türk Milliyetçiliği ise bunu da açıkça belirtmeniz bence en doğru yoldur.
Doktor:
— Genç arkadaşım, dikkat ettiğim kadarıyla senin kafana takılan teferruata ait meselelerdir. Önemli olan temel noktalar. Şunu bilmen gerekir, 12 Eylül'den önce biz şerefli bir mücadele verdik. Komünistlere karşı. Devletin aciz kaldığı zamanlarda bile, biz kâfirlere karşı mücadelemizi sürdürdük. Ülkemize, komünizmin gelmesini biz önledik. Bunun için verdiğimiz bu şerefli mücadelede beş bin şehit verdik. Geçmişimiz böyle şerefli sayfalarla dolu iken ve küfre karşı verdiğimiz mücadelemizde ortadayken nasıl olur İslam'dan başka bir davamızın olabileceği düşünülebilir, anlamıyorum.
Yasemen:
— Doktor Bey, dediğim noktalar size göre teferruata ait meseleler olabilir. Ama bana göre çok önemli meselelerdir. Kâfirlere karşı verdiğiniz mücadeleye değinmeden önce konferanstaki bir sözü hatırlatmak istiyorum. "Daha dün VATANIMIZ Babra Karmalların avucuna düşürülmeye çalışılırken evlerinde oturmayı kendine görev bilenlere aldırmayan ülkücüler, sokaklarda ellerinde derme-çatma silahlarıyla vuruşmuyorlar mıydı?" Evet, sizin uğruna beş bin şehid verdiğiniz devlet bugün kanınızı emmekte, kemiklerinizi kırmaktadır, kendi çağdaş zindanlarında. Eğer bugün üzerimizde dalgalanan Ay yıldızlı bayrak yerine, orak-çekiç, haç işareti, Amerika, Yunanistan veya İsrail bayrağı dalgalansa, bir Müslüman için ne değişecektir. Gördüğü işkenceler, yediği hapis cezalarında artma mı olacak, yoksa dökülen kanlarımızı turşu yapmaktan vazgeçip içmeye mi başlayacaklar...
Kesinlikle hayır. Öyleyse; bu vatan için, bu bayrak için bir Müslüman’ın kendisini feda etmesini İslamlığın neresine sığdırabiliriz Biz bize ait olmayan bir toprak parçası için kimseye savaş açmayız. Gerektiği vakit toprağı da inancımız için feda edebiliriz. Ama toprak için inancımızı asla. Nitekim bütün peygamberler inançları uğruna topraklarından hicret etmişler. Oysa sizin tavrınız neymiş, "vatanımızı Ruslara satmak istediler de biz önledik". Satılsaydı, bayrak renginden başka değişecek bir şey mi vardı, bir Müslüman için. Yine Firavunların egemenlikleri devam etmeyecek miydi? Öyleyse benim komünistlerle ne alıp vermediğim var ki onlarla cihad edeyim. Benim asıl meselem "DARU-N NEDVE" ile ilgilidir. Asıl hedefim hâkim olan düzen ve rejimdir. Komünistler bunlardan hangisine sahip ki onları karşıma alayım.
Doktor çayını yudumlarken karşısındakinin kolay yutulmayacak bir lokma olduğunu anladı. Hem ağızlarındaki lokmayı da (Ali'yi de) yutmaların engel olacak şekilde konuşuyordu. Bu sebeple doktor daha dikkatli konuşmaya başladı.
— Genç arkadaşım siz biraz fazla heyecanlısınız galiba. 12 Eylül'deki şerefli mücadelemizi yaparken belki siz o zaman hala bir bebektiniz. Dolayısıyla o olayları ve hareketi anlamanız ve yorumlamanız tam gerçeği yansıtmaz. Çünkü baktığım kadarıyla s iz ön yargılı olarak gelmişsiniz, oysa ön yargılı olmasaydınız bugün ki konferanstan çok şeyler kapacaktınız. Ama şartlanmanız, bazı şeyleri görmenizi engelliyor oysa orada öğrenilecek çok şey vardır.
Yasemen:
— Doktor bey, baştan da çok şaşırdığımı belirtmiştim. Bugünkü konferans iyice tahlil edildiğinde şu sonuçları göreceğimiz kuşkusuzdur:
Ülkücü hareket; İslami bir harekettir. Bu amaçla kurulmuş ve Tevhid davasının mücadelesini vermiştir. Kavmiyetçi ve ırkçılık gibi cahili düşünceleri reddetmektedir. Her türlü beşeri nizamı reddetmektedir. Ülkücü hareket; Ehl-i Sünnet'in bid'at bilme yen tavizsiz savunucusudur. Ve en önemlisi Ülkücü hareket; mevcut düzene karşıdır. Ben bu konferansta bu sonuçları çıkardım. Buna göre de; Ülkücü hareket mensupları; İslam neyi kabul ediyorsa kabul etmekte, neyi reddediyorsa reddetmektedirler. Ben bu duruma şahsen çok sevindim.
Doktor:
— Bak benim bile yakalayamadığım güzel noktaları yakalamışsın. Zaten açıkça belirtiyoruz bizim davamızın ana esası "Nizam-ı Âlem ve İlayı Kelimetullah" tır.
— Ama doktor bey siz böyle söyleyebilirsiniz. Sizin sözleriniz yalnız sizi bağlar bütün ülkücüleri bağlamaz. Nitekim Alpaslan Türkeş diyor ki; "Bizim Türk Milliyetçileri olarak davamız Türk Milletinin varlığını yüceltmek ve ebediyen devam ettirmek davasıdır. Bu fikrin, bu davanın üstünde başka bir dava yer almaz. Türk Milletinin varlığını korumak, yüceltmek ve onu ebediyen devam ettirmek fikrine hizmet etmeyen, bu fikre uygun olmayan hiçbir davranış, hiçbir hareket Türk Milleti için meşru olamaz". 9 Işık kitabı arka kapak. Sonra...
— Dur bir dakika konuyu saptırıyorsun...
— Hayır saptırmıyorum. Siz Alpaslan Türkeş'i lider olarak kabul etmiyor musunuz? O bu davanın kitabını yazmıştır. Müsaade edin de itiraz edecek noktalarımı ifade edeyim. Yoksa konuşmanın anlamı yoktur...
— Tamam, konuşun ama fazla uzatmayın.
— Teşekkür ederim. Yalnız Alpaslan Türkeş'in sözlerini aktarmakla yetineceğim. Şimdi Alpaslan Türkeş diyor ki: "Türk Milletinin varlığını korumak, yüceltmek ve ölümsüzleştirmek düşüncesini, başka her çeşit davanın üstünde ve her türlü hareketin önünde yer almalıdır. Her şey Türklük, Türklüğe göre ifadesi bulunan bir görüştür" (Alpaslan Türkeş, Türkiye'nin meseleleri, s.87).
Buradaki dava İslam mıdır? Dahası var: "Kendimizi milletimize adıyor, Türklük yoluna başlarımızı koyuyoruz." (A.g.e., s.23) .
Ve başka yerde;
"Ülkücülüğümüz nedir? Ülkücülüğümüz: Türk Milletini en kısa yoldan en kısa zamanda modern uygarlığın en üst seviyesine çıkarmak, mutlu, müreffeh hale getirmek, bağımsız, özgür, kendi haklarına sahip bir hayata çıkarmaktır" (Alpaslan Türkeş, 9 Işık, s.19).
Eğer gerçekten amacınız İslam ise Sayın Türkeş’in bu sözünü nereye oturtuyorsunuz. 9 Işık sayfa 90'da: "Türk soyunun değerli bir soy olduğunu büyük bilginler tarafından kabul edilmektedir. Büyük komutan, devlet adamı M.K. Atatürk 'Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur' demekle bu gerçeği ortaya koymuştur."
Sonra sayfa 80'de: "Hür ve demokratik olmayan rejimler insan şahsiyetine aykırıdır. Bu sebeple, milletimiz yönetim yolunu, Hür Demokratik düzene muhalif olan bütün rejimlere karşıyız, bunlara inanmıyoruz".
Peki, doktor bey sizin İslam’ınız o kastedilen rejimlerle uyuşuyor yoksa? Ki o rejimlere uymayan rejimleri reddediyorsunuz. Sonra nasıl İslam diyorsunuz anlamıyorum. Doktor eline aldığı bir kitabı karıştırarak Yasemen'i dinliyordu. Arada bir gülümsüyor ama küçümseyici bir yüz ifadesiyle dinliyordu. Yasemen:
— Sonra yine dokuz ışık sayfa 42’de şöyle demiyor mu?
"Milliyetçi Türkiye'nin temeli atılmıştır. Fikri düşüncesi yüzde yüz Türk olan kafalar cepheye katılmıştır. Türkiye'nin en güçlü beyinleri etrafımızda yer almıştır. En güçlü hedefler, en dinamik ideoloji, en milli doktrin çizilmiştir" (9 Işık, s.42).
"Ben üçüncü yolu açmış bulunuyorum. Türkiye'yi kurtaracak yeni yolu işaret ediyorum. 9 Işık bayrağını her çeşit fırtınaya karşı açmış dalgalandırıyorum" (Türkiye'nin Meseleleri, s.25).
Lütfen dikkat edin yüzde yüz Türk kafası diyor bu ne demektir. Bakın sayfa 42'de şöyle devam ediyor:
"Bizleri milliyetçi Türkiye'ye götürecek ana ilkeler, temel hedefler, Dokuz Işık Doktrininde gösterilmiştir. İdeolojimiz, çağın en dinamik ideolojisi Türk milliyetçiliğidir. Bunu sizlere teslim ve emanet ediyorum. Bunları sonuna kadar yayacaksınız."
Evet, Doktor Bey, burada milliyetçi Türkiye'den bahsediyor. İslamcı Türkiye'den değil. Sonra da İslami ideolojiden hiç bahsedilmiyor, nasıl kalkıp hala amacımız milliyetçilik değildir diyorsunuz. Doktor gülerek konuştu.
— Anlaşılan bizi 9 Işık'tan habersiz sanıp kafanıza her geleni söylüyor. Sonra bu kitabın bir sayfasına mal ediyorsunuz. Oysa öyle bir şey yoktur. Mesela son konuştuğunuz sözler bu kitapta yoktur. Sayfa 42 dediniz oysa bu sayfada dediğiniz tek bir kelimesi de yoktur. Bilmem yalanla dolanla bir kişiyi karalamak doğru mudur? Yasemen şaşırıp kaldı. Ali ilk kez gülüyordu. Çünkü ağabeyi Yasemen'i ilk kez köşeye sıkıştırıyordu. Yasemen ilk kez heyecanlanarak konuşmaya başladı.
— Doktor bey birbirimize oyun yapmaktan vazgeçelim lütfen.
—Ne oyunundan bahsediyorsunuz. İşte kitap elimde ve sayfa 42'de öyle bir şey yoktur.
— Peki, doktor bey bana elinizdeki kitabın basım tarihini ve yayın evini söyler misiniz?
— Tabii bak gözlerinizle görün Kutluğ Yayınları P.K. 1260 Sirkeci, İstanbul 1973.
Yasemen:
—Doktor bey size demiştim oyun yapmaktan vazgeçelim. Benim alıntı yaptığım kitap 1978 baskısı siz 1973 baskısına bakıyorsunuz. Lütfen elinizdeki kitabın 42. sayfasına değil de 40. sayfasına bakar mısınız? Dediğim sözler elinizdeki kitabın o sayfasında olmalıdır. Doktor o sayfaya bakınca yüzü asıldı. Ali de hayret etmişti. Yasemen’in bu kadar konuya hâkim olması onu epeyce şaşırttı. Oysa şimdiye kadar bu kitapları okuduğunu hiç görmemişti. Yasemen devam etti:
— Doktor bey Türkiye'nin Meseleleri adlı eserin 88. sayfasında şöyle demiyor mu? Her şeyin dinden ibaret olmadığını, İslamiyet’in Türklüğe hız veren bir güç kaynağı olduğunu belirtmiyor mu? Sonra konferansta bahsedilen Nizam-ı Âlem davası gerçekten İslam'ın dünyaya hâkimiyetini mi yokta Türklüğün dünyaya hâkimiyetini mi kastediyor. Sayın Türkeş’in savunma kitabının 15. sayfasında apaçık belirtilmiyor mu?
— Orada neyi nasıl belirtiyor.
— Alpaslan Türkeş şöyle diyor: "Nizam-ı Âlem teriminde, hiçbir şekilde şeriat devleti manası yoktur. Bu manayı veren hiçbir tarihçi yoktur".
— Sizin bütün konuşmalarınıza bir tarihi hikâye ile cevap vereceğim. Peygamberimizin döneminde bir Yahudi Müslüman olur ama bu Yahudi namaz kılmaz. Günün birinde biri ona sorar: "Niye namaz kılmıyorsun?" O da "Allah, Kur'an-ı Kerim'de namaza yaklaşmayınız, kılmayınız, dediği için kılmıyorum. O zaman diğer Müslüman ona "dediğin doğru da birde o ayetin başı ve sonu vardır. Onu da okuyunuz". Yeni Müslüman olan Yahudi: "Hayır ben bu kadarını biliyorum ve bildiğim kadarıyla amel ediyorum" der. Sizin durumunuzda böyle ezberlemişsiniz bir kaç tane başbuğun sözlerini çarpıtıyorsunuz. O sözleri kedi konusunun içerisinde değerlendirmek gerekir. Yoksa insan yanlış kanılara varır. Nitekim sizin durumunuz da budur. Yasemen gülerek ayağa kalktı.
— Doktor Bey, sizin dediğiniz gibi olsun. Ben bir abdest almak istiyorum. Okula da geç kalıyoruz. Kalkmamız gerek.
— Lavabo sol tarafta abdestinizi orada alabilirsiniz. Okulu merak etmeyin sizi araba ile bırakacağım.
— Doktor Bey ben abdest alırken lütfen siz de şu sorunun cevabını araştırınız.
— Hangi sorunun.
— Biraz önce bana o Yahudi’nin hikâyesini anlatmıştınız. Ve Alpaslan Türkeş'in kimi sözlerini kırparak çarpıttığımı ileri sürmüştünüz. İşte elinizin altındaki 9 Işık kitabını gözden geçirin. Eğer bir tek İslam kelimesinden başka bir İslam kelimesine daha rastlarsanız bana gösteriniz o zaman ben de ülkücü olurum. Tamam mı?
Yasemen lavaboya doğru giderken Ali, Yasemen’in arasından şaşkın-şaşkın bakıyordu. Ali o kitabı incelemek istediyse de Doktor Bey onu vazgeçirip ona biraz nasihatlerde bulundu.
Araba okul kapısının önünde durdu. İki arkadaş arabadan inerken öğrenciler akşam yemeği için yemekhaneye giriyorlardı. Yasemen ile Ali de yemekhaneye doğru gittiler. Gerçi Doktor Bey çok ısrar etmişti ama Yasemen akşam yemeğine kalmak istememişti. He m okulda akşam yemeğinden sonra dışarı çıkmak yatılı öğrenciler için yasaktı. Hem de yemekten sonra etüt denen gece dersi başlıyordu ki bu derslerde de yoklama alınıyordu. Yemekhane kapısında Yasemen, Ali'den ayrılarak yatakhaneye doğru gitti. Ali sebebini sordu. Yasemen elindeki küçük deri çantasını göstererek.
— Hem bunu yukarıya bırakacağım hem de ilaçlarımı alıp geleceğim.
Ali yemek masasına otururken Yasemen pansiyon kısmına doğru merdivenlerden yukarı çıktı. Ali'nin düşünceli hali hala devam ediyordu. Yasemen’in son sorduğu soruya doktorun cevap vermemek için konuyu nerelere götürdüğü ve kendisine yaptığı nasihatleri düşünüyordu. Bir türlü karar veremiyordu. Yasemen'le açıkça konuşması gerekiyordu. Ama Doktorun yaptığı tavsiyeler onu bundan alıkoyuyordu. Bir türlü de kafasından silip atamıyordu.
Yasemen’in gelip karşısına oturmasıyla dalgınlıktan uyandı. Yemeğini yemeye başladı.
***
Yasemen etüt boyunca kulağına taktığı kulaklıkla teyp dinliyordu. Sınıf epece sessizdi. Yalnız, daima olduğu gibi bu akşam da kimi spor hayranlarının tartışmaları sürüp gidiyordu. Kimileri ders çalışıyor ki sınıftakiler bunlara inek diyorlardı. Bazıları da sabahtan beri adeta suyu çıkan günlük gazeteleri karıştırıyorlardı. Akşamları herkes bu etüt çalışmalarına gelmek zorundaydı. Ama herkes istediğini yapmakta serbestti. Gürültü etmemek şartıyla…
Yasemen dinlediği kaseti tekrar başa alarak dinlemeye başladı. Önündeki beyaz kâğıda yaptığı karalamalardan, kasetten kimi notlar aldığı belliydi.
Ali'nin sessizliği, derin düşüncelere dalışını Yasemen’in gözünden kaçmamıştı. Yasemen, kaseti dinlerken, daha iyi anlıyordu bu sessizliğin sebebini...
Nihayet zil çaldı, birinci etüt sona erdi. Yarım saatlik teneffüsten sonra ikinci ve son etüt başlayacaktı. Ali'nin yerinden kımıldamayışı Yasemen'i biraz olsun sevindiriyordu. Demek az da olsa bazı soru işaretleri kafasına takılmış olmalı ki, öylesi ne dalmış olsun. Doktor beyin söylediklerini kafası almıyordu. Hem Yasemen mantıklı ve de delilli konuşuyordu. Ama ya doğruysa!. Ama niye ismini değiştirmişti. Niye... Sormaya da cesaret edemiyordu. Nihayet Yasemen yerinden kalktı. Ali'nin masasına yanaşıp ellerini omzuna koydu. Ali ağır-ağır kafasını kaldırıp yana doğru baktı... Yasemen:
— Fazla derinlere dalma boğulursun. Seni böyle derinlere gönderenlerin, sana yüzmeyi öğretmenleri gerekmez miydi? Bakıyorum boğuluyorsun...
— Yok, canım ne dalması biraz canım sıkıntılı da ondan. Senden bir şey isteyebilir miyim?
— O da nasıl söz.
— Diyecektim ki teyp dinlemiyorsan bana versen. Biraz dinlemek istiyorum. Belki sıkıntımı dağıtır.
— Teyp masada alabilirsin. Yalnız kaset yok. Kasetin var mı?
— Yok, biraz önce bir kaset dinliyordun ya onu bana versen diyecektim.
— Gerçi çok özel bir kaset ama sana vereyim. Ne de olsa canını sıkan şeyleri bir kere de kasetten dinlesen iyi olur.
— Canımı ne sıkıyor ki.
— Kaseti dinleyince o zaman anlarsın gelip konuşuruz. Ben dışarı çıkıyorum buyur kaseti de al.
Ali masadan kasetçaları alarak yerine döndü. Kulaklığı takıp kaseti dinlemeye başladı. Kaset ilerlerken Ali'nin hayreti de artıyordu. Kaset Yasemen’in Doktor Bey'le yaptığı tartışmayı içeriyordu. Asıl merak ettiği Doktorun kendisine gizli olarak söylediği sözlerdi. Çünkü Doktor Yasemen’in lavaboya gidip abdest almasından faydalanarak Ali'ye birtakım nasihatlerde bulunmuştu. Ali'nin kalp atışları giderek artıyordu. Yasemen’in doktora sorduğu soru kasette tekrar-tekrar dinliyordu Ali.
— Doktor bey ben abdest alırken lütfen siz de şu sorunun cevabını araştırınız?
— Hangi sorunun?
— Biraz önce bana o Yahudi’nin hikâyesini anlatmıştınız. Ve Alpaslan Türkeş'in kimi sözlerini kırparak çarpıttığımı ileri sürmüştünüz. İşte elinizin altındaki 9 Işık kitabını gözden geçirin. Eğer bir tek İslam kelimesinden başka bir İslam kelimesine daha rastlarsanız bana gösteriniz o zaman ben de ülkücü olurum. Tamam mı?
Kasetteki ayak sesleri giderek uzaklaşıyordu. Nihayet ayak seslerinin kesilmesinin ardından kapanan bir kapının sesiyle bir ara sessizlik oldu. Ali'nin dikkati daha da arttı. Nihayet yavaşça yükselen Doktorun sesi...
— Kapıyı kapattı mı acaba?
— Evet.
—Bak Ali beni iyice dinle. Benim bu çocuğu tanımadığımı mı sanıyorsun. Ben bunu iyi tanıyorum. Hem de çok iyi. Ama tanımamazlıktan geldim. Bunun kaç masum insanı öldürdüğünü sen biliyor musun? Kaç tane Anadolu çocuğunun teskere almadan, sevdiklerine kavuşmadan, bunun ve arkadaşlarının kurşunları ile can verdiğini biliyor musun?
Sonra da önemlisi bunun Müslüman değil de şii olduğunu biliyor musun? Bizler Ehl-i Sünnet ve'l Cemaat mensubuyuz. Bid'atçı ve sapık fırkalarla ilgimiz ve irtibatımız yoktur. Oysa onlar o fırkaların içindedirler. Tabi işin iç yüzünü sana göstermiyorlar. Şunu da kafanın bir köşesine iyice yaz ve bir gün çaktırmadan ona söyle: "Niye isminizi değiştirmeye gerek duydunuz?".
— Onun asıl ismi Yasemen değil midir?
— Nerden kardeşim, dedim ya sen bunları daha iyi tanımamışsın. Suuuuusss geliyor. Kasetin geri kalan kısmı boş idi.
İkinci etüt zilini çalmasıyla öğrenciler sınıflara dalmaya başladı. Yasemen kapıdan girerken Ali'nin içerde olmadığını gördü. Masasına oturup eline aldığı kitabı karıştırmaya başladı.
Yasemen’in masasına yaklaşan Ali konuştu.
— Epey oldu seni aradığım nerelere kaybolmuştun.
— Yatsı namazını kılmaya gitmiştim.
— Hay Allah bu hiç aklıma gelmedi. Seninle konuşmak istiyordum.
—Konuşmasına konuşalım da burada olmaz. Ortam müsait değil. Etütten sonra bizim koğuşa gel orada seninle konuşalım olur mu?
Ali:
— Olur, ben gelirim.
***
Yasemen:
— Ali şöyle oturun ayakkabılarını da çıkar.
— Sağ olun.
— Buyurun sizi dinliyorum, konuşun.
— Neyi konuşacağım. Size o kasetteki konuşmaları soracaktım.
—Aslında o kaseti size dinletmeyecektim. Ama baktım çok düşünüyorsunuz. Bir türlü karar veremiyorsunuz bana o soruları sormayı, bundan dolayı size dinletmeyi uygun gördüm. Yoksa böyle şeyler sırdır. Herkese açıklanmaz.
— İnanınki, çok iyi ettiniz yoksa işin içinden çıkamıyordum. Doktor ağabeyin söyledikleri ile ne bileyim.
— Âliciğim doktorun benim hakkımda sana öyle söyleyeceğini biliyordum. Zaten o şeyleri sana söylemesi için kasten abdest almaya gittim. Kasetin nasıl bana geldiğini onu açıklamayacağım o özel bir sırdır. Oysa Yasemen’in yanından ayırmadığı çantasında sürekli ses alıcı vardı. İşte bazen öyle faydaları oluyordu. Ama Ali bunu kavrayamayacak, anlayamayacak kadar toy idi.
Doktor beyin bana attığı iftiralara gelince hepsi asılsız ve çirkin iftiralardır. Peki, sana sorarım bir insan İslam'ın ve İman'ın şartlarını yerine getirirse Müslüman mı, değil mi?
— Tabi ki Müslüman
— Peki, bu İslam'ın imanın şartlarında mezhep şu olacak diye bir ifade var mı?
— Yok.
— Peki, öyleyse mezhep bir insanı ne dinden eder nede dine sokar o sonra izlenecek yoldur. Ve bizim için temel noktalar önemlidir. Mezhep çok gerilerdedir.
— Yani sen mezhepleri kabul etmiyor musun?
— Hayır, Ali, sen yanlış anlıyorsun. Demek istediğim din yani İslam, Mezhepleri kapsar ama mezhep İslam'ın tümünü kapsamaz. Yani mezhepler İslam'ın birer alt kümesidir. Kişi istediği mezhebi seçmede özgürdür. Ama din konusunda öyle değil. Çünkü Alla h katında din İslam'dır. Ali hele bu sözün anlamı nedir? "Onlar Müslüman değil de Şii’dirler". Ben bunun kadar saçma iddia görmedim. Yani sen hanefisin ben Müslümanım bu kadarı da...
Benim açımdan, tekrar söyleyeyim mezhep önemli değildir. İnsan istediği yolda yürür. Ters istikametten olmadıkça İslam'ın içindedir. Allah'ın yolundadır. Öldürme ve terör faaliyetlerine gelince bu affedilmez bir yalan ve iftiradır. Kafanı çalıştır Al i, niye sorduğum soruya cevap verme yerine arkamda beni karalamaya çalıştı. Eğer amacı İslam ise gösterseydi o kitaptan bir İslam kelimesi daha gösteremedi çünkü yoktu ki göstersin. Ama bugün yeni aldıkları görev gereği Müslüman geçinmek zorundadırlar o kitaplar görevleri başka olduğu bir zamanda yazılmıştır.
— Ne görevi?
—Eskiden laik rejim için büyük bir tehlike oluşturmaya başlayan solcuları susturmak, uğraştırmak ve hedeflerini saptırmak için küfür sistemi tarafından desteklendi. Asıl amaçları Türklüğün cihan hâkimiyeti olan bu kişiler. Komünizmin çöküşü ve popülerliğini kaybetmesi üzerine bunların görevi sona erdi. Ama gün geçtikçe yükselen ve büyüyen İslami sedalar düzen için tehlike arz edecek boyuta gelince bunlar tekrar görev aldılar. Bu sefer "dünyaya İslam'ın hâkimiyeti" sloganı ile çıktılar sahneye, ama diğer Müslümanlar da zaten bunu istiyorlardı. Bu sefer bunu isteyen Müslümanlara sapık, Şii, şucu, bucu bilmem neci diyerek damgalamaya başladılar. Düzene zarar veren Müslümanlara; "bunlar Müslüman değil Şii’dir" demeye başladılar. Yoksa İslam adına nasıl Müslümanları karalayabilirlerdi. Yok, eğer gerçekten amaçları İslam ise geçmişte yaptıklarını inkâr etsinler ve kamuoyuna açıklasınlar.
— Neyi açıklayacaklar.
—Şunu açıklasınlar "Geçmişte hata yaptık artık eski milliyetçi düşüncelerimizi reddediyor, sadece İslam'ı kabul ediyoruz" desinler o zaman bizde deriz ki, "Müminler kardeştir..." ilahi hüküm gereği onlara kucağımızı açarız. Yok, eğer biz geçmişte hat a yapmadık hâlâ eski düşüncelerimizi savunuyoruz" diyeceklerse biz de, onlara ancak şunu diyebiliriz, "sizin dininiz size bizim dinimiz bizedir". Çünkü milliyetçilik de bir dindir. Bir kişi aynı anda iki dine birden mensup olamaz, hele bu dinler bir birlerine tamamen zıt iseler.
— Ama Yasemen onlar milliyetçi olmadıklarını defalarca söylüyorlar. Hatta bugünkü konferansta hep bunu tekrarladılar.
— Doğru dersin Ali lakin gerçek öyle değildir. Sen işi derinlemesine bilmediğin için sana öyle geliyor. Çünkü sen okumuyorsun. Yalnızca dinliyorsun. Okusaydın elbette görecektin Başbuğun, Türkiye'nin Meseleleri adlı kitabının 88. sayfasında şöyle dediğini:
"Her şeyin dinden ibaret olmadığını, İslamiyet’in Türklüğe hız veren bir güç kaynağı olduğunu görecektir."
Kendi ifadeleriyle amaçlarının Türk milliyetçiliği olduğunu söylüyorlar. Onların amacının İslam olduğunu kabul etmek için gözlerimi kap atamam ki.
— Yasemen ama Nizam-ı Âlem ülküsünün amacı apaçık ortada değil midir? Ben bu ülküde İslam'dan başka hiçbir şey görmedim...
— Ali kardeşim niye anlamıyorsun. Sen öyle öğrenmiş olabilirsin. Ama önemli olan işin başıdır, lideridir. Her cemaatin alt fertlerinde temiz ve güzel insanlar bulanabilir. Zaten ben hiç bir zaman fertleri karşıma almam ve onlarla uğraşmam önemli olan ideoloğudur. Sen de iyi biliyorsun bizim sınıftaki Tanelin komünist olduğunu ama onunla konuş adam Allah'a inanıyor. Hatta oruç da tutuyor ama "ben komünizmi seviyorum o bizi kurtaracaktır" diyor. Buradaki çelişki şudur, çocuk komünizmin ne olduğunu bilmediği gibi İslam'ı da bilmiyor. Oysa ikisinden en az birini bilseydi diğerini de kesinlikle reddederdi. Ama bilmediği için öyle çelişkiler sergiliyorlar. Bütün grupların alt tabanındaki bireyler öyledir. Ne inandıkları davalarını tam iyi bilirler ne de inkâr ettiklerinin ne olduğunu tam bilirler. Ben senin de aynı durumda olduğuna inanıyorum.
— Yasemen sen benim sorduğuma cevap vermedin. Ben neyi sormuştum sen...
— Neyi sormuştun ki...
—Ülkücü gençliğin amacı Nizam-ı Âlem değil midir? Onu sormuştum ama sen konuyu dağıttın.
— Âliciğim konuyu dağıtmadım ama senin sorduğunu daha cevaplayacaktım. Bırakmıyorsun ki?
— Tamam konuşun...
— Bak Ali, özellikle 79-80'li yıllardan sonra ülkücü hareketin alamet-i farikası haline gelen Nizam-ı Âlem Ülküsü söylemi, Âleme İslam nizamını hâkim kılma manasına kullanılmaktadır. Bundan daha çok "Türk Cihan Hâkimiyeti" kastedilmektedir.
— Tamam, da bunu neye dayandırıyorsunuz onu istiyorum. Siz demiştiniz "delilsiz karalamak bize yakışmaz."
— Evet, bir ara öyle demiştim. Yukarıdaki konuşmalarımı da şuna dayandırıyorum. Başbuğ, Savunma, sayfa 15'de şöyle demektedir: "Nizam-ı Âlem teriminde, hiç bir şekilde şeriat devleti manası yoktur. Bu manayı veren hiç bir tarihçi de yoktur" demektedir. Bu sözden sonra "bunlar İslam’ı istiyorlar" demek, bilmem mantığın neresine sığar. Açıkça ifade ediyorlar "İslam Türklüğe hız veren bir güç kaynağıdır?". Bütün bunlara rağmen ne kadar bağırıp- çağırsanız benim için bir mana ifade etmez. Diyoruz ki, bütün bu söylediklerinizi reddedin. Eskiden hata yaptık onlar yanlış fikirlerdi diye ilan etsinler o zaman kabul, kardeşiz. Ama nerede, 27 Mart 1987'de Başbuğ, Yeni düşünce Gazetesi'ne bir demeç verdi. Aynen şöyle diyordu: "12 Eylül öncesinde hata yapmadık. Eski davamızı yine aynı şekilde sürdüreceğiz". Sonra yine Bizim Ocak Dergisi Sayı 50'de Başbuğ şöyle seslenmekte: "Türk milliyetçileri sınırlarını belirlediğimiz ülkümüzün çizgisi üzerinde olmalıdırlar. Bunu benimsemezlerse bizim yanımızda bulunmamaları icab eder. Bizim yanımızda olanlar gösterdiğimiz yolda- gösterdiğimiz ülküye sadık kalarak hareket etmelidirler". Bütün bunlardan sonra benim için bu davanın kapısı kapanmıştır. Çünkü bir kişi İslam'ın kapısından içeriye girdikten sonra başka gireceği, açacağı kapı kalmamıştır. Ve buna gerekte yoktur. Ama kişi İslam'ın kapısından içeri girmedikçe daha bir sürü kapıdan içeri girecektir. Ama son kapısı cehennem kapısı olacaktır...
Artık bu konuyu fazla uzatmak istemiyorum. Sonra benim bir az kitap okumam lazım...
Ali:
— Yasemen oysa daha ben adınızı niçin değiştirdiğinizi bana anlatacağınızı bekliyordum. Çünkü onu çok merak ediyorum.
— Niye o kadar merak ediyorsunuz ki?
— Bilmem, şimdiye kadar ismini değiştirenler hep İslami bir isim için değiştiriyorlar. Oysa senin isminin İslami bir manası olmadığı kesin.
— Doğru dersiniz, lakin bunun da bir hatırası vardır.
— İşte onu öğrenebilir miyim?
—Ali kardeşim ben şimdi sana bu konuda ne anlatsam inandırıcı olamaz. Çünkü anlatacaklarımı hep Doktor Bey'in söylediklerini yalanlamak için söylediğimin hissine kapılırsın. Bunun için sana ismimi değiştirdiğim günlerde yazdığım yazımı versem en iyisidir, herhalde...
— Siz bilirsiniz...
Yasemen yatağından kalktı, gidip dolabını açtı. İçerde bir dosya çıkardı. Dosyanın içinde bazı sayfaları ayırıp, dosyayı yine dolabına bırakıp, kapattı.
Kâğıtları Ali'ye uzattı. Ali kâğıtları kabataslak inceleyerek gülümsedi. Tam da istediği yazılardı. Ali kâğıtları tekrar düzene sokup konuştu...
— Yasemen müsaadeniz varsa ben bu yazıları kendi koğuşumda okusam? Sonra sen de kitabını okursun...
— Sen bilirsin.
Ali koğuştan ayrılırken, Yasemen de eline aldığı kitabını okumaya başladı. Koğuşun ekserisi kitap okuyordu. Arada yatanlar da vardı. Yasemen kitabını okumaya daldı yavaş-yavaş sayfaları deviriyordu...
***
Ali yatağına uzanıp Yasemenden aldığı yazıyı okumaya başladı.
NEDEN YASEMEN
Kasım, 19..
Bu yazıyı bugün bana gelen bir mektup dolayısıyla yazıyorum. Arkadaşım Hüseyin'in mektubu.
Değerli Kardeşim Hüseyin!
Size cevap yazmak isterdim, gerçeği öğrenmeniz için. Ama gönderdiğiniz mektubunuzda adresinizi belirtmediğiniz gibi, bana: "Bundan böyle sizinle tüm ilişkilerimi kesiyorum. Adınıza da bir çizgi çekiyorum gönül defterimde" demişsiniz. Bu nedenle size cevap yazamamıştım. Ama sana yazacağım bu cevabı, yayınlayabilirsem eğer, anılarımdan oluşan "Başeğmek İçin Başkaldırıyorum" kitabımdan, inşallah okuma fırsatı bulursunuz. O zaman bana ne kadar haksızlık ettiğinizin farkına varırsınız sanıyorum...
Özellikle bana yönelttiğiniz: "Bildiğim kadarıyla bir insan Müslüman olurken gayri İslami olan ismini İslami bir isim ile değiştirir, genellikle. Oysa sen, İslami olan ismin Hasan'ı nasıl bir çiçek ismi olan, belki bir fahişe ismi olan Yasemen'le değiştirmeye kalktın. Bu hala cahiliyenin kalıntıları değil de nedir. İnsan İslami olan ismini cahili hayattaki kız arkadaşlarının ismiyle değiştirmesi neyle açıklanabilir..."
Bu sözünden dolayı günlerce düşünmüşümdür. Ağladığım günler olmuştur bu sözlerini hatırladıkça...
Yasemen ismi benim için çok büyük bir hatıradır. Tabi bunu bilmediğin için yanlış sonuçlara varmışsın. Şimdiye kadar çok ikisinin sorduğu ama hiç kimseye cevap vermediğim "Neden Yasemen" sorusuna açıklık getirmeye çalışacağım.
Bazı sebeplerden dolayı okuduğum ortaokulun 3. sınıfın, ikinci haftasında kaydımı silip Yatılı okula gittim. Bu benim için çok değişik bir ortamdı. Okula başlamakla beraber eski geleneksel dini inançlarımı da çöpe atmam aynı güne rastlar. Çünkü daha önce bana saçma gelen kimi şeyleri okulun özgür ortamında terk edebilme hürriyetine kavuşmuştum...
Bir aya yakın zaman geçmişti. Yatılı okula gelişim. Her şeye uyum sağlamıştım. Tek uyum sağlamadığım Türkçe Dersi Hocasıydı. Bu Hocamız Okul Müdürü'nün hanımı olmakla beraber Müdür Yardımcısıydı da. Özellikle titizliğiyle meşhurdu. Kitapların yıpranmalarını tahammülü olmayan birisiydi. Kitabını ciltletmeyen öğrenciye olmadık sözler ve hakaretler ederdi. Herkes ondan çok çekindiği için Türkçe Kitabı ve Defterini çok temiz tutarlardı. Temiz tutmayanlar yeni kitap alarak kitaplarını yenilemek zorunda kalıyorlardı, korkudan...
Bir gün sınıfımıza yeni bir öğrencinin geldiğini gördüm. Sınıfa en son ben kayıt yaptığım için, tek başıma bir sırada oturuyordum. Yeni geleni yanıma verdiler. Yatakhanede de aynı kovuşa düşmüştük. Bir hafta aradan geçtikten sonra yeni gelenle arkadaşlığımız çok iyi gidiyordu. Arkadaş olduk, onun sayesinde hayatımın ilk kitabını okudum.(Huzur Sokağı) Babası bir resmi dairede görevli idi. Tayini bizim memlekete çıktığı için o da okulunu değiştirmek zorunda kalmıştı...
Yeni gelen arkadaşımı çok sevmiştim. Bazen onun deli olduğuna bile inanırdım. Özellikle Türkçe dersimizin olduğu Salı ve Cuma günlerinin akşamı kitabını çok güzel bir şekilde ciltlerdi. Ama sabah derse girdiğimizde ciltlerini tek tek söker, kitapları buruşturup öyle derse girerdi. Hocanın bizim tarafımıza her bakışı beni heyecanlandırırdı. Onun kitabı buruşuktu ama ben korkuyordum. Hoca her ne hikmetse ona bir şey demiyordu. Ama çaktırmadan sürekli ima ediyordu. Lakin arkadaş anlayacak cinsten değildi...
Bu sabah yine dolaptan kitaplarını çıkarırken o güzelim ciltlerini soydu. Kitabın köşelerini elleriyle biraz buruşturduktan sonra "haydi derse girelim" dedi.
Hocamız yine her zamanki gibi tam tesisat makyajıyla gelmişti. Yeni giydiği daracık mini, minisiyle zor yürüyebiliyordu. Tahtaya dersin konusunu yazdıktan sonra sınıfta bir an dolaştı.
Arkadaşım Yasemen’in kitabına baktıkça ben yerimden titriyordum. Cidden kitabı çok hırpalanmıştı. Hele Hoca'nın bizim tarafa bakışı beni çok heyecanlandırıyordu. Yasemen'le aynı sırada oturduğuma pişman olurdum. Türkçe derslerinde...
Hoca her zaman ki nasihatlerine gene başladı.
— Çocuklar sizlere defalarca söylüyorum. Kitaplar en değerli varlıklarımızdır. Nasıl biz sevdiğimiz insanların uzun ömürlü olmalarını istiyorsak. Kitapların da uzun ömürlü olmalarını istememiz gerekmez mi? Kitapların ömürleri temiz kullanılmalarına ve temiz ciltlenmelerine bağlıdır. Eğer siz kitaplarınızı ciltletmezseniz ömürleri kısa olacağı gibi sizden başka hiç kimse de onlardan faydalanamaz... Bunun için kitaplarımıza iyi bakmamız ve ciltlememiz gereklidir."
Hoca'nın giderek sinirlendiğini gören öğrencilerden çıt çıkmıyordu. Hoca'nın korkunç yüz ifadesine rağmen Yasemen adeta Hoca'ya acıyarak bakıyordu. Yasemen’in yüz ifadesinde hem acıma, hem de alay etme ifadeleri bir arada yer alıyordu. Hoca:
— Kalk ayağa küstah... Neden kaç haftadır kitabını ciltlemiyorsun. Yoksa sende kitap sevgisi yok mu? Ne biçim anan-baban var. Sana hiç mi terbiye vermediler.
Yasemen yavaşça ayağa kalktı. Bütün sınıf sıralarda büzülmüştü adeta. Yasemen konuştu.
— Öncelikle belirtmek isterim ki, bizde olan kitap sevgisi hiç bir ailede yoktur.
— Öyleyse şu kitabın hali ne? Yasemen takmadan konuşmasına devam etti.
— Anam-babam bana öyle bir terbiye vermişler ki, Hocamı kitaplarımdan daha fazla sever oldum. Hocam yıprandıktan sonra kitabım yıpranmışsa çok mu? Çünkü ben aldığım terbiye gereği, siz hocamı kitaplarımdan daha fazla severim. Eğer Hocam yıpranırsa, kitaplarımın tertemiz ciltli olmaları bir anlam ifade etmez, ben sizin yıpranmanızı istemiyorum. Sizi kitaplarımdan daha fazla seviyorum. Lütfen kendinizi ciltletmeyi unutmayınız.
— Utanmaz, küstah, boyuna bak söylediği laflara bak...
Hoca Hanım sinirinden Yasemen'e bir tokat patlatmış, ikincisinde eli havada kalmıştı. Yasemen’in onu itelemesiyle ayağını geri atmak istedi ama daracık minisi buna fırsat vermedi. Ayağını destek yapmaya çalışırken, dengesini kaybetti. Dengesini kaybeden Hoca masaların arasında kayboldu. Yasemen aldığı Türkçe Kitabını çöpe atarak sınıftan dışarı çıktı...
Tüm sınıftaki öğrenciler Yasemen’in Hoca'ya âşık olduğunu sanmışlardı. Tabi ben de öyle anlamıştım. Hatta sınıfın tümünden alınan yazılı ifadelerde bu doğrultuda idi. Yasemen o günden sonra okula hiç gelmedi. Bugün Ana-babasıyla beraber gelip, tasdiknamesini alıp gitti. Anasının çarşaflı hali o gün çok acayibime gitmişti.
Yasemen gittikten sonra bana bir sürü kitap bırakmıştı ama o günden sonra ondan hiç haber alamadım. Bana bıraktığı kitapları okudukça yeni-yeni anlıyordum, Yasemen’in ne demek istediğini. Evet, Yasemen, Hoca'nın kendisini de ciltlenmesini (örtünmesini) istemişti ama o gün bunu anlayacak kafaya sahip olmadığımız için başka-başka şekilde anlamıştık. Tabi o gün yalnız Hoca anlayabilmişti. Yasemen’in ne demek istediğini.
Lise birinci sınıfa gelirken okuduklarımın sayesinde İslam'a ilk adamımı atmıştım. Dönmemek üzere ama zihnimdeki Yasemen hatırası sürekli canlılığını koruyordu. Ve bunun için ismimi değiştirdim. Bu yazımı okuduğun zaman, inşallah benim Yasemen'i yanlış anladığım gibi sizin de beni yanlış anladığınızın farkına varacaksınız. Belki de siz de... Belki siz de isminizi Yasemen olarak değiştireceksiniz."
Ali yazıyı bitirdikten sonra yatağından kalktı. Doğruca Yasemen’in kovuşuna geldi. Yasemen’in uykuya daldığını görünce rahatsız etmek istemedi. Aldığı yazıları yastığının altına bırakarak sessizce kendi kovuşuna gitti.
***
Ders zilinin çalmasıyla öğrenciler de teker-teker dışarı çıkmaya başladılar. Yasemen tek başına dışarı çıkmış dolaşıyordu. Mustafa Hoca ile arasında geçen maceradan sonra Hoca, Yasemen'e biraz ters bakmakla beraber başına gelenleri o da herkes gibi az çok işittiği için ondan intikam almaktan vazgeçmişe benziyordu. Çünkü Yasemen’in yakında okulu bırakıp gideceğini biliyor, bir bakımda da üzülüyordu. Bunun için bu sabahki derste anlattığı "Paralellik Kurallarını" Yasemen’in "Hocam anlamadım bir daha anlatsanız" demesi sebebiyle aynı konuyu üç kez baştan tekrar anlattı. Ama kafasını karıştıran Yasemen’in bu konuya anlamayacak kadar tembel olmadığıydı. Ama niye ona konuyu üç kez tekrarlamıştı. Oysa sınıfın en tembelleri bile konuyu ilk anlatıştan anlamışlardı. O bunu anlamamış olamazdı. Hoca kafasındaki bu soruyla öğretmenler odasına gitmişti...
Ali'nin arkasından seslenişi, Yasemen'i hayal âleminden geri getirdi. Yasemen durdu. Ali arkasında yetişti. Tokalaştıktan sonra beraber dolaşmaya başladılar. Ali:
— Yasemen dünkü yazını okudum, o konuda hiç şüphem kalmadığına inanabilirsin. Eğer aynısını siz bana anlatsaydınız pek inanmazdım. Çünkü Doktor ağabeyinin söylediklerini yalanlamak için bunları söylediğinize inanırdım. Ama o yazıyı okuduktan sonra doktor ağabeyin niye böyle söylediğine de bir türlü anlam veremedim.
— Ali kardeşim, keşke daha fazla burada kalabilseydim o zaman beni daha iyi anlardın. Birbirimizi daha iyi tanırdık. Ama ne yapayım elimde değil, gitmem gerekir...
— Yasemen sizin okulu bırakacağınızı işittim gerçi ama sebebini bilmiyorum. Eğer torpil ile hal olunacak bir şey ise Doktor Ağabeye söylerim, o halledebilir. Gülme inan bana.
— Yo, Ali inanıyorum sana, doktorun torpiline de inanıyorum. Ama senin bu kadar saf olman beni güldürüyor. Güldürüyor diyorum aslında ağlıyorum içimden bu halimize.
— Niye halimize ne olmuş ki...
— Ali beni anlayabilmen için çok okuman gerekir. Bunu kendimi büyütmek ya da üstün gördüğümden dolayı değil, seni sevdiğim için söylüyorum. Sen hiç kitap okumuyorsun. Oysa okumak ayrıcalıktır. Okumak toplumun bütün sorunlarını yüklenmektir. Görmektir. Yalın ayaklı bir köylü çocuğunun ayağına batan dikeni kalbinde hissetmektir. Acısını ondan daha fazla çekmektir. Tozdan, topraktan kirlenen yüzündeki gözyaşlarının bıraktığı çizgilerden dünyaya bakabilmektir okumak. Yoksa insanlara tepeden bakan, küçümseyen; pamuk elli mermer yüzlü, altın ayakkabı giyen insanlardan ne farkımız kalır. Ben derste konuyu Hoca'ya üç kez tekrarlatırken; geri zekâlı olup, dersi anlamadığım için değil; o kanunun temel esperisini iyice kavramaktı. Ama sen hâlâ gelip bilmem ağabeylerin torpilinden bahsediyorsun.
— Yasemen bunun ne zararı var ki hiç bir şey anlamıyorum sizden doğrusu.
— Bak kardeşim, Müslüman olmak başka, milliyetçi olmak başkadır. İkisi birbirine tamamen zıttır. Aynen bir terazideki kefeler gibidirler. Bir toplumda İslam kefesi yükseldikçe, milliyetçilik kefesi alçalır adeta yok olurcasına yere yapışır. Bunu, yan i İslam kefesini yükselten toplumlar hiç bir zaman, başka ideolojilere köle olmamışlardır. Ama ne zaman ki milliyetçilik kafesi yükselmeye başladı işte o zaman İslam ortadan kalktı ve o toplum da başkalarına köle oldular. Tarihe bak bunu anlarsın. Senin daha iyi anlaman için Hoca'nın derste anlattıklarını sana yorumlayayım. O zaman Hoca'ya niye konuyu üç kez tekrarlattığımı daha iyi anlarsın...
Hoca'nın tahtaya çizdiği şekiller hala gözlerinin önünde ise, üç tane doğru çizmişti. Bunlarda A, B, C doğruları demişti. Sonra şöyle kurallar yazdırmıştı.
A doğrusu, B doğrusuna paralel ise ve B doğrusu, C doğrusuna dik ise kesinlikle A doğrusu, C doğrusuna diktir (A//B ve B ^ C => A ^ C). Yok, eğer A doğrusu B doğrusuna dik ve B doğrusu, C doğrusuna paralel ise kesinlikle A doğrusu, C doğrusuna diktir (A ^ B ve B//C => A ^ C). Yine eğer, A ve B doğruları birbirlerine dik ve C doğrusu, B doğrusuna dikse kesinlikle A doğrusuna da paraleldir (A^B ve B ^C=> C// A). Ali, Yasemen’in sözünü keserek:
— Bir dakika ne diyeceksen de. Bunları zaten Hoca derste üç kez tekrarladı.
— Öyle diyorsan öyle olsun. Ben bu konuya "paralellik kanunu" değil de "kardeşlik kanunu" diyorum.
— Nasıl yani...
— Şöyle ki, ben A doğrusuna bir Müslüman olarak bakıyorum. C doğrusuna da İslam dışı bir düşünceye sahip olan bir kişi olarak bakıyorum. Bu kişi komünist, faşist, kapitalist veya bunlardan benzeri bir düşünceye sahip olan bir kişi, B doğrusuna da ara da olan bir kişi diyelim.
— Nasıl, anlamadım, biraz açıkla.
— Demek istediğim, eğer B olan kişi A'ya kardeş gözüyle bakıyorsa, C'ye kardeş olamaz. Çünkü A ve C birbirlerine zıttırlar. Birbirlerine diktirler. Eğer B birine paralel ise kesinlikle, bir diğerine diktir. B ikisine de paralel olamaz. Çünkü ikisi birbirine paralel değildir.
Senin Doktor ağabeyin de öyle, O'nun davası belli, benim davam da bellidir. Ve kesinlikle bir komüniste Müslüman gözüyle bakmadığım gibi bir milliyetçiye de Müslüman gözüyle bakmam. Çünkü bir Müslüman ırkçı olamaz, bir ırkçı da Müslüman olamaz. Senin, doktoru ağabey olarak görmen, beni de kardeş olarak görmen çelişkidir. Çünkü doktorun bana hangi gözle baktığını biliyorsun. Benim de ona hangi gözle baktığımı da biliyorsun. Buna rağmen senin hareketlerin çelişkili değil mi? Yalnız şurasını karıştırma arkadaş olmak başka kardeş veya ağabeyi kabul etmek başkadır. Benim de her düşüncede arkadaşlarım var ama arkadaşlık başka, kardeşlik başkadır.
— Ama Yasemen senin de çoğu kez doğuluların hakkını savunduğunu, bu konuda tartıştığını görmüşümdür. Oysa insanın ırkını inkâr etmesi doğru bir şey mi sence?
— Hayır, Ali benim bakışım daha değişik doğunun mazlumiyetinden bahsederken yalnız ırkdaşlarımı kastetmiyorum. Doğu'da Kürt, Arap, Ermeni ve Türklerden oluşmaktadır. Doğulu derken yalnız kendi ırkımı kastetmiyorum ve benim ırkım hiç bir ırktan üstün olmadığı gibi, hiç bir ırktan da aşağı da değildir. Bunu hiçbir zaman iddia etmedim, edemem de. Ancak, dediğiniz gibi biz ırkımızı inkâr etmiyoruz. Ama onunla iftihar da etmiyoruz. Ancak şunu diyebilirim. Benim ırkım insanlık ailesinin mazlum bir ferdidir. Müslümanlar tarihte babalarına bile kılıç çekebilmişlerken, bizim ırkımızı, her şeye rağmen desteklememiz, savunmamız düşünülemez. Mazlumun yanında yer almak, zulme karşı durmak Müslüman’ın görevlerinden olduğu için, bütün ezilenlerin yanındayız. Yani doktor ağabeyinin söyledikleri ile bizim söylediklerimiz arasında dağlar kadar fark vardır.Başta da belirtmiştim, tekrar belirtmek istiyorum; oku, oku, oku...
— Yasemen oku dediniz de dün akşam o yazınızı okurken bir kitaptan bahsediyordunuz. Sizin yazdığınız. Onu verebilir misiniz?
— Ali, birincisi onu daha bitirmiş değilim. İkincisi sen önce, bir İslami olan eksikliklerini tamamlamaya çalış. Yoksa bu halinle beni yanlış anlayacağın kuşkusuz, O yazıyı da size okutmayacaktım. Şimdiye kadar hiç kimseye de okutmuş değilim. Ama siz e okutmasaydım, belki şimdi seninle böyle hoşbeş konuşamazdık, başka şekilde birbirimize bakmaya başlardık Çünkü doktor ağabeyinizin ektiği tohumların yeşermemesi imkânsızdı. Kalbinizde...
— Yasemen derse geç kalıyoruz...
İki arkadaş sınıfa girdiklerinde bütün öğrencilerin sınıfta olduklarını gördüler. Hoca da yeni derse girmişti. İki arkadaş acele ederek yerlerine oturdular.
Ayşe'nin üzüntülü hali Yasemen’in gözünden kaçmamıştı. Yoksa mektubu Nalân’a verirken ters bir durum mu olmuştu. Dersin sonunda öğrenmeye çalışacağını düşünerek Hoca'nın anlattıklarını dinlemeye başladı...
***
Yasemen’in tek başına dışarıda dolaştığını gören Nalân, Ayşe’yi de yanına alarak ona taraf gittiler.
Nalân’ın yeni giyinişi onu apayrı kılmıştı. Adeta ona yeni bir kişilik kazandırmıştı. Hele Ayşe'nin onun yanında suskun duruşu, konuşmayışı, Nalân’ı kıskandığı gibi aşağılık kompleksine girdiğini adeta belli ediyordu.
Nalân gönderdiği yazı için teşekkür ettikten sonra, Yasemen'e ablasıyla ilgili sorular sordu. Yasemen de elinden geldiğince cevaplandırmaya çalıştı. Daha sonra Müslümanların niye gruplara ayrıldığını Hocalarının ve kimi öğrencilerin niye kendisine "Humeynici" dediğini sordu. Yasemen:
— Nalân bu konuları sizinle yalnız konuşsak daha iyi olur. Zira İslami meselelerdir. Ve herkesin yanında konuşmak doğru değildir bence...
— Kesinlikle olmaz bu sizinle ilk ve son konuşmamdır. Ayşe'nin bazı şeylerin kendisinden gizlenmesine içerlediği, Yasemen’in gözünden kaçmadı. Sessizce konuştu, sesinden darılan insanların ses tonun vardı.
— Nalân o zaman ben gideyim siz meselelerinizi hal edinceye kadar seni sınıfta beklerim. Nalân:
— Kesinlikle olmaz seni niye beraberimde getirdim biliyorsun İslam'a göre kadın ve erkeğin konuşması kesinlikle haramdır. Çünkü bir sürü zinaya sebep oluyor. Göz zinası, kulak zinası. Ama ben sabahtan ona, buna ve diğerlerine konuşmamızın uygun olmadığını ifade etmeme rağmen, herkesin söylediklerime NEDEN karşı olduklarını bir türlü anlayamıyorum. Sizleri tenzih ediyorum. Sizler farklısınız ama gene de ben bu konuşmalarda kendimden bir şeyler kaybettiğime inanıyorum. Hissediyorum. Bir sefer konuştun mu arkası geliyor. Siz de kendinizi yoklayın aynı şeyleri hissedeceğinize inanıyorum... Sonra zaten okumak haramdır bu ortamda bizim için. Okulu bırakmayı düşünüyorum. Yasemen hayretle:
— Peki, kim demiş haramdır.
— Bizim Şeyh. Biliyorsunuz şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.
— Öyleyse size yazılı bir cevap gönderirim.
Ve iki arkadaş oradan ayrıldı... Yasemen kendi-kendi konuştu: Vah kardeşim vah,
“ji ber şiruk ê çu yi bin mezrîbê”
***
Günler haftaları, haftalar ayları kovalarken, döküle döküle tükenen bahçedeki ağaçların yapraklarına karşılık. Takvim de asılı durduğu duvarda âdeta eriyip gidiyordu inceliyordu. Günler ilerlemiş ve nihayet senenin son haftalarına girilmişti. Yasemen hâlâ normal olarak derslerine devam ediyordu. Zaman akışı ile birlikte yüzündeki yara izleri silinmiş eski durumuna gelmişti, cildi.
Okulda, herkesin Yasemen'e karşı tavrı değişmiş ona misafir muamelesini yapıyorlardı adeta. Çünkü Yasemen her an gidebilirdi. Bu sebeple herkes ona iyi davranıyordu. Yasemen ise bu durumdan rahatsız oluyordu. Her şey yapay bir hal almıştı adeta. Ne söylerse söylesin öğrenci olsun öğretmen olsun evetleniyordu. Kimse itiraz etmiyordu. Oysa o istiyordu ki insanlarla tartışsın, mücadele etsin. Yakasına yapışmalarını istiyordu adeta. "Bu böyle değildir, sen yanılıyorsun. Böyle-böyle olması gerekir. Oysa sen tam tersini söylüyorsun vb". İtirazcı insanları severdi ama gel gör ki insanlar kendisine ne gözle bakıyorlar.
Ölüm döşeğine düşen bir insanın bütün arzu ve istekleri, hem dost, hem düşman tarafından kabul edilişi nasıl ise Yasemen’in şu anki durumu da öyleydi. Bir dediğini iki etmeyen arkadaş ve öğretmenlerinin bu tavrı onun hoşuna gitmiyordu. Durum böyle olunca hiç kimseye bir şey veremezdi.
Aşure günü ile birlikte başlayan Ortadoğu körfez krizi gün geçtikçe yeni boyutlar kazanıyor, yeni-yeni kuklalar sahneye çıkıyordu. Allah'ın evini korumak için her gün yeni-yeni kafilelerle, şeytanın askerleri kirli ayaklarıyla kutsal topraklarımıza ayak basarken, Ay'a, ayak basışını gelenekçi Müslümanlara bir türlü kabul ettiremeyen, inandıramayan Sam Amca bu gün nasılda kolayca kabul ettirebilmişti. Kâbe’ye ayak basışını, Allah'ın açık emrine rağmen bütün Müslümanlara...
Kimi Müslüman geçinen uşakların fetvaları ve davetiyeleri üzerine; şeytanlar bölük-bölük yığılmaya başlamışlardı. Şimdi taşlanmaları gereken kutsal topraklarımızda, Ama gelin görün ki, bu sefer taşlanması gerekenler beraberinde getirdikleri mermileriyle, toplarıyla, füzeleriyle ve özel bombardıman uçaklarıyla "mazlum Müslüman halkları taşlayacakları kesin gözükmekteydi..."
Bu kargaşadan yararlanan halkı Müslüman olan kimi uşak devletler de iç temizliğe başlamışlardı.
Her gün ortalıkta yeni-yeni insanlar kayboluyor ve bir daha gözükmüyorlardı. Gidip de dönmeyenlerin akıbetleri belirsizdi. Hele halkın arasındaki fısıltı gazetesinde korkunç haberler yer alıyordu: "Başımızdakilerin üzerimize zehirli bulutlar gönderecekleri kesin. Böylelikle hem dünya kamuoyunda Bağdat’ı karalamak ve çarpık düzenine isyan eden mücadeleci ve özgürlükçü halkımızın imanı yükselişini durdurmak, susturmak ve bastırmaktır. Böylelikle bir taşla iki kuş vurma misali. Bu sebeple halkın büyük çoğunluğu göç etmeye başlamıştı. Doğu'da şehirler sessiz, kimsesiz kalmıştı caddeler, sokaklar. Fakir olup ta kaçmaya imkânı olmayanlar aldıkları basit tedbirlerden dolayı birçok kişi ölmüştü.
Laik düzenin bütün ülkede ve özellikle doğu bölgelerinde başlattığı köyleri boşaltma, köyleri imha etme ve temizlik operasyonlarını, Yasemen duymuş ve okulda kalmanın en güvenli yol olduğuna karar vermişti. Ama çevresinin ona karşı davranışı hoşuna gitmiyor, sıkılıyor eve gitmesini teşvik ediyordu adeta...
Zeki, babasının Yasemen'e ettiklerini bir türlü unutamıyor, hazmedemiyordu. Böylece günlerin ilerlemesiyle beraber Zeki de adeta eriyordu. Bir deri bir kemik kalmıştı.
Yasemen’in bütün ısrarlarına rağmen bir türlü kitap okuma alışkanlığı kazanamamıştı Zeki. Hep yalnız kalmak, düşünmek istiyordu. Arkadaşlarının ona sorduklarına kısa ve baştan savma cevaplar vererek geçiştiriyordu. İnsanlardan kaçar olmuştu. Özellikle uzaktan Yasemen'i tek başına gözetlerdi, bu gözetlemeler esnasında hıçkıra-hıçkıra ağladığına çok kişi şahit olmuştu. Yasemen bu durumu fark etmiş, belki ona yardımcı olurum düşüncesiyle gidişini habire geciktiriyordu. Ama bu da boşunaydı. Zeki insanlardan kaçan, konuşmayan, ağzını adeta bıçak açmayan, manasız bakışlarla etrafı seyreden bir insan olup çıkmıştı. Evde de suskunluğa gömülmüş, sürekli uzandığı yatak odasında gözlerini tavana dikerek saatlerce bakıyordu. Ama görmediği tavana... Saatlerce bakıyordu.
Babası bir yana, Yasemen bile artık ondan korkmaya başlamıştı. Aklını oynatır diye. Onu açmak, ferahlatmak için Yasemen’in gösterdiği bütün çabalar ve amaçlar ona saçma ve anlamsız gelmeye başlamıştı bir kere... Bir aya yaklaşıyordu. Nalân’ın okulu terk edişi. Yasemen ancak Ayşe vasıtasıyla ondan haber alabiliyordu. Bu sefer Ayşe bu duruma içerliyordu. Bazen Yasemen’in, Nalân’la ilgili sorularına açık seçik cevaplar vermiyordu.
Ayşe, Yasemen'le olan arkadaşlığına rağmen, ondan daha ziyade Nalân’a ilgi göstermesi alakadar olması canını sıkıyordu. Sanki kendine ait olan bir malı zorla elinden, alınmış gibi bir hali vardı. Bu sebeple Yasemen'e karşı artık fazlasıyla hırçınlaşmış bütün söylediklerine sırf muhalefet olsun diye itiraz eder olmuştu. Gerçi Yasemen itirazcı ruhlu insanları severdi, ama Ayşe'nin itirazları farklıydı. Bu itirazın da kıskançlıktan geldiği ve çocuksu temellere dayandığı için üzülüyordu.
Yasemen sabahın erken saatlerinde sınıfın pencere kenarına kalorifer peteklerinin yanına çektiği sandalyesine oturmuş dışarıyı seyrediyordu. Ayşe'nin dün ona söyledikleri beyninde zonkluyordu, hala. Bu haberden sonra valizini toplamış memlekete kesin gitmeye karar vermişti. Sınıf arkadaşlarıyla vedalaşmak için de sabahın erken saatlerinde gelip sınıfta oturmaya başlamıştı...
İki gün önce kar temizleme makinelerin okul bahçesinde açtıkları patika yol, iki metrelik kalınlığıyla okul bahçesini kaplayan karın ortasında bir su kanalını andırıyordu adeta. Gelip-giden öğrencilerin ancak şemsiyeleri gözükebiliyordu.
Sınıftan içeri giren Ayşe'nin "Günaydın" deyişini duymamış olacak ki ikinci kez tekrarladı, gülümseyerek. Yasemen yavaşça arkasına dönerek cevap verdi. Ayşe'nin sevinçli ve güler yüzüne, üzüntülü ve acıma belirten bir çehreyle uzun-uzun baktı. Ayşe, yaptığının farkına varıp başını eğdi, usulca masasına oturdu...
Nalân’ın açılışını büyük bir sevinçle haber veren Ayşe, adeta dünden beri ona karşı büyük bir zafer kazanmışçasına sevinçliydi. Gördün mü? Dercesine manalı manalı gülüşü, Yasemen'i kahrediyordu. Oysa onun amacı Yasemen'i üzmek değildi. Ama ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmiyordu.
Yasemen, kendini bir daha Nalân’ın yerine koyup daldı düşüncelere. Babasının: "bıktım senin bu namazlarından, rahibe olmaya mı karar verdin? Bu günden itibaren ya başını açıp okuluna devam edersin. Ya da bu evi terk edersin?" sözlerine nasıl tavır ala bileceğini bir daha düşündü, durdu; kafası stop etti...
Evet, Nalân açılmıştı. Belki bugün belki yarın okula da gelmeye başlayacaktı. Bu Yasemen için hazmedilebilecek bir durum değildi. Bu ağırlığı kaldıramazdı, altında ezilecekti adeta. Nalân’ı tekrar eski cahiliye haliyle görmek, okulda kendisini şimdiden bütün hocalar karşısında yenilmiş, ezilmiş hissediyordu. Bu manzarayı görmemek için bu sabah valizini hazırladı. Daha evvel bırakmayı düşündüğü okulunu kesin bir kararla terk etmeye karar vermişti bu sabah...
Sınıftaki bütün arkadaşlarıyla vedalaştı. Zeki arka sırada oturmuş sessizce olanları izliyordu. Yasemen’in gidişini bir türlü hazmedemiyordu. Yasemen’in bütün tesellisine rağmen gözyaşlarına engel olamıyordu Zeki.
Yasemen en son Ayşe'yle bir daha konuştu. En fazla üzülenlerden biri de Ayşe idi.
— Size tek bir şey söylemek istiyorum. Sizi hep Müslüman olarak hayal ediyordum.
— Niye şimdi Müslüman değil miyim?
— Şey, yani örtülü olarak demek istiyorum. Çünkü siz bunu hak etmişsiniz. Kimi insanlar hak etmediği halde bu hakkı kullanırken sizin kullanmamanız beni üzüyor. Oysa ruhunuzun bunu istediğini iyi biliyorum ama kör bir inat ve bazı kararlara kendinizi mahkûm etmeniz hiç doğru değildir. İnsanın annesine saygısı bazı şekilci ve yüzeysel şeylerde olmamalı, eğer onu gerçekten sevseydiniz onun sevdiklerini sever gittiği yere gitmek isterdiniz. Yani Allah'ı sever ve cennete gitmek isterdiniz. Çünkü anneler cennettedirler, melektirler. Ama her çocuk doğuranın da anne olmadığını söylemek isterim.
Oysa bakıyorum anne sevgisi adına Allah'ın sevgisinden kendinizi mahrum ediyorsunuz. Cehenneme doğru olan bir yolculuğa çıkmak nasıl insanın cennette ki bir sevdiğine kavuşma adı altında sürdürülebiliyor, bu çelişkiyi anlamıyorum. Lütfen biraz olsun araştırın yoksa annenizi ebediyen kaybedebilirsiniz.
Ayşe okulun salonunda Yasemen'le beraber ilerlerken konunun annesine gelmesi üzerine ağlamaya başlamıştı. Yasemen tekrar konuşmaya başladı.
— Bak kardeşim, aileni iyi tanıyorum. Kardeşlerinin durumunu da biliyorum. Onları tamamen haksız olarak görmüyorum. Çünkü bu gün ülkemizde İslam gücünün kaynağı ve İslam tarihinin varisi kabul edilen, gerçi biz kabul etmiyoruz ama İslam'ı bilmeyenler bunu nerden bilsinler—Diyanet, İslami taşlaştırmış ve gerici bir düşünce sistemi durumuna getirmiş, bununla da kalmayıp egemen sınıflara, yani zorbalara ve para babalarına bağımlı kılmıştır. Doğaldır ki böyle bir İslam'ın görevi mevcut sistemi şirin göstermek, yoksul kitleleri avutmak ve onlara yaşam cehennemlerinin karşılığı olarak cenneti vaat etmek olacaktır. Oysa ağabeylerin bunun İslam'la alakası olmayan bir din olarak görmeleri ve gerçek İslam’ı öğrenmeleri, araştırmaları gerekirken, bunu İslam kabul edip işin içinden kolay sıyrılma çabalarına girmelerini eleştiriyorum.
Ayşe'yle beraber giriş kapısına kadar konuştular. Ayşe bir türlü inanamıyordu Yasemen’in Okulu bırakacağına, inanmak istemiyor gibi bir hali vardı...
Yasemen valizini almak için okulun pansiyon bölümüne doğru yürüdü. Her taraf karlarla kaplı bembeyazdı. Gözlerini zorla açabiliyordu. Sınıf arkadaşlarının çoğu pencereden onu seyrediyordu. Yasemen daha yatakhane kapısına ulaşmamıştı ki, bahçenin dış kapısında duran polis arabasını gördü. Araba açılan patikadan geçemediği için okulun dış kapısında durmuş ondan indiği belli olan iki polis patikadan okula doğru ilerliyordu. Yasemen durdu onları bekledi. Yasemen'e selam verip bir şey sordular. Sınıf arkadaşlarının çoğu hâlâ pencereden bakıyorlardı. Yasemen gelenlerin kendisini sorduğunu anlayınca şaşırıp kaldı.
— Aradığınız Yasemen benim ne istiyorsunuz?
— Öyle mi? Şansa bak hele... Bizimle gelmeniz gerekir. Yasemen iyice şaşırdı. Tuhaf-tuhaf olanlara baktı. Komiser olduğu belli olan diğerine seslendi.
— Sen çocuğu arabaya götür ben müdür beyle konuşup geliyorum.
— Elini kelepçeleyeyim mi?
— Yok, gerek yok onu öyle getir, kaçacak değil ya? Ve Yasemen, polis ile arabaya doğru giderken komiser olan okul kapısından içeri girdi. Gerekli işlemler tamamlandıktan sonra öğrencilerin gözleri önünde bir daha Yasemen çelik miğferli, lastik coplu kişilerce götürüldü...
Araba bir evin önünde durdu, evin etrafında bir ambulans ve birkaç polis arabası vardı. Etrafta bir acayiplik vardı. Ama hâlâ ne olduğunu öğrenmiş değildi. Evin merdivenlerinden çıkıp içeri girerken, bir oda da Kimilerin ağladığını gördü. Salondan geç erek bir odaya girdiler. Yatakta uzanmış üstü örtülü biri yatıyordu. Tam o esnada yan kapı açıldı. Elinde mutfak bıçağı ile birisi Yasemen’in üzerine gelmeye başladı. Giyinişi ve hareketi birbirine hiç uymuyordu doğrusu. Hem ağlıyor hem küfrediyordu. Ağzından köpükler saçılıyordu kadının.
— Adiler, alçaklar, yobazlar, gericiler, siz! Siz öldürdünüz geberteceğim... Geberrrr...
Mini eteği, gömleği, makyajı badanalı suratı boyalı saçları, ojeli tırnaklarıyla nazik eliyle tuttuğu bıçağı Yasemen'e doğru salladı. Yasemen yana çekilirken, polisin müdahalesi sonucu bıçak duvardaki "Ağlayan çocuk portresine" saplandı. İki polis, kadını yakaladı. Nazik kolları polisin elleri arasında etkisiz kalınca, hıncını tam almadığı için sinir krizleri geçirmeye başladı. Onu alıp kapıdaki ambulansa doğru götürdüler. Yasemen sersemleşmişti ne olduğunu bir türlü anlamamıştı.
Nihayet, Komiser masadaki kitabı aldı, içinden bir mektup çıkardı, Yasemen'e gösterdi:
— Bu mektup size mi ait? Yasemen hayret etti, bu Nalân’a yazdığı yazıydı. Şaşırdı...
— Evet, bunu bir ay önce bir arkadaşıma yazmıştım...
— Niçin yazmıştınız?
— Her halde içeriğinden belli olması gerekir.
— Doğru. Gel şimdi "Komiser eliyle çarşafın köşesinden tutup yavaşça kaldırdı." Bu sabah intihar etmiş aşırı ilaç yutmuş. Sizin bu mektubunuz sebebiyle sizin de ifadeniz alınacaktır.
Yasemen söylenenleri artık duymuyordu. Aman Allah'ım bu Nalân’dı ne kadar da zayıflamıştı. Bir türlü inanmak istemiyordu. Demek Nalân baskılara dayanamamıştı. Ağzını açtı bağırmak istedi. Bağıramadı. Sanki ağzı kilitlenmişti. Özellikle şeyhlere bağıracaktı, telin edecekti ama boş gözlerle cansız yatan insanı seyretmekten başka bir şey yapamadı. Başı döndü, midesi bulandı, gözleri kararmaya başladı. Artık hiçbir şeyi göremiyordu. Bütün eşyalar etrafında dönmeye başladı. Komiserin ona dokunup "gidelim" demesi üzerine başını ancak çevirebilmişti ki. Komiserin elleri arasında zemine yığılıverdi.
Kimi bozuk düzenlerin ayakta kalabilmeleri için İslami uyuşturucu şeklinde insanlara sunan, ezilmişliğin sebebi, zulmün ve sömürünün sembolü şeyhlik sistemi yine bir kurban daha almıştı... Yeni bir kurban ama sonuncusu değildi bu...
İslam'ın reddettiği zulmü, sömürüyü ve köleliği, bu şeyhler İslam adına doğuda bu şeyleri yapıyorlardı. Yapabiliyorlardı...
Yasemen'i epey sıkıştırdılar, sanki kendisini suçlu görmek için bahane arıyorlardı. Bütün soruları, pürüz bırakmayacak şekilde cevap verdi... En son komiser eline aldığı dosyayı, Yasemen’in önüne uzattı.
— Bir de şunu imzalayın.
— Müsaade ederseniz bir sefer okumak istiyorum.
— Okumana gerek yok ki, zaten sizin mektubunuzun metnidir imzalayacağınız kâğıtlar. Bizim açımızdan pek önemi yok bu mektubun. Yalnız, bir nüshasını siyasi şubeye göndermemiz gerektiği için imzalamanız gerek.
— Tamam, anlıyorum ama yine de okumak istiyorum.
— Peki, size beş dakika müsaade, deyip dışarı çıktı. Yasemen yazıyı imha etmeyi düşündü. Ama eline verilen yazının asıl nüshası olmadığını anladığı için vazgeçti... Mektubu sessizce okumaya başladı. Özellikle ekleme ve çıkarmalara dikkat etti. Yazıda bir değişiklik yoktu...
Değerli Kardeşim Nalân!
Karanlıkta kaldığına inandığım kimi konuları gün yüzüne çıkarmak ve açıklamak veya kimi yaralara parmak basmak için yazacağım bu yazımda kimi hatalar olabilir. Çünkü inanıyoruz ve iman ediyoruz ki, Allah'tan başka hiç kimse hatadan beri değildir. Bu nu baştan belirterek mektubuma başlamak istiyorum.
Bu gün biz İslami gençlik olarak bazı geleneksel yapıları kırmadan, geleneksel gözlüklerimizi çıkarıp İslami bir gözlükle meselelere bakmadan bir noktaya varacağımıza inanmıyorum. İnanmıyorum, çünkü geleneksel İslami düşünce ve görüşler bizi İslam’ın özüne inmekten alıkoyacaktır.
Ve ben bugün sorunlarımızın çoğunu -ki ben sorun olarak görüyorum- geleneksel İslami düşüncelerden kaynaklandığına inanıyorum. Bizim durumumuz şuna benzemekte.
İlk ve son kıblelerimizi, müşrik devletlerin askerlerinin çizmeleri altında ezilirken ve buraları çöplük halini almışken, af buyurunuz. Mısır devleti kutsal topraklarımıza ABD askerleri için on bin fahişe ve milyonlarca litre içki göndermişken. Bazı âlimlerin (ki bunları âlim olarak değil, kukla olarak kabul ediyorum) hâlâ bayan askerlerin Kâbe’yi dolaşırlarken, kapıdan içeri girdiklerinde sağ ayaklarını mı yoksa sol ayaklarını mı daha önce atmaları bu yerlere pantolonla girmeleri uygun mu değil mi. Yok efendim bu bayan askerlere rehberlik, kılavuzluk yapmak caiz mi değil mi tartışması gibi...
Dahası, Kıblemiz, Rabbimizin; "Ey iman edenler müşrikler ancak bir pisliktirler; öyleyse bu yıllardan sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar..." emrine rağmen -af buyuru- fahişeler tarafından korunuyorsa, buna rağmen müsvedde âlimlerin, bu seneki, hacılarımızın şeytana atacakları taşları şu formüllü deterjanla yıkamaları gerekir, tartışması gibi...
İşte bugün biz İslami gençliğin tartıştığı konular ne yazık ki bu çerçevede. Oysa bugün, hacda taşlanacak şeytanlar bellidir. Şeytana ve şeytanlara atılacak taşların deterjanla yıkanması bir yana. Kirletilen kutsal beldemizi kanımızla yıkamamız gerekmektedir. Hac, Müslümanların siyasi kongresidir. Nasıl İstanbul'un işgalinden sonra, bir asker bile, "meclisin İstanbul'da toplanamayacağı" gerçeğinin farkına vardıysa ve bu sebepten meclisi Ankara'ya taşımışsa, Müslümanlar da bilmelidirler ki, Kâbe işgal altında, başka bir yeri de kıble olarak tayin etme haddimiz değilse, şeytan ve dostlarını kovmamız gerekmez mi? "Orası ibadet yeri, siyaset yeri değildir" diyecekseniz eğer, kesinlikle bunu kabul etmiyorum. Çünkü İslam'ın ibadeti siyaset, siyaseti ibadettir. Yoksa Allah niçin Kâbe’yi; zulme, sömürüye, küfre karşı ayaklanma ve başkaldırı merkezi kılsın (Maide 97). Nasıl ki, İslam tarihinde: Hüseyin'in, Yezide başkaldırış siyaseti onu şahadete kadar götürecek büyük bir ibadet ise, Hakka karşı...
Hz. Şuayb (as)'in kıldığı namazda o günkü mevcut rejimi telaşa düşürecek boyutta siyasi değil miydi acaba? Bütün bunları anlatmakta nereden icap etti, diyebilirsiniz? Şundan dolayı; bugün Müslümanlar asıl problemleriyle değil, gereksiz şeylerle ilgileniyorlar.
Tabi bütün bunlar başkaları tarafından planlanıp sahneye konuluyor. Grupçuluk meselesi, damgalama meselesi ve söylemeyi gereksiz bulduğum başka meseleler. Bunların açtıkları yaralar ve tahribatlar, ne kapanabilir ne de onarabilir. Bu sebeple size yazıyorum.
Benim İstanbul Hukuk son sınıfta okuyan dayım geçen bana gönderdiği mektupta şöyle bir olay yazmıştı. Önce onu aktarmak itiyorum:
Sevgili yeğenim Yasemen!
"...Üçüncü sınıfta Kredi ve Yurtlar kurumuna bağlı Atatürk Öğrenci Yurduna kayıt yaptırmıştım. Ehli heva dediğimiz bir sınıf arkadaşımla aynı kovuşta kalıyorduk... Bir gün baktım çocuk İslami kitaplar okumaya başlamış, ben de elden geldiğince yardımcı oldum. Kısa bir sürede namazlarını hiç kaçırmayan okuyan ve araştıran bir arkadaş oluvermişti. Okulun ikinci dönemi başladı. Arkadaş kaldığım yurttan ayrıldı. Yalnız Müslüman öğrencilerin kaldığı Bilim Yayma öğrenci yurduna kayıt yaptı. Orada herkesin kendi ve ağabeylerin akılları oranında inandığı ve iman ettiği İslami guruplardan öğrenciler kalıyordu. Oysa oraya kayıt yapan arkadaş ise, daha öyle şeylerden haberi olmayan, sadece İslam'ı öğrenmeye hevesli saf ve temiz biriydi. Temiz derken diğerlerinin kirli olduğunu kastetmiyorum, yanlış anlama. Demek istediğim düşüncesi duru idi. İslam adına öğrenmişti öğrendiklerini... Çocuk yurda kayıt yapar yapmaz, herkes adeta üzerine üşüştü. Herkes kendine doğru çekmeye başladı. Çocuğun kendileri gibi düşünmesini veya adeta, kendileri gibi iman etmesini istiyorlardı. Oysa çocuk zaten Müslüman’dı... Neyse aradan iki ay gibi bir süre geçti. Sınavlarımız yeni- yeni başlamıştı. Bir gün baktım çocuğun elinde valizi, benimle vedalaşmaya geldiğini söylemesin mi? Şoke oldum, çünkü okulu bıraktığını söylüyordu. Sebebi ise "küfre bağlı okullarda Müslümanların okumalarının haram olduğu idi". Hayret ettim. Çok uğraştım ikna edemedim. "Tamam, okulu bittir de işe girme bitirmek üzeresin" dedimse de boş. Mecburen Topkapı Garı'ndan memleketi olan Siirt'e yolcu ettik. Çocuğun okulu bırakışı çevrede ve ailesinde bomba etkisi yapar. Herkes delirdiğine karar verir. Ailesi onu Siirt'in meşhur şeyhlerine teker-teker dolaştırır iyileşmesi için. Artık sokaklarda arkasına çocuklar takılmaya başlamıştır "Hazihi mecnun" diyerek... Çocuk bu baskıya dayanamaz bunalıma girer ve üşütür. Tekrar İstanbul’a döner...
Dönmesine döner ama okul idaresi geçmiş iki aya ait rapor ister. Bu da getirilemeyince okulla ilişkisi tamamen kesilir. Geçen çalıştığı otelde, ziyaretine gittim. Gördüm ki, okumayı ve namazı bırakmış hem de kökten. Otele gelen bir kaç Alman fahişesine karşı davranışı, mimikleri, kahkahaları beni ta içimin derinliklerinden yaraladı. Döktüğüm gözyaşlarımı içime akıtarak otelden çıktım... Evet, yeğinim sen- sen ol önyargılara ve taassuba köle olma...
Dayın.
../.../19.. imza
Evet, Nalân işte böyle. Bir insanın hidayetine sebep olmak gerçekten büyük bir sevaba nail olmaktır. Ama bir Müslüman’ın sapıtmasına sebep olmak da en az o sevabın ağırlığı kadar günah ve cezaya müstahak olmaktan başka bir şey değildir karşılığı.
Eskiden beri grupçuluğa karşıyımdır. Tek özlemimiz Müslümanların insanları gruplara değil, şahsi düşüncelere değil, Şıhlara ve partileri değil, İslam'a davet etmeleridir. Çünkü insanlar ancak İslam'a davet edilir. Başka şeylere veya putlara, çağdaş putlara değil...
Ben şuna inanıyorum. Grupçuluğun yaptığı tahribatı hiçbir şey yapmamıştır şimdiye kadar. Ben yeni Müslüman olurken İslam'ı öğrenirken, Çok güzel kitap okuyordum. Kim kitap verse alır okurdum. Benim için kitaplar ya İslami ya da gayri İslami idi. Başka alternatif yoktu. Zamanla ne yazık ki Gruplaşmalardan da haberdar oldum. Şaşırıp kaldım. Aklım bir türlü kabul etmiyordu. Müslümanların bölünmüşlüklerini. Çünkü dinimiz, ilahımız, Rabbimiz ve kitabımız bir, Peygamberimiz, yolumuz ve amacımız da bir idi. Peki bu bölünmüşlükler niye öyleyse... Oysa aralarında bir türlü fark göremiyordum da diyebilirim... Onların sayesinde bir dönem okumayı bıraktım. Yanlış yaptığımı bilmeme rağmen, soğumuştum okumaktan. Elime hangi kitabı alsam "acaba hangi grubun" diye düşünürdüm. Her kitaba şüpheyle yaklaşır olmuştum...
Sonra, Allah'ın izniyle, hiçbir grubun temsilcisi olmayan Kur'an ve Sünnetti araştırmaya koyuldum. Daha sonra bu iki kaynağı açıklayan kitapları okumaya karar verdim. Allah'ın yardımıyla bu hastalıktan sağ salim kurtuldum. Çünkü Peygamber efendimiz de Veda Hac’ında bu iki kaynağa sarılmamızı istemişlerdi. Şunu iyice anladım ki başkalarının gıybetini yaparak bir noktaya varılmaz. Dedikodu ile amel edilmez...
Bilmem görmüş müsünüz? Kuyumcuların bir terazisi vardır. Üstüne neyi bıraksan kalitesini söyler. Altın bıraksan altın olduğunu ve ayarını gösterir. Bakır bıraksan hakeza öyle gümüş de öyle. Bakırı altın suyuna batırsan yine onu bakır olarak gösterir, kesinlikle yanılmaz.
Bizim de bunun gibi bir ölçümüz olmalı ki yürüyebilelim. Yoksa insanların kendi kafalarından koydukları ölçülere göre kendimizi tartsak, her ölçüde farklı bir değer bulacağımız kesin. Oysa Allah bize sabit bir ölçü vermiştir. Ancak bu ölçü, insanların gerçek İslami ağırlıklarını doğru gösterir. Bu da bildiğin gibi Kur'an ve Sünnettir. Bir insan bu ölçüye sahip olduktan sonra her grupla ilişkide olması onun yararınadır. Neyi alacağını neyi almayacağını iyi bilir. Kimi insanların yaptığı gibi ş unlarla konuşma, şucudurlar; bunlarda konuşma, bucudurlar gibi kimi abivari direktiflerden nefret ederim. Ölçüye sahip olduktan ve kendi düşüncemizin de sağlam olduğuna inandıktan sonra ölçmekten veya ölçülmekten neden korkalım…
Bana sorarsanız bu grupçuluk meselesini kafanızdan atıverin. Kim nereye giderse gitsin. Çünkü amacımız, aracımız, yolumuz ve yol azığımız belli öyleyse başkalarına takılmadan yola çıkmamız gerekmez mi? Ya onlar geriden bize yetişirler ya biz başlarına yetişiriz. Önemli olan yürümeye başlamaktır... Önemli olan ablalardan, ağabeylerden de özgür düşünebilmektir. Gruplar üstü bir düşünceye varmaktır. Evrensel bir İslami düşünceye varabilmektir. Bu din bölgesel olmadığına göre biz nasıl onu bölgesel kalıplara dökebiliyoruz onu anlamıyorum...
Yok, eğer bir türlü boş veremiyorum diyorsanız. Kesinlikle gerileyeceğinizi, okumayı bırakacağınızı iddia edebilirim. Zaten insan okumayı bıraktıktan sonra zamanla başka şeyleri de bırakacaktır. Şunu hiç unutma imanı korumak onu kazanmaktan daha zordur...
Humeynicilik suçlamasına gelince, derim ki o da Allah'ın bir kuludur. İcraatı Hataları ve doğrularıyla ortadadır. Ve onlar da kardeşlerimizdir. Bizi eleştirenlerin de kardeşlerimiz olduğu gibi. Bizim, kimi insanların önünde değil de sadece Allah'ın huzurunda eğilmemiz. Allah'ın bize seçtiği "Müslüman" isminden başka ismi kabul etmememiz Kimilerin bize de isim arama derdine düştüklerini gördük ve nihayet bize de bir... ci eki eklediler.
Şunu açıkça belirtmek isterim. İslam’ın ve imanın şartlarını kabul eden herkesi Müslüman olarak kabul ederim. Çünkü mezhep ne İslam'ın ne de imanın şartlarındandır. Ve Allah'ın kitabında da şu mezhepte olanlar Müslüman şunda olanlar kâfir diye bir ibare yoktur. Herkes bizim gibi düşünmek zorunda değildir. Öyle olsaydı Allah'ın insanlara akıl vermesine ne gerek vardı? Kısacası birer uzaktan kumandalı robot olmayı kabul etmediğimiz için, kimi ağabeyler bizi damgalayabilirler. Olsun, kendimiz ortadayız ve onlar da ortadadırlar.
Kadının sesi namahrem oluşu ve buna dayanarak kadınların okumalarının haram oluşu ile ilgili iddianıza gelince bunu kabul etmiyorum. Bu sözlerinizi belgelendiren ayet ve hadis varsa bana gönderin kabul edeyim.
Yok, eğer bu iki kaynak dışında filan şeyh ve onun filan kitabında bu konu açıklanmıştır deseniz. Öncelikle kardeşime hatırlatmak isterim, Ölçümüz bellidir. Bu ölçü dışında beni hiç kimsenin sözü bağlamaz. Hele TSE standartlarına uygun ve sicilleri ter temiz olan kişilerin, şeyhlerin ve yazarların sözleri benim için kesinlikle bir ölçü değildir. Çünkü kâfirlerin tuttuğu sicilleri tertemiz ve kirlenmemiştir. Bunun manası nedir? Kâfirler onlardan memnun ve razıdırlar demektir. Oysa Rabbimiz şöyle demiyor mu: "Yahudi ve Hıristiyanların dinlerine uymadığınız sürece sizden asla razı olmayacaklardır."
Peki, kâfirler bugün gelip kutsal topraklarımızı savunuyorlar (?). Sebep: Onların Müslüman olmadıkları ortada, öyleyse niye bizi bu kadar seviyorlar? Yoksa onları razı edecek bir durumda mıyız? Neyse daha fazla karıştırmayalım. Zaten biraz kurcaladığımız için bize damgayı vurdular. Ama bu kurcalamalar kimlere zarar veriyorsa, ortalığı karıştıranlar da onlardır. Yoksa iki kişi Allah tarafından kardeş kılınsın ama birbirlerine yan baksınlar, bu aklına yatıyor mu senin? Bütün bunları emperyalizmin b irer oyunu kabul ettiğim için es geçiyorum.
Bir yere bağlanmadan olmaz, bir şeyhe tabi olmak lazım ve özellikle şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır tekerlemesine gelince, benim çok önem verdiğim bir ölçü: Sicil, meselesi. Ve ben şimdiye kadar sicili kirlenmiş hiç bir şeyh görmedim. Ne kâfirler ve ne de küfrü temsil eden düzenin kendisinden rahatsız olduğu, razı olmadığı bir şeyh görmedim. Hepsi TSE belgelidir. Bana âlim, mücahit, mücadeleci bir imam göster girelim tarikatına. Zaten İslami standartlara uygun olsa onun ismi Şıh olamazdı herhalde başka olurdu imam, halife... Ama kişisel standartlara uygun olanlar var, bana onlar lazım değildir. Ve onların sözleri de beni bağlayamaz...
Belki, kimi insanların kendilerine bıçak batırmaları ateş yemeleri ve su üzerinde yürümeleri sana garip gelebilir. Sicilleri temiz durdukça benim açımdan değişen hiçbir şey olmayacaktır. Zira medyumlarda aynı hareketleri yapıyorlar. Bu gibi durumlar bir ateistin çizgisini değiştirebilir ama Müslüman’ın asla. Firavun‘un sihirbazlarının Hz. Musa'nın çizgisini değiştirmediği gibi! Bu gün dünyadaki Müslümanların durumunu gördükten sonra, köşeye çekilmek, ya da el pençe bağlayarak kimi insanların eteklerine sarılmak tabiatıma terstir...
Kadının sesi namahrem ve bu sebepten dolayı sıraladığınız "göz ve kulak zinalarına" değinmek istiyorum. Mahrem mi, namahrem mi tartışmaya girmeden şunu ifade etmek isterim. Ses, doğallığının dışında çıkılmayacaktır. Nur Suresi'nin 30 ve 31. ayetleri bu çerçeveyi güzel bir şekilde ifade etmiştir. Yok, eğer öyle olmasa bir âlimin dediği gibi bir taşa bile şehvetle bakmak haramdır. Değil karşı cinslerin birbirlerine bakmaları… Bu erkek ve kadın için fark etmez.
Bir ara konuşmamızda şöyle bir şey demiştiniz hatırladığım kadarıyla: "Ben ona, buna ve diğerlerine konuşmamızın uygun olmadığını defalarca ifade etmeme rağmen. Herkesin söylediklerime NEDEN karşı çıktığını bir türlü anlamıyorum. Sizleri tenzih ediyorum, sizler farklısınız. Ama gene de ben bu konuşmalarda kendimden bir şeyler kaybettiğime inanıyorum. Hissediyorum, siz de kendinizi yoklayın aynı şeyleri hissettiğinize inanıyorum... Vs."
Ne yazık ki, içinde yaşadığımız mevcut cahiliye sistemi, hiçbir şeyin karşılıksız olamayacağını tahmil etmiş, biz Müslümanlar kardeş olmamıza rağmen, bundan da nasibimizi aldığımız kuşkusuz. Çünkü bu ortamda bugün bize verilen bir selamdan sonra bile kafalarımızda: Acaba niye, niçin, neden, bana selam verildi. Hangi menfaati için ve kafamızda soru... Soru işaretleri sıralanmakta..
Kimi insanların sizinle ilgilenmeleri, konuşmanız içerisinde geçen "neden" kelimesi ile nasıl yanlış anladığınızı biliyorum. Bu normaldir. Çünkü geldiğiniz ortamda ilişkiler o kriterler üzerinde kuruluyordu.
Ama dediğiniz gibi eğer insan birisiyle konuşurken "içerisinden bir şeyler kaybettiğini hissediyorsa..." kesinlikle konuşmak haramdır. Konuşmamak gerekir. Eğer iddialarınızı bu çerçeveye oturtuyorsanız, size hak veriyorum. Ayriyeten de tebrik ederim, aldığınız bu kararınızda sebat etmenizi tavsiye ederim. Yok, eğer kararınız bazı tarikatvari kurallardan kaynaklanıyorsa bunu kesinlikle kabul etmiyorum. İslami bir davranış olmaktan öte, bilakis İslam'ın karalamasına sebep olmaktan öte bir şey değildir.
Kimi insanlar sizlere: "Topallayarak yürü, belinizi bükerek elinize bir baston alarak yürü, ihtiyarvari konuş, eski bir çarşaf giy insanlar sizi ihtiyar bilsin. Genç bilmesin... Vs." gibi kimi tarikatvari hareketler İslam'a vurulan en büyük darbedir. Asıl bu gibi şeyler İslam'ın yayılmasına engeldir. Böyle şeyler yüzünden değil miydi ki, yıllarca İslam'ın karşı safında yer aldığımız. Size gönderdiğim Aralık 1990 Güneş Gazetesi'ndeki "Ses zinasına karşı ağızda taş taşımak" kupürünü okumuşsanız eğer, bu durumu kolaylıkla fark edersiniz. O kupürde kâfirler İslam'a saldırıyorlar. Peki, sorarım size İslam'ın neyine dayanarak hiçbir şeyine. Ama tarikatların kendi yanlarında çıkardıkları bazı kurallar İslam'ın ruhuna aykırı olduğu gibi kâfirlerin de bunları bahane ederek İslam'a saldırmalarına fırsat veriyorlar. Bir bakıma hak vermiyor değilim onlara. Çünkü eleştirdikleri noktalar İslam adına ortaya çıkmıştır...
Yok, eğer kararınız birinci sebepten kaynaklanıyorsa, kararınız İslam'a uygundur. Takvaya uygundur. Ve en doğru karardır. Ancak yalnız sizleri bağlar. Yani kişisel bir geçerliliği vardır. Böyle kararları bütün fertler için söz konusu etmek yanlıştır ve İslam düşmanlarının eline koz vermekten başka bir şey değildir.
Özellikle kardeşime tavsiyem hacı hocanın sözlerine kulak vereceğinize kendiniz okuyun araştırın. Niye herkesin söylediği mutlak gerçek geliyor sana. Demek istediğim bölgesel kalıpları kırıp daha evrensel bir İslami düşünceyi yakalamaya çalışın. Yok, eğer böyle giderseniz, kendinizi dört duvar arasına hapsedersiniz. Oysa İslam'ın istediği kişilik bu değildir olamaz da.
Aç Kur'an-ı Kerim'i, Hz. Musa'nın Medyen'e girişi ve orada o iki kadına karşı davranışı ve o kadınların kendisine karşı davranışlarını incele.
Evet, Hz. Musa (as) bir ağacın gölgesinde dinlenirken o iki kadından birinin kendisine doğru geldiğini görür. Kadın Musa (as)'a doğru adım atarak yaklaştığı zaman. Acaba onun yürüyüşü tanıdığımız, bu günün okullarında belli yürüyüş edasına alınmış ol an birçok kadın gibi miydi, yoksa başka bir edası mı vardı.
Kuran’ın deyimiyle: "O iki kadından birisi hayâsını muhafaza ederek Musa’nın yanına geldi. Evet, onun yürüyüşü daima hayâ doluydu. Yüreğinde bir kavgası vardı, Bu varlığının derinliklerini sarıyordu. Musa'ya doğru gidiyordu. Onu götüren kadınca doğal havasıydı.
...Hayır, böyle değil. O inançlı bir kadın; o doğru düşünen, doğru hareket eden bir kadın havasıyla yürüyen, Allah'ın peygamberlerinin eğitimi altında sağlam inancı doğru düşünce yöntemi öğrenmiş bir kadın...
Şunu unutma yüreğinde kavgası olan başkadır. Müminlerin emiri HZ. Ömer (r.a) kadınların hakkı olan mehire kısaltma getirdiğini bir hutbesinde ifade edince. Arka safhalardan bir Müslüman kadın ayağa kalkıyor: Ömer'e karşı çıkarak ona Allah'ın o konudaki ayetini hatırlatıyor. Ve Hz. Ömer 'de orada, minberde kadından özür dileyip, yanıldığını ifade ederek sözünü geri alıyor.
Bilemiyorum, yoksa o zaman ki insanların gözleri ve kulakları yok muydu da, göz ve kulak zinasını sorunu ortaya çıkmıyordu. Yoksa biz daha mı muttakiyiz. Allah'ın kitabında bile mümin erkek ve mümin kadınların bir birlerine dost, veli olduklarını Allah ifade etmesine rağmen. Bazı gelenekçilerin bunu tam tersine çevirerek ateş ve barut misaline dönüştürmeleri İslam'ın neresine sığdırıyorlar bunu anlamıyorum. Yoksa biz daha iyi mi biliyoruz. Bilemiyorum, anlamıyorum ya da anlatamıyorum. Yoksa İslam ve onun tarihi ortadadır. Sizden istediğim gelenekselleşmiş bazı düşünceleri İslam adına inanmayın. Okuyan araştırsın.
Eğer kadının gönlünde bir kavgası varsa ve hayâsını koruyabiliyorsa Hz. Musa’nın kıssasında olduğu gibi hiç tanımadığı biriyle de konuşabilir. Gerekirse diğer Müslüman kadın gibi halifeye bile rest çekebilecek kadar cesur bir tavır sergileyebilir. Ve bugün Müslüman kadınların göstermeleri gereken tavrın bu olduğuna inanıyorum. Yoksa etrafımızda duvarlar örerek bir noktaya varacağımıza inanmıyorum.
Son olarak Kur'an ve sünnet dâhilinde sabit bir çizginiz olsun ve yürüyün, hiç kimseye kulak asmayın. O zaman mesafe kat ettiğinizin farkına elbette varacaksınız. Aksi takdirde durgunlaşmaya gideceğinizi, gerilemeye başlayacağınızı ve Allah korusun da ha da kötü noktalara kadar varabileceğinizi ifade etmek isterim."
Birden kapı açıldı. Komiser tekrar içeri girdi. Yasemen gözyaşlarını kuruladı. Komiser:
— Sanırım okumuş olmanız gerek
— Evet, okudum sayılır.
— Peki, size ait olduğunu kabul ediyor musunuz?
— Evet, bana aittir.
— O zaman lütfen altını imzalayın.
Yasemen kâğıtların altını teker-teker imzalayarak verir. Komiser:
— Sizi sevdiğimi belirtmek isterim yalnız şu husus var bu yazıyı siyasi şubeye göndermek zorundayız. Bu yazı oraya yetişir yetişmez sizi götüreceklerini belirtmek isterim. Eğer imkânınız varsa kaçınız. Yasemen
— Biz adaletten (!) kaçmayız, Komiser Bey.
— Bilmiyorum sizin bileceğiniz bir iş. Biliyorsunuz bu aralar temizlik çalışmaları var. Ellerine düşseniz size yazık olur...
— Uyarınız için çok teşekkür ederim. Şimdi okuluma gidebilir miyim?
— Tabi serbestsiniz ama dikkat edin hava karanlık ve de yollar kaygandır. Dikkatli yürüyün.
— Niye karanlık olsun ki
—Nasıl olmasın saat gece yarısına geliyor. Siz epeyce baygın yattığınızı bilmiyor olmalısınız. İsterseniz bu akşam bizde kal.
— Sağ olun, pansiyona gitmem daha iyi olur. Ve Yasemen kapıdan karanlığa karıştı.
Rüzgâr soğuk soğuk esmekteydi. Yasemen ellerini koltuk altlarına koyarak yürümeye başladı. Yolun iki kenarında biriken kar yığınları bir kaç metreye ulaşmış yoldan geçenlerin etraflarını görmeyi engelliyordu. Sokak merdivenlerinde tırmanırken toprak serpilmiş yerlere basmaya dikkat ediyordu. Yoksa bir kaysa aşağı kadar kendini durduramazdı.
Tırmandığı merdivenlerini sonuna nihayet gelebilmişti. Nalân’ın intiharından kendine de bir pay çıkardığı için ara sıra akan gözyaşlarını silmek zorunda kalıyordu. Yoksa daha yere dökülmeden yanaklarında donup kalıyordu. Belki de Allah böylesi temiz gözyaşlarının kirli yerlere düşmesini istemediği için böyle donduruyordu.
Hersan Mahallesinin Kurubulak, denen semtinde ki tepeye vardı. Okula az bir mesafe kalmıştı. Okula doğru yürümeye başladı, sonra birden durdu. Sol tarafına baktı, Uzunca bir baktı... Bitmek üzere olan bir inşaata bakıyor gecenin bu sessizliğinde…
Bu inşaat, iki ay önce temelini dedelerimizin kemikleri üzerine bina edilmeye başlayan. Hersan mahallesi polis Karakolu’nun inşaatı idi. Ve kapısından üstü karlarla kaplı bir türbe Şeyh’in türbesi. Yakalara takılan rozet gibi, çiçek gibi o da karakol a yakışmıştı... Tarihteki Belam-Karun-Firavun üçlüsünün köşe taşlarında bir yatıyordu. Demokrasinin en büyük ama bilmeyen şehidi...
Allah'ım bunlar ölünce de görevlerini icra etmekten vazgeçmiyor oysa ben nasıl görevimi aksattım ki kardeşim intihar edebiliyor anlamıyorum Allah'ım hakkıyla görevimi yapmadım beni affet.
Yasemen eliyle pansiyon kapısını vurdu. İnkılâp Tarihi Hoca'sı kapıyı açtı. Yasemen'e sormadı nereden geldiğini, çünkü kendisi biliyordu.
Yasemen direkt yukarı çıktı. Biraz ısınmayı düşünüyordu. Çünkü her tarafı buz kesilmişti. Hoca onu zorla odasına götürdü. Onu konuşturmak istiyordu.
Yasemen soğuktan epey etkilenmişti. Direkt kalorifer peteklerinin üzerine oturdu. Ahmet Hoca çayı demlemekle meşguldü. Çay hazırlanıncaya kadar hiç konuşmadılar.
Çaylar demlendi. Hoca'yla karşılıklı çaylarını içmeye başladılar. Önce günlük meseleler üzerinde konuşuldu. Daha sonra Yasemen’in gözaltına alınma olayına geldi. Ahmet Hoca ilk kez imalı konuşmaya başladı.
— Yasemen sizler gençsiniz, genç olma münasebetiyle de bize bırakılan Cumhuriyetin birer bekçisisiniz. Çünkü Mustafa Kemal kurduğu Cumhuriyeti ve ilkelerini siz gençliğe emanet etmiştir. Bugünkü hükümetin bu ilkelerden saptığını görüyor ve üzülüyorum. Ama yine de ümitliyim. Çünkü bu emanet sizlerin koruması altındadır.
Yasemen, Hocanın gerçek yüzünü sakladığını ve kendisini değişik bir pozisyona sokmaya çalıştığını görünce, kendisine de aynı oyunu oynamak kalıyordu... Yasemen:
— Hocam, M. Kemal Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet ve bize bıraktığı ilkelerin korunma ihtiyacı olsaydı, bize mi, biz gençliğe mi emanet ederdi. Yoksa silahlı kuvvetlere mi?
Ama. Biliyorsunuz, duyuyorsunuz ve de okuyorsunuz... Atatürk, Bize, biz gençliğe emanet ettiğini söylüyor. Dikkatinizi çekerim. Gençlik bir şeyi koruyabilir mi? Koruyabilir mi? Kesinlikle hayır. Öyleyse.
Bize bırakılan emanet, korumak için değil. Geliştirmek ve daha iyiye götürmek için bize... Biz gençliği emanet edildi. Yoksa koruma amacı güdülseydi, her halde gençlikten ziyade başkalarının korumasına bırakılırdı.
Gençliğe bırakılmasının sebebi, ilkelerindeki bütünleyici unsurlardan biri olan : "Dinamiklik ve hür düşünce" unsurunun yalnız gençlikte mevcut olduğunu bildiği için emaneti bizleri bıraktı. Korumak için değil. Donuklaşmaktan ve taşlaşmaktan korunmak için. Daha iyiye daha güzel, daha doğruya taşımak için... Bize verildi.
Biz gençlik olarak tarihteki büyük insanları, insanlığın ilim ve medeniyet yolundaki yolculuğunda bu yolun, iki taraftaki lambalar olarak görüyoruz. İşte bu yolda yürüyebilmemiz için, bu lambalardan faydalanmamız gerekir. Değil mi?
Biz tarihte, " ilim ve medeniyet" yolundaki yolculuğumuzda. 1923 yılında büyük ve de parlak bir lambaya rastladık. O da şüphesiz M. Kemal idi. Bu öyle bir ışıktı ki, Antrparantez kuyumcu vitrinlerdeki ampulleri siz görmüş olmalısınız. Özellikle bayan hocalarımız bunu iyi bilirler. O ampullerin verdiği ışık ile vitrindeki teneke parçaları bile altın gibi parlar ve öyle gözükür.
İşte böyle bir lambanın aydınlığında bize emanet verildi. Ve M. Kemal biz gençlere "Durmayın, düşerseniz. İlerleyin. Çünkü medeniyet öyle bir ateştir ki kimsenin gözyaşına bakmaz, geride kalanları yakar kül eder." demişti. Bizde bu söz üzerine yürümeye başladık... Epeyce yol aldık.
Sonra birden arkadan birileri bizi geriye doğru çekti. Döndük baktık o direkle ayak bileklerimizin, birbirleriyle zincirlenmiş olduğunu gördük.
Biz gençlik olarak inatla yürümeye devam ettik. Direk sallanmaya başladı. Ön taraftan şiddetli bir tekme yedik. Gözümüzü açtığımızda kendimizi emaneti aldığımız lambanın dibinde gördük. Tekrar yürüdük ama her seferinde de bir tekmeyle eski lambanın dibinde gözümüzü açıyorduk. Sonra tekrar yürüdük, yürüdük. Bu sefer ne arkadan bizi çeken oldu, ne de suratımıza tekme indiren oldu. Hayret ettik ve önümüze baktık...
Meğer önümüzdeki lambanın sigortası atmıştı. Ve bizi şimdiye kadar engellemelerinin sebebi bu önümüzdeki lambaydı. Çünkü bu lamba kırmızı idi. Eğer o lambanın dibine erişseydik. Işığından dolayı her taraf kıp kızıl görünüverecekti. O zaman elimize tutuşturulan emanetin bir sürü mazlum insanın kanıyla boyandığının hissine kapılabilir. Belki emaneti yere atabilirdik. Ama şimdi bu lambanın sigortası attığı için iplerimizi biraz daha gevşettiler.
Hoca, sessiz sessiz dinliyordu. Yasemen çayının son yudumunu da yudumlayıp, bardağı masaya bıraktı. İçi biraz olsun ısınmıştı. Hoca, Yasemen’in bardağını da doldurdu. Yasemen konuşmasını sürdürdü.
— Ama Hiç bir şeye üzülmüyorum. Yakında şurada (eliyle Ortadoğu ve Güneydoğu bölgesini işaret ederek) bir "GÜNEŞ" doğacak. Çünkü yıldızlar silinip kaybolmaya başladılar teker-teker. İşte o zaman her şeyin gerçek rengi ortaya çıkacak, bize verilen emanetinde gerçek rengi ortaya çıkmış olacak.
Eğer bize verilen emanet gerçekten kıymetli bir şey ise taşımaya devam edeceğiz. Yok, eğer elimize tutuşturulan bir çöp tenekesi ise onu elbette çöplüğe atacağız. Başka alternatif var mı?
Ama tek üzüldüğüm nokta. Ayağımıza vurulan prangaların sağlamlığı… Bu zincirler kopmayacağı için. Direk kırılabilir ve devrilebilir. Onun altında birçok insan pisipisine ezilip gidecektir. Daha da önemlisi bizi takip eden nesil bu lambadan mahrum kalacaktır.
Ve soruyorum size. Eğer bize verdiğiniz emanetin sağlamlığından eminseniz. Niye zincirlerimizi çözmüyorsunuz. Niye başka lambaların ışıklarından korkuyorsunuz. Yoksa elimize verdiğiniz emanetten sizde mi emin değilsiniz? Bunun cevabını istiyorum. Niye.. Niye hep gençliğin önünü çelik miğferliler, lastik coplarla çıkılıyor. Yoksa emanetin korunması onlara mı devredildi de, haberimiz mi olmadı. Hani bize bırakılmıştı. Yoksa sizde mi emanetinizin sağlamlığından şüphe içindesiniz.
Hoca itiraz edecek gibi oldu. Yasemen konuşmasını sürdürdü.
— Şunu artık iyice anlamamız lazım. Atatürk düşüncesi gençlik düşüncesi değildir. Ama kesinlikle gençlik düşüncesi Atatürkçü bir düşüncedir. Çünkü ilmen, aklen ve mantıken uygun olan her şey Atatürkçü düşüncenin içinde yer alır. Ve gençliğin bu yolda olduğuna inanıyorum. Eğer gençlik, Kapitalizmi, Faşizmi, Sosyalizmi veya İslami kendine yol olarak benimsemişse, bu demektir ki, gençliğin; eliyle, aklıyla mantığıyla, enerjisiyle idealleşmiş şeklidir bu, Atatürkçülüğün. Demek ki, Atatürkçülük tekâmülleşme sonucu bu noktaya gelmiştir
Niye o kadar korkuyorsunuz onu anlamıyorum.
Son olarak bir şey söylemek istiyorum. Atatürkçülük, bir ecza deposu mudur ki, her hastalık için, yazılı reçeteye uygun bir ilaç verebiliyor. Evet, belki eskiden bir ecza deposu görevi gördüğü kuşkusuz!. Çünkü o zaman toplumda yapay altı tane hastalık vardı. Bu ecza deposunda da buna karşın altı ilaç vardı. Ama unuttuğunuz bir husus. Biz iki bin yılına merdiveni dayamış bulunuyoruz. O eski hastalıkların çoğu ortadan kayboldu. Çünkü hepsi yapay hastalıklardı. Ama yeni-yeni hastalıklar ortaya çıkmakta her gün. Yeni bir hastanın getirdiği reçetelere karşılık, hala o eski kokuşmuş ilaçları veriyorsunuz. Bu yaptığınız AİDS hastalığına yakalanmış birisinin size uzattığı reçetesine karşılık Aspirin uzatmanız gibidir. Ki, bugün Aspirin hala geçerlidir.
Eğer gerçekten. Atatürk'ün bize bıraktığı mirasa sahip çıkmak istiyorsanız... O bize bir ecza deposu bırakmıştır. O kokuşmuş ilaçları atın ve yerine bayatlamayacak ilaçları alınız. Ve Atatürkçülük adına, O'nun kemiklerini sızlatmaya kimsenin hakkı yoktur.
Konuşmalar sabaha kadar devam etti. Anlaşamadılar, anlaşamazlardı da. Çünkü ortak bir tek noktaları dahi yoktu. Hoca Yasemen'i köleliğe çağırıyordu. Tanrılaştırdıkları bir insanın kanunlarına boyun eğmesini ve o kişiye kul, köle olmasını istiyordu, kendisi gibi. Oysa Yasemen biliyordu. Kölelik bir yazgı değildir. Hakikat nezdinde Muvahhitlerin köleliğe tahammüllerine izin verilmemiştir. Şimdilerde Allah'ın mülkü ve saltanatı üzerinde Müslümanlar bu bilincin savaşını vermektedirler. Bütün dünyada, bütün düşmanlara karşın, ırk ve renk ayrımı düşünce ve inanç farkı gözetmeksizin, Bir seda yükselmektedir. Özgür bir geleceği, bu sedayı izleyenler idrak edeceklerdir.
***
Hocanın odasında dönen Yasemen vaktin sabaha yaklaştığını gördü. Gidip lavabodan abdestini aldı. Sular buz gibiydi. Kuzey tarafa bağlı musluklar donmuş akmıyordu. Mescide doğru gitti.
Sabah namazını kılıyorken, Ali'de namaz kılmak için mescide girdi. Namazdan sonra Yasemen koğuşuna gitti. Kalorifer peteklerine yaslandı. Dışarısı buz gibiydi. Sanki bu hareketiyle biraz ısı depolayıp öyle çıkmak istiyordu.
Ali, Yasemen’in yanına gelip; "geçmiş olsun." dedi. Ancak, Yasemen’in gitmek için hazırlandığını görünce, durdu.
— Ne acelen var ki, kahvaltıya kal da öyle git. Hem arkadaşları tekrar görürsün. Çünkü çoğu merak içindedirler. Ben bile bir türlü uyuyamadım. Görüyorsun sabah namazına bile kalkmışım... Yasemen gülümsedi.
— Ali gitmem gerek, artık burada daha fazla dayanamayacağım.
— Öyleyse sana yardım edeyim bari.
— İşte buna itiraz edemem.
— Öyleyse biraz bekle üstüme bir şeyler alayım.
İki arkadaş tepede olan okullarından çarşıya doğru, merdivenlerden yavaş-yavaş aşağıya indiler.
Otobüs garına geldiklerinde, yarım saat sonra kalkacak olan ilk arabaya bilet kestiler. Sabahın köründe garajın salonunda sobanın etrafında bir kaç kişinin sohbet ettiği tarafa gidip uygun bir yere oturdular. Ali:
— Yasemen! Niye dün seni tekrar götürdüler? Yine ne suç işledin?
— Daha ne olsun ki, Nalân sabaha doğru intihar etmişti.
— Nee Nalân mı?
— Evet Nalân. Defterlerinin arasında görülen bir yazımdan dolayı götürüp ifademi aldılar.
— Oysaki Zeki: "Bu seferlik dönüşü yok artık, kesin temizleyecekler." dedi. Bunu hiç tahmin bile edemiyorduk.
Ali, Nalân’ın intihar etmesine şaşırıp kalmıştı. Ne diyeceğini, ne soracağını şaşırdı. Adeta ağzı kilitlenmişti. Yasemen üzüntülü bir şekilde konuşmaya başladı.
— Biliyor musun Ali, bazı şeyleri göze almadan zaten bu yola koyulmaz ki, İslami koruyup savunma yolunda bir sürü sıkıntı ve meşakkatlerle karşılaşabiliriz. Zindanlara atılabilir, İşkence görebiliriz. Ama tüm bunlar bizim için bir nimet bir rahmet ol ur. Eğer bu gibi sıkıntılarla karşılaşmaktan çekinirsek, o zaman nasıl İslami savunabileceğiz. Nasıl o zaman zulmü ortadan kaldırabileceğiz?
Dostum, tağutlar bizleri hapsetmeye kalkmakla bize bir şey kaybettirmiyor, aksine çok şeyler kazandırıyor. Allah indinde kazandıktan sonra hapis gibi şeyler umurumuzda bile değil. Biz, tağutların bizden razı olduklarında, bizi uysallaştırdıklarında v e rahatsızlık duymadıklarında kaybederiz. Yoksa zindanda da olsa kazanan biziz, darağaçlarında asılsak ta... Böyle şeyler insanı pek etkilemiyor daha azimli kılıyor. Bir söz vardır; "İnançlar çivi gibidirler, darbe yedikçe daha derine batar ama daha sağlam olur." diye
Oysa Nalân’ın intiharı insanı mahvediyor. Eğer şehit olsaydı insan sevinirdi. Çünkü bir şehit kazanmak az değil ama gördüğün gibi onu ebedi kaybettik. Bu benim ağrıma gidiyor, yoksa ölüm bizim için son değil ki, üzülelim. Bu adres değiştirmekten başka bir şey değildir ölüm!
İki arkadaş arabanın kalkış saatine kadar konuştular. Araba hareket için işaret verince iki arkadaşta vedalaşıp, Yasemen arabanın açık olan arka kapısına doğru yürüdü.
Araba buzlu yolda yavaş-yavaş ilerlerken Ali'de okula doğru yürüdü. Yasemen saatine baktı. Daha yeni güneş doğuyor ama bulutlar onu saklıyordu. Şoförlerden izin alan Yasemen arabanın en arka kısmında şoförlerin yattığı bölmeye uzandı. Perdeleri de çekerek gece alamadığı uykusunu almaya başladı.
***
Zeki, akşam yemeği yer yemez odasına çıktı. Ailesi onun bu haline alıştıkları için fazla üzerine düşmediler. Zeki, gözlerini tavana dikerek dalmıştı. Birden telefonları çaldı. Bütün odalarında telefon vardı. Zeki’nin anası-babası Zeki bakar umuduyla telefona bakmadılar. Telefon uzunca çalmaya devam edince. Zeki'nin kendi odasındaki telefonun fişini çektiğine kanaat getiren babası telefona gitti. Telefon zilinin sesi kesilmesi üzerine, Zeki'de odasındaki ahizeyi kaldırdı. Babası konuşuyordu. Yalnız meslek icabı şifreli konuştukları için Zeki pek anlamıyordu, tam kapatacağı sırada karşısındakinin ağzından Yasemen ismi çıkınca pürdikkat kesildi. Ama nafile bir şey anlamıyordu. Telefonu yavaşça kapattı.
Odanın bir bu yanına bir o yanına gidip gelmeye başladı. Bir şeyler yapmalıydı. Babasına yalvarsa, vazgeçti biliyordu kanun kanundu, babası için. Kafasını zorluyordu ama ne yapabilirdi ki. Dolaşmaktan vazgeçti. Oturdu. Kitaplarını karıştırdı. Yasemen'e kardeşi tarafından gönderilen mektubun fotokopisini eline aldı. Okumak için yatağına uzandı. Kasım 19.. tarihli mektubu tekrar eline almıştı. Oysa şimdi yılbaşına bir kaç gün kalmış kimi, gazetelerin sol üst köşelerinde geriye sayma başlamıştı. 15 Ocak 1991 tarihinde Amerika'nın, Irak'a müdahale edip, Kuveyt’i kurtaracağı söyleniyordu. Bu sebeple gazeteler her gün birer gün azaltıp geri saymaya başlamışlardı. Zeki, mektubu sesli okumaya başladı.
Değerli ağabeyciğim Yasemen!
Nihayet zulmün, kurşunlarından biri bizim aileye de isabet etti. Ağabeyim Hüseyni kaybettik. Çok perişan durumdayız. Murat ağabeyimde o günden sonra ortalıktan kayboldu. O'nun hakkında bilgi alamadık. Kimileri dağa çıktığını söylerken, kimileride tutuklandığını söylüyor. Ama ağabeyimin dağa çıktığına inanıyorum. Perişan bir durumdayız. Seni acilen bekliyoruz.
Evet, ağabeyciğim;
Bir hafta önce köyümüzün yakınında iki gerilla öldürüldü. İkindi vaktiydi, akşamın daha erken saatlerinde köyde silah sesleri gelmeye başladı. Çok korktuk. Sesler ancak kesildikten sonra dışarı çıkabildik. Gerillalar Reşoların evine baskın yapmışlardı. Söylentilere göre gündüzleyin öldürülen iki gerillayı onlar ihbar etmişlermiş. Bu sebeple onlar da, akşamüzeri baskın yaptılar. Reşo amcayı, hanımı, Fato’yu ve küçük kızlarını öldürdüler. Oğulları Salih komşulara televizyon seyretmeye gittiği için kurtulabildi. Ondan bir sonra ki akşam adamlar tekrar Reşo amcanın kalan oğlu için baskın yaptılar ve onu da feci şekilde, onların deyimiyle, "cezalandırdılar." Ancak özel tim bu ikinci baskının yapılacağını bildiği için köyün girişinde pusuya yatmıştı. Adamlar geri dönerken, özel tim ile aralarında çatışma çıktı. Onlardan biri, timlerden de biri şehit (!) oldu. Diğerleri kaçmayı becerdiler. İşte ağabeyim Hüseyin bu olaydan sonra kayıplara karıştı. Öldüren adamın cebende ağabeyimin bir kartı çıkmıştı, Fotoğraf stüdyosunun kartı. Ağabeyim ilçede dükkânı açtığında o kartlardan bir sürü bastırmış, dağıtmıştı. Hatta Hüseyin ağabeyimle o kartlar için tartışmıştık da. Ben kartlardaki "İntegral Fotoğraf Stüdyosu" yazının büyük harflerle ve de yaldızlı olmasını istiyordum. O ise "sade olsa da olur," diye siyah-beyaz bastırmıştı.
İşte o öldüren adamın cebinde kartımız çıkmış. Nasıl ona ulaştığını bilemiyorum. Çünkü herkese kart veriyorduk. İlçede başka fotoğrafçı da yoktu. Bu sebeple hemen herkes bize geliyor fotoğraf çektiriyordu. Ölen adamın cebinde ağabeyimin kartı çıkması üzerine, ağabeyim emniyet müdürlüğünde, bir gün gözaltında kaldı. İfadesi alındıktan sonra serbest bırakıldı.
Olanlar bundan sonra başladı. Son haftalar bütün müşterilerimiz köy koruyucuları idi. Her gün gruplarca geliyor, koruyuculuğa başvurmak için. Fotoğraf çektiriyorlardı. Hatta öyle yoğun günler oluyordu ki, ben Murat ve Hüseyin ağabeyim dükkânda sabahlıyorduk, köye dönemiyorduk.
Ağabeyimin bir gün gözaltına alındığını duyan köy koruyucuları telaşlanmaya başladılar. Tabi bizi çekemeyenlerde bunu fırsat bilip aleyhimize yalan ve iftira propagandasına başladılar. Her köşe başında, her sokakta, her evde aynı konuşmalar duyuluyor ol muştu.
— Abdo’nun oğullarının yaptıklarını duydunuz mu?
— Hayır, ne olmuş.
— Daha ne olsun, fotoğrafı çektirdiği tüm köy koruyucularının negatif mi diyorlar ne diyorlar fotoğraflarının o parçası dağdakilere yollamış. Onlar da yakında bizi teker-teker öldürecekler vallahi.
— Deme yahu o çocuk dindardı öyle şey yapmaz.
— Sen öyle zannet. Hatta fotoğraf çektirenlere demiş ki; "Siz kanınızı satıyorsunuz bu işi yapmayın," demiştir.
— Desenize yandık.
— Birde duydun mu? Dün sakızlı köyünde üç koruyucunun evine bombalı saldırı düzenlendi. Zavallılar hiç biri kurtulamadı.
— Desenize sıraya göre mi öldürüyorlar.
— Her halde.
— Vallahi ben yarın gidip istifa edeceğim.
— Ben de öyle düşünüyorum.
— ……
Ve köylerde istifalar başladı. Bir gün, sabah köyden arabaya binip ilçeye gittim. Ağabeyimin işleri çok yoğun olduğu için son haftalarda ona yardımcı oluyordum. Gittiğimde dükkân kapalıydı, açtım. Öğleye kadar beklememe rağmen ağabeyim gelmedi. Çok meraklandım. Komşulara sordum. Dün akşama doğru iki sivil polisle beraber çıktığını söylediler. Çıktığı kişilerin sivil polis olduklarından da kuşkularının olmadığını ifade ettiler.
Dükkânda akşama kadar bekledim. Akşama doğru telefon çaldı. Kaldırdım, onlar idi. "Bizi iyi dinle küçük, ağabeyine söyle, ayağını biraz denk atsın, son günlerde sivil polislerle fazla dolaşmaya başladı. Bundan böyle de bir tek koruyucunun fotoğrafını çektiğinizi duysak dükkânı yakarız, hiç acımayız". Ve kapandı. Dükkânı kapatıp o akşam köye geldim. Murat ağabeyimle konuştum. O da: "Bundan sonra makineler bozuk deyip fotoğraf çekmeyelim. Hüseyin ağabeyimiz gelinceye kadar, yalnız çektiklerimizi dağıtalım. Eğer gene gelmezse dükkânı kapatmamız gerek, ya da başka bir şeye dönüştürürüz. Adamlarda acıma diye bir şey yok, yaparlar mı yaparlar". Karar aldığımız gibi üç gün daha öyle devam ettik. Hala Hüseyin Ağabeyim ortalıkta yoktu.
Dördüncü günün öğle vaktinde, Belediye anons yaptı. Dün akşam teröristler ile güvenlik güçlerinin arasında silahlı çatışma çıktığını, çatışmada bir teröristin öldürüldüğünü, ölünün kimlik tespiti için cesedin belediye parkında halka teşhir edileceğini duyuruldu. Merak edip biz de gittik. Çünkü çevremizde birçok kişi onlara katılmıştı...
Cesedi gördüğümüzde irkildik. Öyle parçalanmıştı ki insan onu tanıyamazdı. Her bir parçasını bir yere indirmişlerdi. Herkes korku içinde, cesedi izliyordu. Saçları kıpkızıl kanlara boyanmıştı. Korku ve telaş içinde bakıyorduk. Ağabeyim Murat bir ara cesedin yanına iyice yaklaştı. Parçalanmış kollarından birini aldı evirdi-çevirdi, yerine bıraktı. Diğer parçasını eline aldı. Dirseklerine baktı, iyice baktı. Cebinde mendilini çıkardı, dirseklerini iyice sildi. Çünkü her tarafı kana boyanmıştı. Sonra baktı, baktım elindeki parçayı yerine bıraktı, ayağa kalktı. Yumruklarını havaya kaldırdı. Tekbir getirdi. Sonra başka bir şeyler daha söyledi ama gerisini artık göremedim. Çünkü bayılmışım. Hüseyin'i Halepçe mezarlığına gömdüler. Tabi biz değil, askerler geceleyin bir çukur kazdılar. Başka yerlerde öldürülenlerin cesediyle beraber ağabeyimi de gömdüler. Elbiseleriyle beraber
Murat ağabeyim de dört gündür ortalıkta görünmüyor. Kimileri bizi karalamak için onun da dağa çıktığını söylüyorlardı. Ama ben inanmıyorum. Çünkü Hüseyin ağabeyim dağa çıktığı için değil, çıkmadığı için şehid edildi. Murat Ağabeyim onun anısına hıyanet etmeyeceğine kesinlikle eminim. Ama tek korkumuz onu da kahpece şehid etmeleri... Çünkü Murat ağabeyimin bana şöyle dediğini iyi hatırlıyorum. Hüseyin'in şahadetinden sonra, Murat bana:” Kardeşim, Ağabeyimizin şahadeti sakın senin cahili duygularının alevlenmesine sebep olmasın. Onlar bize zulüm edebilirler. Biz de başka mazlumlara zulmetmeye kalkışsak onlardan ne farkımız kalır. Çünkü Rabbimiz şöyle buyuruyor: "Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin" ilahi buyruktan yola çıkarak hareket etmelisin. Ağabeyimi şehid edenler belki Türk değil de Kürt kökenli askerlerdir. Çünkü yalnız Türkler askerlik yapmıyorlar ki. Sonra öldüren asker Türk dahi olsa, bütün o ırktaki insanlara düşman gözüyle bakmak, nefret etmek bizim inancımızla bağdaşmaz. Onların da en az bizim kadar ezildiklerini hiç unutma. Çünkü bir yerde Allah hükmü yürürlükte değilse o yerdeki bütün insanlar sömürülüyor, eziliyor demektir. Sen bakma, birkaç Avrupa köpeğinin safahatına. Eğer Anadolu'nun içine iner, köylerine gidersen göreceksin orada yaşayan insanların belki bizden daha fazla ezildiklerini. Çünkü sistemin temeli zulüm üzerine kuruludur. Hiçbir zaman aklından çıkarma ırkçılık çözüm değildir. Onun da temelinde zulüm yatıyor. Biz insanları ezmeye değil, ezilmekten kurtarmaya talibiz. Bütün bölge halkının, bütün ülkenin ve bütün dünya ezilenlerinin yanındayız. İslami kimliğimizle, kan grubumuzla değil. Kimileri ağabeyimin; şahadetini bahane ederek seni ırkçı ve faşist düşüncelerine davet edebilirler, sakın kapılmayasın. Çünkü Hüseyin ağabeyimizi ebediyen kazandık, şehid verilmez, şehid kazanılır. Kendini İslam dışı rüzgârlara karşı koru..."
Dört gündür Murat ağabeyim de kayıp. Bu sabah özel timler gelip onu sordular, "nerdedir" diye bilmediğimi söylememe rağmen, beni fena bir şekilde dövdüler. Yazımın bozuk olmasının sebebi, parmaklarımın zor kalem tutuşundandır. Çünkü elim hala uyuşuk. İyice dövdükten sonra evi aramaya başladılar. Bütün kitaplarımızı sobaya attılar. Sonra anneme hakaret dolu sözler söylediler:
"Oğlunun dağa çıktığını nasıl bilmezsin!" ve yazmaya hayâmın elvermediği pis sözler. Bundan böyle her gün gelip uğrayacaklarını söyleyip gittiler.
Oysa ağabeyimi kendileri dükkândan alıp götürmüşlerdi. Dört bir yanda baskı altındayız. Ya korucu olmamızı ya da göç etmemizi istiyorlar, bunun için baskı yapıyorlar. Ağabeyciğim seni de kaybetmek istemiyoruz. Size ihtiyacımız var geri gel. Gelmesen cahili bir hareket yapacağımdan korkuyorum. Kendime hâkim olamıyorum. Onlar hep davet ediyorlar diğer tarafta hep baskı yapıyorlar. "Gel beraber intikamımızı alalım" diyorlar. Ama kimden kimlerden… Ne için, zavallı bir köleyi mi? Bir askeri mi? Hayır diyorum. Onlar "evet" diyorlar. "Çünkü zalimlerin emrinde ç alışan herkes katil ve düşmandır. İntikamı onlardan almalıyız". Ama köleleri öldürmek efendilere ne derecede zarar verir onu anlamıyorum... Dört gözle yolunu bekliyoruz. Yılbaşına kadar gelmezsen seni de kaybetmiş kabul edip hicret edeceğiz".
Zeki'nin gözyaşları mektubu bitirmesine engel oldu. Ayağa kalktı. Tekrar dolaşmaya başladı. Sinirden her tarafı titriyordu. Kapılarının zili üst üste çalınınca annesi kapıya koştu. Açtı içeriyi iki kişi girdi. Ellerindeki dosyalarından babasının meslek taşları olduğu anlaşılıyordu. Annesi hemen yan odaya geçti. Babası ve iki adam salondaki masaya oturdular. Masanın üzerine bazı evrakları bıraktılar.
Zeki, buzlu camın kırık köşesinde olanları seyrediyordu. Babasının bazı evraklara boydan boya kırmızı bir çarpı çektiğini gördü. Bu o dosya sahibinin temizleneceğine işaretti. Kuruntudan dolayı mı yoksa onların birisinin ağzından mı çıktı, Yasemen is mi. Zeki pür dikkat kesildi. Yasemen ismini duyduktan sonra baktı bir dosya daha babasının önüne bırakıldı. Babası yerinden kalkıp salonda dolaşmaya başladı. Sağ elinin yumruklarını sol elinin avuçlarına vurarak dolaşıyordu, sonra oturdu. Masadaki kalemi alarak büyük bir kırmızı çarpı o dosyaya da koydu. Başka dosyalar önüne bırakılıyordu.
Zeki, artık hiçbir şey göremiyordu. Gözlerini camdan ayırdı. Odasındaki yastık yorgan ne varsa altını üstüne getirdi. Karyolaların altına baktı. Odadaki çekmeceleri teker-teker karıştırdı.
Adamlar Kemal Bey'in önüne yeni bir dosya bırakırken, karşı kapıdan "Katiller" diye haykıran elinde otomatik bir tabanca ile üzerlerine gelen genci görünce şaşırdılar. Gözleri fal taşı gibi açıldı. Daha Kemal Bey oğluna bir şey dememişti ki, gelenler den tombul olanı elini silahına attı, ama Zeki, tetiği çekmişti bile. Adam masanın altına yığıldı diğer arkadaşının da çabası boşunaydı. Sabiha Hanım kapıyı açtı, masanın altında banyoya doğru akan kanı görünce feryadı bastı. Zeki'nin bir anlık anasına taraf bakması Kemal Bey'in silah çekmesine fırsat doğurmuştu. Kemal hiç vakit kaybetmeden ateş etti. Zeki, bütün gücünü toplayarak silahı o yöne doğrulttu.. Kemal Bey'in üçüncü atışı patlamadı. Zeki'nin tetiğe basmasıyla ortalığı duman kapladı. Kemal Bey bir el daha ateş etti ancak Zeki'nin silahından çıkan en son kurşuna kadar hepsi Kemal Bey'in vücuduna saplanmıştı. Zeki, yürümeye çalıştı. Yürüyemedi her tarafından kanlar fışkırıyordu. Sabiha Hamın dili tutulmuştu. Küçük kız ise ağlamaya başlamıştı.
Sabiha oğlunun bir şeyler konuştuğunu görünce ona doğru koştu. Kucağına almak istedi. Onu zor doğrulttu. Kucağına alamayınca oturdu, kucağına aldı. "Yasemen artık ölmeyeceksin-ölmeyeceksin..." diyebildi. Ama konuşması kesilmişti. Sabiha Hamının elbiseleri kandan sırılsıklam olmuştu. Kendisi de sanki vurulmuştu.
Etrafta kalabalıklar, polis arabalarının ışıkları etrafı aydınlatıyordu. Eve kimse yaklaştırılmıyordu. Kulağını Sabiha'nın kalbine dayatan birisinin, "bu yaşıyor ambulansa götürün" demesi üzerine Sabiha Hanım sedyeye alınarak ambulansa doğru götürüldü.
Ali okul pansiyonunun kapısına yaklaşırken etrafta gördüğü polis arabalarına şaşırdı, "sabahın köründe de mi!" kendi kendine söyleyerek.
***
Yasemen uykudan uyanınca memlekete epeyce yaklaştığını gördü. Bir yarım saat sonra evdeydi. Uzandığı yerden çıktı. Gidip kendisine ait olan koltuğa oturdu. Meraklı gözlerle yanında oturanın kendisine baktığını görünce şaşırdı.
— Hayrola niye bana öyle garip-garip bakıyorsunuz.
— Siz ilk durakta binmiştiniz değil mi?
— Evet, ne olmuş?
— Üç kere yolda durdurulduk kimlik kontrolü yapıldı. Aradıkları kişi size çok benziyordu. Ellerindeki fotoğraftan gördüm. Çünkü:
— Allah takdiri ben arkada yatmıştım. Dün gece hiç uyuyamadım da... Ondan.
— İnanın aradıkları size çok benziyordu...
— Olabilir, birbirlerine benzeyen az insan vardır.
Son yarım saatte koyu bir sohbete daldılar. Araba ilçenin içerisine girerken sokakların, caddelerin tenhalığı Yasemen'i şaşırtmıştı. Oysa eskiden buraları kalabalıktan geçilmiyordu.
Her köşe başında bir Rambo bekliyordu. Eller tetikte namlular yeni kurbanlar arıyordu adeta. Arabadan indi, garaja en yakın tanıdıklarından, birisinin dükkânına girdi. Valizlerini uygun bir yere bıraktı. Buraları pek soğuk değildi. Gerçi her taraf çamurdu. Ama gene de hava açıktı. Vakit öğleye yakındı. Dükkân sahibi onu çok iyi karşıladı. Adam konuştukça Yasemen’in çehresi değişiyordu. Kimi zaman yüzünde nefret dalgaları eserken, kimi zamanda hayretten ağzı açık kalıyordu. Kahveden gelen çaylar yine içilmeye başlandı... İhtiyar adam tekrar konuştu.
— Oğlum fazla üzülme Allah'ın takdiri, hepimiz burada çok zor durumdayız. Sizinkiler buradan hicret etmekle en iyisini yaptılar bence, gerçi yılbaşına kadar seni beklemeye kararlıydılar ama oların üzerindeki baskı daha da artınca gitmek zorunda kaldılar. Dedim ya sana verdiğim adrese git inşallah onları bulursun.
Yasemen direk Halepçe mezarlığına gitti. Mezarlığa bu ismin veriliş nedeni Irak'tan kaçan ama kimyasal gazlardan nasibini alıp Türkiye'de ölenlerin gömüldüğündendi. Bu isim bundan dolayı verilmişti. Hala da ölenler oluyordu. Yasemen, ağabeyinin mezarı başında bir süre bekledi. Sonra mezar taşına cebinden çıkardığı bez bir afiş astı. Afiş çok güzel bir şekilde yazılmıştı, anlaşılan Yasemen bunu çoktan hazırlamıştı. Son bir fatiha okuyup oradan ayrıldı.
O manzaraya tahammül edemedi. Zira kimi toprak yığınlarında baş ve ayakuçlarında dört beş taş dikilmişti. Bu şu demekti, bu mezara birden fazla kişi gömülmüştü. Mezar taşlarının bile otomatik silahlarla taranması, mezarın gerillalara ait olduğunun bir kanıtı idi. Ar tık her yerde resmi ama toplu mezarlara rastlamak mümkündü, Güneydoğu'da.
Yasemen oradan ayrılıp gittikten sonra her gelip geçenler yazıyı okumaya başladılar. Yazı şöyleydi:
HALEPÇE ŞEHİTLERİNİN ANISINA
"ŞEHİDİN MEKTUBU"
"Yaptığımız antlaşma gereği malımızı ve canımızı feda ettik. Sözünü en iyi tutanın, Allah olduğunu bildiğimiz için, tekrar-tekrar dirilmek, tekrar-tekrar şehid olmak isteriz.
Ey Dünyanın müstekbirleri!
Görüyorsunuz ki, kanımızı akıtmakla bir şey elde edemediniz. Biz yaptığımız alış-verişten karlı çıktık. Oysaki siz ve uşaklarınız... Bozuk düzenlerinizi ayakta tutmak ya da ayaktaymış gibi göstermek için döktüğünüz oluk-oluk kanımız, çay misali taşmış sel gibi köpürmüştür. Çalı çırpı misalindeki köksüz düzenlerinizi de beraberinde yıkıp götürecektir. Ve dünyayı düzenlerinizden tem izleyecek, yerine tertemiz filizler bitecektir... Kâfir ve zalim Saddam'ın kimyasal gaz kullandığını itirafına rağmen: "Yanlışın var, sen öyle bir şey kullanmadın" diyen; zalim, kâfir, faşist ve putperest Amerikan köpeğinin de... Sonunu getirecektir kanımız. Bakıyorum ki, taktik değiştirdiniz. Demek anladınız. Mani olmak istiyorsunuz, bu coşkun sele. Barbarca içmekle bitiremezsiniz. İçmeyin diyorum içmekle bitmez... Yıllardır bitiremediniz. Ama rabbimin izniyle kendinizi onun içinde boğulmaktan kurtaramayacaksınız... Firavun gibi, Şahin şah gibi, İsrail ve Rus'un çırpınmaları da boşunadır, boğulacaklar... Çünkü onlar akıtmıştır mazlum kanını...
Ey Mustaz’af halkım!
Senin kurtuluşun ne Sam Amcanın ne de Gorbilerin, arkasından gitmendedir. Sen ancak İslam'la zulümden kurtulabilirsin. Çünkü zulmün kaynağı süper güçlerdir. Beşeri düzenlerdir. Arkalarından gitmeyin. Çünkü onlar boğulacaklardır. Unutmayın firavunun ardından gidenlerde boğulup kurtulamadılar. Kâfirler yakında nasıl bir inkılâp ile devrileceklerini göreceklerdir. Düzenler, hayatlarının devamını sağlamak için "ADALETTE" ihtiyaç hisseder sanıyordu.
Uyandırdın Halepçe’m...
Gösterdin Halepçe’m...
Anladım Halepçe’m...
Zalimlerin, düzenlerini ayakta tutabilmeleri için adalette değil, "KANA, KANIMIZA" ihtiyaçları var olduğunu...
Ey dünyanın müstekbirleri!
Halepçe tufanı kopmuştur. Boğulacaksınız, kurtulamayacaksınız. Suyu şehidin kanı olan bu tufan içi pislik dolu gemilerinizi sırtında taşımayı reddedecektir... Firavun gibi, mirasçıları da boğulmaktan, helak olmaktan kurtulamayacaklardır...
Beyaz sarayın temelleri,
Kremlin'in temelleri,
Saddam ve kukla diktatörlerinin temelleri!
Benim ve senin kemiklerimizin üzerine bina edilmiştir. Bunun için ezildim ve ezilmektesin ve senin kımıldamanı istemiyorlar. Her kımıldamanla beraber, bulutlar zehir kusacak daha fazla kanın akacak,
Susman için
Boyun eğmen için
Düzen için
Bir silkinsen, bir dirilsen, bir isyan etsen, üzerinde bina edilen temellerin, çatırdamamaları olanaksızdır. İşte başkaldırdık, sarayları sarstık, düzenleri sarstık ve şehid olduk. Yıkma ve inşa sana düşmüştür...
Kaldır başını...
Göreceksin, Halepçe’mde taş kesilen yavruların dirildiğini,
Göreceksin, iki kıblenin kurtuluşunu.
Ve göreceksin zalimlerin çöküşüyle beraber tertemiz bulutları...
Ey dünyanın müstekbirleri!
Çöküşünüzle beraber, büyük şeytanınızın, kutup ayınızın ve ırkçı köpeklerinizin, nükleer başlıklarına rağmen yalın ayaklıların zaferi pek yakındır".
Mezarlıkta kısa sürede bir kalabalık birikmişti. Mezarlıkta biriken kalabalığı gören özel tim hemen bir ekiple geldi. Her zamanki normal olaylar bir kez daha tekerrür etti. Coplar konuştu. Asılan afiş yırtıldı. Okuma-yazma bilmeyen birkaç kişinin elleri arkalarına bağlanıp götürüldü. Toplu mezarların taşları tekrar otomatik silahlarla tarandı.
Ve...
Bölgede
Yeni Hiroşimalar,
Yeni Hamalar,
Yeni Halepçeler beklenmekteydi.
Zaten Halepçe kartpostallarını basan şirketler dememişler miydi?
"YENİ ÇEŞİTLERİMİZİ BEKLEYİNİZ".
BİRİNCİ CİLDİN SONU
Kaynak: Baş Eğmek İçin Baş Kaldırıyorum / Mahmut SEMEN (Roman)
Mahmut Semen
Kayıt Tarihi : 13.10.2021 16:43:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
ÖNSÖZÜ Bu kitabımı özellikle lise ve üniversitede okuyan kardeşlerim için yazdım. Kitabımızda belki Beyaz Dizivari tozpembe bir hayat ve mutlu Bir son bulamayacaksınız. Sicilimiz bozulur endişesiyle halkımın yaşadıklarını tersyüz edemezdim... İnanıyorum ki Allah'ın katındaki sicilimizle, Tağutların yanındaki Sicilimiz ters orantılıdır. Eğer, Tağutların, yanındaki sicilimiz temiz ve kirlenmemiş ise, Allah'ın katındaki sicilimiz kirlenmiş demektir... Allah'ın katına temiz bir sicil ile çıkabilmemiz için, Tağutların tuttuğu sicilimizin kirlenmesi gerekir. Mutlaka kirlenmesi gerekir. Yoksa biz kirleneceğiz... Şanlıurfa— 1991
![Mahmut Semen](https://www.antoloji.com/i/siir/2021/10/13/basegmek-icin-baskaldiriyorum.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!