Bangır Bangır 'yazı' Çalıyor Evde! Şiiri ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Zor bir gece... Nereye dönsem yakıp yıkılan şehirler, kendi dalgınlıklarında kaybolmuş yalnızlar, karanlığa tünemiş kuşlar, ıssız ölümler görüyorum. Yüz haritasına doğuştan yerleşmiş mahzun bakışlarıyla hatırladığım bir dostumun sokakta yürürken bir çukura düşüp ölebildiği bu ülkede, insanların birbirlerini kıyasıya öldürmekten vazgeçmediği bir dünyada yazmanın sihrine inancımı kaybetmiş gibiyim.

Pencereyi açıp yıldızsız göğe bakıyorum. Tanrı’nın işaretlerini, hikâyeyi, mucizeyi, kelimelerin arasına sıkışan boşluklarda bulamadığımdan belki öyle duruyorum bir süre. Gırtlağında dağ rüzgârlarının uğultusunu taşıyan bozacının sesi, umudunu kaybetmiş aksak bir ayakkabı tıkırtısı, yokuştan aşağıya yuvarlanan kimsesiz bir şişe oluyorum birden. Sonra olduğum yere çöküp akmayan zamanın duygularla birlikte kelimeleri tutuşturmasını bekliyorum. Hiçbir şey olmuyor. Hayat loş bir çile odası sessizliğinde. Temenni, arzu, mana, özlem, gelecek, geçmiş yok. Sadece unutulmuş bir yaranın tanıdık sızısı...

İşte böyle bir anda, kitabını arayan “kayıp roman kahramanı” huzursuzluğuyla düşünürken hatırladım o yazarı. Edebiyatın mucizesini bilgiç cümlelerden ziyade şeffaf duruşuyla anlatırdı. Yazının ne işe yaradığından bahsederken, bana kelimelerden ürkememek gerektiğini, onlara zehirli otları sıkıca avuçlar gibi başkalarını çok da umursamadan cesaretle sarılmanın “yazarını” daha güçlü ve sahici kıldığını eğlenceli hikâyelerle anlatmıştı. İddiasıyla, kibriyle, direnci ve her şeye rağmen taşıdığı korkularıyla gerçek olan o konuşmaların hayatımdaki karşılığını daha sonra ancak kendi tecrübelerimle kavrayabildim. Yazı sihrinin geçerken dokundurmayla değil doğrudan söyleyerek kalbe nüfuz edebildiğini, insana ait titreşimlerin harf dediğimiz işaretlerle çoğaldığını, mananın kelimelerle kök saldığını anlayıp ürktüğümde bir ağaç kıpırtısızlığıyla durup yazıdan, yazarlardan uzaklaştım bazen. Kolay ifade edilemeyen inceliklerin, bağırmaya ihtiyaç duymayan soyluluğun, kimilerinin sıklıkla tuzağına düştüğü nobranlığın, tesellinin yazıdaki hakiki yansımalarını görebilmek için geriye ne kadar kaldığını bilemediğim bir ömür tükettim.

Kendimi avare bir dağ keçisi misali “kaybolmuş” hissettiğimde, yazmak istemediğim hâlde incecik jilet kesikleriyle umudu hatırlatan bir yazardan bahsetmeyi istemem bundandır muhtemelen. İsmi Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde olan, başlığıyla bile riskli ama epey kışkırtıcı bir kitabı günlerdir boşuna taşımıyorum çantamda. Sebebi müphem yazı sezgisi, biraz “yazı kardeşliği” biraz da sertliğine rağmen merhametli tınlayabilen sesi galiba onu bana çeken. Ne yazarsak yazalım hikâye, mektup, makale fark etmez, dille kurulan ilişkinin esas olduğuna inanlardanım. Farklı dillerden çeviri de yapan Mahir Ünsal Eriş’in daha ilk hikâyesini (Çok Sıkılır Arkadaşı Ölen Çocuklar) okurken hissettiğim, kederi ironiyle buluşturabilen kekik kokan anlatımının acımsı rayihasıydı. Hikâyedeki çocuk ölen arkadaşını anıyordu: “Ekinlere gidiyoruz koşmaya, koşmak demiyoruz biz ama. Yüzmek diyoruz, deniz yeşil bize. İçinden düdük yapabileceğimiz bir deniz. Yorulana kadar koşuyoruz, sonra yorulduğumuz yerde atıyoruz kendimizi sırtüstü. Kollar başların altında yastık, göğe bakarak sonsuz meraklara dalıyoruz (...) İncirin yanındaki patikadan eve doğru yürüyüşünü görüyorum en son. Yanı sıra yürüdüğü ekinlerden bile kısa. Hava yorgun alacalanıyor, bal gibi ağırlaşıyor. Üstündeki kirli penyenin grisiyle havanın kararışına karışıyor sanki Serkan, patika boyunca.”

Tamamını Oku

Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta