Ağzında zehir zemberek bir tatla uyandı. Vakit gece yarısını çoktan geçmiş olmalıydı. Tüm iç organları matkapla delinircesine acı çekiyordu. Yatağında dönmeye çalıştı. Pek başarılı olamadı. Koluna takılı serum hortumunu çekiştirdi. Gözleri hafif bulanık görüyordu. Tüm vücudu sızıdan kaskatı kesilmişti. Buraya getiriliş nedenlerini baygın haldeyken bile unutmamıştı. İçinde tuhaf bir boşluk duygusu vardı. Peki ya iyi mi etmişti?
Dün geceye dair ayrıntılar ufak ufak bilincine üşüşüyorlardı. Kışa giriyorlardı. Hava ısısı yavaş yavaş düşmüştü. Sonbahar yapraklarını süpüren çöpçüler, daha eylemi bitiremeden sokağa taarruz eden yapraklara gizliden gizliye hiddetleniyorlar olmalıydılar. Karıncalar kaçamak gün ışığından son bir kez daha yararlanabilmek için talan edercesine kendilerini yiyecek bulabilecekleri olası alanlara bırakmışlardı belki de.
Küçük bir evi vardı. Bahçeli ve iki odalı, ancak tek kişinin yaşayabileceği, pek lüks olmayan ama yine de “buna da şükür” dedirtecek türünden bir yer evi. Birkaç sene önce ailesini kaybettikten sonra buraya gelmeye karar verdiğinde düşlediği aslında bundan daha iyisi de değildi. Kendine yetiyordu. Misafir ağırlayamıyordu pek. Ama zaten öyle çok sayılabilecek dostu olan, popularitesi yüksek biri de sayılmazdı. Minik bir kedisi vardı. Aslında bir kedi beslemek onun için en son şeydi, çünkü tüm çocukluğu kedilerden nefret ederek geçmişti. Bunun da nedenlerini biliyordu (kendi kendine gülümsedi, hep aynı numarayı yapardı kendisine; kendi kendine ucuz psikanalistçi oyunları oynar, kendine soru sorar ve tüm soruların cevaplarını bildiğine emin olurdu. Freud türevlerini artık okumuyordu. Onca okuduğu şey kendisine yetiyordu da artıyordu bile. Yıllarca önce okuduğu o garip kitaptan kalma bir deyimle “baca temizliği” yapmak konusunda üstüne yoktu. Yani zihnindekileri boşaltıyor, onlarla yüzleşiyor ve o anda kendisi için çıkmaz sandığı şeylerin nedenlerini ortaya çıkarınca sorun kendiliğinden çözümleniyordu. Peki ya öyleyse, burada oluşunun nedeni neydi?
Midesine giren ani bir krampla düşüncelerinden sıyrıldı. Yatağın kenarındaki komodinin üstünde bir şişe su ile bir bardak duruyordu. Uzanmaya çalıştı. Ağzı kurumuştu. Oldum olası hasta olmaktan nefret ederdi. Kendini etrafa mikrop saçan çöp tenekesi gibi hissederdi böyle zamanlar. Ama aslında kızdığı kendisiydi. Basit şeyler konusunda bile nasıl bu kadar aciz bırakabiliyordu kendisini. Etrafına göz gezdirdi. Mezarlık kadar derin bir sessizlik vardı odada. Su içmekten vazgeçti.
Şimdi zavallı kedisi ne haldeydi kimbilir? Kendisi bu kadar zayıfken, kedicik kendine beslenmek için bir şeyler hazırlayamazdı ki! Ne kadar kalacaktı acaba burada? . Neyseki “eyleme” girişmeden hastanenin numarasını 118 den öğrenerek, “ne olur ne olmaz” diye telefonun yanına not etmişti. İyi de yapmıştı. İnsanın zihni neden öyle çok şeye gebeydi ki? Oldum olası kararlı, tutarlı, ne istediğini bilen bir insan olamamıştı. Şimdiki başarısızlığı da zaten bunun açık bir örneği değil miydi? Kırık bir tebessüm yerleşti sonra dudağına. Boğazı hala kuruydu. Güçlükle yutkunuyordu. Ara ara midesi şiddetli kramplarla sarsılmaya devam ediyordu.
Kedisini düşündü. O savsak, tembel, yarenliği bile beceremeyen kedisi… İlk ne zaman dahil olmuştu yaşamına? Geçen kıştı galiba. Demek ki yaklaşık bir senedir birlikte yaşıyorlardı. Muhteşem bir çift sayılmazlardı ama, fena da değillerdi. Gerçi onun her yere fütursuzca savrulan kıllarından nefret ediyordu. Ha hemen belirtmek gerekiyor, onu eve almaya karar vermeden önce cinsiyetinin ne olduğunu öğrenmiş sonra kabul etmişti. Kedicik bir erkekti. Tamam kendi cinslerine karşı pek adil olmayan bir davranıştı bu. Belki hemcinslerine ihanet bile sayılabilirdi. Ama ne yapsındı? Çocukluğundan kalan görüntüler gitmiyordu gözünün önünden bir türlü. Çamaşırlarının bulunduğu seleyi çekmişti bir gün divanın altından. Tüm eşyalarının kanlı görüntüsü daha o anda midesini ayağa kaldırmıştı. Orada bir doğa mucizesinin gerçekleşmiş olması umurunda bile değildi. Bir kedi, yanında üç beş yavrusu ve kan… Hayır hayır bir ev arkadaşı seçecekse ve bu bir kedi olacaksa kimin ne söylediğini umursamayacak aynadaki yüzüne de kahramanca bakarak verdiği kararın doğru olduğunu söyleyecekti gülümseyerek.
Gülümsemek.. Son zamanlarda ne kadar da az kullanılmış bir eyleme dönüşmüştü hayatında. Gözleri yeniden bulutlandı. Oysa yıllar önce dedesine, hep mutlu bir kız olacağına dair söz veren kendisi değil miydi? Ya da o her şeyin o andan daha kötü olmadığı bir zamanda karşısına çıkan martının şaklabanlıkları onu güldürmüş ve bu da onu hayata daha da sıkı bağlamamış mıydı? O gün “ah keşke martıca bilsem” diye kederlenmişti de üstelik.
Aniden kulak kabarttı. Dışarıda yükselen sevdiği bir şarkının ezgileri ve yarım yamalak sözleri çalındı kulağına. “elbette bazen çiçek açıp, bazen solacağız”.. Bir arabadan geliyor olmalıydı. Ses çoktan uzaklaşmıştı. Şarkının sözlerini düşündü. Öyle değil miydi ya? Mevsimi geldiğinde güllerimiz açacak mevsimi geldiğinde de yaprağımız dökülecekti. Yaşamak dediğin dört mevsimi içinde taşıyan bir şarkıydı işte. Neden öyle içinden çıkılamaz hale sokardık ki hayatlarımızı. Bir arkadaşının deyimiyle “on beş bilinmeyenli denklem miydi yani bu”..
Ahhh! Sevgili dedesiı, yaşıyor olsaydı da başını onun sıska ama güvenli kucağına dayayabilseydi. Ne çok şey öğrenmişti ondan. Dedesinin yüzü hep bilgece gülerdi, konuşmayı az sever, konuştuğunda onun anlamadığı ama önemli olduğunu bildiği öyküler anlatırdı ona. Elindeki tesbihi hiç bırakmazdı. Hep dua eder gibi dudakları kımıl kımıldı. Canımın içi güzel elleri, son zamanlarda yaşlılıktan nasıl da titriyorlardı. Çayı bile kendi elleriyle içiriyordu dedesine. Biliyordu, onca sefalet çekmiş ve acı çekmiş olmasına rağmen dedesi şu anda burada olmasını gerektiren nedenlerle yaşamını sonlandırmaya çalışmazdı. Gözleri bulutlandı yine. Boğazında koca bir yumruk oluştu. Bu, şu andaki durumu için çok tehlikeli bir şeydi. Bedeni doğal tepkisini gösterdi ve öksürmeye başladı. İçeriye bir kadın girdi o anda, kadına can havliyle masadaki suyu işaret etti. İçince biraz rahatladı. Kadın onun solgun yüzüne bakınca “hemşireye sesleneyim mi? ” diye sordu. Hiç takati yoktu. Hayır anlamında başını sallayınca kadın gitti.
Peki ya şimdi ne olacaktı? Beş parasızdı. İşinden ayrılmıştı. Hayır hayır, doğruyu söylemek gerekirse işi ondan ayrılmıştı, patrondan şimdiye dek işitmediği hakaretleri işitmiş ve o gün çok çirkin biçimde kovulmuştu. İçini acıtan işinden olması değildi kuşkusuz, buna neden olan şeylerdi. Dost sandığı bir grup arkadaşının ihanetine uğramıştı. Ekonomik sorunlar yüzünden firma birkaç elemanın işine son verecekti. Ama bunlar arasında en son kendisini görüyordu, çünkü o, firmanın belkemiğiydi. Herkes gider, o kalırdı. Ta ki iki gün öncesinde, rakip firmanın kendisine ait tasarımla piyasaya giriş yapmasıyla sorunlar çorap söküğü gibi gelmiş ve kendisinin işten atılmasına varan bir dizi çirkin şeyle sonlanmıştı. Kimlerin bu işte parmağı olduğunu o anda anlayamamıştı. Daha sonra öğrendiğinde ise, o ana kadar sükunetini korumaya çalışan tavırları silinmiş, yerini histerik bir kızın krizleri almıştı. Öylesine vahimce ağlıyordu ki! Bunu hak edecek ne yapmıştı? O hep dedesine ve badem çiçeklerine sadık kalmıştı. Evinin ve yüreğinin kapısı herkese açıktı. Önyargısız olmaya özen gösterirdi. Karşıdaki kendisini ne kadar hayal kırıklığına uğratırsa uğratsın ona yeni şanslar verilmesi gerektiğine inanırdı. Kimseye iyilik borçlu olduğu için değil. Kendisi böyle olduğu, e biraz da sevgili dedesinin öğrencisi olduğu içindi.
Ama işte hayat tüm iradesini bozguna uğratmıştı. Yaşama dair bildiği, savunduğu, uyguladığı tüm öğretiler iflasın eşiğindeydi. Kederle Kafka’nın aforizmalarından birini düşündü: “sen bir ödevsin, ama görünürde hiç öğrenci yok”.. Öyle ya, kim onun ne istediğini önemsemişti şimdiye değin, onu anlamak, karanlık mağarasına yolcu olmak, el yordamıyla, girintileri çıkıntıları öğrenmek.. Ahhh! Gözlerini sımsıkı yumdu. Kafka’yı unut! dedi kendi kendisine. Şimdiye dek okuduğu kitaplardan eline ne geçmişti? Öğrendikleri yaşamı anlaşılması daha zor yapmıyorlar mıydı? Üstelik öğrenmen gereken yeni şeyler çıkıyordu hep. Her defasında bildiğin doğru ile yaşadığın doğru arasındaki gergin ipte dans edip duran azınlıktan biriydi işte. Bu kadar soru sormasa ne olurdu sanki? Ya da yaşam bırak biraz da karmaşık kalsaydı yani.. Bu oyun kendisi için fazla -nasıl demeli- hilekar, karmaşık, bilinmeyeni bol bir denklem… Hay Allah! hasta yatağında bile deli saçması üretmek konusunda üstüne yoktu.
Ağzının kuruduğunu hissetti yine. Ama bu kez odasının uğrayanı yoktu. Anlaşılan bu hastane pek gezgin sevmiyordu. Sürekli aynı pozisyonda yatmaktan vücudu yine ağrımaya başlamıştı. Kımıldandı.
Neydi o kendisinin şu anki yaşam gözlüğü olan sevgili dedesinin öğretisi. Gülümsedi. Dün gibi anımsıyordu.
O zamanlar yaşadıkları kentte, yani doğup büyüdüğü ve insan olmayı öğrendiği kent, her kış-ilk bahar mevsim dönümlerinde Şubat sonu-Mart başı gibi havalar birden mevsim normallerinin üzerinde seyretmeye başlardı. İlikleri ısınırdı öyle zamanlar. Diğer çocuklarla, kaçamak fırsatlar yaratmaya çalışırlardı güneşten erkencek nasip alabilmek için. Bu vakti özlemle bekleyenler de vardı oysa ki. Badem çiçekleri. Evlerinin önündeki tek renkli yaşam sürgünüydü onlar. Ahh badem ağacı, ne çok beklerdi o ilk yazı. Çünkü çiçeklerinin erkencileri dalları yarar ve uzatırlardı kuğu gibi boyunlarını güneşe hemencecik. İlk zamanlar, belki birkaç yıl, ne kadar da üzülürdü onlar için. Çünkü bilirdi ki, bu yalancı bahardır, çok değil birkaç gün sonra yeni fırtınalar başlayacak, yağacak dolu talan edecekti çiçekleri, ve onlar daha yaşamdan nasiplenmemişken, güneşin asıl keyfini sürmek için daha bolca vakitleri varken, yok olacaklardı. Bilirdi ve hep ağlardı onlar için. Badem ağacı bilmez miydi ki bu yalancı bahardır, güneşin koynuna sokulmak için daha çokça zamanları vardır.
Dedesi bu sessiz iç geçirişi anlamış gibi bir gün elinden tutuvermiş ve onu ağaca doğru götürmüştü. “Haydi, başını ağacın gövdesine daya” demişti. “Ne dediğini anlayabiliyor musun? ”
Hayır, doğruyu söylemek gerekirse badem ağacının gövdesinden hiç ses işitmemişti o ana değin. Zaten en uçuk kaçık çocuk hayallerinde bile ağaçla konuşmak aklına gelmemişti.
Dedesi sevgiyle saçlarını okşadı. “Onu anlaman için sana yardımcı olabilir miyim? ” diye sordu.
Ah! Evet, bunu çok istiyordu…
“O halde dinle! Diyor ki! Bizim için ağlama! Biz yalancı bahara bilerek kanıyoruz. Her şeyden önemlisi onun “sahici bahar” olduğuna inanmak istiyoruz. Çünkü O’nun bize değil, bizim O’na koyduğumuz anlam önemli. Her mevsim onun koynunda solsak da, bu bir aşktır ve biz güneşe de yaşama da aşkla bağlıyız…”
Demek böyle söylüyordu badem ağaçları. Kısacık bir zaman diliminde yaşamak bile yetiyordu onlar için. Asıl ilginç olanı hiçbir yenilgiden ders almıyorlar, her yıl aynı zamanda yeni bir yenilgi için gelinlik kız gibi düşlerinin peşine düşüyorlardı. Tek umutları bir gün o yaşadıkları şeyin “yalancı” değil onun “sahici bahar” olduğunu görebilmekti belki de. Belki bunlar onların umurunda bile değildi. Aşkla, güvenle, inatla, sadakatle, bilgelikle bağlıydılar yaşama.
Dedesi böyle öğretmişti ona. Aşkla, güvenle, inatla, sadakatle, bilgelikle bağlı kalacaktı O da hayata. Hangi yenilgi dizlerini kırsa da, o daha büyük bir aşkla tutunacaktı yaşama. İnandığı için, kendi de anlatacaktı torunlarına...
Ama ya dün.. Buraya getiriliş nedeni. Ah! ! ! Herkesin bir sınırı vardı işte. Dedesi burada olsaydı, O’na güveni ve inanmayı anlatırdı. Krizin etkisiyle kendini eve zor atmıştı. Evdeki fındık farelerinden kurtulmak için satın alıp sonra kedisi için yaşamsal tehdite dönüşebileceği aklına gelerek, bir kenara bırakıp kullanmadığı fare zehrini bir bardak suya boca etmiş ve bir solukta mideye indirmişti. Aradan çok zaman geçmemişti. 20-25 dk kadar. Hıçkırıklarla minik bedeni sarsılıyordu hala. Kutsal bir ayindeymiş gibi dedesinin ruhunu çağırıyordu. Tek istediği onun sıska vücuduna başını gömmek ve ağlamasını sürdürmekti.
Sonra tuhaf bir şey oldu. Portakal büyüklüğünde sarı renkli bir ışık pencereden içeriye süzüldü. Evin içinde bir tur attıktan sonra bahçeye çıktı. Birkaç ağacın ve otun arasından kaybolup gitti.
Bunun bir işaret olduğunu anlamıştı. Evet evet, dedesi onun umutsuzluğunu hissetmiş ve ona mesaj göndermişti. Peki ya mesaj neydi? Ah ne olurdu aklı biraz daha iyi çalışıyor olsaydı? Taşındığı bu kentte badem ağacı yoktu ki, dedesi onu işaret etsindi. Birkaç saat önce yağmur yağmıştı. Toprak kokuyordu her yan. Bir iki gün önce elleriyle yolarak çiçeklere yol açtığı bir iki ayrık otu yine yeni sürgün vermişlerdi. Çok değil üç beş gün sonra sanki hiç sürülmemiş gibi bahçeyi yeniden talan edeceklerdi. Şu ayrık otu da ne tuhaf bir bitkiydi yani. İnatçı, kendini beğenmiş, istenmediği halde yer işgal etmeyi seven kendini bilmezin biri.
Düşündü bir an. Ayrık otlarının kendi yaşamlarına koydukları anlam ne olmalıydı? İnatçı bitkiler, dedi tekrar kendi kendine. Dur bakalım, sakın bu inatçılık da badem çiçeklerinin yaşam aşkı olmasındı. Evet, öyle olmalı diye geçirdi aklından. Şimdi içinde büyük bir bulmacayı çözmüş birinin rahatlığı vardı. Aslında hep gözünün önünde duran cevapları görebilmek için dedesi yine mucizevi şekilde ona yol göstermişti. Ama tüm bunlar içindeki acıyı azaltmıyordu. Hala acı çekiyordu işte. Tek dostu yoktu. Ailesinden kimse kalmamıştı. Bir tek kedisi. O da kim bilir şu anda neredeydi. Geldiğinden beri hiç kimse bacağına dolanmadığına göre komşu evleri turlama zamanıydı.
Midesinde kramplar hissetti. Beyni son birkaç dakikadır başka şeylerle meşgul olduğundan fare zehrini tamamen unutmuştu. Neyseki eve geldiğinde yaptığı ilk şey (demek ki dedi kendi kendine, bu fikir iş yerinden ayrıldığımdan beri kafamı meşgul ediyor olmalı, öyle ya, eve gelir gelmez yaptığı ilk işti) telefona sarılmak olmuştu. En yakın hastanenin telefon numarasını isteyip, kaydetmişti. Çünkü son ana kadar seçim şansı elinde kalsın istiyordu.
İşte bir yol ayrımındaydı şimdi. Kendini bu dünyaya, bu oyuna ait hissetmiyordu. Peki ya nereye aitti, ne olduğunu bilmediği bir belirsizliğe mi? Gerçekliği ağır basıyordu, bundan emindi. Gri renklerle süslenmiş hayatının tek renkli simgesi dedesi ve badem çiçekleri olmuştu. Tüm soruları sormuş, cevaplarını vermişti, devam edecekse rutin bir yaşama devam edecekti.. Gelecekle ilgili kehanetleri yoktu. Şu andaki nokta da, gelecek de tam bir bulmacaydı. Badem çiçeklerinin ya da ayrık otlarının o inatlarında geleceğe dair inanç var mıydı ki sanki? Sadece an’ın aşkı mıydı onlarınki. Önünde iki seçenek vardı. Tıpkı onların ki gibi. Peki ya ölüm, ölüm nasıldı? Ahhh Tagor; ne diyordu o ilahi anektodta “ölüm, kapını çaldığı anda, ona ne sunacaksın? ”: Badem çiçeklerini.. Hayır hayır, onlar olmaz. Peki ya ayrık otlarını..Elbette onlar da olmaz, inatçı bitkiler, ölüm yok onlar için... Peki ya neyi? Kendimi mi?
Eli telefona gitti. Adresini ancak verebilmişti. Sonra bilinci yitti.
(Ocean Rose)
Derin DenizKayıt Tarihi : 29.1.2004 14:47:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Olayı mı yoksa edebi yönünümü anlatmak gerek öykünün bilemiyorum....
Anlatımı,kurgusu,geri dönüşlerle vurgulama,yan olaylarla bağlantı kurma ve irdelemesi,bilgi ve entelektuel birikimi satırlara usturupluca yerleştirmesi dikkat çekici...Bir konu çerçevesinde gelişen olaylara yan konu ve olaylar ekleyerek geliştirme ve en önemlisi de kısa bir zaman diliminde yapabilme dünya edebiyatında çok geçerli ve aranan bir yazım tarzıdır.Bir balıkla çekişmeyi anlatan hemingway'i anımsadım burda....
Son söz ; bu kalem dikkate alınmalı...derim..
Kutlarım,gönülden....
TÜM YORUMLAR (1)