Babama Şiiri - Ali İhsan Erbaş

Ali İhsan Erbaş
13

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

Babama

- I -

Daha benim yaşım yedi, baba
Ne yol bilirim, ne köy, ne de kasaba
Bir açlığı bilirim çok şükür,
Bir de midemin ağrısını...

Sormak suçmu, baba,
Sormak, öğrenmek, bilmek; suçmu?
Bugün öğretmenden
Sadece bir sual yüzünden
Tam dört tokat yedim,
Tam dört tane tokat!
Gözyaşlarımı bir türlü tutamadım,
- Utanmama rağmen – hüngür hüngür ağladım.
O tokatlar bir bambaşka, baba,
Yüzümde patladı, sanki dört tane bomba...
Ağladıkça karnımın ağrısı gitti,
Ama, yüzümde acı acı biberler bitti.
Ben cahilim baba,
Ne yol bilirim, ne köy, ne de kasaba.
Bütün gün düşünüp, aradım,
Yine anlamını bulamadım.
Anarşist nedirki, baba?
Sen, bilirmisin acaba?
Bugün, “hocam”, dedim
Ürkek ve mahcuptu sesim;
“Neden benim karnım aç, hemde çok,
Ya Cengiz´inki, neden Cengizinki tok”?
Sözümü daha bitiremeden,
“Ulan”, diye bağırdı öğretmen,
“Ulan, Anarşist!
Ulan, it oğlu it! ”
Bir soru yüzünden insan it olurmu, baba?
Hemde, nasıl küfürse o, anarşist olurmu?
Yoksa, bilemedimi dersin öğretmen,
Bu dört tokatlık sorunun cevabını?
Bir düşünsene, baba,
Sence kaç tokat eder,
Sormağa cesaret edemediğim sualler?

Daha benim yaşım yedi, baba,
Ne yol bilirim, ne köy, ne de kasaba.
Öğrenmek, bilmek, hisetmek, anlamak istiyorum,
Keşke olmaz olaydı böylesine kötü huyum.
Neden Hülya´nın önlüğü pırıl pırıl, ütülü;
Benimkiyse büsbütün yamalarla örtülü?
Tombul Selim, benim iki katım boyunda,
O en önde oturur, bense en arkada.
Sabahları öğretmen,
Öndekileri tek tek selamlarken,
Ümitle bir “günaydın” bekler,
Sınıfta en arkadakiler...

- II -

Benim yaşım onbir oldu, baba,
Halen, ne yol bilirim, ne köy, ne de kasaba.
Gomunist diyorlar, geçen Cuma
Güpegündüz vururlan dayıma.
Yol ortasında, tam namaz vakti,
Göğsüne on bir mermi yemişti.
Vurulan benim Dayım Hekim,
Ya vuranlar? Ya vuranlar kim?
Şarıl şarıl yere akarken Dayımın kanı,
Yeşil giysililer topladılar silahlarını;
Sonra, hepsi gülerek ordan ayrıldı
Geriye, al kanlar içinde yatan Dayım kaldı.
“Hepimizin”, derdi Hekim Dayım,
“Bu dağlar, bu topraklar,
Hepimizin, bu gökyüzü,
Bu sular, bu otlaklar.”
Sahi kimindir, bu kadar mal mülk, baba?
Ne yol bilirim, ne köy, ne de kasaba.
Bu tarlalar, ekinler, çiftlikler, kimin emeği,
Kim yiğebilir tek başına bu koca ekmeği?
Neden onbir yaşımla benim eller nasır dolu,
Tombul Selimin´ki yumuşacık mis kokulu?
Böyle konuşunca Dayıma, Gomunist derlerdi,
Ya ben?
Bendemi Gomunist oldum şimdi?

- III -

Benim yaşım onaltı oldu, baba,
Helen, ne yol bilirim, ne köy, ne de kasaba.
Sen eğilirsin, iki büklüm, elliüçünde,
Ağanın onaltı yaşındaki oğlu önünde.
Sen ona, “Beyim” dersin, “Ağam, Can verenim, Tacım”,
O ise – senin o koca yaşından utanmadan – “Kölem, Uşağım! ”
Neden, baba, neden? Neden bana cevap vermesin?
Neden başın eyik düşünür, sonra çeker gidersin?
Benim boynum kıldan ince baba, sayarım seni,
Hürmetim var, her vakit öperim iki elini.
Ben cahilim, baba, ne anlarım haktan hukuktan,
Nasıl ayırabilirim adaleti kulluktan?
Eşitlik dediğin nedirki, baba?
Ne yol bilirim, ne köy, ne de kasaba.
Görürüm, Küçük Bey´in ayağını yıkarsın,
Sabahları sırtında taşır, yorulmadan koşarsın.
Anlayamadım gitti, ne olur beni affet,
Bumu eşitlik dediğin, bumu adalet?

- IV -

Sınıf nedirki, baba, ne işe yarar bu ilim?
Yaşım onsekiz olmuş ama, ben halen cahilim.
Akıl yokki bende, şu koca çenemi tutayım,
Duyduğum her kelimeyi çabucak unutayım.
Ama ne kadar tuhaf bu sözler, bu kelimeler;
Bildikçe çoğalır, domuz gibi hızla türerler.
Bi sınıf varmış, tövbe, peygamber soyundan, baba,
Çok varlıklıymış insanları; doğrumu acaba?
Bilmezlermiş kazmayı, küreği, alın terini,
Ve, bir soğanla ekmeğin kaç para ettiğini.
Bir sınıf daha varmış, Tanrı´nın kulu olmayan,
Ömür boyu bir dilim ekmeğe bile doymayan...
Aç doğupta aç ölen bu sınıfın insanları
Buruk buruk ve ekşi, açlık kokan ağızları,
Susuz kalmış kuru bir dal gibi vücutlarına,
Aldırmadan, çalışırlarmış karın tokluğuna.
Bin değil, yirmi milyon değil, tam beş milyar insan
İnanmak mümkün değil, baba, beni bir anlasan;
Gülmeyi, neşeyi yaşamadan, hasret içinde
Ölürmüş bu beş milyar insan sefalet içinde.

- V -

Baba, benim yaşım yirmibir oldu,
Şu manyak kafam boş şeylerle doldu.
Ne açlığı unutabildim, çok şükür,
Ne de midemin ağrısını.
Birde, ağlamasını öğrendim hüngür hüngür,
İnanmıyacaksın ama, hemde utanmadan ağlamasını...

İnsan askere neden giderki, baba,
Yuvasını bırakıp ta uzaklara?
Sanki, sırf acı kahır çekmesi için,
Sarfeder iki yılını gençliğinin...
Gerçi bu süre vatana helal olsun,
Ama yinede şerefimi korusun.

Bilirsin baba, benim aklım kıt, hemde doğuştan,
Ne koşudan anlarım, ne spordan, nede yarıştan.
Cevdet Çavuş yüksek sesle tekrar tekrar anlatır
O bağırdıkça, benim kafam tamamen karışır.
Büyük bir boşluk sarar beynimin orta yerini,
Ve o an, unuturum Çavuş´un dediklerini.
Sonra, başlar bu vicdansız amansız bir dayağa,
Yığılır kalırım, bir daha kalkamam ayağa.
Ve ben, baba, hüngür hüngür ağlarım utnamadan,
Ne yediğim tokatla tekmelerin acısından,
Ne kırılan burnum ve patlayan dudaklarımdan
İnce ince yere süzülüp donuklaşan kandan,
Ne de yirmibir yaşında ölürüm korkusundan.
Ben bunun için ağlamam, baba, ağlamam inan.

Ama, o küfürler varya, o namussuz küfürler;
Beni işkence çektire çektire öldürürler.
Söyle baba söyle, günahsız anamın suçu ne?
On beşyıl önce ölen anacığımın suçu ne?
Kundağında mışıl mışıl uyuyan bebek gibi,
Her düşene elini uzatan bir melek gibi,
Kutsalmı kutsal, ve günahsızmı günahsız anama,
Neden bunca denli küfreder Cevdet Çavuş neden?

O da, benim gibi, dostunu yuvasını özler.
O da, benim gibi, bir an önce teskere ister.
O da, benim gibi, babasıyla yaşar anasız.
Anlıyamıyorum hangi hakla böyle vicdansız,
Böyle ahlaksız,
Böyle namussuz,
Ve böyle alçakçasına küfreder,
Bütün insanlık duyguları kaybolmuş
İki pırpırlı bir Cevdet Çavuş?

Ağlıyorum, baba, ağlıyorum,
Ne yediğim tekmelerin acısından,
Ne de kırılan burnumdan
İnce ince akan kanın korkusundan...
Melek yüzlü anam için ağlıyorum, baba,
Hüngür hüngür ve de utanmadan.

- VI -

Hayat bana cephemi almış dersi, baba?
Acı çektirmekten büyük zevkmi alır acaba?
Bir şey sormak, ve hatta düşünmek istesem bile
Başıma gelmedik ne bela kalır, ne de çile.

Bir tombul yüzbaşımız var Sert Feyzo dedikleri
Bütün alayda meşhurdur çok arsız küfürleri.
Askerlik bu, tam iki yıl ezilmeğe mahkümuz,
Bunca küfürle namussuz oldu zaten çoğumuz.

Üç hafta önce, Sert Feyzo hepimizi topladı,
Cıgarasını yaktıktan sonra derse başladı.
“Biz çok zenginiz”, dedi. “Bizde her türlü silah var;
tank, denizaltı, tüfek, elbombası, uçaksavar...”
Anlayamadım ki, birdenbire ağzımdan kaydı,
“Keşke”, dedim, “bizde o kadarda ekmek olsaydı.”
Aniden, Sert Feyzo cıgarasını yere attı,
Ve ardından sağ ayağıyla üstüne bastı.
Kin dolu gözleri birer ok gibi gözlerimde,
En meşhur, en ağır küfürleri ede ede,
Hızlı ve sert adımlarla yanıma vardı,
Durup, derinmi derin bir nefes aldı.
Ve ondan sonra...
Sonrası yok baba, sadece bir ara,
“Allah” diye bağırdığımı hatırlıyorum.

- VII -

Tam beş haftadır göremedim güneşin yüzünü.
Duyamadım kuşların cıvıl cıvıl ötüşünü.
Tam beş haftadan beri, ne vücuduma su deydi,
Ne de hücreme bir damlacık temiz hava girdi.
Gölerimde beş haftanlık karanlığın izi var,
Dizlerimdeyse nemli, soğuk hücremin kahrı var.
Ve ben, beş haftadan beri daha ilk kez mutluyum,
Tam beş haftadır ilk kez gün ışığıyla doluyum.
Ne izi kaldı bunca karanlığın gözlerimde.
Nede kahrı, soğuk, nemli hücremin, dizlerimde.
Bugün mutluyum, baba, herşey benim için güler;
Gördüğün herşey, toprak, güneş, kuşlar, tel örgüler...
Bugün mutluyum, baba, hemde çok mutlu,
Bugün yüreğim sevinçle dolu

Dedim ya, askerlik, acı çekmek demektir...
Bir de, kini, savaşı, öldürmesini öğretir.
Sebebi nedir, baba, silahı seven sevilir,
Barış içinde yaşamak istiyense ezilir.
Bir insan hedefine ateş etmediğim için,
Bu sefer yedi hafta kahrını çektim hücremin

Tam yedi hafta önceydi; atış sahasına gittik.
Dört sıra halinde hedeflerin önüne geçtik.
Bir insanı canlandıran hedeflere her asker,
Kırk metreden beş kurşun sıkacaktı teker teker.
Vuranlar, yüksek sesle sevinç çığlıkları attı,
Vuramıyanlar üzgün gözlerle onlara baktı.

Sert Feyzo beni gösterip, “ulan terorist”, dedi,
“Sıra sende”, ve elime koca silahı verdi.
Birdenbire buz tutmuş gibi üşüdü ellerim,
Titremekten beni taşıyamaz oldu dizlerim.
Bir hedefe baktım, bir de elimdeki silaha;
Ardından bakışlarım hedefe kaydı bir daha.
Birdenbire dayımı gördüm al kanlar içinde.
On yıl önce vurulan dayım yatıyordu yerde.
Gözlerim yaşardı, kendime hakim olamadım,
Ürkek ve kısık bir sesle yüzbaşıya yalvardım.
“Ne olur komutanım”, dedim. “Ben ateş etmesem?
İnsanı bırak, ben bir karınca bile ezemem.”
Ağzından küfürler saça saça üstüme geldi,
“Ulan, senin Azrail´in ben olacağım” dedi.
Ve, altı kaburgam ve sekiz de dişimi kırdı,
Ardındanda beni tam yedi hafta hapis yatırdı.

Mutluyum baba,
Bugün çok mutluyum.
Hücremdeki nemli soğuk bitti,
Yedi karanlık hafta geçti gitti.
Göğsümde altı tane kaburga kırık olsada,
Sekiz tanede dişim toprak altında yatsada...
Güneşin yüzünü görebilmek,
Sıcaklığını hisedebilmek,
Ne kadar güzel, ne denli tatlı,
Ruhum, vücudum sevinçle kaplı.
Bugün mutluyum, baba, çok mutlu,
Bugün yüreğim güneşle dolu.

- VIII -

Ben koca bir adam oldum baba, yaşım yirmi üç.
Bu devirde, cahil bir kafayla yaşamak çok güç.
Doğrusunu istersen, bu yaşımdan utanırım,
Artık gezip öğrenmenin vakti, geldi sanırım.

Ömrümde ilk kez bugün, büyük şehre gittim, baba,
Dünyanın en büyük şehri, bumu dersin acaba?
Bir yolları var görsen, ağanın tarlası kadar;
Üzerinde binlerce tomofil durmadan koşar.
Hele o binaları var ya, gökyüzüne ulaşır,
Baktıkça başın döner, aklın tamamen karışır.
İnsanlarıysa bu şehrin, tomofillere benzer,
Ayakları telaş içinde dört bir yanı gezer.

Bir alan çıktı karşıma, eni boyu bin adım,
Ve şehrin bütün halkı oraya toplanmış sandım.
Birde, ellerinde makineli tüfeklerle beraber
Etrafta dönüyordu, binlerce polis ve asker.
Tam en önde, mikrofonlarla kaplı bir kürsüden,
Altmışlık biri konuşuyordu ara vermeden.
Orta boylardaki bu konuşmacı, kır saçlıydı,
Bir general veya büyük bir devlet adamıydı.
“Bu güzel ülkede”, dedi çınaltıcı bir sesle.
“Kendini bilmez, vatan haini, bir çok hergele,
Utanmadan, yersiz olan fikirler öne sürer,
Örneğin, ülkemizde demokrasi yoktur, derler.”
Ve ardından, daha yüksek bir sesle devam etti.
“Hatta, yoktur der, ülkemizde fikir hürriyeti.
Bunca vatan haini ve alçağın ta kendisi,
Bilmezki, biz dünyanın en demokratik ülkesi,
Herkese söz hakkı ve konuşma fırsatı verdik.
Halktan gelen her fikre saygı ve hürmet gösterdik.
Gazeteler bütün herşeyi serbetçe basıyor.
Bu itler, bizden daha ne yapmamızı istiyor? ”
Birden büyük bir alkış tufanı etrafı sardı,
Birçok kişide “Varol! Çok yaşa! ” diye bağırdı.
Bende bütün bu anlatılanlardan cesaret aldım,
Ve sağ elimi kaldırıp, yüksek sesle bağırdım:
“Neden ülkemizde bu kadar insan aç ve üryan? ”
Herkes geriye döndü... kalmadı bana bakmayan.
Aniden dört polis koşarak yanima yaklaştı,
Ve dört tane çelik gibi pençe koluma battı.
Daha günahımın ne olduğunu soramadan,
Sürükleyip götürdüler beni jiple oradan.
Jip durdu, bayraklarla süslü bir karakolda
Rengarenk binlerce çiçek açmıştı avlusunda.
Polislerden biri, paslı demir bir kapı açtı,
Yüzüme ağır, küflü ve pis bir koku çarptı.
Ne su vardı bu nemli hücrede, ne de bir yatak;
Hatta, bir teneke bile yoktu abdest alacak.
Sayamadım, kaç gün geçti aç ve susuz aradan,
Vücudumun her bir yanı sızlar oldu durmadan.

Bir gün paslı demir kapı yavaştan aralandı,
Ve ardından iki tane polis içeri daldı.
Genç olanı, boy boy resmimi çekti makinayla;
Öteki açık fıkralar anlattı kahkahayla.
Sonra iki polis beraber hücreden ayrıldı,
Ve demir kapı tekrar gıcırdıyarak kapandı.

“Amansız bir çatşmadan sonra gafil avlandı,
Ve: Azılı terorist polislerce yakalandı! ”
Diye gazeteler büyük büyük harflerle yazmış,
Ve yanınada benim bir sürü resmimi basmış.
Üzerimde, gizli planlar bulunmuş; ve ayrıca,
Yüzkırk mermi, bir tüfek ve tam altı tane tabanca...
Ne tuhaf, ben hayatımda kimseyle çatışmadım,
Değil silah, cebimde çakı bile taşımadım.
Ben kendi halinde cahil zavallının biriyim,
Nasılki azılı bir terorist olabilirim?

Bilmem kaçıncı günüydü, aç susuz yattığımın.
Tamamen kesilmişti dermanı ayaklarımın.
Demir kapı açıldı yavaşça gıcırdıyarak;
Altı polis gelip, soydular beni çırılçıplak.
İki elimide bağladılar iple duvara,
Sonra bir çok soru sordular cobla vura vura.
“Söyle... söyle ulan! Sen hangi çetenin itisin?
Yoksa gizli siyasi bir eylemin şefimisin? ”

Kararım karar, baba, ağzımı açmayacaktım.
Zaten ne zaman ağzımı açtıysam, hep suçlu çıktım.
Ben sustukça cop, sille, tokat beynimi uyuttu
Ben bayıldıkça onlar üstüme soğuk su tuttu.
Sonra, bacaklarımı birbirinden ayırdılar;
Ve... ne desem, baba... copla namusumu bozdular.
“Tanrım! Tanrım! ” diye bağırdım o korkunç acıyla.
Ben bağırdım, onlar güldü, eğlendiler coşkuyla...
Kanım yavaşça damla damla yere akar oldu,
Her yere düşen damlayla şuurumda kayboldu...
Kendime geldiğimde, hiç kimse yoktu hücremde.
İçim güldü... sona ermişti, dayaklarda... işkencede.
Gülünce kurumuş dudaklarım tekrar kanadı.
Bomboş olan midemse coşkudan yemek sormadı.
Aniden, sert bir şekilde demir kapı açıldı;
Yüreğimi saran umutlar boğazımda kaldı.
Bir aletten iki tel bağlandı bacakarama,
Ve bir sancı ki o, sanki tuz basıldı yarama
O üşüyen vücudum birden yanmaya başladı
Ceryan arttıkça, beynimde zonklamada coğaldı
Bir sağır, bir kör gibi, göremez, duyamaz oldum
Bir mum gibi sönüverdi bu genç yaşta umudum

Bugün yorgunum, baba, hemde çok yorgun.
Ruhum bin dağın ağırlığıyla durgun
Gözlerim yavaş yavaş kapanır oldu
İrademden çıkıp beni dinlemez oldu.
Sahi benimmi bu vücut, bu kemikler,
Benimmi bu ağız, bu eller, bu gözler?
Herşey, her parça bana yabancı olmuş
Beynim bile kendi kendini unutmuş.

Koş, baba, daha benim yaşım yirmiüç
Ayaklarımda ne hal kaldı ne de güç.
Hadi, baba, ne olur, koşa koşa gel;
Beni evimize götür, bir an evvel.
Çabuk ol baba, gözlerim kapanıyor,
Daha yirmiüç yaşında baba,
Yirmiüç yaşında, gencecik oğlun gidiyor.
Yetiş baba,
Baba... babaaa... babaaaaaa...

Ali İhsan Erbaş
Kayıt Tarihi : 21.4.2015 17:45:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Ali İhsan Erbaş