BABAM VE ANILAR (Nesir)
Her Ankara’ya gidişimde o doğduğum gecekonduyu gidip görmek istedim. Ama yapabildim mi? Hayır.
O mahalle biliyorum hala hayatta. Ve yine biliyorum ki Yıkılmaya bırakılmış evimizde hayat yok, yalnızca. Bunu görmeye dayanamayacağım için hep kaçtım.
Altında ailece oturduğumuz vişne ağacı bile kurumuştur belki şimdi. Meyvelerinden annemin kışlık reçelimizi yaptığı o güzelim vişne ağacını özledim biliyor musunuz.?
Annemin bizi uğurladığı ve karşıladığı, evimizin girişindeki mis kokulu minik leylak ağacımızı da özledim. Ben doğduğumda babamın bahçemize diktiği kayısı ağacımızı da çok özledim. Mis kokulu meyveleri ile yapılan reçelleri büyük bir iştahla yediğimizi hatırlıyorum.
Alabildiğine yeşil, alabildiğine çiçek kokan o güzelim bahçemizde şu an beklide hiç bir şey kalmadı. O kıraç bahçeyi görmeye dayanabilirmiyim, bilmiyorum.
Pencere demirlerinden ayaklarımı sarkıtarak oturduğumu, ipe dizilmiş alıçları boynuma asıp tek tek kopartarak yerken oynayan mahalledeki çocukları seyrettiğim günler, bu gün gibi cap canlı hala. O pencereyi görmeye dayanabilirmiyim ?
Leylak ağacının dibinden baktığımızda yol görünürdü. O yoldan babamın gelişini beklerdim. Hep aynı saatte gelirdi babam, iki elinde yere kadar uzanan filelerle. Babam ve fileler bütünleşmiş demek ki çocuk beynimde. Ne zaman babamı düşünsem o iki file ile köşeyi dönüp eve gelirken görürüm. Yaz mevsimiyse, bahçeye babamın sandalyesini hazırlardım hemen. Ve kahvesini ocağa koyardım…
Yazımın burasında ilk kez babamdan söz etmediğimi fark ettim. Bir çocuk için anne baba o kadar özeldir ki… Şimdiki aklımla düşündüğümde ikisi de sıradan insanlar değildi bence… İkisi de annesiz ve babasız büyümüşlerdi. Üstelik ikisi de çocuk yaşta öksüz ve yetim kalmışlardı. Dolayısı ile onlara ait toprak ve tarlalar zaten paylaşılmıştı. Yani iki yaralı insan o gecekonduda elleriyle kurdukları bir hayatı yaşamışlardı. Biz, yani abimle ben, onların her şeyi idik.Bu bir tesadüf olamazdı herhalde. Her ne ise. Hep annemden söz ettim ara ara. Hiç babamdan söz etmemiştim şimdiye kadar.
Ali idi babamın adı. O yüzden çok severim Ali ismini. 75-80 boylarındaydı ama çok azametli görünürdü. Güç sembolü gibi görünürdü. Öyle ki babam varken bize kimse bir şey yapamz diye düşünürdüm. Yapamazdılar da…Kadife gibi bir yüreği olmasına rağmen, mahalleli ondan çekinir ve saygı duyardı. Her zaman jilet gibi ütülü takım elbise giyer, gravatını özenle bağlar ve kıyafetine uygun fötr şapkasını da başına geçirdikten sonra dışarı çıkardı. Saçlarını geriye tarar, limon suyu sürerdi dağılmasın diye… Çok düzenli ve titiz bir insandı. Her türlü tamir işi elinden gelirdi. Hafta sonu o iki gün evin tamiratlarıyla uğraşır, bahçeye çiçek ve domates dikerdi. Bir kez olsun kahveye gittiğini anımsamam mesela… Ama tam bir çay ve kahve tiryakisiydi. Sanırım benim çay tiryakiliğimde bu nedenle genetik… Babamı daha nasıl anlatsam diye düşünüyorum. Mesela bize bir tokat bile atmadı babam. Öyle anlamsız kuralları olan, höt zöt bir adam da değildi. Evde oluşturduğu demokrasi, demokrasi ve eşitlik kavramını şekillendirmişti kafamızda. Herkes düşündüğünü konuşabilirdi. Hepimizi can kulağı ile dinlerdi. Kaba gücünü kullandığına bir kez şahit olmuştum. Bir akşam iş dönüşü yan komşumuzun, kendi oğlunu tekmelerle dövdüğünü görmüş filelerini yere bırakarak, önce güzellikle durdurmaya çalışmıştı. Sonra adam efelenince ‘’ Gel delikanlıysan beni döv, çocuktan ne istiyorsun’’ diye komşumuzu epey bi pataklamıştı. Gücün zayıfa karşı kullanılmaması gerektiğini o gün babamdan böyle öğrenmiştim.
Babam nev-i şahsına münhasır biriydi. Çok değil, iki duble rakı içip keyiflendiğinde ise hep aynı türküyü söylerdi.’’ Meşeler göğermiş varsın göğersin. Söyleyin huysuza durmasın gelsin’’ diye devam eder giderdi.
Dini bilgileri de babamdan öğrenmiştim. Kandil gecelerinde sabaha kadar namaz kılıp ibadet ettiğini, hiç uyumadan işe gittiğini gün gibi hatılarım. Bildiğim tüm namaz surelerini ve namaz kılmayı da o öğretmişti bana, tıpkı kahve pişirmeyi öğrettiği gibi, sevgiyle…
Onu zaman zaman çok özlüyorum. Onun güç sembolü o vakur duruşunu, şefkatini… Onun omzuna başımı yaslanmayı o kadar çok özlüyorum ki. Henüz 56 yaşında idi hakkın rahmetine kavuştuğunda. Yani benim şimdiki yaşımda…19.07.1975 Yani38 yıl önce…
İşte o gecekonduyu bu yüzden gidip görmeye cesaret edemiyorum. Aklımdaki resimle şu andaki görüntünün örtüşmeyeceğini biliyorum. Kendimi çok yalnız ve çaresiz hissedeceğimi de biliyorum. Bu ve buna benzer bir yığın anının canlanıp özlemimi büyüteceğini? Anılarımla yüzleştiğimde şimdi ne kadar yavan bir hayat yaşadığımın farkındalığı ile üzüleceğimi de biliyorum.. Gözle görülür, elle tutulur bir sevginin varlığını öğrendiğim o evi bu halde görmeye dayanabilirmiyim? Kahkahalar, fıkralar, tekerlemeler söylenerek gülünen o evin, şimdi ki kör sağır duruşuna dayanabilirmiyim bilmiyorum. Ama bu gidişimde yıkılmadan önce son kez doğduğum evi her şeye rağmen ziyaret edeceğim. Koşup oynadığımız bahçede oturup anılarımla sohbet edeceğim. Annem ve babammmm… Onlarla dertleşip konuşacağım o kadar çok şey var ki…
Bildiğim tek şey, çocukluğumu ve onları çok ama pek çok özlediğim…
Birgül KIZILKAYA 19.06.2013 Karşıyaka/ İZMİR
Birgül KızılkayaKayıt Tarihi : 20.6.2013 23:51:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Hikmet YURDAER
TÜM YORUMLAR (1)