Derler ki seferberlikten önceydi. Anadolu'da bir köyün yoksul delikanlısı, kendi gibi yoksul bir kızla evlenmiş. Evlenmiş evlenmesine de elde yok, avuçta yok. Ne yapsın yeni evli yoksul genç. Bir şekilde ekmek parası kazanmak gerek. Evleneli bir ay geçmiş, geçmemiş ekmek derdine düşmüşler. Yeni evli yoksul genç ekmek parası için vurmuş kendini yollara... Derelerden geçmiş, dağlar aşmış, bazen uyuyup kalmış, bazen şaşırıp kalmış, ağaçlardan yemiş, derelerden su içmiş, yârinden uzak gitmiş! Sonunda İstanbul'a varmış. Bir yahudi kuyumcunun yanına çırak olmak istemiş. Yahudi kuyumcu:
- Oğlum bak ben çok kazanan biri değilim. Yavan yaş demezsen karnını doyururum. Yatacak yer veririm. Çalıştığın her yıl için de bir altın veririm. Kabul edersen buyur çalış. Delikanlı kabul etmiş sabırla çalışıp ilk yılını doldurmuş. Hakkını alma vakti geldiğinde kuyumcu delikanlıyı yanına çağırıp:
- Aferin oğlum sabırla çalışıp bir yılı doldurdun ve bir altını hak ettin.
- Şimdi sana bir önerim var. Bir altın mı istersin, bir öğüt mü istersin? demiş. Yahudi kurnaz, delikanlı öğüt isterse bir yıl bedava çalışmış olacak ve altına kavuşmak için de belki bir yıl daha çalışacak.
Bizim delikanlının ise bir yanda çok özlediği köyü ve çok sevdiği güzeller güzeli karısı yolunu gözlüyormuş. Ama bu soru delikanlının kafasın karıştırmış. Bu adam boşuna bu kadar zengin olmamış, vereceği iyi bir öğüt olmalı. O öğüdü alırsam belki ben de böyle zengin olurum demiş kendi kendine. Düşünmeye başlamış. Öğüt mü alsın, altın mı? Delikanlı hangisinde karar kılacağını bilememiş. Düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş... Sonunda kararını vermiş.
- Ustam sen bana öğüt ver demiş. Yahudi:
- Üstüne düşmeyen konularda soru sorma, merak belâ getirir, demiş. Delikanlı kendi kendine ya ben bunu zaten biliyordum demiş. Demiş ama bilmeden bir yıllık emeğini bildiği bir söze değişmiş. Bunca zaman çalıştıktan sonra eve boş dönmek de olmaz demiş, güzel karısına ne söyleyecekti. Çaresiz bir yıl daha çalışmaya karar vermiş. Kuyumcunun canına minnet hemen kabul etmiş. Delikanlı bir yıl daha çalışmış. Yılı dolunca yine ustası yanana çağırmış.
- Oğlum yine sana bir önerim var demiş. Bir öğüt mü istersin bir altın mı? Delikanlı yine düşünmüş. Geçen seferki işe yaramadı ama belki bu defa vereceği öğüt işe yarar diye yine öğüt istemiş. Ustası:
- Dibi görünmez dereden geçme demiş. Delikanlı yine bildiğim bir şey söyledi, bu adam beni kandırıyor demiş. Demiş demesine ama gel gör ki, köyünde karısı kazanç bekliyor, ekmek bekliyor, aş bekliyormuş. Böyle iki yıl çalışıp boş boş eve dönmek olmaz demiş ve bir yıl daha çalışmaya karar vermiş. Derken bir yıl daha sabırla çalışmış. Gideceği gün gelince ustası yine yanına çağırıp, yine aynı şeyleri söylemiş. Usta:
- İyi düşün, sonra bana kızma demiş. Delikanlı düşünmüş, düşünmüş, düşünmüş... Uzun bir suskunluktan sonra yine 'öğüt ver ustam, öğüt isterim' demiş. Ustası:
- Az sabırda çok hayır vardır. Önemli bir iş yapacağın zaman içinden yirmiye kadar say öyle yap demiş. Çırak bunu da biliyordum demiş ve istemeye istemeye ustasının elini öpmüş ve eve giden yolu tutmuş. Eve dönemeden düşman askerlerine rastlamış ve esir alınmış. Uzun yıllar bilmediği bir ülkede esir kalmış. Yıllar sonra evine dönerken gece olmuş karanlık basmış. Etrafta hana benzer bir yer bulamamış. Karanlıkta yol alırken bir tepenin üstünde bir ışığın yandığını görmüş. O ışığa doğru yol almış. Burası bir tepenin başında karısı ve köpeği ile yaşayan tuhaf bir adama ait bir şatoymuş. Adam yolcuyu evine almış. Masaya üç tabakta, üç kişilik bir yemek koymuş. Köpeğini çağırmış. Aynı sofrada ev sahibi, köpeği ve yolcu yemeklerini yemişler. Adam yemek artıklarını toparlamış bir sütunun dibinde zincirle bağlı karısının önündeki taştan oyulmuş bir çanağın içine dökmüş. Kadın yemek artıklarını yerken adam misafirine yatağını göstermiş ve kendisi de köpeğini koynuna alıp birlikte uyumuşlar.
Bizim delikanlı böyle bir dizi tuhaflık gördükten sonra sebebini soracak olmuş ama yahudi ustasına kaptırdığı bir altın gelmiş aklına ve sormaktan vazgeçmiş, sormamış. Ev sahibi de ne zaman soracak diye meraklanıp duruyormuş. Ama bizimkinin soracağı yok. Ev sahibi biraz daha tuhaflık görüp sorması için misafiri dışarıda gezintiye davet etmiş. Gitmeden sana şatomun etrafını gezdirmek istiyorum demiş. Yolcu şatonun yarısının normal taştan örüldüğünü, gerisinin insan kelleleri ile örüldüğünü görmüş. Gece yatoya çıktığı yolunsa iki tarafının insan kemikleri ile örülü bir çit olduğunu görmüş. Bunca kemiğin nereden geldiğini sorcak olmuş, yahudinin 'üstüne düşmeyen konularda soru sorma, merak belâ getirir' sözünü anımsayıp sormaktan vazgeçmiş. Ev sahibi bunun sormayacağına kanaat getirince kendisi anlatmış.
- Sen akşamdan beri burada bir dizi tuhaflık gördün ama sebebini sormadın. Dinle kendim anlatacaığım dinle demiş ve başlamış anlatmaya: Ben burada karım ve köpeğimle yaşayan kimsesiz bir adamdım. Bir gün kırk tane harami evimi bastı. Elimi kolumu bağladılar. Sazlı, sözlü, içkili eğlence yaptılar. Karım haramibaşının kucağında.. Gözümün önünde oynaşıp duruyorlar. Derken sabaha karşı haramiler sızıp kalınca, karıma yalvardım.
- Gel iplerimi çöz. Seni affedeceğim dedim ama yalvarmalarım fayda etmedi. Karım adamın koynundan çıkıp gelmedi. Köpeğime yalvardım. Sanki beni anlamış gibi geldi ipleri kemirdi ve beni çözdü. Ben haramibaşının kılıcını kaptığım gibi tüm haramilerin kellesini kestim. O gün bugündür karıma köpek, köpeğime ise insan gibi davranıyorum. Bunu görüp sebebini soranlarınsa yine kellesin kesiyordum. Şatonun yarısını o kellelerle ördüm. Madem sen sormadın ben de sana hediye olarak bu kılıcımı veriyorum. Güle güle git, yolun açık olsun diyerek uğurlamış. Bizimki derin bir nefes alıp ohh çektikten sonra yoluna devam etmiş.
Yine düşmüş yollara bir çok meyve ot yemiş, sabreylemiş çok gitmiş, birkaç ay bir güz gitmiş, dağı taşı düz etmiş... Sonunda coşkun bir çay kenarına varmış. Karşıdan bir atlı geliyor ama ben deyim şimşek sen de yıldırım gibi yol alıyormuş. Bizimki çayın bu tarafından el kol hareketleri bağırtılarla adama dur suya girme demeye çalışsada atlı atı vurmuş suya.. Derken hışımla akan suyun orta yerinde dengesini kaybedip suya düşmüş. Çırpınmaları fayda etmemiş. Su adamı alıp gitmiş. At sudan çıkıp bizim gurbetçiye doğru gelmiş. Bizimki atı tutmuş. Bakmış ki atın üstündeki heybe altınla dolu. Dibi görünmez dereden geçmemiş. Dere boyu yoluna devam etmiş. Sonunda bir köprüye varmış, köprüden geçip kılıcı, atı ve altınları ile evine kadar gelmiş.
Evin penceresinden bakmış ki karısı bir gençle sarmaş dolaş uyuyor. Sessizce içeri süzülmüş. Kılıcını çekmiş tam kadının kafasını kesecekken yahudi ustasının sözünü anımsayıp içinden yirmiye kadar saymaya karar vermiş. Derken uykusunda dönen gencin eli kadına çarpmış kadın uykudan uyanmış. Yekinip bir şey diyecek olmuş. Adam haykırır gibi dur! Açıklama istemez, keleni alacağım! Bu yüksek sesle konuşmadan delikanlı uyanmış, 'kim bu anne' demiş. Adamın gözünden iki damla yaş süzülmüş, öfkeyle kaldırdığı kılıcını yavaşça indirmiş. Baba-anne-oğul üçü sarılmışlar. Kalan günlerini sevgi ve mutlulukla geçirmişler. Ben eğrisiyle doğrusuyla anlattım. Darısı dinleyenlerin-okuyanların başına olsun. Tüm güzellikler ve mutluluklar sabredinlerin olsun!
Cumali Cumalioğlu
03.10.2008-00:20
Kayıt Tarihi : 3.10.2008 00:47:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Sürekli yazdığım bir forumda Feray arkadaş, masalları özlediğini yazmıştı. Feray başka bir ildeki bir okula gidecek, ben de artık o foruma yazmama kararı almıştım. İkimiz de foruma ara verecekken gitmeden, çocukluğumda dinlediğim bir masalı, kendi cümlelerimle Feray'a anlatmak istedim. Bu masal böyle çıktı ortaya...
TÜM YORUMLAR (2)