Aysudem Naz10 Şiiri - Mustafa Yılmaz 4

Mustafa Yılmaz 4
765

ŞİİR


17

TAKİPÇİ

Aysudem Naz10

Biraz bekle,
sonra gel,
ardına bakma,
ölüm…

Uzak bir köşede duran bir nesneye uzanamayıp da yetişemediğimiz ama bir gün muhakkak ulaşacağımız bir yerde duruyordu ölüm…
Sadece beklemek ve uzak kalmaya çalıştığımız bir olguydu…
Kaç defa kapısına geldik, kaç defa uzaklaştık o korkudan?
Ayrılıklarda ilk akla gelen düşünce bu…
Ben bu yalnızlıkla yaşayamam deyip çoğu zaman, çoğu zaman kapısını çalmak istediğimiz bir düşünceydi ama dirayet ve metanet yakalardı her defasında bizi…
Baş ederim veya baş etmeliyim kendimize yabancı olduğumuz geçmişin altında ezildiğimiz an, işte en şiddetlisiyle bu andı…

Kopmak geçmişten, bir şeylere, uykularımızı kaçıran rüyalara korkular saran bu yalnızlaşma düşüncesi…

Ne kadar terk edilmiş sevgiler vardır yalnız başlarına yalpalayan…
Ardından binlerce pişmanlık, binlerce kayıplık hissi veren, binlerce sevinci arkada bırakan çaresizlik yalnızlığı…

Genişledikçe genişleyen, uzadıkça uzayan, içine sığmayı bir türlü kabul etmediğimiz bir koşuşma sonunda sığındığımız kabulleniş…

Ben bana yetmeliyim…

Akıt gözlerinin yaşını,
için dökülsün,
irin, irin… Dışlığa…
Bedeninden fışkırsın,
damla damla saçılsın…
Hasretin sivri uçları bu,
delerek çıksın bedeninden…

Bir ah kalsın geride,
bir vah sesine dönüşmeden…

Sen nicesin sevgi,
hep al beni yanına…
İster tek, ister yalnızımsı…
Bir kemençenin,
bir kemanın,
bir sazın tınısından,
çıkar at beni,
yalnız Alıç ağacının dalına…

Dökülen yapraklarından,
örtülen toprağa,
koy, bırak beni…

Ben bana yetmezsem eğer…

Kırkbinkere kırkbin duvar yıkıldı üstümüze... Bir kez sevdik dedik sonra da acaba mı dedik...
Bu deyişin hatırına binlerce kez daha dedik ama neden hâlâ diyoruz... Ki...
Neden hâlâ seviyoruz diyoruz…

Çoğu zamanda yaşamla, yaşam sonu arasında alaca bir pembelik, alaca bir siyahlık, alaca bir aydınlık, alaca bir karanlık vardır…
Sevinçler ve korkular hep bunun içinde kalmıştır, sevmeler yapışmıştır ta ki dibi dibine…
Alaca sevmeler…
Buruk sevilmeler…
Ve
sonsuza sevme acılarını bırakarak…
Belki de sevmenin burukluğu bu alacalık duruşunda kalmaktı…
Belki de sevginin sonsuzluğu, ölemeyişi bu alacalıkta saklanmasıydı…

“Ne günler geldi, ne farklı günler geçti…
Beklemediğim anda çıkıp gelen acı vurgunları, omuzlarımızdan tuttuğu gibi silkeledi attı bizi bir köşeye…
Beklemediğimiz anlarda acıların üstüne yığılan sevinçler dudaklarımızda buruk sevinçlerle, buruk gülüşler bıraktı…
Güldüğümüz çok kısa anlarda kaç kere kim vardı yanımızda, omzuna başımızı gömdüğümüz kaç kez ona yaslanmamızı sağladı…
Hiç gelmedi O beklediğimiz uzun mutluluklar hiç kalmadı avuçlarımızda…

Bir bendim kendime yeten sana yetemeyen…

Hep uzun bir köşe kapmacaydı yaşam, kesme taşlı eğri büğrü yollar… Hep kesik taşlı, hep çamurumsu, hep batak…

Bir içine çekip
ne yok edebildi, ne de asfalta atabildi…

Hep kıstırılmış umutlar vardı, rüyalar gibi yaşamımızda…
Kaç söylenmemiş cümleler dizlerimi büktü…
Kaç ağlayamamışlığın yaşları akar gibi oldu göğsümüze…
Kaybetmenin, kaybolmanın darbeleriydi içimizi titreterek haykırtan…

Bir sonsuzluk hikâyesiydi benim yaşamım…
Anlatılamaz, anlaşılamaz, kim kimden gitmişti, kim kimden kalmıştı?
Bir avuç dolusu yürek,
bir küçücük pırıltı,
kendi halinde…
Nasıl çekti bu yükü, nasıl kıpırdadı kendi kendiliğinle…

Gurbet acısı dediler,
sevmeme acısı dediler,
sevme acısı dediler,
yokluk, varlık ağrısı dediler,
kaybettiğimiz değerler için, kayıplık, kayboluş ağrısı dediler…
En sonunda da çok sevme acısı, sevgide kaybolma acısı dediler…

Sürgün ettim yüreğimi, içim acıyor diyemedim…

Bir başka bakış bu,
bir başka türlü iş bu,
insanın kendi kendinin yüreğini öpmek istemesi…

Suç dediler, sevmek yasaklısın, dediler, yurtsuz sevgiye aşık olmaya yasaklısın, dediler, bir el tutmaya…
Bastırdık yüreğimizin üstüne, kıpırtılarını yavaşlattık, hoplamalarını durdurduk ama bir kez sevmek istedik, dosdoğru, riyasız, yalansız,
sadakatle, kuşkusuz, dimdik bir sevgi istedik, belimiz büküldü, büktüler belimizi…

Bizi bize haram ettiler… Riyaya soktular, durmadık, kaçışa soktular, saklandık…

Acıya daldırdılar, örttük üstümüze ot yığınlarını…
Şarkılar söyledik, susturdular…
Ve
sevmeleri dar ettiler bize, kurt sofralarına oturttular yığıldık, kanat taktık uçtuk, dönmedik sevgiden…
Aşk dedik adına, aşkla sevmek dedik adına, en sevildiğimiz yerden vurdular…
Ateşle oyun dediler, şeytanın tersi dediler, ortaklığı dediler, uymadık…

Kim kimi terk etti, kim kime daha çok ağladı, suçlayamadan, “ben seni çok sevdim” derken bile ayrıldılar…
Ama çok sevdiler birbirlerini, severek diktiler birbirlerinin ölüm örtülerini…
Ama ölemediler…
Birbirlerine bile ölemediler, kendilerine bile ölemediler…
Birbirlerine bile güvenemediler, ölebilmek için…
Terk etmek için birbirlerini beklediler…
Ama gittiler…
Ansızın…
Kendileri bile anlayamadan, kendilerine bile söyleyemeden, rüzgârları kesildi, yağmurları kesildi, bazen doluya,
bazen fırtınaya dalıştılar, yağmurları yüzlerine avuçlarıyla çarptılar, ıslanmamış bedenlerini, birbirlerine göstermeden kendileri, kendilerini ıslattı…
ıslanırken avuçları yağmur bulutuna takıldı saçları…
Geçmişten geleceğe bir sürü yaşanmışlıklar ve yaşayamadıklarıydı kalanlar ki onlar…

Yılları ömürlerinden çalarak, birbirlerine vererek bıraktılar…
Eksik hayata yöneldiler, eksik yaşadılar ama “canıma tak etti bu yalnızlık” demediler…
Hiçbir olumsuzluğu, riya ile satın almadılar kendilerine…

Terk edilmiş aşkları görünce korktular, üzüldüler ama kendilerine gelince boyun eğdiler…
Kaç kaybedilmiş aşklara üzüldüler…
Kaç kez kendi sevgilerine güldüler…
Bir fırdöndü bu yaşamları, bir döner kasırga
Ve
bir boş vermişlikti hayata…

Kendilerine artık verecek bir karanfilleri bile yok…

Bu hayatın yalnızlık merdivenleri bütün azametiyle önlerindeydi…

Dar bakışların karanlıklarda kaybolmasıydı bu…

Sevmeler kendilerine yasak edilmişti…
Sevmede saygınlık, soluk bir gül gibi avuçlarında kurudu…
Çıkmazın başladığı yeni bir hayatın lâbirenti başlıyordu artık…
Bir vurgun, bir vurguna, vurgun bir hayatın ilk kapısıydı zorlanan…
Belki de bulutların çarpışması, belki de şimşeklerin çakması, yıldırımların düştüğü, bir yamaç vardı önlerinde…

Darmadağın olmuş hayatlarının bir çarpık zamana uzamasıydı, yeniden yaşam yokuşu…
Birbirlerine kurban oldukları iki beden, birbirlerini yırtmayan kör bir bakışla düşmanlık gibi çıkıyordu karşılarına…
Unutulacak ne kadar anı varsa, peşlerine takılmış, yeni yaşamlarını zamanlarını beklercesine bir köşe başına sığınmıştı…
En büyük arzuları birbirlerine, “ben seni çok sevdim” demek istemeleriydi… Ama olmuyor, olamazdı da artık…

Bu sevda saçlarından, ayak tırnak uçlarına kadar salınıyordu…
Bir kafese konmuş iki kuş gibi kanat çırpıyor yürekleri artık… Teki tekine…
Anladıkları tek şey vardı artık, her şey, her biri için, kendileri içindi, tek tek, kendilerindi…
Birbirlerini düşünerek, uzaklar da olsa, içinde kalacaklardı…
Bu bir ıslak kar yağışıydı… Biraz sulu, biraz da donuk…

Elleri cebinde, nefes almazcasına yürümeye çalışan, dağınık bir yürek, sığınağını arıyordu, artık…
Ağlamamaya yeminli, sevinçlerden, gülücüklerden uzak, kendine uzakları yakın etme çabasında bir beden Aysudem Naz…
Dirayetli, arlı Göç kızı Kara naz’ın kızı, Aysudem Naz…

Pervasız adımlarla dünyayı adımlamaya hazır, küçücük bir çileli yürekle bir beden, insanlığa, insanca yardıma yeminli bir beden…
Ve
yüreğinde insan sevgiyle âşık olmamaya, artık sevmemeye, düşüncelerle kilitli…
Geçmişinden vazgeçmiş, geleceğe dik yürüyen, her an bir göçe hazır bir yürek, bir Doktor Aysudem Naz…
“Anne, anne” dedi ansızın…
“Anne nerdesin?
Tek tutanağım sensin…
Tek var oluş sebebimsin…
Bak ayaktayım, dimdik…
Bak elin elimde, yalnızlığım sensin artık, duy beni, duy anne! ! !
Bak küçücük yeminli kızın büyüdü…
Anne çocuklar ağlamazdı değil mi?
Hele küçükler hiç ağlamamalı değil mi?
Hadi el ele tutuşalım, gülelim, hep beraber anne… Gülelim, yenelim bu kara talihi karanazı…
Bu hayatın yolları çakıllıydı, battı tabanlarımıza, biti anne… Bitti… Çakıllar bitti…
Bu sevgi iki kurban arıyordu, önce seninkini elinden aldı, sonra da sonra da benimkini…
Senin sevgin senden gitti, benimki benden…
Ya sen olmasaydın…
Bu hayat biz bize, ikimize kaldı anne… İkimize kaldı…
Emek verdiğin ben, emek verdiğim sevgi, bu dönüşüme uğradığımız, bu günkü halimizle bizde kaldı anneciğim… Can, canım…”

Koyu bir sert lôdos rüzgârı esiyordu… Camlar uğulduyor ve iki kadın gözleri camlarda rüzgârı dinliyordu…
Birbirlerine uzaktaki iki çift göz…
Sanki birbirlerini görürcesine sessiz akıtılan kelimelerle birbirlerini dinliyor gibiydiler…
Her iki yüreğin kaderi sanki bir zımbayla birbirine bağlanmıştı…
Sessiz seslerin uzaklardaki yankılarıydı sanki yüreklerine doluşarak sakinleştirdiği…

Zaman anne ile kızın kaderlerinin birleşmesi gibi hoyratça geçiyordu, sakin ve huzura doğru adımlarcasına…
Artık yürekler, koyu bir fırtınayı sırtlarına atmıştı… Her şey geriye doğru, geride kalmıştı… Giden gitmiş kalan kalmıştı…
Artık ikisi de ne yapacağının şaşkınlığı içindeydi… Veya telaşı içindeydi…
Belki çaresizlik, belki de yaşam kesitleri göçlerde birleşiyordu…

Her göç yeni kopmalara, yeniden yürek göçlerine uzanıyordu..

Mustafa Yılmaz 4
Kayıt Tarihi : 17.3.2010 10:23:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Göç Kızı ve Aysudem Naz birbirlrini tamamlayan iki yazı seri bileşenidir...

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mustafa Yılmaz 4