Yolun ayrıldığı bir sahne vardı o an gözlerinde. İki ayrı dünyaya açılan pencere gibiydi ama bu biraz daha ıslak ve biraz daha rüzgarlıydı son bahardan. Severdi aslında hazan mevsimini ama bu acı neye gerekti ki! Zaten bir filmdeki ayrılık bile onda hüzünlü sonbaharken bu kez onun şu ıslak ve rüzgarlı havasını sevmedi.
Ellerinin titreyişi insanı bu kadar ürkütür mü bilmezken şimdi titreyen ellerinden korkar olmuştu işte. Gün o gündü. İki insanın karşı karşıya duruşundan daha fazlasının olduğu ama bir türlü kelimelerin dudaklardan süzülmediği bir gündü. Konu nasıl olsa bir acıya çıkacak da değildi aslında. Ki bu kaderde de yazılı değildi ona göre, o ana kadar ve evvelinde. Bu belki de saklı bırakılmış bir kaderdi Hatta alınlara yazılmamış, avuçlara bile çizilmemişti belki de.
Ve sözlerinin bittiği anı hatırladı. Dudaklarından dökülmüş o son bir kaç kelimenin içinde saklı isyanı anımsamak istedi. Duraladı. Sahi isyan var mıydı bilemedi. Neydi bu karmaşa neydi bu yokluk hissi. Ürperdi önce ve korktu düşündükçe anlamsız hislerin işgalini. Şimdi biri gelip dürtse, bir an irkilecek ve sanki hiç bir şey yokmuş gibi, konuşmaya başlayabilecek miydi? Bilinmezdi ama ondaki karmaşanın hikayesi işte tam burada başlıyor.
Sabahın erken saatinde uyanan gözlerinin sevgiliyi arayışında bir sorun yoktu o gün. Her gün kadar güzel ve her sabahki gibi telaşlıydı sokaktan geçen insanların hali. Ve her zamanki işlerin yapıldığı bir öğle arası, bir öğle sonrası ve bir akşam üstü yaşandıktan sonra gelip çatan bu ayrılığın onu bulmasından kim sorumluydu? Ah bir bilsem dediği anda kendinde ve etrafında hatalar aramaya başlamasıyla ince bir suçluluk hissetti. Ama diye başlayan binlerce bahane vardı aklında.
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman