Bir roman yazılacaksa senin için yazılmalı güzel dost.
Tam beş yıl dolu, dolu dostluğunla, eskiyen yıllar içinde geçen sevinçli, hüzünlü, kavgasız, şamatasız, zaman. Ayrılığın senin dilinden dillenip hazan mevsiminde savrulup kulaktan kulağa koşması, bana hep yalan rüzgârı gibi gelmişti.
Konukluğumda dostların dilinden düşen sözler, belki de geceye düşen zemheri soğukluğundan daha da soğuktu. “Can dost ay sonu ayrılıyor buradan”! Demeleriydi. Oysa dillendirip ayrılığı kulaklarımıza, mahkûm edip, asan sen değil miydin? Ama bir başkasının dilinden dinlemek, ayrılığın yüreğe bir mısmar mıh gibi işlemesiydi…
“Beş yılın özeti bumu? ” diye sordum kendi kendime. Ya da söylenecek “Hoş çakal! ” sözünü.
“Hoş” olan seni tanımak, seni sevmek, senle hayatın, bulunduğumuz mekânın, güzelliklerini paylaşmaktı... Oysa “Çakal” senin gidişinden sonra, bize kalan bu ortamdı. Hoşça geçen beş yıl, ne benim nede başka birinin demesiyle “kalmayacak”, zamanı gelmişse söylenecek, her şeye bir nokta koyup Hoşça-kal demek.
Kalemi elimden bırakıyorum. Mürekkepler dağılıyor günlüğümün hüzün sayfalarına. Konukluğumun kapısını aralıyor dışarı çıkıyorum. İçime derin bir Yakacık havası çekiyorum, beş yıllık nefes doluyor yüreğime. Yıldızlara takılıyor gözlerim ne kadar uzaktalar “sen”gibi.
Anlaşılmaz bir ıslaklık yayılıyor göz bebeklerime. Ne bir bulut var ne çakan bir şimşek. Anlamıyorum gözlerimi, gecenin bu saatinde seven ıslaklıkların ısrarını.
Bu saatte her şey ıslaktı. Taşın yüzü, demirin yüzü, gökyüzünün yüzü. Bir adım! Bir adım daha atıyorum kırmızı taşların üzerinde, sürgülü demir kapıya doğru. Açılmaya niyeti yok gibi, suratı asık bana bakıyor. Sanki bütün bunların sebebi benmişim gibi, ardından kanatarak cümleleri sıralıyor gecenin haylaz ayazında.
“Yani bir daha bana dokunup aralamayacak mı, yani ben bir daha o gülen yüzünü görmeyecek miyim”! der gibi, soğuk demir yüzünü sertleştirip sıkı sıkıya bastırıyor kendini tutan duvara…
Yüzüm duvar gibi konuşamıyorum. “Şu kapının yaptığına bak” diyorum… Sonra ellerimi soğuk demir bedenine koyuyor, bütün hırsımla itiyorum geriye. “Asla” diyorum, “Asla kapalı kalmayacak yüreğimin sevda kapısı”…Anlıyor oda beni, yüzündeki sertliği atıyor. Karanlığa ve bu kapıyı kapatanlara bir sitem savuruyor.
Doğruya az çekmedi oda, burada açılıp kapanırken Ki ne hüzünler içinde güzel dostları salı verdi çalkantı sokağa. Bir süre kalıyoruz ikimizde öylece. O neyi dinliyor bilemiyorum ama ben yüreğimin sesini dinliyorum. “Senin umurunda değil” desem de.
“Sen öyle zannet” diyor hışımla titreyerek.
“Bir demir yığını olsam da ellerinin sıcaklığı hala üzerimde”!
“Anlıyorum” diyorum,
Anlıyorum da! Sen beni anlayabiliyor musun? Bunu bilmiyorum!
Buruk bir tebessüm kaplıyor soğuk demir yüzünü, gecenin sessiz karanlığında. Ve ardından çalkantı sokağın sessizliğini bozarak, parçalıyor cümleleri
“Benden başka seni kim anlar, onu ilk karşılayan sen değil misin, yolcu eden, gülüşünü camekâna asan, yanağına gül konduran, sabahın selamını, günün merhabasını, akşamın hoşçakalını ilk alan sen değil misin?
Israrla göz bebeklerimi seven nem, anladım ki terk etmeyecek gözlerimi ben çalkantı sokağı seyrederken.
Eskittiğin parke taşları, yürüdüğün katran karası asfalt ve gecenin hain yüzü, hanginiz dost hanginiz düşman; Anlıyorum ki gecenin hain olsa da yüzü, bana hep dost olmuş. Düşman ise seni benden alıp götüren katran karası asfalt ve parke taşları.
Gecenin kolları alıp beni atıyor konukluğuma. Anlıyorum ki yalnızlık şimdiden alıştırıyor beni, bu sokağa, bu caddelere, bu bahçeye bahçedeki güllere, çiçeklere kısacası bu şehre ve anlıyorum ki o gün geldiğinde ilk akşamdan bir ay doğacak, bir pazar günü yele verecekler sevdayı hazan rüzgârıyla. Sonra gönülden taşırıp sele verecekler.
Uykusuz kalacağım dünkü geceden hep yolunu gözlemekten.
Mevsim kış olacak yolcu üşüyecek, bekçi üşüyecek.
Haremiler dağlardan inip gönül sarayını yıkacak ve yüreğimde kocaman sensizliğin yarası açılacak.
Belki bütün bunlara bir oyun diyeceğim, rüya sanıp uykudan uyanacağım.
Sabahın ilk ışıklarında gene sen; saman sarısı sabahların kollarına bırakacaksın kendini, saman sarısı yüzlü sabahlar gelecek, Güneş gelecek ama sen gelmeyeceksin.
Ve bir kalem, yaprakları sararmış mevsimin orta yerine düşecek. Mürekkepler ağlaşarak cümleleşecek, sararmış yapraklar üzerinde…
Adsız kahramanlar vardır
Sevdaları yaratan
Duyguları taşkın sel
Sevdaları tufandır
Yüreklerinde kocaman bir yanardağ yatar
Okşarsan susar
Seversen bu şehir yanar…
Sokakların kuytuluğunda biriken, ağaçlardan düşen sararmış yapraklar hep seni anlatıyor. O yapraklar ki yere düşene kadar, kuşlar yapraklarla dans ediyorlar. Kanatlarında bir sevinç var neden seviniyorlar bir anlam veremiyorum. Sonra anlıyorum ki düşen yapraklarla birlikte yere inip yiyecek arıyorlar.
Ya ben? Yapraklarda ne arıyorum? Diyalektiğin yasası bumu yoksa. Doğum, yaşam, ölüm… Şimdi yapraklar nerede ben neredeyim…
Belki yaşıyorum, belki onlar ölmek üzereler. Yâda şimdi şuan dalından kopmak üzere, hali hazırda beklemekteler. Kuşlar gene tutarımı onları, yâda dans ederler mi havada döne. Yâda azat edip yaprakları, çekilip yuvalarını terk mi ederler.
Bu sabah hiç kimse dokunmadı onlara, akşama kadar da dokunmazlar. Bu pazar sizde dokunmayın onlara. Bırakın sere serpe dursunlar kırmızı taşlar üzerinde. Nasıl olsa yarın, ayrılığın rüzgârı gelip tek bir hazan bırakmayacak.
Bu sabah gün; bir başka geldi. Rüzgârdan önce ayrılığın kızı geldi, gazelleri ardından bırakıp konukluğuma. Günler olmuştu görmeyeli o gün batımı yüzünü. Gül kondurduk yanaklarımıza gülleri ağlatarak.
Ayrılıkları anlattı, giriş- gelişme-sonuç, sanki hayatın kompozisyonunu yazar gibi. Sanki bir ödevdi bir görevdi, yaşandı, bitti, geldi ve gitti. Tıpkı hayatta yaşanılan, doğumla ölüm gibi bir şey.
Bir çocuk Dünya’ya gelir, onu alır yüreğinin orta yerine koyarsın. Sonra senin yüreğinin orta yerinde bir sevda çiçeği, bir aşk gülü gibi açılır. Onu yüreğinden koparmaya çalışırlar bir zaman sonra.
Direnirsin önce, kalemle, kâğıtla ve birçok kelimeden oluşan sevda zincirleriyle bağlarsın yüreğine. Kelimeleri cümleleştirip, sevgi duvarı örersin aşılmaz olsun diye. Sonunda yüreğindeki çocuk bir kuş olup uçar. Artık tutulmaz bir efsaneden başka bir şey değildir, yüreğindeki çocuk…
Çünkü hayat ona yeni bir yol çizmiştir. Sana ise ondan geriye kalan zamanın milli geçmiş tortusundan başka bir şey değildir.
Oysa ben o büyüyen çocuğu en güzel cümlelere yatırıp, günlüğümün beşiğine koymuştum ağlamasın diye. Oysa ben onu kelimelerin en anlamlılarından sarmalayıp yüreğimin dokunulmayan köşesine koymuştum, zamanın sevda mişli yıllarında. Artık yüreğimde dokunulmazlık zırhındadır.
Artık gazelleri de yakıyorlar; yürekleri yaktıkları gibi… Günler gün be gün tüketiyor kendini. Tükenen günlerin içinde ben tükeniyorum, kelimeler kırılıyor cümleler paramparça günlüğüme dökülüyor.
Gün susuyor, Güneş susuyor, bulutlar yılların birikimini getirir gibi, bütün ağusunu kusuyor üstümüze. Artık bende suskunum gelen günde. Sevdiğim sesleri duymadım, özlediğim suretler geçmedi camekânın önünden.
Bir göz attım şu kocaman siteye, gözlerimin düştüğü yerde ‘nur’ aradım, yüreğimde can.
Araladığım hüzün kapısı gülerek durdu karşımda. Meğer nede çabuk değiştirmişler içerilerin yüzünü, isimler yeni, yüzler yeni, sanki masalar, sandalyeler cümlelerde yeni…
Alışıyoruz birbirimize, sivri kelimeler köreliyor. Hüzünler sevince bırakıyor kendini. “Zaman en iyi ilaçtır! ” diyordun ya. Doğruymuş meğer. Dolaşıyorum koridorları, mutfağı yemekhaneyi, idari katı ve resepsiyonu, bir zaman geçmiş belli ki hepsinin yüzünden.
Hüznü; hiç kimsenin uğramadığı bir depoya kaldırmışlar. Kapısında kocaman bir kilit, hiç açılmamak üzere duruyor. Sevinçler ise çığırından çıkmış, alabildiğine dağınık, alabildiğine yırtık. Oysa mevsimle kaybettik sevgileri, sevdaları, aşkları.
Giderken sonbahardı sesin rüzgârda kalmıştı, yapraklar ıslak hüzünleri taşıyordu.
Rüzgâr savururken sesini, aykırılık veriyordu adını ayrılık. Meğer mevsim geç ip gitmiş, kış bastırmış elim ayağım buz tutmuş. Yüreğimde kırık dökük sevdalar üşümekteler.
Her şeyi silip geçmiş mevsim, kendi içinde kaybolmuş zaman. Sen kaybolmuşsun, ellerin, gözlerin, suretin unutulmuş, sesin soluğun duyulmaz olmuş artık.
Kokun fesleğen mi, gül mü, yoksa yedi dağın çiçeğimi kararsız kalmış burnumuz seni solumakta, diyeceğim cümleler bütün yalanımı yüzüme vuruyor.
Hadi kalemi kavrayan ellerim beni zorlayabilir unutulmuşlukları yazmaya. Ya yüreğim! İçine hapsettiğin sevdalar, firar etmiş hasretler, kederler içinde ağlamaktalar.
Yalanın bini kaç para değil benimki, yalanın her kelimesi bir damla mürekkep kara kaplı kalemin ucunda. Dök dökebildiğin kadar karalamaya zamanı.
Ey ayrılığın kızı, bir tabak dolusu tatlıyı bıraksan da masamın üzerine, yinede yetmez yüreğimdeki acıyı tatlılaştırmaya. Bu son günlerinde geçtiğin yerlerde her şey susuyor. Herkes alışsa da artık bu gerçek oyuna, ben hala çekim hatalarının perde arkasını seyreder gibiyim.
Bir taraftan da beş yıldır sürdürdüğümüz oyunun son perdesini, oynamanın gerçeğiyle yüz yüze olduğumun farkındayım. Ama kabul edilemeyecek bir gerçeğin içinde bocalayıp duruyorum.
Hani bir sabah duysam “Vazgeçtim artık, güller ağlamayacak, sokaklar bahar kokacak, gazeller yenilgiden çıkmış bir savaşın içinde hüzünlerle birlikte, bu şehri terk edecek.
,Artık ayrılıklardan söz edilmeyecek. Ve saman sarısı sabahlar, gülen sarı sıcak güneşle güzelleşecek, sen gazete dolu çantanla sevinçleri taşıyacaksın ekmek kapımıza diyeceğim, ama!
Bütün bunlar uyandığımda olmayacak… Aralık sabahında araladığım gün, sessizliği kar taneleri gibi vurdu camekânıma.
Bugün ilk sensiz nöbet, hiç bir şey bıraktığın gibi değil. Gördüğümüz bu sabah, bu Güneş, bu bulutlar, bu hava, bu su, daha başka neler, neler.
Seni karşılayan çiçekler, güller, sürgülü demir kapı, sanki birden çıkıp gelecekmişsin gibi bekleseler de; Ben biliyorum ki gelmeyeceksin…
Güle, güle desem sana ayrılığın kızı ama nasıl. Gönlüm elbette ayrılıktan yana değil ama bu senin tercihin ve kendi hayatına yüklediğin yeni yaşamın. Yinede bundan sonraki yaşamında, umarım Can dost gibi, duyguların, düşüncelerin nur, yüreğin can gibi hep sıcacık sevecen sevda dolu olur. Ve hayat seni hep güzelliklerle döşenmiş yollardan geçirir. Ve o yollar seni alıp umut ettiğin düşlerine götürür.
Unutmayı hatırlanmayan, sevilmeyen, uğranmayan bir mekâna hapsedip, sevgilerin, dostlukların, güzelliklerin hep özgür kaldığı mekânları sevip, Seni Asla Unutmayacağım.
Sevgili dost; bir ben değil eminim ki buradaki bütün arkadaşlar seni unutmayacaklar.
Şimdi git…
Biraz gün batımından götür
Birazda esmerliğinden bana bırak
Güneşi de ikiye böl
Yarısı sana kalsın yarısı da bana
Kalsın ki; karanlıkta aya nur
Yangın yüreğime can olsun
Ağlayan bir güldü
Sen güldüğünde ayrılık
Mevsim hazandı
Eşyalar toplanmış
“son” yazıyordu
Sokakta yapraklar
Sen gitmiştin
İhanetti zaman
Hayalin kırılmış
Ağlardı aynalar…
“98…02”
Kayıt Tarihi : 28.5.2008 23:20:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!