Gözlerimi iyice açıp baktığımda ise tahtalardan bembeyaz kurtçukların çıktığını gördüm. O kadar çoktular ki ahşapla beraber beni de yiyip bitirmelerinden korktum. Yığılıp kaldığım kanepeden aniden doğrularak balkona çıktım. Dışarısı alabildiğine siyahtı. Sanki her yer ölülerin konulduğu siyah torbaların içindeydi. Yaşamanın bu kadar koyu olduğu bir anın içinde, ölümün boğucu elleriyle yaşama açılan fermuarlarım kapatılıyordu. Hayır dedim bir an. Yaşamak istiyordum. Beni kopkoyu bir torbanın içine sokmak isteyen ölümün ellerini iterek, kendimi fermuardan dışarı attım. Bir anda kendimi anadan üryan bir vaziyette sokakta buldum. Sokaklar ve tüm Üsküdar sessizdi. Benimse kaskatı kesilen bedenim Üsküdar'ın içinde bir heykel gibiydi. Evim ve apartmanım bir katrana katışmışçasına zifiri karanlığın içinde kaybolmuştu. Şimdi ben ne yapacaktım? Yaşadıklarım bir rüya mıydı yoksa hayal miydi bilmiyordum. Bildiğim tek şey Üsküdar'ın kara çarşafa bürünmüş kadın halinin gecesinde çırılçıplaktım. Evime gidemezdim. Evim katran karası gecenin kuytuluğundaydı. Ben ise apaçık ortada kalmıştım. Korkudan yüreğim ağzıma gelecekti. Bu durumdan kurtulmalıydım. Yarın galeriye gitmem gerekiyordu. Cumartesi son gündü. Daha sonraki güne kalsa tablolarım galeride bir gün sahipsiz kalacaktı. Başlarına ne gelebileceğini ise hayal bile edemiyordum. Bir tablom çalınsa sergi günü geçeceği için sigortadan para bile alamayabilirdim. İçine girdiğim bu karanlıktan kurtulmak için önümü göremesem bile yürümeye başladım. Neden her yer karanlığa gömülmüştü anlayamıyordum. Neredeydi sokak lambaları, araba ve neon ışıkları, ayrıca evlerin pencerelerinden dışarı yansıyan avize ışıkları? diye kendime sorular soruyordum. Yere yığıldım. Bir dağın yamacında biten mor menekşeler, düşerken başımı vurduğum taşların alnımda ve yanağımda bıraktığı izlerde bitti sanki. Her yerim mosmor olmuştu. Deli bir insan gibi ikiye katlanarak düştüğüm yerde yatıyordum. Ölmek istemiyordum. Yaşamak istiyordum betona çakılmaya ramak kalan bir insanın pişmanlığı gibi. Gözlerim yarı kapalı haldeyken bir ışık gördüm ve sesler işittim. Birkaç kişi baş ucumda durup konuşuyorlardı. Kesinlikle hırsız olamazlardı, üzerim çıplaktı. Bayılmışım...
Karakolda uyandım. Üzerime çarşaf sermişlerdi. Bir polis yanıma gelerek gülümsedi:
_Günaydın. Kendini nasıl hissediyorsun.
_Günaydın. İyiyim. Gece başıma neler bilemiyorum. Galiba beni bulup buraya getirdiniz. Teşekkür ederim.
_Çok geçmiş olsun. Seni bulduğumuzda baygın ve çıplaktınız. Galiba bir travma yaşadınız. Neyse şimdi iyi görünüyorsunuz.
_Evet şimdilik iyiyim.
_Yakındaki pazardan bunları size aldık. Önce bu kıyafetleri giyinin. Sonra kahvaltı için komiserin odasına buyurun.
_Tamam
Bana alınan kıyafetleri giydim. İnce yapılı bir insan olduğum için genelde kıyafetler üzerime uyardı. Giydiklerim de üzerime oturmuştu. Kalkıp komiserin odasına gittim. Beni gülümseyerek karşıladı. Komiser orta yaşlarda şakakları yeni yeni ağarmaya başlamış biriydi. Devlet terbiyesi almış ender memurlardan biri gibi ayağa kalktı. Karşımda tığ gibi zarif, aynı zamanda bakımlı bir devlet memuru görmek beni mutlu etti. Demek ki; 'Türkiye insanıyla medeni milletler seviyesine doğru ilerliyordu. Eskiden Türk insanı yamaç aşağı paldır kültür inen domuza benzerdi. Türkiye'de domuz yenmezdi; ama her yer de domuz kokardı.' diye düşündüm bir an. Komiserin çay mı kahve mi istersin demesiyle kendime geldim.
_Çay lütfen.
_Tamam.
Yanındakiler kibarca hareket ederek çay getirdiler. Sonra da yanındakilerle birlikte kahvaltı yaptık.
_Bu arada benim adım Erhan.
_Memnun oldum. Benim de adım Yiğit.
_Ben de memnun oldum.
_Size birkaç soru soracağım. Bu sadece bir görev. Lütfen bana yardımcı olunuz Erhan Bey...
_Tamam Yiğit Bey.
Yiğit Bey ifademi alarak yanındaki polislere tutanak tutturdu. Ardından bir sorunum olursa her zaman bekleriz diyerek beni uğurladı. Günün aydınlığı gözlerimi kamaştırırken Üsküdar Karakolu'ndan evime doğru yol aldım. Evimin bulunduğu muhite geldiğimde kendimi yorgun hissettim. Bacaklarıma biraz daha yüklenerek apartmana ulaştım. Girişteki posta kutusuna baktım. Ne arayanım ne de soranım vardı. Posta kutum bomboştu. Evime çıktığımda ilk işim üzerimdekileri değiştirmek oldu. Saat on sularıydı. Çok da geç kalmış sayılmazdım. Hemen saçımı başımı toparladım ve kapıyı kilitleyerek evden çıktım. Yine aynı sokağa ve yine aynı kaldırımlara boynumu eğerek baktım. Bastığım o yerlere bir daha basamamayı çok diledim; ama yürümeye devam ettim. Birçok sokağını, caddesini bildiğim bu şehirden uzaklaşmayı istedim çok kez. Terk etmeyi çok istediğim ama hep bir şeylerin terk etmemi engellediği bu şehir karşıma Umay'ı ve Nahit'i çıkarmıştı bu sefer. Yeni bir sayfa açıyordum, gitmeyi çok isteyip de bir türlü bırakamadığım bu şehirde. İskeleye bu duygularla geldim. Gişeden bir bilet alarak vapura bindim. İstanbul eski ve yeni İstanbul'du yine. Eskisi gibi çığlık atıyordu martılar. Yine eskisi gibi yarıyordu denizin yüzünü vapurlar. Apartman kayalığından farksızdı eskisi gibi İstanbul. Sokaklar kayaların arasından süzülen asfalt karası yılanlardı yine. Ve yine eskisi gibi İstanbullular çok önemli insanlarmış gibi sağa ve sola koşuşturuyorlardı. Sanki onlar olmazsa hayat duracaktı. Yeni olan dışarıdan gördüğün gibi olmamasıydı İstanbul'un. Yeni orospular, yeni yalancılar, yeni satıcılar İstanbul’un gözlerinde yeni bakışlardı. İstanbul yeni makyaj yapmış bir kokonaydı ve taze, genç hayatların peşindeydi yine. İstanbul kaçmak isteyip de ayaklarıma zamk gibi yapışan bir şehirdi. İstanbul ayakkabılarımı sürekli eskiten bir şehirdi. Ne zaman aklıma İstanbul gelse içimden bir vapur geçerdi. Canım öyle yanardı ki martı gibi çığlık atardım. Ne garip şeyler düşündürmüştü bana yine İstanbul. Vapurun düdüğüyle iskeleye yaklaştığımızı anladım. Hemen kalkıp insan sürüsüyle beraber vapurun kıçına doğru yürüdüm. Vapurun kapağı açılır açılmaz fosseptik çukurundan dökülen lağımlar gibi iskeleye döküldük. Galeriye gelmem epeyce zamanımı almıştı. Beni galerinin kapısında Nahit karşıladı. Bugün de çok gelen var dedi. Sergiyi saat on dörde doğru Umay'ın konuşmasıyla kapatırız dedi. Şimdi içeri git misafirlerle ilgilen diyerek beni sergi salonuna doğru itti. İçeri girdiğimde Umay misafirlerle ilgileniyordu. Beni görünce telaşla yanıma geldi.
_Nerede kaldın Erhan, seni çok merak ettim.
_Yok endişelenme. Senden ayrıldıktan sonra ateşim çıktı galiba. Biraz rahatsızlandım. O yüzden geç kalktım ve geç kaldım.
_Geçmiş olsun. Çok üzüldüm.
_Yok yok iyiyim dedim. Sen benim için misafirlerle ilgilenmeye devam et.
_Tamam Erhan.
Saat on dörde kadar misafirlerle tek tek ilgilendik. Bir ara Nahit yanıma gelerek resimlerimin Eminönü'ndeki ekmek arası balık yemeği gibi satıldığını söyledi. Ayrıca satılan tabloların saat on dörtten sonra teslim edileceğini bildirdi. Saatlerin kapanış vaktini gösterdiği anlarda Umay kürsüye çıkarak şu konuşmayı yaptı: 'Çağdaş resim akımını takip eden sanatçı abartıdan uzaklaşıp sadeleşmeye giden bir yol izleyerek kendine özgü bir tarz oluşturdu. Erhan, iç dünyasını, dışavurumcu bir yaklaşım ile tuvaline yansıttı! Eserlerinde güzellik, yaşama sevinci, cesaret, bireysellik, yalnızlık, anne sevgisi ve direniş gibi temalara yer verdi. İlginiz için teşekkür ederim. Hepinize yeni sergilerde buluşmak üzere şimdilik hoşça kalın diyorum. '
Umay konuşmasını bitirir bitirmez yanıma geldi. Nahit ise satılan tabloları paketlemekle meşguldü. Günün çıplak aydınlığında, Umay'ın gözlerine bakmak zordu. Olayların normal akışında hiçbir şey artık Umay'ın ilgisini çekmiyordu. Şaşkınlık boğazıma yapıştı. Bütün kelimeler boğazıma zamkla yapıştırılmıştı sanki. Sonraki birkaç gün Umay'la hiç görüşmedim. Karşıma çıkan tüm insanlar, yaşamın iğrenç ışığında görünüyordu. Koyu renkli bir kandı bana insanlar ve ıpıslak, yapış yapışlardı. Her yerim morluk ve çizik içindeydi sanki. Durumum hiç iyi görünmüyordu. Sergiden sonra evime iyice kapanmıştım. Günler boyunca ya gözlerimi kırpmadan yattım ya da gözlerimi hiç açmadan yerimden kalkmadım. Bütün bu çırpınışlarım, fırtınalı bir denize benziyordu ve ruhsal dalgalarım, içten içe köpürmelerimi, düşünce sahilime vuruyordu: Dünyada büyük insan olmak yetmezdi; küçük insanlara karşı da dayanıklı olmak gerekirdi. Büyük bir kasaydım, kuruşlarla dolu. Ruhumu satmamak için dünyanın insan pazarında, kendimi küçük hesapların odağında bulmak istemiyordum; ama ruhuma insanların küçük hesapları, bozuk para gibi doluyordu. Kendimi korumak istersen küçük insanlardan, onların beş kuruşluk kişilikleri, metal parçacıklar halinde içimde yer buluyordu. Umay, bir gül kadar güzeldi; ama en güzel çiçeklerin da güneşe ihtiyacı vardı. Umay, suç ve pisliğin aydınlığında yıkanıyordu. Bir ahşap kapıydı aynı zamanda Umay. Bana yüreğini açmasını beklerken, sadece tahtalarındaki çivileri bana gösteriyordu.
Kayıt Tarihi : 22.12.2010 12:02:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Osman Demircan](https://www.antoloji.com/i/siir/2010/12/22/aydinlik8.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!