Ayak altımdaki köpüklü suyun ve burnumdaki iyot kokusunun artmasından, dünyaya yaklaştığımı anladım. Peki dünya bana göre neydi? Bu soruyu sorarken, cevabını yine kendim verdim. Dünya incik boncuk dükkanıydı fikrimce. Bazen inci bir kolye olurdu sevgilinin beyaz gerdanında, bazen ise ipi kopmuş incileri sağa sola dağılmış bir gerdanlık olurdu; ama deniz ve sedef olmazdı asla. Dünyanın da derinliği vardı; fakat o derinlikte kimse yaşamazdı. İnsanlar sığ bır hayat sürerdi yeryüzünde. Aklımdan böyle düşünceler bir tren gibi geçerken ve nerede durduracağımı bilmezken, uzakta bir aydınlık gözümü kamaştırdı. Yolun sonu gözüktü dedim sevinçle.
Aydınlık iyice büyüdüğünde, ayak altımdaki suların etkisiyle tabanlarım kaydı. Yeni doğmuş bir çocuk gibi fırladım yeryüzüne. Kendimi bir kumsalda buldum. Yeniden başlayacaktım her şeye. Dünya bir istiridye, ben ise bir inci tanesi olabilecek miydim, sabırla ve özveriyle?
Kumsala vuran kocaman dalgaların ve denizin sesiyle çabuk toparlandım. Gökte yıldızlar ihtiras ateşiyle yanıp sönüyordu. Deniz rüzgarı yüzümü okşadıkça, tenimdeki sertlik ve ağrıyan yanlar gevşiyordu. Sabah olmak üzereydi. Günün ağaran bu saatlerinde, dünya renklerin cümbüşüyle gökyüzünün duvarlarına, kızıl renkte tablolar asıyordu. Beni dünya hiç böyle büyülememişti? Hayat yaşamaya değerdi?
Dünyaya yeniden gelen bir insan ne yapardı? Hiç kuşkusuz önce neredeyim diye sorardı. Cevap arayan bakışlarla etrafıma bakınıp dururken, sahilin az ilerisinde bir deniz kasabası karanlığı yaran bıçak gibi keskin ışıklarıyla gözümü aldı. Dünyayı ben yaratmadığıma göre asla özgür olamayacaktım. Sadece yumurtanın içindeki civciv gibi kabuğu kırabilecektim. Acaba bu yeni yaşantım bana bu imkanı verebilecek miydi?
Üzerimdeki kumların dökülmesiyle ve her yanıma sinen iyot kokusunun kaybolmasıyla tertemiz bir sayfaya dönüşürken, hayat rüzgarının beni savurduğu bu el toprağı nasıl bir hikaye yazacaktı bana acaba.
Üstümü başımı kontrol ederken cebimdeki kabarıklık parmak uçlarımı rahatsız etti. Merak edip cebimi yokladığımda varlığım için gerekli bir miktar altın buldum. O an kendi kendime: ' Önemli olan varlıklı olmak değil, varlık olabilmekti. Nice kömür tüccarları vardı, nice ağalar, beyler, paşalar vardı. Hiçbiri varlık gösteremeden silinip gitti. Oysa Diogenes elindeki bardağı atarak buna ihtiyacım yok avucumla da içebilirim diyerek kendi varlığını ortaya koydu.' dedim. Şimdi ise varlık gösterme sırası bendeydi. Alaca karanlığın içinde gölge gibi sahil kasabasına doğru yol alırken, ayak altımı gıdıklayan kumların etkisiyle hafiften gülümsüyordum.
Yaşam tüm canlılığıyla gözlerimin önünde duruyordu. Sanki gözlerimi ilk defa kullanıyordum. Görüyordum yıldızları ayı, denizi ve en önemlisi insanların yemek yediği, uyuduğu, dertlendiği, çalıştığı Tepeköy kasabasını. İşte burası... Benim için yeni bir hayatın başlayacağı nokta olacaktı. Bir iki adım atacaktım. Sonra yürüyecektim yepyeni bir hayata. Rüzgarın saçlarımı okşadığı anda şiirler söylemem gerekirken şu sözler döküldü dudaklarımdan:'Ne olursan ol bir davanın adamı ol. Neyin olursa olsun; ama bir de kavgan olsun. Hiçbir şeysiz yaşa; ama amaçsız yaşama...' Havada yumruğumu salladım. Köleler tarihinden bir kişi bileğimdeki prangayı söküp attı. Hayat bir kadındı artık koluma giren. Yaşamak askılarını söküp atarak omuzlarından, beni ihtiraslı öpüşlere davet ediyordu. Hayatla burun burunaydım, dudak dudağıydım. 'Ey hayat divanı kur, yastıkları yorganları, gül kokut. Geliyorum seninle kucaklaşmaya ve sarılıp koklaşmaya..' diyerek beylik düşüncelere daldım.
Adettendir,seven vurulur
Sevilenindir gurur
Sevgi dolu dizgin
Sevgi içten
Sevgi savunmasız
Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta