Hani sanatçı dediğimiz zaman çoğumuz sanatçıyı, sadece ekranlardan bilir ve tanırız! Ekranlarda tanımamız da kamera objektiflerinin sürekli kalçalarına zum yaptığındandır. Bu hastalık 1990’lı yılların özel TV’leriyle başladı. Her kim, kime ne dedikleriyle, söz konusu olmalarında; ne sözleri, ne sanatları, ne sanat ürünleri, ne fikir ve düşünceleri, ne güncel sanatçı duruşun mütalaaları, ne de savları söz konusu edilirdi. Tüm ekranı dolduran kalça hareketleri eşliğinde spikerin söz akışı verilir giderdi! *
Bu kabilden sığ, hep o aynı zevat kişileri sözüm ona sanatçı biliriz(!) Ve bu tip zevatı muhteremler kalça hareketli oluşun, doyumsuz bir kalça sanat şovuyla; güya izleyenlerini ekran başına kilitleyen ve kalça olmaktan öte, sanatla özdeşleşir tarafları olmayan, popo şov kimi kişiler oluşla hep aklımıza gelirler!
İşte maganda olmaktan ötürü, sokak kabadayısı olur sanat üretmeleriyle, genel bilim kültürü felsefesiyle hiçbir şey olmayanlar vardır. Bu sanatçı muhteremlerin pek çoğu okumadığından, bilim ve teknoloji felsefesinden habersiz olduğu için; görsel şovmenliklerinden ötürü her gün, günde en az üç ekranda boy boy görünürler.
Bu tiplerin bir başka alanda, başka bir versiyonu olan lafazanları vardır. Alan bilgisi dışında oluşla bilim felsefesi olmayan, kimi kez kimi şarlatanlar da hep aydın olacakla aklımıza gelirler. Aydın mı, aydınlar! Konuşmacı mı, konuşmacılar! Egemen gücün nabzına göreler mi? Evet öyleler!
İşte kimi anlı şanlı aydınlar da böyledirler. Bunlar tıpkı tüfeğin icat oluşuyla, mertliğin bozulması gibidirler. Televizyon icat olundu, sanatçılık ta, aydınlık ta, bozuldu. Bu aydınların anı da; şanı da bilmezlikleriyle değil, gerçekler karşısında utanıp sıkılır olmamalarıdır! Menfaatleri karşılığı, toplum düşünmesini iğdiş etmeleridirler! Bunlar kanal kanal gezerek; adeta bulunmaz bir cevher niyetine kanalları dolaşırlar. Bu nabza göre olma sadakatlerini yerine getirirler. TV’ler sanatıyla duruşuyla kültürüyle vs. tanınma aracı olmayıp, bunlar için nabza göre olmanın formasyon yeridirler de!
Söz gelimi; bu tipler, uzman hukuk profesörü yanında bile, bir biyokimya profesörü yanında bile, bir atom mühendisi vs. karşısına dahi çıkışla, ne allame olduklarını hep gösterirler! Hani vardırlar ya, kimi gazeteci ve kimi akademik ünvanlı ukaladırlar bunlar, çoğunlukla. Hani canım her gün TV’de yüzlerini görüşle alışık olup, gına geldiklerimiz oluşla, bunlar öyle dikkat edilmeyişle, yolda rast geldiğimiz trafik işareti veya bir çöp varili gibi oluşla, yüzlerini kayıp eden, yüzsüzler işte.
1980’den beri; ‘bu diyar baştanbaşa’ diyecekle gezip görür denli sorunlara hakim, sorunlara aykırı bakıcı söz ve anlatımları olmayıp, masa başı gazetecilikle aydın olma, yazarlığı yapılmağa başlanacaktı. Artık plaza dönemi, masa başı; astronomik rakamlarla al maaşı, patron yalakalığı yapan; devlet kapısında patron işlerini takip eden; kahverengi diliyle halkı sürekli yanıltan aydın gazete yazarlıkları başlayacaktı.
Bunlardan kimisi olan yazarlar bu dönekliğini; bilgisini, kimlik ve kişiliğini; erdemlerine aykırı oluşun kendisini ezen onur sancıları pahasına yapacaktılar. Onur dirençleri gittikçe yalakalaşmanın, yalama alışmasına dönecekti. Tabii köşeler dönülecekti! Şimdiden gayrı yepyeni bir aydın tipi yazarlarımız vardı. Sözüm ona elit gazete yazarlarıydı bunlar! Artık aydın gazete yazarlığı da seçkinleşecekle, eli tize olmuştu!
Yani şarlatanlıklarıyla yüzlerini, ilginçliklerini dahi tükettiğimiz aydındılar. Kuşkusuz bunların dışında ve bunlar gibi olmayan daha çok ve pek çok aydın ve sanatçımız da vardır ki bunlara da hep, her zaman şükranlarımızı sunarız.
İşte bu tip aydın çuvallamalarını belirteceğim. Aydın argümanı oluşla bu belirtmeler içinde klişe olmuş en az iki demokratik savunma cümlelerini irdeleyeceğim. Söz klişe kalıplarıyla oluşlarının, günceldeki okurlarını ya da izleklerini yanıltan; güya fikri oluşun söz ve yazı iletilmeleri içinde bulunuşlarıyla, kitlelerine hitap eden en az iki savunu argümanlarını ele alacağım. Birincisi şu; “efendim” derler. Ve devamla: “seçilmiş iktidarlar, programları için vardırlar” derler. Meşru ve herkesin aşağı yukarı ittifakı olacağı temel düzlemde konuları ele alıp, iknacı olurlar.
Bu noktadan itibaren konunun haklı tanılı zeminine kilitlenen okur ve izler müşteriler; hitap etçisine ya da yazarına en az direnç pozisyonunda olurlar. Direncin azlığı, haklı söyleme olan güvenden ötürü; bu eksene yeni eklemler almak içindir. Bu meşru söylem üzerinde oluşan ve azalan dirençle yazarımız, hatibimiz saçma sapan oluşa doğru giderler. Yine bu kabil yüzsüzler yine doğru klişeyle: ‘Siyasetler iktidara, seçimle getirilirler ki; iktidarlarında kendi programlarını uygulasınlar diyedir’ derler. Buna da amenna.
İkinci olacakla da şu söylemi dile getirirler: ‘İktidarın, kendi yasa teklifini vermeleri ve kendi yasa tekliflerini mecliste geçirme hakları vardır’ derler! İşte çuvallama burada başlar. Çünkü bu söylenen söz; hem doğru, hem yanlıştır. Bu görülmeli. Buraya kadar olan söylem, kuşkusuz yasal ve hukuki olan söylemlerdi. Bu söz de yasaldır.
Ne var ki; “İktidarın, kendi yasa tekliflerini verme ve kendi yasa tekliflerini mecliste geçirme hakkı vardır! ” denmesi ile film kopmağa başlar. “Kendi yasa teklifi” diye masumlaştırdığınız şey, sonuçta toplumun ve halkın sindireceği, benimseyeceği; uyup uygulayacağı ve toplumları geleceğe taşıyacak olan, uzun soluklu; uzun süreçli bir yasa teklifi ve düzenlemesidir. Topluma dek yönetimsel işleyişler, ayakkabı giyip çıkarma gibi kendi istemleri bağlamında olamazlar.
Toplumlar, bilinçli toplum belleğine sahip olmayan yasa tekliflerini; tarihsel toplumun envanterlerine sahip olmayan projeleri ve toplum cari ligine konu olmayan hiçbir şeyleri, sırf erk istedi diye, erkin “istediği” oluşla; ortaya koymazlar. "İktidarın teklifi" toplumsal olanın prosedürü olmak zorundadır.
Yani “iktidarın kendi teklifi” dediğiniz şey sonuçta; “toplumun teklifi olan ya da toplumun isteği oluşla, halkın teklifi, halkın isteği olacak şeyleriyle; sonradan halka tahakküm olmaktadırlar. Halka tahakküm olanla, halkın kendi teklifi olma, arasında; koskocaman, altında kalkılamaz denli bir fark vardır. Bu gibi ayrımlar, göz ardı edildi miydi; zurna zırlamaya, zırva da tevil götürmemeye başlar.
Demokratik toplumlarda, elbette siyasi partiler, yasal sınırlı prosedürler içinde oluşla, kendilerine özgü programlarıyla vardırlar. Ama iktidarlar, sadece iktidar olduklarında; sırf kendi programları için parlamentoda olmazlar! Bunun böyle olup olmasını, bilmemize dair detaya girmemize gerekte yoktur. Sadece okunan milletvekili yemini kapsamında dinlediğiniz; “halkın refahına ve mutluluğuna” denen vurguyu hatırlamanızla, bu temel hükmü rahatça çıkarabilirsiniz.
Milletvekili seçilen kişiler özelde Ali’nin, Ayşe’nin annesi babası iken; artık söyledikleriyle, tavırları ile şimdi de toplumundurlar. Artık vekillerin söz ve iyelikleri, Ali’nin, Ayşe’nin dışındakileredirler. Yine söz gelimi iktidarın bir görevi de; hem de, en temel görevlerinden birisi de; parlamentoyu çalıştırmaktır. Parlamentoyu nasıl çalıştırırsınız? Söz gelimi; “kendi istediğiniz teklifi” önerir olmanızın zıtlaştırması ile mi?
Bir bilgi ya da bir kuram; soyut olarak yukarıdaki gibi “kendi istediğiniz teklifi” önerirsiniz kabilinden söylenebilir. Hatta bu söylem yasal da olabilir! Soyut olan böylesi düşünüş içinde siz bu cinsten kuramsal bir sözü söylersiniz. Böylesi bağıntıları ve girişmesi olmayan sözlerle, söz gelimi; bir kaysıyı getirip mutfaktaki tezgâhın üzerine korsunuz. Sonradan tekrar o kayısıyı yediğiniz de, bu kaysıda tüm yarar beklemenizin soyutça yaklaşımıyla; “kendi istediğiniz teklifi” önerirsiniz demenin soyuttu yaklaşış benzerlikleri aynıdır. Hâlbuki ki kaysıyı tezgâha bırakmakla ve yemeniz arasında geçen süre, durumun ana belirleyicisidir. Teklifi meclise sunmanızla, meclisten geçen süredurum; belirleyicidir.
Yarım saat sonra yenilen bu kayısı egomuz için tüm yararlılık mıdır? Bu eyleminiz kuşkusuz gayet yasal, gayet olağan bir davranıştır. Biz, yine de kaysının tezgâha konması ile kayısının yenir olması arasındaki süreçli gelişme ile sizin kendi teklifiniz olan tasarıyla, her iki durumu da süreçli bağıntı olma ilişkisiyle ele alalım. Kesikli sürekli bağıntı olan yansıma ilişkenliyle süreçti olgu ve olaylarımız, araya boşluklu tanecikli zaman alırlar. Araya alınan bu “boşluklu tanecikli olay ve olgu sürecinin” benzer olan “süreçli gelişme” andırışışından hareketle, her iki durumu bir değerlendirelim.
Siz kaysıyı ortama bıraktığınız an, kaysı aromasını az az ortama verecektir. Ortam kendini kayısının üzerine boca edecektir. Ortamın tozu, toprağı; mikroskobik canlıları, kayısıya üşüş edeceklerdir. Kaysının ortama saldığı bu koku ve tat çekiciliği ile de ortamdaki canlılar kayısıyla temas kuracaktırlar.
Ve bu temasçı girişme ile söz gelimi arı, sinek karınca gibi haşerelerimiz emme borularını kayısımızın içini sonda edecektirler. Ve bu aromatik cazibesinden ötürü kayısımız, haşere ayakları altında kalışla cazip bir ziyaret alanı olacaktır. Bu hal kayısımızı, zorunlu bir “mikrop enfeksiyonlu depo” haline getirecektir. Böylelikle de, mikroplu kayısımızın egoya değin tüm yarar olgusu, ortadan kalkacaktır.
Benzer şekilde meclise sunulan; “kendi istedikleri teklifi” önerir olmanın yasaları; topluma dek olası tüm yararı gözetmez. Bir kere toplum bilinci, tüm bilinçlerden üstündür. Bir kere bu ilkeyi görmemek, girişecek tüm süreci görmemekle eş anlamlıdır. İkinci olacakla sizin parti ya da kişi öznellikti teklifiniz meclis içinde, meclis dışında lehte ve aleyhte oluşların şiddetli çatışmasıyla meclis converti; teklif yasayı, toplumun tüm kesimlerine hitap eder olmanın dönüşüşüyle; topluma mal olmayı sağlar. Artık teklif sizin değildir. Teklife hiçbir şey yapılmasa dahi, meclis onayı bu damgayı taşır.
Yani demek istemem şudur. Soyut söylenen sözle, ortam girişmesi yapan eylem, birbirinden çok çok farklıdırlar. Çünkü eylem somut koşullarıyla bağıntılı girişir. Girişme sonunda o şey kırpılır ve sınırlanır. Hâlbuki ki; “hükümetler, kendi programları için iktidar da vardırlar" demeniz, sanal söz olaraktan doğrudur. Ama iş eyleme geldiği zaman, kazın ayağı öyle değildir.
Programlar, elbette her hangi bir partinin iktidardan önce, “kendi yasa teklifi olacak projesidirler”. Ama iktidar oluşlarıyla ve parlamento da bunun dile getirilişi ile artık bu öneriler nitelik değiştirmiştir. Teklifler artık, “kendisinin olma” iyelik ve tikel liginden çıkmıştır. Toplumun ve “tümelin iyeliği ve yasa teklifi haline dönüşmüştür.” İşte bu an, “girişmenin” anıdır. Zurnanın da zırt dediği yer burasıdır!
Oysa ‘o şey’ kendilik bir yasa teklifi iken, sadece bir projedir, girişme sizdir. Sorulduğunda gösterilir. Hâlbuki iktidar demek, proje sunmaktır demek doğrudur. Ama yine iktidar demek; iktidarların sunu projelerini iktidar dışı olanların görüşleri ışığı altında oluşla tartıştırışla; parlamentoyu çalıştırır olma zorunlulukları vardır. İktidar böylesi iki yanı uçurum, uzun ince bir sırat yoldur. Her kesin kolay taliplisi olup; istediğini yapması değildir. Böylece iktidarın projesi genelin projesi haline getirilebilmektedir.
Sürecek
Bayram KayaKayıt Tarihi : 1.10.2010 10:57:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
*1992 yılında Yugoslavya’nın dağılmasıyla ortaya çıkan savaşların tartışması ve gündem oluşu; ortamı kasıp kavuruyordu. Galiba bir realite şovdu. O dönemde kalça şovuyla çok ünlü olan ve kalçaya zumla ve kalçası ile ekranı dolduran bir sanatçıya (!) spiker sordu; “efendim, şu günlerde dünya gündemini meşgul eden Bosna Hersek nerede acaba? ” dedi. Hiç unutmam bu medarı iftiharımız bilmezliğin kaçamağı ile yarı ciddi yarı şakaya vuruk kahkaha karışık olurla; “Iıı şey Antalya civarında, güneyde bir yerdeydi galiba” dedi!
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!