Ayazda Zula Defteri Şiiri - Muzaffer Koç

Muzaffer Koç
45

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Ayazda Zula Defteri

“Havalar değişti” demişti anam:
“Mihrican fırtınası, ağustosun son yazı…
Güz, ağır ağır girer göğsüne pencereden…”
Bıldırcınlar geçerken eylülün ilk çemberinden
Sararır yaprak, dalına tutunduğu gözpatlağı yerinden.
Ve peşinden gelen çaylak fırtınası
Göğe salar kopkoyu bulutları; çeker yağmuru
Uranus’un şer elinden; salar Gaia’nın bağrına.
Dellenir sellenir; kaşı gözü, dili dişi yoktur…
Yıllanmış yaşı kellenmiş başı, sakalı bıyığı yoktur.
Yellenir döllenir kuytu kuytu
Yoktur hısmı akrabası, eşi dostu…
Öfkelidir lakin; hışmı vardır, salladığında ahtapot kollarını
Troia kıyametine çevirir Raia ananın kutsal rahmini…
(Gemsiz gamsız bir kudurgan poyrazla geliyorsa
Poseidon'un yabasından bay fırtına çaylak
Önüne dikileceksin, -başka çare sunmaz hayat-
Densiz donsuz, şalsız çulsuz dasdaylak…)
Sonra kararır dalında kestaneler.
Rüzgarı da vardır, adı kestane karası
Lakin bi hayli serttir kasırgası.
Toprağa çekmeye hazırlıktır aslında
Öpücük verip birer birer
Gazele kesmiş çetin ceviz yapraklarını…
Bu ne eylül faşizminin yol arkadaşlarımıza kıyması
Ne zalimin zulmüne karşı insanların dizüstünde durması
Ne de dik durabilenin dağları ağıt ağıt haykırmasıdır…
Sadece “turna geçimi”ni göç yollarına çağırması
Ve gözümüzün bebeğine soğuk çuvaldız batırmasıdır.

* * *

“Havalar değişti;
Mihrican fırtınası, ağustosun son yazı…
Güz, ağır ağır girer göğsüne pencereden…
Dur daha; sen üşümeye tez başladın
Kaburgandan içeriye girmedi daha öksürük…”
Tamam ana; anladık, eylül ekime, ekim kışa gebe
Daha koç katımı var, yaprak dökümü var
Şapkamızı önümüze atar, saçımızı yüzümüze döker…
Sonra Meryem Ana ve kırlangıç fırtınası…
Henüz kapıyı çalmadı zemherinin
İki ağzı buzda bilenmiş keskin kılıcı
Odun tezek selam almadı ateşten
Ve dönüp dönenmedi, giyinip donanmadı Ülker…
Göçmen kuşlar çekilecek göğümüzden
Bulutlanacak mavimiz, kararacak mazimiz
Poyraz üşüyecek gündoğumuzdan
Ve dalında titreyecek yapraklarımız
Ve döküleceğiz yollara
İnim inim, gazel gazel…
Bayram bittiğinde
El etek öpme dönüşü
Göreceğiz yollar kan gölü…

Dün poyrazdı, baktı bulutların salıncağından
“Ceee ciiii” etti sadece; kum kalelerini yıktı geçti.
Henüz çıkmadı saklambacından…
Bugün lodos, ılıman mı ılıman…
Güleç dalgalar, insanlığın yüzüne çarpıyor
Lesvos’un kuzeydoğu çaprazında
Antandros eteğinde Troia ülkesinin
Yaz boyunca artık zırtık ne varsa
Karnında birikmiş insan pisliğini…
Şu şaşılası doğa, şu akılalmaz kainat
Hayret ki ne hayret
Ne sanatçı, ne hoyrat!
Kahin mi kahin
Amma velakin
Gereğinden fazla yumuşak yüzlü…

* * *

“Havalar değişti;
Mihrican fırtınası, ağustosun son yazı…
Güz, ağır ağır girer göğsüne pencereden…”
Dağda ahlat ve alıç deriden dışarı salmaz asitini
Uyuşturur dudağı, zımparalar damağı
Köseleye çevirir, pepeletir dili
Ve şık dalında tatlanmaz elma
O işini iyi bilen güz soğuğunu
Höpür höpür içmeden…
Aaahh ah! Bakma öyle behey şaşkın
Çimip yunup kutlu yağmurlardan içip
Bir karamuk çalısı gibi kutsanarak
Dizim dizim döküldüğümüze…
İçimizde mahkum tutamayız acı toksinimizi!
Güz dediğin, meyvemizin terlediği hamamdır!
Hangi deniz köpürüp coşmaz dibinden.
Hangi dalga öfke kusmaz kendi köpüklerine.
Her deniz ara sıra dövmez mi yalçın kıyılarını.
Göğsünü yellerle serinleten çetin kayalar
Durup dinlenmeden törpületmez mi sivri uçlarını…

Anlayıp ışıtmaz mı özgür beyninde
Yalnızlığını eşeledikçe, yalnızlığına çıkan mahzenlerini
Karanlık kovuğunda kahince gurkuna yatan kartal…
Yalnızlığı çoğalttıkça çoğalmaz mı çoğulluğu…
Şahin uçabilir mi serçenin kanadıyla.
Yüzebilir mi enginlikleri mesela bir benekli balina
Okyanusların kara delikli diplerinde
Katabilir mi birbirine mercan dikitlerini sarkıtlarını
Kefalin yüzeyci kuyruğuyla…
Nasıl dilleşir yunusça, akıl diliyle
Başka okyanusların “sıla koyu”nda terk ettiği
Görkemli aşığıyla; sevdayla ve aşkla…
Bir mecnun, nasıl iletir leylâsına hasretini.
Kırağı çalıp morartmaz mı dilini; sehere tomuran bir gül gibi…

İnsan dediğin, kökü sökülmüş bir kütük mü ki
Nem alıp oyum oyum oysun kendi kurt kemirisiyle içini…
Gam alıp çürüsün Aleksandreia Dağı’nda; tesadüfen
Son savaşta sağ kalmış,aşktan yoksun bir yiğit gibi…

* * *

“Havalar değişti;
Mihrican fırtınası, ağustosun son yazı…
Güz, ağır ağır girer göğsüne pencereden…”

Her çiçek kendini açar.
Gelincik alını, leylak morunu.
Kiraz yazını, kardelen kışını…
Nar deli mi ki, pürçek büyütsün kökünde
Yumruyu bela etsin başına, gırtlağını kilitlesin içtiği su
Bir havuç, bir şalgam yada kereviz mi o…
Acı bir turp mudur, girip bağırsağa gaz olup çıksın o…
Yada enginar gibi, gelene geçene batırsın dikenini.
Hem derler ki, “tesbih çiçeği sır gibidir…”
Kırmızı fırçalarının içinden göğe sürer bahar dalcıklarını
Güz gelince gövdesinden toplanır karakuru boncukları…
Anla işte, her orman kendine solur akciğerinden.
Ve her ağaç kendini yanar Etna yangınlarında…
Kim tutabilir, bizden başka kim
Kainatın sallanıp sarsaklanan bir ucunda
Elçim elçim eline toplar yıldız sidemlerini…
Ve uçurur gecede, ışıkla şişirilmiş simyevi balonlar gibi.
Hangi kafese sığar ki,
Yerinden yurdundan edilmiş
Kınalı kekliğin çılgın sessizliği…
Kim, nasıl ağıtlar hasret dolu dilsizliğini…

Hangi canlı taşımaz kendini, Hades dedenin yer altı sarayına.
Şu kayıkçı Kharon kavgası da neyin nesi! ! !
Her insanın cenneti de cehennemi de kendisi…
Değil mi! ! !

Ey Destanî, Destanî!
Efsunların ömrü fani.
Dikenimden tutup aşkla,
Badi badi gelir misin cehennemime.
Kıvıl kıvıl ateş açar cehennemimde anka!
Kır kıraç bağrındadır oysa, en yetkin çiçekleri.
Külde çıngıdır anka!
Göz kırpar derin derin.
Altında sökünüp durur oysa magma!
Büyür büyür; ateş olur kor olur…
Yangınlara edep olur, erkan olur, yol olur…
Yağmur olur, sel olur; sevda olur kendine söner anka!
Soğuk kabuğunu yarıp; lığ lığ, lav lav kendine çıkar anka…

Hangi deniz dövmez kendi kıyılarını!
Hangi dalga yaymaz kumsalına
Midiyoş kabuklarında özenle beslediği incilerini…
Gözbebeğine takıp aşkla,
Şu kucağıma düşmüş kanlı başın
Anka anka yanıp sönen gözlerini
Yüzüp çıkar mısın “düşistan”ımın soğuk dehlizlerinden
Korkusuz kaygısız, şemşümsüz kemkümsüz geçip
Şu cıbıldak mucizevi yalnızlığımın
Göğüs boşluğunda sallanmaktan sarhoş adacığına…

Ey Destanî, Destanî!
Hangi çiçek aşka sığınıp kökünden içmez kendini!
Hangi yüreğe “hışşş” düşmez, acıya garkolunca!

Muzaffer Koç
Kayıt Tarihi : 10.9.2009 15:48:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Not: “Dilsiz Düşler İsyanı” romanisinde, Ayaz’ın Destani’ye bıraktığı Zula Defteri’nden bir okuma. 2007-2008 çalışma taslakları…

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Asya Alsan
    Asya Alsan

    Gerçekten çok güzel olmuş. Ellerinize kollarınıza sağlık.şairlik demek içindekini duygulu bir şekilde aktarıp dize haline getirmektir sizde bunu hakkıyla yapmışsınız. şair oldunuz için sağolun.

    Cevap Yaz
  • Pınar Atay
    Pınar Atay

    ÇOK GÜZEL....SELAMLAR....

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (2)

Muzaffer Koç