Ayakkabılarım 5. hikaye
Bu şehrin kaldırımları artık beni kusuyor, tutunduğum pervazlar buz gibi elimi yakıyordu. Beni koynuna almayan bu şehrin cür'etkârca sunduğu memelerinden bende nasipleniyor dum
Cüzdanımı katlamakta zorlanıyor, ilk defa çantamda keyfi harcayabileceğim kadar param oluyordu. Caddede ağır adımlarla ilerliyor, keşfetmeye çalıştığım şehrin sokaklarında belki de yitirdiklerimi arıyordum. Tepelerde rüzgar bile farklı esiyor, lodos kanatlarında ne keskin kekik kokusu, ne buram buram erguvan kokusu, nede taze tezek kokusu taşıyordu… Tezek kokusunu bile özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi. Bu kokuyu, annemin ve babamın sevdalı bakışlarını ve Aşık Sali amcanın kaval sesini burnumda tütüyordu... Burada poyraz trafik keşmekeşindeki araçların korna seslerinin, küfürlerim arasından sıyrılıp, kanatları lime lime edilmiş yaralı bir kuş gibi yüzüme çarptığında, bana getirdiği sadece egzoz dumanı ve yorgun insan kokusu...o zaman burnumu sızlatan özlemlerimle övündüm.
Yedi tepe aşka ve masumiyete doruklarını çoktan kapamış, aşk kadehin içinden yudumlanan vişne&şarap karışımı lezzeti olmuştu. İnsanlar kuruyan göz pınarlarından sadece para –para bakıyordu. Para canavarları ile yaşayabilmek için; Birinci kural, banknotlarınızı istifleyebileceksiniz. İkinci kural, akıllı olacaksınız. Üçüncü kural, vahşi bir sırtlan olacak, ceylanı vahşice parçalarken aslana yem olmaktan kurtulamayacak olsanız da kurtulmuş gibi rol keseceksiniz. Kulaklarınızda hep o çaresiz ceylanın iniltisi, aslanın ise iştahlı kükremesi çınlayacak ama yinede savaş baltalarımız hep bilenmiş,bilenmiş olacak. ..Sırat köprünsünden geçmek gibi bir şeydir bu şehirde yaşamak. Metropollerde günahlarınızla sınanmazsınız... Günahsız olanlar yanar cehennem ateşinde de harlı olan bencillik ateşinin orta göbeğinde de. Bu köprünün başında sizin için Allah’a yakaran peygamberinizde yoktur. Sınavınızda Allah ile başlaşa kalabilmeyi başarabilmişseniz eğer çok şanslısınızdır aslında.
Bir süre dolaştıktan sonra vitrinlere bakmaya karar verdim. Birden onları gördüm vitrinde... Öylece gelmemi bekliyorlardı sanki. Tanrının bir lütfü gibi… Karanlık bir tünelin sonundan sızan gün ışığı gibi, sanki esintilerin getirmediği memleket havası gibi… Siyah süet baget ayakkabılar. Üzerinde rengârenk minik minik kır çiçekleri.. Tıpkı küçükken annemin aldığı naylon patiklere benziyorlardı. Hani şu yazın ayağınızı terletir, ayaklarınız vıcık vıcık olur içinde, kışınsa hiç ısıtmaz ayaklarınız buz kesilir. Hani şu hepimizin çocukken giydiği ayakkabılar yok mu canım onlar işte..! Birde kayışı vardı teneke tokasına kıstırırsınız, kayışı ayağınız terleyince vurur bu yüzden; ayaklarınızdan yara ve kan kokusu hiç eksik olmazdı hani.
Birden toparladım kendimi,koşarak girdim mağazanın içine görevli kıza;
-Ayakkabıların numarası...?
-38
-Deneyebilir miyim?
-Tabi ki. Buyurun
Ayakkabıları elime aldığımda, ellerimdeki bir çift ayakkabı değil de, köyümün toprağı, çiçekleri ve mis gibi çocukluğumun masumiyeti kokuyordu. Ayakkabıları hemen parasını ödeyip ayağıma giydim.Eski ayakkabılarımı gördüğüm ilk çöp varilene bırakı verdim.Ayakkabıları ayağıma giymekle birlikte sanki o kalabalıklarda kendini yalnız ve ürkek hisseden kadın kaybolmuş, paslı kapıları ikinci kez zorlayabilecek kendinden daha emin bir kadın vardı. Önce kaybettiğim, sonrada bulunca sevindiğim bir lütuftu bu ayakkabılar. Ceylanı avlamadan, aslana yem olmadan yaşamanın lütfü gibi… Sırtlanlığı reddetmek gibi…
Ayakkabılarım ayağımda caddede hızlıca ilerliyorum. Rüzgârda kollarımı açarak şarkı söylemek geliyor içimden.Sürekli ayakkabılarıma bakıyorum. Kırmızı gri karışımı kaldırımlara basarken canım acımıyor artık… Ayağımda kendi toprağım ve çiçeklerim var. Bu kentin cam kırıkları acıtamaz canımı. Şimdi attığım her adım bu şehrin irinli ciğerlerine batırdığım bir toplu iğne gibi geliyordu… Sanki sırat köprüsünden geçen sekizinci gurup ağırlığından sıyrılmış, birinci gurup edasıyla kalabalıkları yarıyor, ışık saçıyordum. Bir müddet kalabalık bulvarlarda dolaştıktan sonra kloş etekli mavi bir elbise aldım kendime… Belinde ki kuşağı arkadan albenili bir fiyonkla bağladım. Attığım her adımda sağa sola hareket ediyor, popomun üzerinde siyah saçlarımla, fingirdeşiyorlardı.
Bastım akbili, bindim karşıya geçecek herhangi bir otobüse. Boğaz köprüsünden geçmek İstanbul’un en sevdiğim yanıydı. İstanbul’un güzelliği tartışılamaz ama beni en çok etkileyen boğaz köprüsünün üzerinden İstanbul’u izlemekti.Muhteşemdi.
İntiharlar için doğru bir yer mi? bilemem. Ama ölmek ve direnmek için çok doğru bir yer. Bir gazetede okumuştum gri renk intiharı çağrıştırırmış o yüzden bu kadar çok intihar olayı oluyormuş. Beklide bu nedenle köprü renklendirildi, cavcaklandırıldı ve dillere düştü… Kimi şıngırdaklı Şadiye’ye, kimi de “bu benim cinsel tercihim” diye gerim gerim gerinen bir geye benzetti… Tabi bakış açısı da, bakan beyinlere bağlı…
Oysa köprü benim için hayatın sırrı demekti. İki yakayı birbirine kenetlemek için, boğaza pençelerini geçiren, sert Karadeniz Karayeline bağrını siper eden, lacivert sularına çaresiz varlığını kabullenip ayaklarını yaladığı kudret.Üzerinden geçen bunca yüke rağmen eğrilen ama yıkılmayan, dirençtir. İki yakanın birbirlerinden gözlerini alamadıkları, yeşil dalgalı saçlarını pembe erguvanlarla süsleyip, kendilerini tüm çıplaklıklarıyla birbirlerine sundukları, ama kavuşamayıp tutkuyla yandıkları, aşkın adıdır köprü. Bu köprü, hayatın sırrı. Bu köprünün üzerinde hayatınıza son da verebilirsiniz, Hz İsa ile sevişebilir, sizi tohumlaması için yakabilirsiniz de. Hatta bu şehrin kapısına ikinci kez dayanacak gücüde bulabiliriniz. Dedik ya bu tamamen sizin bulmak istediğiniz, kaybettiklerinize bağlı
Beni buraya getiren kaybettiğim, aradığım şey ise başlangıç noktam. Beni bağrına basmayan bu şehrin gırtlağına hükmeden, aşkı kadehlerdeki dudak izinde arayanlara inat iki dudağı kanca gibi yapıştırıp, nefeslerini kavuşturan, esen Karadeniz rüzgârında erguvan kokusunu buluyor olmam. Ama asıl gerçek eğri yapısı, sırtımdaki yeni oluşmaya başlayan kamburumla özleşmeyi reddetmek.
Büyük bir işletmenin şefiydim. Üretimden, performanslardan, verimden sorumluydum. Bu iş için diplomam yeterli değildi ama iş tecrübem beni bu şehre transfer etmişti. Üretim müdürü ‘işletmeye hâkim olmak önemli, ancak malı pazarlayan vitrindir. Vitrinde nasıl durduğunuz çok önemli’ diyordu. ‘Asla işçinin örgütlenmesine müsaade etmeyeceksiniz. Örgütlenmeleri demek sizin yok olmanız demek hmm..! ’. Yani aslanın dişlerini sırtlanın gırtlağına geçirmesi...Üzerimdeki mutfak kokusu ve gözlerimdeki ürkek ceylan bakışlarımla müdürün kafasındaki ne sırtlana benziyor, nede vitrinde pazarlayacağı cansız mankenlere…
Beni bu köprüye getiren şey aslında sırtlanlıktan kurtulma çabam. Bu köprünün yarattığı aşka imrenmem. Ceylanla, aslanın nefeslerinin birbirine karışıp boğulurcasına öpüşmeleri mi? Yoksa birbirlerini amansızsa parçalayıp yok olmaları mı? Ölüm/hayat bunu bilmiyorum.
Bildiğim şey bu şehre son kez köprüden bakıp, ayağımdaki ayakkabıların beni götürdüğü yere gitmek...
-
Kayıt Tarihi : 17.1.2011 14:01:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
YARDIMLARINI VE DESTEĞİNİ ESİRGEMEYEN SAYIN TAMAY ÖNAL POLAT'A ÇOK TEŞEKKÜR EDERİM.
TÜM YORUMLAR (8)