Gecenin şavkı düşerdi saçlarının karasına. Parmaklarının arasından gölgemsi ırmaklar akardı ,Çoruh’un kucağına. Gamzeleri gülüşlerinde saklıydı. İnci dişlerinin beyazında yıldız yağmurlarının pırıltısı, ak siluetli, gencecik bir gelindi Denef, Kaçkarların alnından Karadeniz’e yansıyan. Ortahisar’ın dar sokaklarını tırmanırken gördüğüm de onu kucağında bir kundak, saçları yüzüne dökülmüş, soğuktan morarmış elleri alelacele koşar adımlarla yanımdan geçiyordu. Dikkatimi çeken bu genç kadına dönüp bakma gereği duydum. Ayaklarında lastik potinleri, sırtında eski örme bir hırka öylece yokuş aşağı gidiyordu. Üşümüş olacaktı üstelik kucağında eski bir battaniyeye sarılmış bir bebek, ıslık bileyen lodosun yüzüme çarpıp tekrar bana geri dönen çığlıklarının içime sızım sızım yayılan uğultusuyla adeta ruhumdan geçercesine benden gidiyordu. Öylesi bir acıydı ki iliklerimde karıncalanan öylesi bir kasılma.
Kimdi bu garip kadın diye düşünürken içimde yayılan o derin sızı ona yardım etmem gerektiğini söylüyordu. Hiç vakit geçirmeden ardı sıra koştum: “Hey hanımefendiii! Hanımefendi! Durun durun lütfen!” diye seslendim ardından. Bir an duracak gibi oldu, başını hafif yana doğru çevirdi ben “Durun lütfen!” diye tekrar seslenince önüne döner dönmez daha da hızlanarak ara sokağa daldı. Ardından koştumsa da yetişemedim. Çok üzülmüştüm. Sefalet içerisinde bu kadının mutlaka yardıma ihtiyacı vardı. Gözlerimden akan sıcacık yaşlar yanaklarımda ılık yaralar açıyordu. Hava kararmaya yüz tutmuş dükkanlar kapatılmaya hazırlanıyordu. Hemen ara sokağın başındaki dükkancıya:
“Affedersiniz amca, az önce buradan geçen kadını gördünüz mü?” dedim.
Yaşlı Amca:
-He evladum.
-Ne tarafa gitti?
“Evladum, came tarafina …” der demez koşarak caminin yanına vardım. Amca ardım sıra seslenerek: “Dur evladum, bulamazsun oni!” diye bağırıyordu. Her tarafa baktım sanki yer yarılmıştı da yerin içine girmişti. Geri döndüm, amca üzerindeki monta sıkıcı sarılmış soğuktan ellerini ovuşturarak:
“Ne oldi kizum, bulabildunmi Defna’yu?” dedi.
-Hayır, Defne’mi adı? Tanıyor musunuz onu amca?
-He kizum tanirum, gelur arada dolaşur haburalarda. Nakliyacu Riza’nun karısıdur da. Kafkasyaliymuş, kimseya zarari olmaz; oralarda çocuğuni ve eşuni kaybedunce aklinu yiturmiş garibum. Bizum Riza nakliya içun gittuğu bi seferda yaninda geturduydi oni. Yolin kenarunda havlecena gelup geçan araçlara bakayumiş, kucağinda bir kundak kocasinu bekliyumiş. Halinu anlayunca bizumki acimuş, oni aracuna almuş evune geturmiş. Eee, hurlisi var hırsuzi var evladum. Başuna köti bir şey gelmesun diye koyine geturmiş, ailesune teslim etmuş. Soraki seferlerunde yine yolin kenarinda görunce alup yine koyine, ailesune geturmiş. Anasu bubasu epeyca yaşliymuş ve Defna’yu zapdetmekda güçluk çekuyurlarmış. Riza durumcuğuni öğreninca ailesunden istemuş garibu “İzun verun yanumda getureyum eşum olsin, karum vefat ettu çociğum olmadi, ba yarenluk eder…” demuş. Ailesu Riza’nun bu teklifune sicak bakunca Riza’da alup geldu garibu. Görduğin gibu, arada gelur haburalarda dolaşur, bir şeyler bakinur gider…
Peki, bebeğe bakabiliyor mu amca, hali ortada ne bileyim, biraz tuhaf değil mi, dedim. Bıyık altı gülümsedi. Lodos arada hızını kesiyor, olup bitene içleniyor olacaktı ki Hasan Amca’nın paltosunun kürklerini okşuyor, arada kadere isyan edercesine hiddetleniyor, adeta paltonun kürklerini biçercesine estiriyordu. Çok soğuktu. Gecenin ayaza teslim olacağı havanın kuruluğundan belliydi. Hafif kirli kızılımsı sakalları, başında kasketi… Şirin babacan biriydi Hasan Amca.
“Evladum ne bebeğu, oyuncakdu o!” diye yüzünde oluşan yarı tebessümle devam etti:
-Oncesunde eşuni kaybetmuş, eşu İrak savaşi sirasunda elmuş. Oralara iş içun buluniyumuş ancak bulindukleru bolgeya Amerukan askerlerunun roketatarlerla yaptuklari saldırida hayatuni kaybetmuş; oyle haber almuşlar, yoksa cenazasuni felan alamamuşlar sevaş dolayisuyla. Sonrasinda çocuği amansiz hastaluğa yakalanmiş, kurtaramamişlar yavrucağu… Kızcağuz işte görduğun gibu aklinu yiturmiş, dedi Hasan Amca. Tarifsiz bir üzüntünün tesiri altındaydım. “Teşekkür ederim Hasan Amca!” dedim.
-Ne demak kizum hayde selametla evladum, ben da dukkani kapatup çıkayum, dedi. Geri döndüm bakırcılar yokuşunu çıkıyordum tuhaftım babaannemin “Aaah uşağum! Nene olmayaydum da taş olaydum!” deyişi geldi aklıma. Gözlerimden süzülen yaşlar, çığlık çığlığa içimde kopan fırtınaları saçıyordu lodosun kirpiklerine. Durağa kadar o halde yürüdüm. Sanki ölmüş her şeyimi yitirmiş gibiydim. Etrafım toz duman, bilmediğim bir yöne doğru sürükleniyordum. Bir insan, bir kadın nasıl olurdu da bunca acıyı üst üste yaşayabilirdi? Şehrin yanan ışıkları, araçların motor sesi, genzimi yakan mazot kokusu… O hengamede sanki tek başımaydım. Nihayetinde onca hissedilenlere rağmen dolmuşa binebilmiştim. Son durağa kadar gitmişiz, hiç farkında değildim. Şoför:
- Hanımefendu, suz nereda incektunuz, dedi.
-Aaa! Burada ineyim, geldik mi fark etmedim, affedersiniz, dedim ve araçtan indim. Yol boyunca babaannemin sözünü düşünmüştüm. Bütün çocukluğum, gece gündüz demeden her fırsatta ölen çocuklarına ağlayan babaannemin gözyaşlarıyla geçmişti. Üzüldüğümde babaanne “Ağlama artık!” dediğimde ya da dayanamayıp ağladığımda: “Temam uşağum, sen ba bakmayasun; ben neneyim ağlarum uşağum, nene yüreğu yarali olur…” derdi. Sonrasında daha fazla üzülmemem için toparlanırdı. Şimdi bu genç kadının; Defne’nin, eşinin öldüğü haberi üzerine çocuğunu lösemiden kaybedince aklını yitirmesi beni o günlerin; yani babaannemin evlat acılarının o derin hüznüne getirmişti. Meğer ne büyük acıymış evlat acısı diye düşünmekten o gece uyuyamamıştım. Günlerce sokaklarda gözüm Defne’yi aradı hatta birkaç kez Hasan Amca’ya gidip sordum: “ Bir haber var mı?” diye.
Ancak onu bir daha görmem bir yıl sonrasında bir kasım sabahına denk gelmişti. O sabah onu görünce heyecanlanmıştım. İçimden bir ses, bu defa göreceksin çıkacak karşına diyordu. Öyle de olmuştu. Yolun kenarındaydı meydan tarafına doğru gidiyordu. Ben araçtaydım ve inmek üzereydim. Bir dakika sürdü sürmedi, araçtan indim ve peşine takıldım. Bir dükkana girdi. Dışarıdan onu izliyordum. Üç yaş grubu erkek çocuğu kıyafetleri bakıyordu. Adam halini biliyordu sanırım. İstediği her şeyi verdi. O garip, sefil kıyafetler içerisindeki kadın, birden cebinden bir tomar para çıkarttı. Şaşkındım ancak izlemeye devam ediyordum. Yan dükkandaki satıcı:
- Defna’ya mi bakuyorsuniz, dedi.
-Evet siz tanıyor musunuz?
- He, Riza abinun eşu, bakmayun halina, parasi vardur, gelur alişveruş yapar gider…
-Nerede yaşıyor biliyor musunuz?
-Köşka yakun müstakul bir evu var Riza abinun, urada yaşiyorlar diye bileyrum, dedi. O esnada Defne dışarı çıktı. Elinde alışveriş poşetleri; kundağa daha sıkı sarılmış, kundağa bakıyor, yavrusunu seviyor ona bir şeyler söylüyordu. Sonra sevinçle ilerlemeye başladı. O önde ben peşinde gidiyorduk. Az ileride meydanın sağ tarafındaki taksi durağına gitti, biraz bekledi, sırada taksi vardı ama binmedi. Meydanın sağında caminin hemen ön girişindeki çınar ağacının altında onu gözlüyordum. Fazla geçmeden orta yaşlı bir taksici geldi: “Geldum Defna hayde bakalum!” dedi. Taksiye bindi. Hiç vakit kaybetmeden sıradaki taksiye atladım ve şoförden onları takip etmesini istedim. Taksici: “Abula niye takup edeyursun ki bu kaduni, o normel değuldur.” dedi. Sen devam et, dedim. Atatürk Köşkü’ne yakın yolun kenarında, bahçe içinde bir evin önünde durdular. Fazla yaklaşmadan aracın içinde onu gözlemeye devam ediyordum. İçeri girmesini bekledim. Bahçe kapısına yaklaştı tam içeri girerken dönüp yola, içinde bulunduğum araca doğru baktı. Fark ettiğini o an anlamıştım. Sonra dönüp eve doğru yürümeye başladı. Bahçede küçük mandalina fidelerinden asılan sararmış mandalinalarla sıralı yolun içinden yürüyordu. Hemen evin önünde, merdivenlere yakınca büyük bir limon ağacı daha… Aşağısında da birkaç hurma ağacı vardı. Kapıya yaklaştı zili çalmadan; kapıyı kendinden yaşça hayli büyük, iri yarı, cüsseli bir adam açtı. İçeri girmeden tekrar yola baktı, sonra içeri girdi. O İçeri girince araçtan indim. İndim de inmesine nasıl konuşacaktım onunla, ne diye çalacaktım kapıyı. Kapıyı açan adam kocası olmalıydı, diye kendi kendimi yiyor; acaba kötü bir şeyle karşılaşır mıydım, adam bir şey yapar mıydı bana, diye düşünüyordum. Bir kaç dakika öyle oracıkta dolaştım, durdum. Sonra kapı açıldı Defne dışarı çıktı. O bana; ben ona öylece bir süre bakakaldık. Çekingen tavırlarla bahçe kapısını aralayıp içeri girdim.
-Defne merhaba, dedim. Adımı nereden biliyorsun demeye kalmadan kocası da dışarı çıktı. Aman Allah’ım ne yapacaktım, geri mi dönsem, diye bir anlık bir tedirginlik yaşasam da buraya kadar gelmişken artık geri dönmek olmazdı diye iç geçirerek kararlılıkla birkaç adım daha attım. Tam o esnada adam:
- Buyir kizum, kima baktun, dedi.
O pos bıyıklı iri yarı esmerce adam gayet insancıl bir tavırla tebessüm ediyor, bana yardımcı olmaya çalışıyordu. Derin bir nefes aldım, rahatlamıştım yüreğime serin sular serpilmişti. Bahçede hurma ağacının o sapsarı meyveleri, az ileride evin köşesinde yapraklarını dökmüş incir ağacının çırılçıplak Mevla’yı zikri, yüreğime sarkan limon dalları, o şirin küçük mandalina fidelerinin üçer beşer ancak meyve vermiş olması o an içimde yeni umutların doğmasına sebep olmuştu…
-Merhaba amca nasılsınız, dedim.
-Merhaba kizum hoş geldun çekinma gel hele meyva mi çekti canun da, dedi minik fidelerdeki mandalinalara uzandı gülümseyerek. Çok leziz görünüyorlardı ancak amacım bambaşka bir şey Defne’ydi.
-Yok amca yok, şey eee affedersiniz, ben Defne’ye bakmıştım, dedim. Gülümsedi “ Defna bak yina senu merak etmuşlar sa arkadaş geldu, bu hanum kizla tanişmak istermisun, dedi. Pür dikkat kucağında kundağı; “Tamam annecim tamam…” diye sallıyor sanki bebek ağlıyormuş gibi diğer yandan gözlerimin içine bakıyordu. Nasıl güzeldi nasıl… Simsiyah gözleri, açık teni, omuzlarından su gibi dökülen saçlarıyla bir peri kızını andırıyordu. “Gelsun mi ha Defna, hiç arkadaşun yok, onin da çocuği varmidur sor bakalum!” deyince:
“ Var mı çocuğun, var mı?” diye tekrarladı.
“Hayır yok ama çocukları çok severim.” dedim.
“Git, git o zaman!..” dedi kaşlarını çatarak.
“Çocuğumu daha doğmadan kaybettim Defne!..” dedim. Çatık kaşları, ifadesi anında yumuşadı:
“Bak, bak; bu Guşav benim oğlum, Guşav!” dedi. Yanına yaklaştım:
“ Ne kadar güzel, ne kadar tatlı!” dedim.
Rıza Amca:
- Gelun hayde, içurde sohbet edun, ben da bahçadan meyva toplayup getireyum yersunuz, dedi.
Ne kadar iyi yürekli babacan biriydi Rıza Amca. Hiç tanımadığı birine kapısını yüreğini açmıştı. O kaba, iri yarı, heybetli görünüşünün altında yumuşacık yüreği olan bir adam varmış. Meğer iri yarı olunca insanın yüreği de yüce mi oluyormuş ne, diye geçirdim içimden. Sevinçliydim, içeri girdik, oturduk sohbet etmeye başladık…
-Bu gün beni izledin seni gördüm, dedi Defne.
-Afedersin Defne, seni çok merak ettim, bebeğini çok merak ettim…
-Biliyorum önceki sene peşimden koşmuştun, dedi. Şaşkınlığımı gizleyememiştim.
-Ne sandın, sen de diğerleri gibi delirdiğimi mi düşünüyorsun, dedi. Şaşkınlıktan henüz tek kelime etmemişken;
-Her şeyin farkındayım ben, niye bu kadar merak ettin beni, dedi.
-Özür dilerim amacım seni incitmek değildi, dedim
-Evet biliyorum, gözlerinden akan yaşları gördüm, o kış. Beni aradın caminin yanında köşe bucak beni aradın. Hatta alt sokağa kadar indin. Ben oradaydım sokağın köşesinde duvar dibindeydim, dedi. Sonra ağladığını gördüm. Hasan Amca’yla konuştun sen ağlarken ben seni izliyordum, dedi.
-Ne beni mi izledin, dedim.
-Evet, dedi.
-Peki niçin saklandın benden?
-Amacını öğrenmek istedim. Sonra ardından baktım ama sen arabaya binip yol almıştın bile dedi.
Dayanamadım, içimden sarılmak geldi ona. Yine gözyaşlarımın azizliğine uğramıştım, o da ağlamaklıydı ki sıcacık kollarını bedenimi sıkarken hissettim. Ilık pınarların altında saçlarına ay ışığı düşmüş bir gün goncası gibi titriyordu. Gözyaşlarımdan saçılan zerrecikler saçlarında şebnemleniyor, bana sonrasına hazırlanan bir masalı haykırıyordu. Göğsümden mavi ıslak deniz kuşları uşuşuyor gün kızılı çığırtkanlığı üsküt duruşlarımı kirpiklerimden avuçlarımda derinleşen kaderime damıtıyordu. Sonra bir kapı sesi işittim. Rıza Amcaydı. Elinde bir sepet meyve içeri girmişti. Soba yanıyor, camına vuran ateş rüzgara yüreğimin sızısını anlatıyordu. Sobanın sağındaki tekli koltuğa oturdu:
-Adun neydi kizum? dedi.
-Adım Elif… Amca, Elif, dedim.
-Kizum iyi ki geldun, ilk arkadaşi sen oldin Defna’nun... “Denef, Denef!” diye çıkıştı birden. Telaşlandım birden çıkışınca Defne. Rıza Amca: Danof adi… “Ama ben diyemeyrum, Defna deyrum ya kizum arada haboyle kızayu ba!” dedi.
-Temam Danof, temam, dedi. Hayde siz Eluf’le meyva yeyun ben biraz çıkup dolaşayum, dedi Rıza Amca.
-Bak oğluma Elif ablası gördün mü? Ne güzel gözleri var bak, yumuk yumuk elleri, diye kucağındaki oyuncağı seviyor bana gösteriyordu. “Annem, annem diye başını sallayışı, bebeğini sevişi, yanaklarına öpücükler konduruşu… Her defasında yüreğimi parçalıyordu.
-Verir misin birazda ben seveyim, dedim. Durdu…
-Olmaaz! Olmaz daha dur, dedi.
-Peki Denef, afedersin. Biliyor musun ben bebeğimi hiç kucağıma alamadım, dedim. Doğmadı, karnımda öldü ve onu kaybettim… Başını yere dikti, sonra hafifçe kaldırarak gözlerimin içine baktı, baktı, baktı ve baktı; derince bir iç çekti… “Ah, ahh!” dedi. “Kucağına al Elif ablası, Guşav’ı sev.” dedi. Bebeği kucağıma aldım, sevdim öptüm, kokladım. Derken gözyaşlarım bebeğin tenine değiyordu. O an onun oyuncak bir bebek olduğunu unutmuş gibiydim. Meğer anne olmak ne yüce lütfuymuş yaratanın insana diye düşündüm. Hoş sohbet derken artık arkadaş olduğumuzun inancıyla Rıza Amca’nın da gelmesiyle izin isteyerek birkaç gün sonra tekrar görüşmek suretiyle oradan ayrıldım.
Sonrasındaki günlerde anladım ki Rıza Amca onu evladı gibi kolluyor ona bakıyordu. Karı koca bilinseler de onu evladını sevdiği gibi seviyor, karı koca ilişkisi yaşamıyorlardı. Bu iyi yürekli adam karısını amansız hastalığa vermiş yapayalnız birsiydi. Denef’in durumunu öğrenince ailesinin de ona bakamayacağını anladığı için onu Kafkasya’dan alıp gelmişti. Öncesindeyse ayaklarına kadar inen çiçekli fistanlar giyinir saçlarını kah salık bırakır; kah iki yandan örermiş. İşlerini bir çırpıda bitirir konu komşuya yardıma gidermiş. Eşiyle çocuklarından bu yana birbirlerini çok seviyorlarmış. Nitekim düğünleri de Kafkasya’nın en güzel oyunlarıyla coşkuyla geçmiş köyde. Hatta civar köylerden dahi onların aşkına tanık olanlar düğünlerinde gelip lezginka oynamışlar. Düğünlerinde üzerinde ipek işlemeli kadife bir bindallı altında yine yaldızlı uzun kuyruğuyla boyun kısmını açıkta bırakan beyaz bir elbise, saçları iki yandan örülmüş başında muhteşem bir kalpak; Emef’in üzerinde o muaazam Çerkeskası, belinde kaması karşılıklı oynarken gözlerinden saçılan mutluluk ışınlarıyla herkesin hafızasında unutulmaz bir yer almışlardı. Biri pür pak güzel; diğeri esmer uzun boylu, şahin bakışlı Kafkasya yiğidi… Birbirlerine aşkla bağlı bu çift akşamı dar ederlermiş. Hatta Denef her akşam Emef’in iş döşünü evin penceresinde gözler, geldiğini görünce hemen kapıya koşup eşini karşılamasıyla köydeki diğer gelinlere de örnek davranışlar sergilermiş. Bu davranış aynı zamanda saygıyı temsil ediyordu ki Kafkasya’da eşlerin birbirine saygısı töreleri gereği büyük öneme sahipti. Hilal kaşları, gözlerinin parlayan beyazı, adeta esmerce sevdiğinin alnında ışır; gün vakti şaşırırmış Denef Emef’ini o sevgiyle karşıladığında. Gülüşlerinden çıvgınlar kalkar sevdiğinin göğsüne konarmış. Hele gebe kaldığında güzelliğinden güneşler akarmış ayak uçlarının değdiği yerlere. Ah saçlarının ahenginde Kafkas güllerinin tomurcuğa duran o dansı, Elbruz’un o karlı duvağından akan tiril tiril aşk şarabının sevdalıların dudaklarına kavuşma arzusu öncesinde Denef’in gelincik kokan köprücüğünde yıkanarak koynunda süzülüşü… Sırtından inen dokunuşlarında saçlarının sabaha allanırdı tan suyu. Alıp düşlerden o cıvıltılı güzeli damıtırdı baharları uyanan dağların bebek pembesi ağzına. Şen şakrak iyimser çocukları çok seven köyünün melek kalpli güzeliydi Kafkasya’nın Denef…
Artık tüm bunları yitiren o genç gelin Rıza Amcanın hayata tutunma gayesiydi ya hoş; en güzel ipekli elbiseleri, papuçları alsa da Denef’e Rıza Amca; Denef, yeni kıyafetler giyinmeyi reddediyor, yıldırım vurmuş ağaçlarca sersefil kolu kanadı kırılmış kar beyazına kan sıçramış güvercin gibi ortalarda dolaşıyordu. Rıza Amca’ya sebebini sorduğumda, evlendiğinde eşi ona ve çocuğuna her şeyin en güzelini almak için Irak’a çalışmaya gidip oralarda hayatını kaybedince Denef’in yeni kıyafetler giyinmeyi, eşi dönünceye kadar giyinmeyi reddettiğini; ancak yeni kıyafetlerini çocuğunu göreceği gecelerde giyinebildiğini öğrenmiştim.
Rıza Amca’nın bu yüce gönlü karşında adeta küçülmüş bir noktaya dönüşmüştüm. Hatta Rıza Amca’nın merkezdeki evini, sırf Denef, yoldan gelip geçen araçları izlesin evden uzaklaşmasın diye satıp; Köşkün yakınlarından Denef kocasının yolunu rahatça beklesin, başına bir şey gelmesin diye alması karşısında daha fazla gözyaşlarımı gizleyemedim.
Yağmurun şiddetinden toprakta açılan minicik çukurlarda titreyen birikinti gibiydim. Sanki bir sonraki damlada taşacak bilmediğim bir kanyona sürüklenecek kayalıklara çarptıkça can verecek suyun sesiyle yeniden dirilecek, ölümü bir taha bir daha tadacak gibiydim. Bir insan nasıl bu kadar iyi olabilirdi, bu kadar yüce gönüllü?.. Eğildim elini öpmek istedim; “ Esdağfurullah kizum!” dedi. “Gene gel emu, gene gel!” dedi. Artık Rıza Amca’nın büyüklüğüne, Denef’in acısına olan saygım onları yalnız bırakmamam gerektiğini, hiç değilse arada bir hal hatır sormam gerektiğini fısıldıyordu ruhuma…
Artık yoğun kış yerini ılık bahar günlerine bırakmış, ilkbahar gelmişti. Denef’le olan dostluğum beni sık sık şaşırtıyor olsa da onu dost biliyor, ona karşı sorumluluk duyuyordum. Koynunda kocası Emef’in resmi, kucağında bebeği, kah akıl almaz sözler ediyor, kah bizleri bilinmezliğe sürükleyerek anlamsız sözler ediyordu. Rıza Amca’nın en büyük üzüntüsü, endişesiyse ayın hilal şeklini aldığı günlerde başlıyordu. Her ay eskisinde, ay hilal şeklini aldığında sabaha kadar bahçede biriyle konuşuyor gülüyor oynuyordu. O gecelerde mutlu olsa da, durumu Rıza Amca’yı dehşete düşürüyor, ona bir şey olacağı endişesiyle sabahlara kadar uyumuyor, uzaktan onu izliyordu. Hafta sonuydu nisan sonları onlara iyi geleceği düşüncesiyle Rıza Amca’yı ve Denef’i Arhavi’deki köyüme davet ettim. Bu durumunu yakından takip etme fırsatı da vereceğinden bana, kendisine yardımcı olabileceğimi Rıza Amca’nın yükünü hafifleteceğimi düşünüyordum. Aslen Artvinliydik Trabzon’da görev için bulunuyorduk… Nitekim Rıza Amca ve Denef beni kırmayıp teklifimi kabul ettiler. Ertesi sabah Denef fikrini değiştirmeden kendi aracımızla yola çıktık. Ara ara gözüm Denef’e takılıyordu. Gidene kadar bir an bile olsun gözünü yol kenarlarından ayırmayan Denef, kocası Emef’i göreceğini ümit ediyordu. Birkaç saat sonunda nihayet Arhavi’ye vardık. Hayli meşakkatli köy yollarından gürül gürül akan ırmakları izleye izleye, yapraklarını açmış envai çeşit yeşillikteki ağaçların arasından ilerliyorduk. Hafif yağmur yağıyordu. “Rıza!” dedi, “Rıza… Emef burada mı, burası Irak mı?” O an arabada derin bir sessizlik oldu. Rıza Amca başını kendine çekerek “Bakacağuk canum, burasi İrak değul; ama buraya gelduysa görursun oni endişelanma…” dedi! “Tamam!” dedi, “Buraya avlanmaya gelmiş olabilir, doğru söylüyorsun…” Üzülmemek mümkün değildi. Kucağında bir oyuncak, aklında kocası, koynunda cansız bir resim… Umudu dağ gibi adam Rıza Amca olmasaydı hali nice olurdu diye iç geçiriyordum. Bir ara eşimle bakıştık gözleri dolmuştu. Derken eve geldik. Yağmur yağıyordu bahçeler her yer yemyeşildi çaylar filizlenmiş çay çiçeklerinin kokusu yağmura karışmıştı. Ormandan kuş sesleri geliyordu. Yağmur çıktığında o muazzam ötüşüyle karatavuk sesleri bir yandan, “Çit dede, çit çit dede…” diye öten çitçit dede kuşunun sesi diğer taraftan, inanılmaz bir senfonin tam ortasında cennetten bir köşedeydik. İçeri girdik, eşim Ali hemen sobayı yaktı. Baharda soğuk oluyordu bizim buralar. Ev biraz ısındı derken yemek hazırlığına giriştik. Rıza Amca Denef’le oturuyordu. Yemeği hazırladık. Trabzon’dan getirdiğimiz o sıcacık ekmek, soğumuş olsa da mis gibi kokusu iştahımızı daha da kabartmıştı. Sofraya oturduk. Meğer Denef balık sevmiyormuş. Kafkaslarda yaşanılan sürgünde denize dökülen onca masum insanı balıkların yediğine inanıyordu. Bunu bilmiyorduk, öğrenmek ancak sofraya oturunca nasip olmuştu. O esnada eşim yemeği bıraktı Rıza Amca da öyle bakıyor onu ikna etmeye çalışıyordu. “Baluklar insan yemaz!” diyordu. Ancak Denef inatlaşmış, kaşlarını çatmıştı. “Denef, balık süt yapar; bebeğini emzirirsin deyince, kısık kırılgan bir ses tonuyla, gözlerinin içinde ışıyan o gülümseyişle bir iki küçük ses çıkarttı: “Ha haa..!” Balıklara uzandı, yemeye başladı. Çocuk gibiydi balığı kılçığından ayırmayı başaramıyordu. Rıza Amca zaten yiyor diye sevinçle balıkları ayıklıyor önüne koyuyordu. Öylece yemeğimizi yedik, sobada demlediğimiz çayımızı yudumlamaya başlamıştık bile. Akşam olmuş, yağmur dinmişti. Kuzine de çatırdayan kestanelerin kokusu tüm odayı sarmıştı. Gökte ayın hilal şekli gözlerinde baharlara sevdalı safir sürmeleri camdan süzülerek üzerimize yansıyordu. Saat epey ilerlemişti artık hoş sohbet yemek içmek derken neredeyse gece yarısını etmiştik. Rıza Amca izin istedi odasına çekildi. Eşim Ali’de odasına çekildi. Denef’e sobanın yanındaki koltuğu açtım. Kendime de odanın köşesindeki koltuğu de açarak yattık. Herkes uykuya geçmiş horul horul uyumaya başlamıştı. Gözlerim ağırlaşmıştı artık, iyice uykum gelmişti. Tam uykuya dalacağım esnada kapının çarptığını duydum. Rüzgar çıkmıştı yine. Bahçe kapısıdır düşüncesiyle kalkmaya üşenerek daha bir olduğum yere kıvrıldım. Derken bahçeden gülme sesleri geldiğini işittim. Gözlerimi açtım ay ışığı odanın içine doğum yapmış mavimsi ışık akışı odanın içine minik minik yavrularını bırakmıştı. Pencereden baktım. Dışarıda Denef birisiyle konuşuyor, gülüşüyor oradan oraya koşuyordu. Yerimden kalktım o esnada Rıza Amca da uyanmıştı. Ne oluyor acaba dedim.
-Kizum anlatmiştum ya sa, ay hilal şekluni alduğunda gece sabaha kadar dişaruda sözde, bebeğuyla konişur oynar dedi. Oğli göruniyu oğa haboyle zemanlarda. Anlattiklarundan havle anlayirum da evlatum. Sen merak etma ben bakarum kizum zate tetikdaydum bekleyidum hayde sen yat uyi, dedi.
-Yok yok Rıza Amca izin ver ben ilgileneyim sen yat lütfen, dedim.
-Eyy o vakut kizum, bir şey olursa seslan ba ben odamdayum, dedi.
“Tamam!” dediğim gibi dışarı çıktım. Dağlardan esen rüzgar soğuk bir ürpertiyi getirse de ay ışığı o gece tüm güzelliğiyle bahçeye ışıyordu. “Guşav benim can oğlum, gel yakala beni…” diye koşuyordu. “Deneef! Denef!” ben de sizinle oynayabilir miyim diye seslendim. Biraz ürküyordum, bacaklarımın titrediğini hissediyordum. Acaba ne görüyordu endişesi içerisindeydim. Sonra derin bir nefes aldım, sen bana yardım et Allah’ım sen bana bütün melaikelerin hürmetine, günahsızların hürmetine yardım et, dedim. Durdu “Gel Elif, gel!” dedi.
Yanına gittim…
-Bak! Guşav benim oğlum, bak bu hırkayı ben ördüm, dedi.
-Aaa çok güzelmiş.
-Gel sarıl Elif ablaya oğlum, dedi.
Eğildim, sarılıyormuş gibi yaptım. Sanki bir çocuğa sarılıyormuş gibi. Diğer taraftan da içim sızlıyordu haline. “Haydi koş, haydi Elif ablası, seni yakalayacağız!” dedi. Sanki gerekten orada bir erkek çocuğu varmış gibi koşmaya başladım. Arada beni yakalayacakmış gibi heyecanlanıyor, bağırıyor, çığlıklar atıyordum. Denef’in o güzel gözleri ışıldıyordu, saçları adı gibi ipeğinden akıyordu… O gece ne zaman, ne ara giyinip çıkmıştı? Üzerinde kıyafetler vardı. Dizlerine kadar çiçekli fistanı ceylan gibi seken bileklerine ne kadar yakışmıştı ona, Kafkasya’nın orman gülüne. Omuzlarında ipekten bir şal, yanakları allaşmış, dudaklarında böğürtlen tadından bir pembemsilik… Güzelliğiyle geceye melek gibi süzülüyordu. Koşarken bir ara düştü. Hemen yanına gittim, tam kaldıracağım esnada elimi küçük bir elin tuttuğunu hissettim. Denef ayağa kalktı tekrar koşmaya başladı “Haydi yakala beni, rüzgarı yakalayalım haydi!” diyordu. Kendimi olaya çok kaptırmış olmanın tesiriyle aklımın bana oyun oynadığını düşünüyordum o an. “Haydi Elif sen de koşsana!” dedi. “Gel! Bak, rüzgarı yakalamaya çalışıyoruz..!” Sabaha kadar öyle türlü oyunlar oynadık durduk. Artık şafak iyice ağırlaşmış, dağlardan akan ırmaklara damlayacak düş perilerinin kızıllığına ermişti. “Guşav! yarın akşam yine gel, Elif ablanı da öp anneciğim.” dedi Denef. Sanki çocuk gelmiş gibi eğildim, o esnada yanağıma sıcacık bir öpücüğün konduğunu hissettim, şaşırmıştım; yok canım olacak şey değil, olayın tesirindeyim diye kendimi toparlayıp ben de çocuğu öpmüş gibi yaptım. Tam doğrulduğum esnada elimi biri tuttu. “Sen misin Denef?” dedim. Güldü “Guşav ablası, gidiyor ya!” dedi. Hangimiz aklını yitirmişti, hangimizin aklı başındaydı bilemiyordum. Denef’e baktım, Denef ilerideydi. Ne zaman elimi tutmuştu ve ne zaman ileriye gitmişti? Sonra önümden yürüyen bir çocuğun dönerek bana baktığını gördüm. Bana gülümseyerek gözlerden kayboldu gitti.
Gün açmış ve ben hala olayın etkisinden kurtulamamıştım. Durumu eşime anlattım; “Çok etkilendin kendine gel, Denef’e yardımcı olacağım derken senden de olmayalım.” dedi. Haklısın dedim, kendimi toparladım. Denef çok mutluydu, bütün gün konuştu güldü, şarkılar söyledi. Biz de mutluyduk. Rıza Amca bana teşekkür etti. “Kizum sayenda artuk çok daha iyu, sen ona çok iyi geldun, senu karşimuza çıkaran Allah’a hamdu sanalar olsin da..!” dedi. Ben ne yaptım ki Rıza Amca, onun bir dosta ihtiyacı vardı, ben ona dost oldum. Bu onun hafızasını toparlamasına, evet yardımcı oldu durumdan bende memnunum, dedim.
Yine gece olmuş Denefle dışarı çıkmıştık. Bebeğimi kaybettiğimde ona ördüğüm patiklere sarılıp ağlayınca eşim patikleri benden izinsiz çöpe atmıştı. Günlerce bu hatasından dolayı eşimle konuşmamıştım. O gece yine ay ışığı altında yıldızlarla yıkanırcasına şakıyor, gülüyor oynuyorduk. Sık sık çocuğu görmeye başlamıştım. Ama artık beynimin bana oynadığı bir oyun olduğunu düşünüyor, durumdan rahatsızlık duymuyordum. Nihayetinde yine şafak vakti gelip çatmıştı. Denef Guşav’ın yüzünü, gözünü, boynunu; her yerini öpüyor, kokluyordu. Artık beni öpüp gidecekti. Cennete diğer bebeklerin, ceninlerin, çocukların olduğu cennetin en güzel katına gidecekti. Eğildim ona doyasıya sarıldığım esnada Denef’in uzaklaştığını gördüm. “Dur gitme, dur!” diye birine sesleniyor, ardı sıra gidiyordu. Denef, Denef! dememe kalmadan çocuk: “Babamla geldik, annem babamla konuşuyor.” dedi. Guşav’ın koynundan mis gibi elma kokusu geliyordu. Sanki bütün elma bahçeleri onun koynundaydı. Ellerini avuçlarımın içine aldım, elleri iyot kokuyordu, saçlarında ay ışığının ruhumu esiri altına alan o esintisi… Neresine dokunsam, neresini fark etsem oradan inanılmaz kokular alıyor, baharlarla donatılı cennetin hafızamdaki resmine gidiyordum. Bir kahkaha patladı coşkun nehirlerce üzerime dökülen ışıltısından yıldızların…
Denef ‘in üzerinde saf ipekten damla renginde bir elbise, kuyruğu orman tarafına doğru sanki sürüklenircesine ilerleyen bir dere gibi tiril tiril akıyordu. Ve suyun üzerinde sürü sürü rengarenk kuşlar… Derenin içinde paçaları ıslanmış esmer, uzun boyluca bir delikanlı avuçlarını suya daldırıyor, suyla dolu avuçlarını Denef’e uzatıyordu. Denef, delikanlının avuçlarından su içerken geceye akordeon nağmeleri eşlik ediyordu. Artık iyice emin olmuştum Denef, Emef’ine nihayet kavuşmuştu. Su eteklerinden çağlıyor kah onu içine alıyordu… “Eliiif!” diye seslendi “Eliif..! Sonrasında elbisesinin kuşağından inci işlemeli bir kamayı çıkarıp suya bıraktı. Su ikiye bölündü, bir kısmı köyümün Kamilat’ın vadilerinden süzülerek gelin duvağından koparcasına Mençuna’ya ağlarken; diğer kısmı ceylanların su içtiği pınarlara doğru süzülerek dökülüyordu. O an içimde akasya yağmurları salkım vermiş, ağıt yakarcasına kuzeyin diplerini haykırıyor, sarı çiçekli dağlarda ıslanan zifinli geceler denize sarhoş kanyonlarca döküyordu. Sonra Guşav’ın; “Elif ablaaa! Elif abla! Bunlar senin diyerek eteklerimden çekiştirişiyle kendime geldim. Ne?.. Dedim. “Bunlar dedi, bebeğine ördüğün beyaz patikler…” Benim günlerce gözyaşı döküp ağladığım patikler. “Bunları sana kızın yolladı, o çok güzel bir cenin… Orada suyunun içinde sana kavuşacağı günü bekliyor…” ve ortadan yok oldu. Ellerimde bir çift patik. Oracığa yığıldım kaldım. Uyandığımda gün iyice açmış, avuçlarımda sıkışmış patikler… Ali üzüntülü bir şekilde Rıza Amca’yla başımda bekliyorlardı. Ne oldu bana, dedim. “Tamam canım korkma, iyisin bayıldın.” dedi Ali. Hafifçe, Ali’nin yardımıyla doğruldum. Denef yine kucağında oyuncak bebeği kendi halinde odanın bir köşesinde kendince bebeğiyle ilgileniyordu. Sonra patikleri hissettim, evet avuçlarımdaydılar. Ancak içimi bir korku sarmıştı. Acaba yine olamayan şeyleri mi görüyordum. Ali’ye durumu nasıl anlatırım, aklımı yitirdiğimi sanıp belki de artık Denef’le görüşmemi istemeyecekti. Üstelik Rıza Amca da çok üzülecek diye kendi kendimi yerken; Ali yanıma oturup avuçlarımda sıkıştırdığım patikleri alıp sessizce ağlamaya başladı. Nereden geldi bu patikler, ben onları üç yıl önce atmıştım Elif, ne oldu gece? Anlat bana dedi. Ne? Görüyor musun patikleri, gerçekten dokunuyor musun onlara, dedim. Evet, dedi. Evet! Korkma aklını yitirmedin anlat, dedi. Bunlar senin bebeğimize ördüğün patikler, benim çöpe attığım sarı kurdelalı patikler! Olup biteni anlattım ve gördüklerimi, her şeyi... Herkes ağlıyordu. Anneliğin ne kadar kutsal oluşu herkesi derinden etkilemişti. Anneyle evlat arasındaki bağın iki dünya arasında bir geçitle ölümsüzleştiğini o gün anlamıştık. Birisini yaratılışının her zerreciğindeki hakikatle sevenin, er ya da geç sevdiğine kavuştuğunu; nitekim sevdanın ölümsüz oluşunu… Aklını yitirenlerin hakikatte seni sen eden sırrını!..
''Usare sayı 30''
Kayıt Tarihi : 28.12.2022 20:56:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!