Ortadoğu'da bütün güç dengeleri; israil'in can güvenliğini sağlamak ve iran'a düşmanlık beslemek üzerine bina edilmiştir. çünkü iran, siyonizmin ırkçılık olduğunu alenen deklare eden bir ülkedir ve siyonizm, ırkçılıktan da öte bir pisliktir! bugün mısır'da, yemen'de, tunus'ta adeta bir metastaz gibi birinden ötekine sıçrayan halk ayaklanmaları, siyonizmin beslediği diktatörel kalelere karşı açılan birer savaştır. bu savaş, derinliğini onbinlerce faili meçhul cesedin doldurduğu bir zengin-fakir uçurumundan domurmuştur.
israil ve amerika, İslam hareketinin büyümesinden endişe ettiği için ortadoğu'da demokrasiyi sekteye uğratmış ve burada seçimle iktidara gelecek Müslümanların önünü çeşitli monarşi ve oligarşilerle kesmek istemiştir. bu irili ufaklı ülkeleri bir yandan boğazına kadar borçlandırıp, öte yandan senelik yardımlarla destekleyerek kendilerine bağımlı bir hale getirmiştir. bu bahsettiğim ülkelerin diktatörlerine bakacak olursanız, halkları yoksulluktan kıvrandığı halde, her birinin milyar dolarlık kişisel serveti göze çarpar. bu satılmış adamların avrupa ve amerika'da şatoları, evleri, otelleri, arsaları, çeşitli bankalara dağılmış paraları vardır. insan onurunu ve haysiyetini ayaklar altına alan bu adamların bunca malı mülkü vardır ama yatacak yerleri yoktur!
..
Fevkalade memnunum dünyaya geldiğime,
toprağını, aydınlığını, kavgasını ve ekmeğini seviyorum.
Kutrunun ölçüsünü santimine kadar bilmeme rağmen,
ve meçhulüm değilken güneşin yanında oyuncaklığı, dünya inanılmayacak fadar büyüktür benim için.
Dünyayı dolaşmak, görmediğim balıkları, yemişleri, yıldızları görmek isterdim
halbuki ben yanlız yazılarda ve resimlerde yaptım avrupa yolculuğumu mavi pulu asyada damgalanmış birtek mektup bile almadım.
Ben ve bizim mahalle bakkalı ikimizde kuvvetle meçhulüz Amerika'da
..
İnsanlık tarihi kadar eski dememden kasıt sömürgecilik döneminde Afrika kıtasından Amerika ve Avrupa ya köle ticareti adı altında başlayan göç bu gün sadece şekli ve içeriği değişmiş olsa da göç yüzyıllar da geçse özde anlamını yitirmemiş ve göçmenleri göç ettikleri ülkelerde yabancı bir anlamda da sığınmacı tiplemesinden uzaklaştıramamıştır.
Önce emek sonra beyin göçü veren ülkelerin ekonomilerine kısaca her alanda gelişmişlik düzeylerine bakacak olursak gelişmeleri göç alan ülkelerin ekonomilerinden geride kalmıştır. Durum böyle iken beyin ve emek gücüne dur diyememişlerdir. Emek göçünün büyük dalgalar halinde yaşandığı altmışlı yılları bizzat yaşamadığım büyüklerimizden ve yazılı kaynaklardan incelediğim üzere bir furya halinde başlayan emek göçü kendi yağınla kavrulan Türk toplumun tam ortasına öyle bir düşmüş ki belki önüne geçilmek istense de dev dalgalar halinde büyümüş ve kar topunun yuvarlanması ile dev bir çığa dönüşmesi şeklinde olmuştur. O dönemde her kez için göç tek çare olmuş ve hızla büyük yığınlara ulaşarak kısa zamanda Türkiye ‘ nin tüm illerine yayılmıştır.
İlk giden kitleler yabancı ülkelerde en zor ve en çetin şartları olan hatta o ülkenin insanlarının yapmasına razı olunmayan işleri yapmışlardır. Yapmak zorunda bırakılmışlardır çünkü bir kere ev köy mal mülk satılmış ve yaban ellere gidilmiş dönülmek olmaz dönülürse köyde ki eş dost akrabaya alay konusu olmak vardı bu şartlarda başa gelen her şeye boyun eğildi ve göçün acımasız şartları ve getirileri sineye çekilerek yabanda yeni hayatlar kuruldu. İlk giden gruplar kendi örf ve adetleriyle uzun yıllar yaşadılar bir kısım kesin dönüş yaptılar halen kalanlar ve halen hayatta olanlarda yine kendi örf ve adetlerini devam ettiriyorlar ama ilk günlerdeki yaşadıkları da hatırlamak bile istemiyorlar. Onlardan ve yabanda doğan ilk yeni kuşak ebeveynleri gibi örf ve adetlere bağlı olamadılar ama tam olarak da dışlayamadılar. Çünkü bambaşka bir dünyada bambaşka bir örf ve adetin içinde sadece anlatılarak bir şeyler verilmek istendi.
Bu ilk yabanda doğan nesil belki en zorunu yaşadı. Çünkü sadece evde anne babadan anlatılanları dinlediler; adetleri, gelenekleri, dinlerini hep ebeveynler anlattı ve onlardan sadece böyle olunması istendi. O dönemlerde kitle iletişim araçlarından en etkilisi olan tv uydu yayınları yoktu. Bu çocuklar evlerde hep bunları dinlediler oysa sokağa çıktıklarında gördükleri hayatlar adetler gelenekler ve din bambaşkaydı,sonuç da iki toplum iki kültür iki din iki millet iki vatan arasına sıkışıp kaldılar.
Ben bu grubu göç den en kötü etkilenen grup diyorum çünkü doğru yada yanlış insanın bir taraf da olması farklıdır doğru yada yanlışın tam ortasında olması bambaşkadır.
İşin en entresan tarafı birinci kuşak doğan Türkler, Avrupa ülkelerinin hiçbir zaman hedefi olmadı. O dönemlerde Türk milletini tam olarak algılamayan Avrupa bizlere sadece emekçi gözüyle baktı,ne tam sahip çıktı ne tam ilgisiz kaldı onların amacı ilk doğan grubun çocukları yani ikinci kuşak gurbetçiler olarak tayin edildi. Çünkü sonuçta bu grup bir şekilde Türk kültür ve tarihine dinine çok da uzak değildi, içtiği suda, yediği ekmekte,ruhunun derinliklerinde Türk topraklarının parçaları vardı ve bu grubu asimile etmek zor olacaktı. Bırakın bildikleri gibi yaşasınlar mantığını güttüler ve yakın tarih de gelecek olan ikinci kuşağa kucaklarını sonuna kadar açtılar,sebep ise iki toplum arasında sıkışmış insanlar bu çocuklara hiçbir şey veremeyecek ve bu çocuklar Avrupa ruhuna çok daha çabuk asimile edilecekti. Uzan vadeye yayılmış ama kalıcı ve etkili bir yöntemdi bu.
Şimdi Avrupa ülkelerinin caddelerinde gezerken karşılaştığımız gençlerden başlarında örtüleri olmaz ise kaç tane kızımızı gerçek bir Avrupalı kızlardan ayırt edebiliyoruz.
..
Avrupa sevdası imandan eder,
Kısacık ömürde gözyaşı keder,
Umutlar tükenir cân olur heder,
Avrupa sevdası imandan eder.
Avrupa diyerek yola çıkanlar,
İslamı bırakıp yoldan çıkanlar,
..
Vicdani reddin kökenlerini Ortaçağ'da ilk olarak orta Avrupa feodal beyliklerinde bulmak mümkün. O dönemde çeşitli Hristiyan tarikatları feodal beylerle anlaşmalar yapıp, bir çeşit 'savaş vergisi' ödeyerek üyelerini ordu hizmetinin dışında tutuyorlardı. Bu durumu gerçek anlamıyla vicdani red olarak tanımlamak mümkün değildir; zira, reddetmek denen insani yeti hiçbir çağda bedeli para ile ödenen birşey olarak ortaya çıkmamıştır. Bu çizgiyi ilk terkeden ve feodal rejimin ya askerlik hizmeti ya savaş vergisi dayatmasına karşı ilk radikal çıkışı gerçekleştiren Almanya'daki 'Wiedertaeufer' tarikatı, Katolik kilisesinin kışkıtmasıyla kanlı bir şekilde bastırıldı. Sonrasında 18. yüzyılda Ingiltere'de, dini inançları nedeniyle şiddet kullanmayı, askerlik yapmayı ve vergi vermeyi reddeden 'Quaker' tarikatını görüyoruz. Quakerler gerekçelerinin açıklığı ve tavırlarındaki tutarlılıkla ilk vicdani retçiler olarak adlandırılabilirler.
Vicdani retçilerin 20. yüzyılda ilk kitlesel çıkışı 1. Paylaşım Savaşı sırasında Ingiltere'de gerçekleşti. Savaşa çağrılan binlerce insan savaşa katılmayı reddettiler, 3.000 tanesi hapse atıldı. Bu çıkıştan sonra 1921 yılında Ingiliz retçilerin önemli bir bölümünü oluşturduğu WRI (War Resisters' International - Uluslararası Savaş Karşıtları) kuruldu. WRI daha sonra yerel savaş karşıtı örgütlerin ve vicdani red örgütlerinin uluslararası çatısı haline geldi.
Vicdani red hareketi 1968 ve sonrasında bütün Avrupa'yı sarstı. Avrupa devletleri vicdani red hakkını '70'lerin ortasından başlayarak tanımaya başladılar. '80'lerin başında Yunanistan ve Türkiye dışında bütün Avrupa ülkelerinde vicdani red hakkı tanınmış durumdaydı. Ancak vicdani red hakkı 'sivil hizmet' zorunluluğuyla birlikte elde edilebildi. Silahlı hizmet yapmak istemeyen insanlar gene zorunlu olarak ve çoğunlukla askerlikten daha uzun bir süre hastane, okul vb. sosyal birimlerde çok düşük ücretlerle hizmet etmeye zorlanıyorlar. Batılı liberal devletler bu yasal düzenlemeyle Avrupa vicdani red hareketinin büyük bölümünü yönlendirmeyi başardılarsa da, bugün, hem askerlik yapmayı hem de sivil hizmet yapmayı reddeden insanlardan oluşan 'total red' hareketi Avrupa, Latin Amerika ve Afrika'nın çeşitli ülkelerinde sürmektedir. Bu tavır devletin birey üstündeki hiçbir tasarrufunu kabul etmemesi ve uluslararası savaş düzenine her ne biçimde olursa olsun hizmet etmeyi reddetmesi ile radikal savaş karşıtlığının gerçek taşıyıcısı durumundadır.
..
Özümüzü aldılar
Bizi meçhule saldılar
Aradı kılıf buldular
O Avrupa o Avrupa
Sıkışınca gel dediler
Kızışınca el dediler
..
Avrupa; medeniyet, Hakla yakınlaşmaktır,
Avrupa; beraberlik, Rab ile dayanaktır…
Avrupa, bilim demek vicdan, merhamet demek,
Hakk’ı anlatmak için demokrasiyle yürümek…
Avrupa eşitliktir sevgi düşüncesidir,
..
Ma’şuk sandık, sevdik seni, gafilce ser-âpâ,
Meğer nankör imişsin, göz çıkartan Avrupa.
Kaç haçlı seferinde tuş eylemiştik seni,
Kalleş pehlivan gibi, kıspet yırtan Avrupa.
Yunus’ça geldik sana, sen istedin ki Yavuz,
..
Osmanlı Olacak Avrupa
Küçük bir Avrupa oldu Türkiye.
Büyük bir Osmanlı olacak Avrupa.
Berlin, 1 Eylül 2009.
..
Avrupa!
Avrupa da 'tokluktan' ölüyor, açlıktan ölürken Afrika.
Fakirlerin hakkını yemesen, tokluktan ölmezsin Avrupa!
Berlin, 20 Eylül 2007.
..
Avrupa hayaliyle geçmişi unutup kol kola girdik.
Çanakkale de ikiyüzbin vatan evladını boşamı yıtırdık?
Türkün manevi değerlerini tozlu raflara koydurduk
Avrupa hayaliyle milli devleti böyle bitirdik
Eski sağda.solda liboşlar ne kadar varsa
Sağıda soluda vatanı satıp toplarsa parsa
..
Yüzyıllarca beylik formatında yaşamış Avrupalıların, dünyayla rekabet edebilmek amacıyla, kurmaya çalıştıkları birlik, bugün birçok alanda işbirliği halindedir. Kapitalizmi insanlığa dayatan, emperyalizmi sürdüren Avrupa’nın ruhsal birlikteliğini sağlayan VATİKAN, insana ışık ve sevgi sunan kitaplarının, vasfına uygun hareket etmemektedir.Kendilerinden esinlenen Avrupa Birliği farklı ülkelerin ayrık görüşlerini, dinsel farklılıklarını hazmedememekte, karamsar bir şablon ortaya koymaktadır.Avrupa Birliğin kurulmasında en etkin ekonomik rekabet gücü, dünya ulusunun mutluluğu için yarışmalı.Benimsedikleri ana tüzükleri, yeniden yazılıp, başkaca neler yapılacağı hususunda akıl sahipleri, ilim adamlarına başvurulmalıdır.Sömürü düzeninde israr olsa olsa barışa giden yolları tıkar, er ya da geç, yeni bir bir harbin başlangıcı olabilir.Gökmen Y.Erdem
..
DOST DEĞİLDİR AMERİKA AVRUPA
21.09.2016
Kendimize sahip çıkak kardeşim
Dost değildir Amerika Avrupa
Güvenirsem ağrır bu garip başım
..
Bütün değerlerini Avrupa dürüp atmış!
Bitti Avrupa bitti soyu kuruyor artık
Feraseti kalmamış bizi ucuza satmış
Battı Avrupa battı baydak yürüyor artık
Eskiden sinsi idi maske takardı yüze
Anlayınca biz böyle asla gelmeyiz dize
..
Bizler Avrupada yaşayan Türk insanları olarak; derdin birini bitirip biriyle boğuşuyoruz. Avrupaya geleli 40 yılı aşkın bir zaman olmasına ragmen bazı meselelerimiz varki kırk yıldır halledilmiş değil ve halende üstümüze üstümüze geliyor.
Nedir bu meseleler?
Mesela halen kendimizi kabul ettirmiş değiliz. Avrupada yabancı, Türkiyede Almancı’lığımız 40 yıldır sürmekte değil kırk yıl dörtyüz yılda geçse değişmeyecek. Sahipsizliğimiz ha keza. Döviz makinası olarak görülmemiz, uyanıklarca sizi zengin edeceğiz diyerek kandırılıp elde avuçta bulunan üç kuruşumuzun kaptırılması, izin yollarında çekilen çilelerimizde sesimizi duyuracak kimsemizin olmaması. Bu meselelerimizi 40 yıldır yurt dışına gelen yetkili yetkisiz bütün makam ve mevkilere anlatmış olmamızda fayda vermiyor. Buna benzer nice dertlerle uğraşa duralım bizi içerden yakan daha önemli meselelerimizde var elbette: Kaybolmak üzere olan nesillerimiz, bozulmuş dilimiz, her geçen gün sayıları hızla artan yıkılmış yuvalarımız, dağılmış ocaklarımız, perişan olmuş yavrularımız.
Bütün bunları yaşarken suçlu aramamız gerekiyor mu peki?
Suçlu arayana tavsiyem eline bir ayna alıp bakmalı. Asıl suçlu o aynada gördüğü bence. Ama biz aynaya bakıp asıl suçluyu bulacağımız yerde işin kolayına kaçıp, karşımızdakini suçlamayı yeğliyoruz. Avrupa ülkeleri Türkiyedeki bir kısım etnik guruplara ana dilini okumaları, ana dillerinde eğitim yapabilmelleri için baskı uygularken; kendi içindeki azınlıkların bu haklarını elinden alıyor. Bizler sayıları milyonları geçmiş Avrupa Türkü bu durum karşısında sessiz kaldığımız gibi, onlara inat çocuklarımızın ana dillerini öğrenmeleri hususunda bir çaba içinde olmuyoruz.
Yıkılmış yuvalarımız, perişan olmuş yavrularımız derken de başkasını suçlamaya gerek yok, asıl suçlu elimizdeki aynada gördüğümüz kişi. Hepimiz şahit olmuşuzdur, yaz döneminde Türkiye’ye gidenler bilir düğünsüz bir gün geçmez. Avrupa Türkleri hazır Türkiye'ye gitmişleyin oğlunu kızını everip mürüvvetlerini görmek ister. İçlerinde gerçekten birbirini sevip sayan, mutlu olan vardır onlara sözüm yok. Ama ya kızın yada erkeğin istememesine rağmen sırf mürüvvet görmek adına zorla yapılan evliliklerin ne kadar ömrü olduğunu ve en geç bir yıl, iki yıl gibi bir sürede ayrılmaların yaşandığı bir yada iki çocukla dul kalan gencecik fidanları görüyoruz ve maalesef bu durum günden güne hızlada artmakta. Peki kim suçlu? Zorla mürüvvet görmek isteyen aynadaki biz değil mi?
Sevgiyi unuttuk, saygıyı yitirdik. Birbirimize karşı hoşgörüsüz en küçük bir olay karşısında patlamaya hazır bomba haline geldik. Bu sadece Avrupa Türkleri’nde değil genel olarak bütün insanlık aleminde hemen hemen aynı. Ama bizi ilgilendiren öncelikle bizim insanlarımız, onların mutsuzluğu onların acısı bizi daha çok etkiler. Hiç değilse bile acı tatlı günümüzde Avrupa Türkleri olarak birbirimize destek olalım, birbirimize sahip çıkalım. Birbirimizden haberimiz olsun.
..
5 Mayıs 1949 yılında kuruldu
Avrupa Konseyi Parlamentosu
İkinci Dünya Savaşı sonrası
Bir araya geldi, toplandı Avrupalı
Her yıl 5 Mayısta kutlanır bu gün
Avrupa Konseyinin kuruluş günü
..
Bir bavulla yola düştük
Bir çok engelleri aştık
Gelir gelmez işe koştuk
Avrupa ya örnek olduk
Seneler geçti peşpeşe
Dertler çoktu, azdı neşe
..
Ne zaman bir karar almaya kalksak
ABD ne söyler, Avrupa ne der?
Bir işe bir çözüm bulmaya kalksak
ABD ne söyler, Avrupa ne der?
Önünü görmüyor kimsenin ufku
İliklerimize işlemiş korku
..
ŞAMPİYON
Onu ilk gördüğümde; kalınca bir sopanın ucuna bağladığı çatı pullarından yaptığı bir halterle çalışıyordu. Halteri her kaldırışında irice pazıları meydana çıkıyor, boynunda ki damarlar, parmak kalınlığında dışarı çıkıyordu.
Aslında bu merakı daha sekiz yaşında başlamış, Uzakdoğu sporlarından King Boks, Karate, Tekvando çalışmıştı. Sonra güreşe merak sardı. On sekiz yaşına geldiğinde Grekoromen güreşte Milli Takıma girdi. Onu da bırakıp, Karakucak güreşe başladı. Artvin, Bilecik (Söğüt) , Bayburt da dört kez Başpehlivan seçildi.
1999 Yılı onun için bir dönüm noktası oldu. Daha sonra antrenörü ve dostu olacak Hamit AKTAŞLA tanıştı. O günkü Spor İl Müdür olan Kemal Köprücü’nün teşvikiyle de bilek güreşine başladı.
2000 senesinde ilk kez Bilek Güreşi, Türkiye Şampiyonasına katıldı ve Çorumda Türkiye ikincisi oldu. 2001 Yılında Sivas da yapılan Kulüpler Şampiyonasında ferdi olarak Türkiye şampiyonu ve takım olarak da Türkiye üçüncüsü oldular. Aynı yıl Vatani görevini yapmak için İskenderun’a gitti. Orda da Türkiye ikincisi oldu. Asker dönüşü Kulüpler Türkiye Şampiyonasın da Türkiye birinciliği ve takım halinde Türkiye ikincisi oldular. Yalova Dünya şampiyonu “Dursun Önderin” bileğini bir türlü deviremiyordu. Bu ikinciliklerde onun hatırası olarak kaldı spor kariyerinde. Üç sene bu bileği deviremedi.
Eskişehir Türkiye Şampiyonasına giderken yolda Antrenörü Hamit AKTAŞ’a “Bu bileği nasıl devireceğiz abi” diye çaresizliğini dile getiryordu. ” Hiç korkma o bileği devirecek güç var sende. Kendine güven. Devireceksin. Devirdiğin anda da Milli Takımdasın…” Sonunda bu bileği devirecektir şampiyon. Türkiye şampiyonu olarak Milli Takımdadır artık.
..
Milletin değeriyle bu kadarda oynanmaz,
Kardeşini dinlemeyen asla birgün uslanmaz.
Bizdeki yürekler bunlarla hiç paslanmaz,
Özgürlük dileğinse git avrupa senindir.
Baktım herşey ortada dedim bu ne rezillik,
Afedersin diyeceğim bunlar ne kepazelik,
..