Çanakkale’nin Ecabat İlçesi ile başladı bu kısa ama kutlu yolculuğum… İçimde bir garip hüzün, burası sevgililerin diyarı.. Arıyor gözlerim onları. Onlar ki Çanakkale’nin ab-ı hayat sunan toprağında saklı. Çanakkale bir kutlu şehir… Etekleri Asya ve Avrupa’ya savrulmuş.65 kmlik boyuyla adeta bir selviyi andıran, çıkan orman yangınlarına inat hala yeşil gözlü kalan ve ötesine birleşiyor Ege ile Marmara iki sevgili heyecanıyla dalgalanan… Yukarıdan bakınca daha bir coşkun akıyor suları Marmara’nın, Çanakkale mi susamış; yoksa bağrındaki atalarım mı? Bu şehirde cesaret kaplıyor içini insanın. Bu topraklar benim demek geliyor içimden, bu topraklar atalarımın! Kilit Bahir köyüne doğru yol alıyoruz. Burası boğazın en dar yeri. İstanbul’u Ceneviz ve Venediklilerden korumak için iç içe girmiş iki kale dikilmiş. Sevgiyi, gücü temsil eden ve hatta kalbi andıran bir çift kale. Her adımda başka bir dünya. Evet binlerce dünya tek bir şehirde. Ötesinde Kaşıkçı Dede’nin kabri çıkıyor karşımıza Ne mübarek bir zatmış Kaşıkçı Dede. Bir testi suyla sulamış bütün alayı, menkıbelerde adı geçermiş bir de. Ölmemiş o, bakmayın yeşillerle bezeli kabrine.
Dar sokaklardan geçiyoruz… Solumuzda bir kale daha, iç içe 7 katlı bir abide adeta. Dışındaki avlu yonca yaprağı şeklinde. O kadar muazzam ki duvarları merdiven işlevinde. Biraz ileride Namazgah Tabyası… Buralar Mehmet’lerimizin mekanıymış bir zamanlar ve bir de kır atların.. Yerin içinde bir dünya gibi Namazgah… Bir ölmek için çıkılabilir yukarıya… Seyit Onbaşı’nın anıtına doğru ilerliyoruz. Garip bir havası var buranın. Adeta büyülüyor sehhar bakışlarıyla insanı. Belki de ilk gelişim sebebiyle olmalı… İçimden yazmak geliyor her şeyi. Her köşede bilinçli bilinçsiz insan kalabalığını. Maviyi, yeşili, kahverengiyi tüm renkleriyle Çanakkale’yi. Seyit Onbaşı’nın anıtının üst tarafında Mecidiye Tabyası var. Şimdi savaş meydanına gitme vaktidir. Kuin Elizabet Gemi’si bir yara alıyor. Bizden bir ses yükseliyor “Tekbiiiiirr! ! ! ! ! ” O öfkeyle Mecidiye Tabyası’na ateş yağdırıyor kafir! Yerle bir dağ taş. Canlı cansız! Cephe damsız… Yıkıntının altında yıkılmamış bir yürekle bir baş: Seyit Onbaşı! Başında Ali asker kurtarıcı. Bakıyor, çaresizlik sarmalamış tabyayı. Barınamaz çaresizlik tekbirle bir! Haydi Seyit çek besmeleyi ve cihada gir. Bir hamleyle kalkıyor, top ateşleyecek; topu kaldıramıyor ateşleyici. Bir tekbir daha çekiyor imanla yürekten. Ali Asker’e dayan diyor sırtlayayım topu. Zahirde artık iman ve Seyit Onbaşı’nın sırtında 275 kilogram. İlk atışta denk düşmüyor top.Haydi bir daha sırtlan Seyit Onbaşı. İçinci atışta vuruyor gemisini kafirin. Sendeleyen gemi mayınlara çarpıyor ve gömülüyor durgun sularına denizimin… Bir ödül vermek gerek diyorlar sana Seyit; iste altın, para, pul, mal, rütbe… İstemem diyor, vatanım kurtulsun, kafir kovulsun yeter! Sonunda razı ediyorlar bir ödül almaya. Peki diyor bir somun ekmekle aç kalıyordum, iki somun ekmek verseniz yeter. Veriyorlar… Herkes tek somunu bitirmiş ona bakıyor. O ise somununu parça parça edip can dostlarına sunuyor. Ve dir daha iki somun ekmek almıyor! Seyit Onbaşı’yı dua ve onurla anıp ilerliyoruz.
Bir yokuş çıkıyoruz etraf yemyeşil.. Burası insanın aklına en güzel anılarını getirecek cennet misali bir şehir.. Çanakkale… İlk bakışmamız bu ilk yürek atışmalarımız seninle. O elif gibi dosdoğru, bense binlerce genç gibi kamburlu. Yine de kan çekiyor.. Öyle ya ayaklarım atalarımın kanıyla beslenen bir toprağa basıyor! İleride bir ağaç topluluğu çarpıyor gözüme. Dua eden bir eli andırıyor uzaktan. Nasıl muazzam bir şehir ki, her kareye bir mana yüklemek istiyor insan.. Anlatacak çok şey var. Her köşe başında bir jandarma. Onları görünce aklıma takılan bir soru var: Koruyuculuğunu yaptıkları yiğitler kadar, sorsam kararlı ve imanlı mıdırlar? Ötede bir şehitlik ve önünde birkaç jandarma. Hastaneymiş burası bir zamanlar… Mal, can, namus, vatan kayarken ellerinden göğsünü siper etmiş Türk askeri. Böylece şehitlik haline gelmiş Çanakkale’min hastaneleri..
Birinin adı Mehmet, Kınalı Mehmet; Namıdeğer İsmail. Bir diğeri Ali, kursağında kalmış Zeynep’inin hayali! Bir öteki Osman, bu anasından ilk ayrılığı daha yirmisine basmadan… Onlar tarih yazdılar, kendi yazgılarının mezarına! Ve bizler bu anlamlı cümle içindeki belirtisiz nesneler gibi okuyoruz mezar taşlarını, anıyoruz o anılası adlarını….
..
Onları genelde İglolar içinde yaşayan, Ren geyiklerinin ya da kutup köpeklerinin çektiği binen, ellerinde mızrakları ile fok ya da balina avlayan, fok yada balina yağını yakıt olarak kullanan, balina kemiklerini iğneden çadıra kadar akla gelebilecek her alanda kullanan, kürklü giysileri olan, balık kokan, çekik gözlü insanlar olarak biliriz.
Hatta kimi fıkralarda uyanık pazarlamacıların onlara buzdolabı satmaya uğraşmaları ile de mizahi bir biçimde anılan bir halk.
Beyazların dilinde Eskimo yani “çiğ et yiyen” anlamında kullanılan bu sözcüğün gerçeklikle ilgisi mevcut değil. Çünkü bu da yerli halklar ile ilgili beyazların uydurduğu, ve kendi sömürgeciliklerini haklı çıkarmak için uydurulmuş bir küçümseme edası.
Gerçekte onlar kendilerini İnuit ya da Yupik olarak adlandırıyorlar. İlk “kişi” demek, diğeri ise “gerçek kişi”. Muhtemelen Algonikin kabilesinin dilinde bu halkın kendilerinden olmadığını, farklılıklarını ifade etmek için kullandığı bir söz olsa gerek bu. Çünkü Algonikin dilinde kullanılan ve eskimoya yakın olan bir sözcük “farklı dilde konuşan kişi” anlamına geliyor.
..
Dünü yaşadım, Bir at sırtında Orta Asya da,
Medeniyetle nikahımı kıydım, tarihin ilk sayfasına.
Kargı tuttum, cirit attım oynadım.
Gün geldi, bu bozkıra sığmadım.
Dalga dalga ayrılırken bu yurttan,
..
Öyle bir kabus ki uyanamazsın.
Hapsolmuş benliğin, hüsran zindanlarına
Hani başını ordan oraya vurasın gelir ya....
Nefesin kesilir,gözlerin dalar ya....
Beyninde çakan şimşekler gibi.
Göğsüne bir sancı iner
Haykırışların olur yanaklarındaki ılık damlalar.
..
İstanbul benim adım,
Şarkılara beste,şairlere ilhamım,
Dünya kurulduğundan beri.
İşler nakkaşlar bir mücevher gibi.
Karşılıklı sahillerim telli duvaklı.
İç çeker gören, bu gelin benim olmalı.
Kimi çeker resmimi, kimi çizer cismimi.
..
Ne güzel yakışmış inci gerdanlık
Boğaza kurulan çifte köprüler
Masmavi denize olmuşlar aşık
Boğaza kurulan güzel köprüler
Asya Avrupa'ya açmış kolunu
Görmeye layıktır çevre yolunu
..
1453 Nisan ayı
Sancılarım arttı,
Lakin
Doğum çok yakın değil.
Ve bir o kadar da zahmetli olacak.
Ve bir kez daha Taçlanacağım,
Son üç bin yıldır olduğu gibi.
..
BONCUKLAR
.... Köylü kızların tek süsü mavi boncuklar,
.
Törelerimizde, sallanırdı her rüzgarda,
Kınalı saçların, uçlarında bir boncuk
Her derde deva gibi, takardık her köşeye
..
Acı tütünler bastım asırlık yarama
seher vakti başladı benim yolculuğum
Süt annem; maraştır, isfehandır, buhara
Asya, Afrikanın büyüttüğü çocuğum
Acı tütünler bastım asırlık yarama
..
Dur nere gidersin anlamdan dinlemeden
Beni yalnızlıklara mı bırakacaksın
Kim anlayacak hallerimi kim
Şu sokak bizi tanır bilmez misin?
Nasıl atacaksın adımlarını
Titremeyecek mi parmak uçların
Elinde avuçlarımın teri var
..
Malatya ovası yemyeşil halı
Tutmuş kayısısını eyilmiş dalı
Tadına bakarsan arının balı
Bizim mişmişinde güzel tadıvar
Mart Nisan zamanı çiçek ayları
Temmuzda dolar islim damları
..
Ah çekip, susar ruhum kıraç yine
Harf çizip, yazar elim sinesine
Titrer yüreğim, mâl etme kendine
Cennet! . Cehennem! . Yol Araf içine...
Vur hançeri elif bilmez nefsine
Kûn üfürülmüş Adem bedenine
..
TÜRKÜM BEN
Asya da altay da
Ergenekonda manas da
Dağı delen de
Çin’e settini yaptıran da
Türküm ben
..
BİR KENTİN DOĞUŞU BİR ADAMIN BATIŞI !
Nicomedia...
Kurucusu olduğu şehir ülkesine... adını veren kral !
Nicomedia... tarihi boyunca dünyanın en büyük ticari kenti...
En büyük ikinci liman kenti ve dünyanın ilk metropol şehri olmayı başarmış kent...
Nicomedia... kurucusundan başka seveni ve sahipleneni olmamış...kent !
..
OKU
Hepimizce malumdur ki mensubu olmakla hamdetme makamında olduğumuz Yüce dinimiz İslamiyet “OKU” emriyle başlamıştır. Başka hiçbir dinin kutsal kitabında böyle bir başlangıç yoktur. Bu ilahi emirle başlayan, ilme bu denli önem veren ve gerektiğinde ilim için Çin’e kadar gidilmesi gerektiğini emreden bir inanç merkezinde olan bizlerin, bu ilk emirle, okumakla ülfetimiz acaba ne ölçüde?
İslam medeniyeti bir kitap medeniyetidir. Eski el yazma kitapların bir çoğunda bazı kelimeler okunamaz derecede silinmiş veya mürekkebinin dağılıp gitmiş olduğu görülür. Kitap alimi, ayaklı kütüphane Üstad Dursun Gürlek bunun sebebini, ilim ehli insanların okurken gözlerinden süzülen yaşlara bağlar. Osman Gazi’nin, Şeyh Edebalı’ nın evinde misafirken odada bulunan Kur’an-ı Kerim`e hürmeten sabaha kadar uyumamasının sebebi de ait olduğu gelenek ve medeniyettendir.
İnsan ölür eseri kalır. Günümüze gelene kadar nice insanlar bizim için binlerce eser kaleme almış ve bu dünyadan ebedi aleme göç etmiş. İhtiyaç duyulduğunda içindeki bilgileri seve seve bize öğretmek için, nice kıymetli zamanlar, uykular, yarenlikler, sıhhatler ve ömürler feda edilerek hazırlanan ve her biri eşsiz hazine değerinde olan bu kitapları okumuyoruz. Okusak da maalesef anlamıyoruz. Bırakın kitabı, 10-15 sayfalık günlük bir gazeteyi iki-üç dakikada bitirebilen hızlı! İnsanlarımızın sayıları ise oldukça kahredici bir çoğunlukta.
..
Onlar
Alaca höyükden çıkarılmış
altın yontuları gibi
sapsarıydılar.
1.
Dağdan
leçekleriyle inerlendi kente
..
Şanı büyük Fatih Sultan Mehmet’ten
Kutsal emanetsin bize İstanbul
Her yerin bir parça sanki cennetten
Gerek var mı başka söze İstanbul
Gözdesi olmuşsun koca dünyanın
Avrupa bir yanın Asya bir yanın
..
Nerede doğmuştum, neidim, neoldum?
Eski yıllarıma ben beni sordum
Var güçle calışıp boşuna koştum
Zikirsiz yıllarım, günahkar kulum
Allah'ım! el açtım kâbene durdum
Tevekkül edeli huzurla doldum
..
gün: çatlaklardan sızan kan kıvamındaydı ellerimde
gece: kendini örten edepsiz bir cinayet
iklim değişti şimdi
asya usulü yağmurlar tünedi çatılarıma
..