Kaderden bir yazı ki; silemez cümle alem,
Siyah üstüne siyah... Nasıl yazdıysa kalem!
Bilir misin sevgili; öksüz yazarlar beni
Feryadımın şerhini sayfaya işlemeden.
Hızı insafa gelse, yönü nazarlar beni
Bahtıma deli rüzgâr koptu keşişlemeden!
Âlâyiş-i dünyâdan el çekmege niyyet var
Yakında adem dirler bir şehre azîmet var
Uçdı bu fezâlardan mürg-ı dil-i nâlânım
Ârâm idemez oldum efkâr-ı seyâhat var
Devamını Oku
Yakında adem dirler bir şehre azîmet var
Uçdı bu fezâlardan mürg-ı dil-i nâlânım
Ârâm idemez oldum efkâr-ı seyâhat var
Buraya yakışacak bir yorum buraya sığmaz...
Tebriklerle ayrılmak en iyisi.
Tabi, bu engin yüreği de bir kez daha selamlayarak...
Irfan Bey:
Siirinizin bir cogunu bir dostun sayesine okudum.Gercekten ozentyle itina ile yazimlar gonullerde ki yerini her zaman almaktdur:ve alacaktida.
Sizi cani gonulden kutlar basarilarinizin devamli olmasini temenni eder saygilarimi sunari. Selam Ustadim....
Sevgili abim,
Kaleminiz her zaman en güzel eserleri yazdı. Zevkle okuduk. Nasıl yorum yapacağımızı bilemedik. Yine bir şaheserle döndünüz.
Zernişanı imrenerek takip ediyorum. İlk bölümlerini okuduktan sonra yeni bölümlerini sabırsızlıkla bekledim. Gelen her bölüm bir öncekisinden daha etkili ve daha merak uyandırır oldu.
Engellerle karşılaşan aşk efsanelere konu olur derler ya işte efsnaneyi bu sayfada görüyorum.
Efsane şiir...
Kaderden bir yazı ki; silemez cümle alem,
Siyah üstüne siyah... Nasıl yazdıysa kalem!
Bilir misin sevgili; öksüz yazarlar beni
Feryadımın şerhini sayfaya işlemeden.
Hızı insafa gelse, yönü nazarlar beni
Bahtıma deli rüzgâr koptu keşişlemeden!
Umutlarım savrulmuş yedi ayrı iklime;
Günüm, çölde serabın peşinde sürüklenir,
Gecem, her iki kutbun ayazını yüklenir!
Henüz ilk mısralarında gönül duygu denizine düşüyor.
Bu şiirin üzerimde öyle bir büyüsü var ki anlatamam.
Tebrik eder saygıyla ellerinizden öperim.
Hayranlıkla takip ettiğim kaleme sevgi ve saygılarımla...
Kaderden bir yazı ki; silemez cümle alem,
Siyah üstüne siyah... Nasıl yazdıysa kalem!
Hafızalarda yer edecek güce ve güzelliğe sahip eserinizi gönülden kutlarım.
Takdir,selam ve saygılarımla.
Veda kelimesi bile kan damlatır yüreğimden.
Şiiri okurken nedense derin bir yalnızlık duydum.
belki de:
Bilir misin sevgili; öksüz yazarlar beni
mısrasından...
Şiir çok etkiledi beni.
İrfan Bey,
Dört yıl önce sayfanızdan özel arşivime şu şiirinizi almıştım:
Endülüs Melekleri
Annelerin destanı.
Sicim gibi yağmurla gözlerin bulutlandı,
Yanağından süzüldü inciler tane tane,
Bir milyon kitap yandı, hangi zafer(!) kutlandı?
Bin dört yüz doksan yedi... Tarihlere bak anne!
Seni böyle ağlatıp, yüreğini yakan ne? ...
El-Hamra Sarayı'ndan, yükselen feryat ile,
Endülüs tarihlere acı bir sayfa ekler.
Gözü yaşlı annenin, nedir çektiği çile?
Güllerin kucağında vurulan kelebekler!
Zulme seyirci kalan insanlık neyi bekler?
Vandal ruhu hortlamış, yakıp yıkıyor gene.
Eli kınalı gelin! Yok ki kaçacak yerin.
Üç tarafın deryadır, bir tarafın Prene...
Dilinden dua düşmez, derdin ummandan derin.
Çile, gözyaşı ve kan, bu mu senin kaderin?
Geçmişten geleceğe akıp giden zamanda,
Endülüs Melekleri, bir rüyaydı gördüğüm.
Zil, şal ve gülden önce, akla geldiğin anda,
Sevgili annelere hecelerle ördüğüm,
Destanınız yazılsa çözülür mü kördüğüm?
İnsanlık tarihinde Endülüs ilk değildi,
Son da olmadı elbet, geldiğimiz güne dek.
Yavrun yaşasın diye kaç kez başın eğildi?
Elinde karakalem, kaç ferman yazdı felek?
Halbuki sen nelere, nasıl katlandın melek?
Leke düşmez şanına! Gece uykunda bile,
Dokuz ay yük taşıdın, görmeden baharını.
Gizlenmiş umutların varamazken menzile,
Feda ettin geçmişi, bugünü ve yarını.
Çekmeyen bilemez ki, doğum sancılarını!
İlâhi adaletten, Cennet sana hediye...
Nurdan ruhanî varlık, sanma ki senden üstün!
Kutsal emanet olan yavrun büyüsün diye,
Günler ve gecelerin uykusuz geçti bütün,
Gülden nazik bedene, hayat verirken sütün.
Ateşlense bebeğin arşa gider adağın.
Ağıt düşer diline, yürekleri dağlayan!
Alev almış tenine, değdikçe gül dudağın,
Sanki yeniden doğar hastalanmış ağlayan,
Bebeğin alnındaki elin billûr çağlayan! ...
Nakşedilmiş heceler, senin kader yazında,
''Uykusuz kalsın! '' demiş, görünmeyen bu nakış.
Uzun kış geceleri, zemheri ayazında,
Sımsıcak kucağınla, sevgi dolu bir bakış,
Isıtırken yavrunu, yaza döndü karakış.
Nice yıllar yapıştı sefaletin pençesi,
Yoksulluk günlerinde, sanki hayattan bıktın.
Umudun yakarışa ses vermezken nefesi,
''Yavruma ne yedirsem? '' diyerek sen ayıktın.
Bilir misin sen melek, sen nelere layıktın?
Elmasın şahı gelse yıldız konsa tacına,
''Sönük kaldım! '' diyerek gizli bir hüzün duyar.
Kızıl Deniz incisi dağ olsa yamacına.
Sana layık olan gül, aransa diyar diyar;
İrem Bağı'nın gülü, elindeyse bahtiyar...
Layık olur mu sence, Hicaz tepelerine,
Saray kurulsa sana; inci mercan işiyle,
Altın kuşak işlense kubbenin her yerine,
Ay ışığı altında Güneş'e gidişiyle,
Mavi damarlı mermer, yakut ve fildişiyle!
Evrende peçelenmiş Ülker'in yedi kızı,
Nedime inse sana, ilâhî ahenginden.
Burç altında çift duran güneyin Akyıldız'ı,
Kandil olsa gecene, safir zümrüt renginden,
Nur yağdırsa simana, süzülerek enginden.
Retinaya ilk düşen, akla yerleşen yüzün,
Bir ömür zihinlerden silinmiyormuş meğer.
''Bayram eder! dediler, sona erecek hüzün! ''
Peri kızın mirası, paha biçilmez değer,
Sebâ'nın yakut tahtı sana sunulsa eğer!
İhtişamlı El-Hamra gülleri büyü ile,
Ayağına serilse yüreğini kanatır!
Bir zümrüdüankanın efsunlu tüyü ile,
Bir ceylan derisinde sırmalansa her satır,
Ey melek! Hangi destan, seni nasıl anlatır?
Nasıl anlatır seni, ''Anne! '' derken yanan dil?
Şafakların tülünden perdelenmiş simanı.
Güneş doğarken bile gökte yanan tek kandil,
Venüs'ün semadaki benzersiz enfes tanı,
Seni anlatamıyor, meleklerin destanı...
Destanlar yanık anne, Nemrudî ateş düştü.
Yangınlar hiç sönmedi su taşırken ebabil.
Zalimlerin hışımı, masumlara üşüştü.
Çoktan yerle bir oldu, dehşetine mukabil,
Nemli zindanlarıyla, kızıl kuleli Babil...
Endülüs melekleri, bugün bile ağlıyor.
Zulüm sayfalarından, ders almayan insanlık,
Ne oldu ki ufuklar gene zulmet sağlıyor?
Mahşerin melekleri yere inse bir anlık.
Annelerin şafağı, neden hâlâ karanlık?
Sayısız güneş düştü kara toprak bağrına.
Tomurcuk güller soldu, göremeden baharı.
Sağır sultan duymuşken, dünya suskun çağrına.
Hiç kimse anlamadı ruhundaki hasarı.
Acem kehribarından, gül yüzler daha sarı...
Terlemekle donuyor; bir yanıp, bir üşüyor!
Nur semavi bedenler kapan doyumsuz ağa,
Kaderinden habersiz anlamadan düşüyor,
Barışın melekleri, birer birer tuzağa!
Dönüş hayali uçmuş, yıldızlardan uzağa.
Acılı tarihlerde, sayfa kanla yazılmış.
Bin bir ağıt yakıldı, giden dönmüyor geri.
Kara humma pusuda, siper derin kazılmış.
Yemen mi daha öte, Fîzan mı daha beri?
Düştüğü yeri yakar, her ayrılık haberi!
Ne bir mektubu geldi, ne giden geri döndü;
Savaşın pençeleri, teslim aldıkça çağı.
İki günlük gelinler, tüten ocaklar söndü!
Alev alev yandıkça dünyanın dört bucağı,
Sevgili annelerin boş kaldıkça kucağı!
Istırabın, gözyaşın... Ne diner, ne yavaşlar.
Kimi zaman Balkanlar, kimi zaman Yemen'di,
Gidip de dönülmeyen, genç can yutan savaşlar;
Yavruların boynuna doladıkça kemendi,
Arşa yükselen feryat: Senin ''Yavrum! ... '' demendi.
...
''Gizli ithaf nakşeden kalemin sussun şair,
Boynu bükük mısrada hece yas bağlamasın!
Neyi anlatabildin benim çileme dair? ...
Uzak dursun savaşlar, nefreti sağlamasın.
Adil bir dünya kurun... Anneler ağlamasın! ''
Açıklamalar:
Endülüs İslâm Devletleri:
M.S. 711 yılında Afrika'dan kendi adını verdiği Cebel-i Tarık Boğazı'ndan 7000 askeri ile Avrupaya geçen ve geri dönmemek için geçtikten sonra kendi gemilerini yakan, Arap komutan Tarık Bin Ziyad, İber Yarımadası'na ayak bastığında; ortaçağ karanlığına gömülmüş Avrupa'ya medeniyet ışığını da beraberinde getirdiğini, hiçbir Avrupalı tahmin edemezdi. Tıpkı, ticaret gemisi sandıkları gemilerle gelen bu tüccar kılıklı insanların, aslında birer asker olduklarını, kendi gemilerini niçin yaktıklarını anlayamadıkları gibi...
O dönemde İspanya kuzeyden gelen aslında barbar bir kavim olan Vizigotlar'ın yönetimi altındaydı. Kral Rodriguez, gökten inmeyen, yerden çıkmayan, nereden geldiklerini anlayamadığı bu askerleri İspanya'dan çıkarmak için, sayıları doksan bin kişiyi aşan bir ordu hazırladı. Üstelik kuvvetlerinin büyük bir kısmı da zırhlıydı. Tarık Bin Ziyad sayısı altı bine inen birliğine Fas'tan takviye kuvvet istedi ise de, Musa Bin Nusayr ancak beş bin kişilik bir kuvvet gönderebildi.
19 Temmuz 711 yılında başlayan, tam bir hafta gece gündüz süren ve her iki ordunun da ağır kayıplar verdiği savaştan sonra; altın taht üzerinde geldiği savaş meydanında hayatını kaybeden kral Rodriguez'in kuvvetleri kesin bir yenilgiye uğratıldı.
Kendi kuvvetlerinden dokuz kat daha büyük bir orduyu yenilgiye uğratan muzaffer kumandanın, savaşı kazanmasındaki en büyük pay ise; savaş başlamadan hemen önce askerlerine söylediği şu sözlerine aittir..
''Hepinizin önünde ben olacağım! Hepimiz aynı kaderi paylaşacağız. Önünüzde düşman, arkanızda deniz... Zaferden başka selamet yolu yoktur! ''
Kısa sürede İspanya'yı baştan başa fetheden muzaffer komutanı ancak Prene Dağları durdurabildi. O dönemde Prene Dağları'nı aşabilmeleri mümkün olabilseydi; Fransa'dan başlayarak bütün Avrupa'nın Müslümanların eline geçmesi işten bile değildi. İspanya'da Endülüs Emevileri'nin hakimiyeti çeşitli dönemlerle birlikte sekiz yüzyıl kadar sürdü.
Valiler Dönemi (715-756) olarak adlandırılan dönemden sonra, (756 - 1031) yılları arası Endülüs Emevileri'nin altın çağı oldu, Avrupanın en güçlü devleti olarak tarihe geçtiler.
1031 yılındaki iç karışıklıklar sebebiyle Emevi Devleti yıkılınca, Endülüs siyasi olarak bir bölünme sürecine girdi. Bu süreçte hemen her şehir, bağımsız devletçiklere dönüştüler. Tavaif-i Mülük 'Küçük Sultanlıklar' Dönemi olarak adlandırılan bu dönem 1090 yılına kadar devam etti.
Bu tarihten sonra Endülüs'ün idaresi 1228 yılına kadar, yine Kuzey Afrika'dan gelen Muvahhidler tarafından üstlenildi.
Beni Ahmer Devleti (Gırnata Emirliği 1232 -1492) Muvahhidler idaresinin 1228 de yıkılması üzerine Hıristiyan İspanya Endülüs toprakları üzerinde hızlı bir işgal hareketi başlattı. Kendilerini savunacak gücü kaybeden Endülüslüler güneydeki Gırnata, Malaga, ve Meriyye dışındaki toprakları kaybettiler. 1231 yılında Nasriler sülalesi elde kalan bu topraklarda bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu küçük Gırnata sultanlığı, yürüttüğü siyaset sayesinde iki buçuk asır ayakta kalabilmeyi başardı. Gerek İslam gerekse dünya mimarisinin en gözde eserlerinden biri olan Elhamra Sarayı bu döneme aittir.
Üzerine güneşin son ışıkları düşerken aldığı 'nar' renginden ismini alan El-Hamra Sarayı; Günümüzde eğitim düzeyi ne olursa olsun görenleri büyüleyen Endülüs şaheseridir.
1490 senesinde Hıristiyan orduları tarafından kuşatılan Gırnata (Granada) 1492 de yapılan bir anlaşma ile Müslümanların dini ve medeni hakları garanti altına alınması şartı ile teslim oldu. Böylece, İspanya'da sekiz asırdır devam eden İslam hakimiyeti son bulmuş oldu.
Gırnata sultanlığının yıkılmasıyla beraber İspanya'da Hıristiyan hakimiyetinde çok sayıda Müslüman kalmıştı. 1497 senesinde Katolik kral Ferdinand ve kraliçe İzabella, yaptıkları anlaşmayı hiçe sayarak kalan Müslümanların zorla Hıristiyanlaştırılmasına karar verdiler. Müslümanlar kapalı mekanlara doldurularak üzerlerine vaftiz suyu serpilip artık Hıristiyan oldukları ilan edildi. Kur'an' ı Kerim ve diğer arapça eserler toplatıldı, kütüphaneler boşaltıldı. Avrupa'yı ortaçağ karanlığından, rönesans ve reform hareketlerine taşıyan Endülüs ışığının geride bıraktığı sayısı bir milyon aşan kitaptan kurtulabilen otuz kitabın haricinde bütün kitaplar bu yağmada yakıldı. Öyle ki, asırlar sonrası, Fransız Fizikçi P. Curie: ''Endülüs'ten bize otuz kitap kaldı, atomu parçalayabildik. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kalmış olsaydı, çoktan uzayda galaksiler arasında geziyor olurduk', diyerek hıristiyanlar adına hayıflanacaktır.
Geleneksel kıyafetleri yasaklanan Endülüslülerin, çocuklarına Arapça öğretilmesi yasaklandı. Camiler kiliseye çevrildi. Aksi davrananlar Engizisyon'a sevkedildi. Kimi İspanyol kaynaklarına göre Engizisyon, müslümanlar için üç binin üzerinde ağır ölüm kararı verdi.
Meydanlarda gururla koşturdukları Endülüs'ün şahin duruşlu arap atları ve gülleri haricindeki herşey bu kıyımdan nasibini aldı.Oysa Avrupa kıtası ve özellikle İspanya, Tarık Bin Ziyad'a çok şey borçludur: Avrupa, ortaçağ karanlığına son veren Rönesans ve reform hareketlerini başlatan medeniyet ışığını; İspanya da, barbar kral Vizigot Rodriguez'in zülmünden kurtuluşunu ve en önemlisi günümüzde Dünya'da turizmden en büyük payı alan ülkelerden birisi konumunda olmasını borçludur. Çünkü: İsbiliye'deki (Sevilla) Alkazar Sarayı, Kurtuba'daki (Cordoba) Ulu Cami ve Gırnata'daki(Granada) El-Hamra sarayı, İspanya'da en çok turist çeken yerlerdir ve burada adı geçmeyen yüzlerce eser ile birlikte kendilerine Endülüs'ten kalan mirastır.
Soykırımdan geçirilen müslüman babalardan sonra özellikle erkek çocuklar hedef alınmıştı. Canı pahasına oğullarını kurtarmaya çalışan pek çok anne de bu uğurda oğulları ile birlikte aynı kaderi paylaşarak, hayatını kaybetti.
Vandal:Eski kültür ve sanat anıtlarını yakıp yıkan, bunların değerini bilmeyen kimse veya halk.
Prene Dağları:Üç tarafı denizle çevrili İber Yarımadası'nın kuzeyinde bulunan ve İspanya'yı, Fransa'dan ayıran sıradağlar dizisi
Zil, şal ve gül:
Endülüs söz konusu olunca akla öncelikle pek çok Şair ve şiire konu olan: zil, şal ve gül gelirdi.
Elmasın şahı gelse yıldız konsa tacına,
...
Kuh-i Nur (=Koh-i-Nur diamond) :Yukarıda resmi görülen, Dünyanın en büyük elması olarak bilinen 191 karatlık Işık Dağı ya da Kuh-i Nur adıyla tanınan elmas Hindistan'da bulunmuştur ve bugün, İngiltere Krallık Hazinesi'ndedir. Topkapı Müzesindeki, 86 karatlık Kaşıkçı Elması, dünyanın en büyük ve en değerli elmasları arasında 22. sırayı almaktadır.
Ay ışığı altında Güneş'e gidişiyle,
Mavi damarlı mermer, yakut ve fildişiyle! Dünyada, Ay ışığı altında Ay'dan daha parlak görülen tek yapı: Taç Mahal'dir... Taç Mahal bu özelliğini anıtın yapımda kullanılan nadide bir mermer çeşidi olan, ince mavi damarlı mermerine borçludur. Yukarıda ersmi görülen Tac Mahal, Hindistan'da, Timuroğulları hanedanının 5. hükümdarı Şah Cihan (1593-1666) tarafından, o zamanki imparatorluğun başkenti olan Hindistan'ın Agra şehrinde, Jumna Nehri'nin kıyısında, genç yaşta vefat eden eşi Ercümend Banu'nun (Mümtaz Banu) hatırasına yaptırılmıştır.
Ülker'in Yedi Kızı:Bilimsel Adı: M45 Pleiades olan Dünya'dan 400 ışık yılı uzaklığındaki yıldız kümesidir. Yedi Kızkardeşler veya Süreyya Takımyıldızı olarak da bilinir. Güzelliği ile pek çok şair ve şiire esin kaynağı olmustur. Mitolojide ATLAS'in kızları olarak bilinir. Gök çizimi haritaları ve temsili resimlerde Boğa (=Taurus) Takımyıldızında, boğanın omuz kısmında resmedilir.
Çıplak gözle ancak altısı (yedincisi çok zor) farkedilen Ülker yıldız topluluğunun aslında Yüzden fazla yıldızı vardır ve bu yıldızların hepsi de çok genç yıldızlardır ülker kümesinin yaşı 60 Milyon Yıl olarak astrofizikçiler tarafından hesaplanmıştır. Bulundukları yer uzayın tozlu bir alanı olduğundan teleskoplarla uzun pozlu alınan görüntülerde, Ülker kümesinin etrafında çok güzel bir mavi alan görülür. Buna MAVİ PEÇE denir. Yukarıdaki resim, uzun süreli pozla teleskopla alınmış Ülker takım yıldızının güzel görüntüsüdür.
Akyıldız (Sirius) :Güney gök küresisinde bütün kış mevsimi boyunca görünür. Yazın görünmez. Gökyüzünün en parlak yıldızıdır. Aslında bir yıldız çiftidir. Dünya'dan çıplak gözle bakıldığında, ard arda iki yıldız, tek bir yıldızmış gibi görünür. Yıldız çiftinin ışıkları birbirine karışmış olarak Dünya'ya ulaştığından; Olağanüstü parlak ve ışık tayfının bütün renklerinin hızla değiştiği adeta bir pırlanta gibi görünür. Özellikle açık mavi ve açık yeşil tonlardan kırmızının tonlarına geçişi ve titrşimleri o kadar güzeldir ki, meraklılari bulutsuz gecelerde, Sirius'u seyretmeyi; kışın gecenin soğuğuna ragmen göze alırlar! Sirius yani Akyıldız, gök haritalarının resimli çizimlerinde, Orion takımyıldızının hemen dibinde Canis Major takımyıldızının göğüs kısmında temsil edilir.
Aşağıdaki resimde Mısır piramidleri üzerinde Arapların El-Cabbar adını verdikleri Orion Takımyıldızı görülmektedir. En öndeki büyük piramidin tepesinde görülen yıldız:, şiirde adı geçen Akyıldız'dır.
Retina:Gözün görmeyi sağlayan en arkadaki sinir tabakasıdır.
Seba'nın yakut tahtı: Seba Melikesi Belkıs efsanesinde adı geçen, bir peri olan Belkısın Annesi'nin, yakut tahtı.
Venüs (Çobanyıldızı, Çulpan, Zühre) :Bütün yıldız ve gezegenler arasında, Güneş doğduktan sonra bile görülebilen tek gökcismi olup, Güneşe en yakın ikinci gezegendir.
O ZAMAN KENDİ KENDİME DEMİŞTİM Kİ: BU ŞAİR ÖMRÜNDE YAZABİLECEĞİ EN GÜZEL ŞİİRİ YAZMIŞ. ARTIK BUNDAN SONRA ŞİİRE VEDA EDER. YANILMIŞIM EFENDİM.
BU ŞİİRİNİZDE BENİM GÖRDÜĞÜM: KALEM DAHA DA USTLAŞMIŞ. BİR KEZ DAHA KENDİNİ AŞMIŞ.
KALBİ ŞÜKRANLARIMLA TEBRİK EDİYORUM EFENDİM
SEVGİ VE SAYGILARMIN KABULÜNÜ İSTİRHAM EDERREK...
Okudukça okuyası geliyor insanın. Manzumesi ile bütünleşmiş nesir. Bu birliktelikten midir şiiri bu kadar güzel gösteren? Bu uyum mudur ki romanını şiir diliyle yazdıran? Bir sanat eseri okumanın mutluluğunu yaşamak. Yudum yudum şiire kanarken, fırtınalı bir aşkla savrulmak.
ŞİİRDİ.
ROMANDI.
ve de:
ÇOK GÜZELDİ.
Keşke bu şiire yorum yapacak kadar edebiyat bilgim olsaydı. Şiirin hikayesini de okudum.
Çok beğendim efendim.
Yeğenimin şiirine çok güzel bir yorum yapmışsınız.
Müteşekkir kaldık efendim.
Okuduğum şiire inanamıyorum. Harikulade bir şiir.
Tebrikler şair.
mükemmel üstü bir eser olmuş....çok büyük begeni ile okudum ayrıca çok da akıcıydı....ben yazan çok değerli kalemi yürekten kutluyorum....10 değil benden 100 puan gelsin....selam ve saygılarımla.........
Bu şiir ile ilgili 258 tane yorum bulunmakta