Kadın pamukçular gibi dağılmış bahar bulutlarının oyunlarıyla ve tabiatta nadir bulunan mavi bir çiçek hayaliyle geçmişinde kayboluyor. Geleceğin umudu besleyen ve aynı anda kıran oklarından kurtulmuş. Zamanın tozundan arınmış billur bir su gibi akıyor zihni. Kucağındaki kitabın kahramanlarının iç seslerini dinliyor. Yeşil kadife bir kumaş misali önünde uzanan çimlerde yürüyen kara kedinin çağla gözleriyle karşılaşınca ürperiyor. Varlığını ancak başka bir varlıkla hatırlayabilecek kadar yorgun. Sırtını kunt bir ağaca yaslayıp ona bahşedilen “hediye paketlerini” açmaya korkuşunu anlamaya çalışıyor. İçindekilerin beklentilerine yeterince cevap verememesinden ürküyor belki. Rüzgâr, salkımsöğütlerin sarkıttığı saçları okşarken o sevgisini ancak “yaratmanın” önlenemez çekiciliğiyle ifade edebilenlerin koyu yalnızlığını, kalbinin onlara yakın durmasındaki hikmeti düşünüyor. Morsalkım yağmurlarıyla yıkanan toprak ona puslu bir rüyada hikâyeler anlatan bir adamı hatırlatıyor. Yerden toplayıp avucunda ezdiği yaprakları usulca defterinin arasına yerleştiriyor.
Sonra hayalî bir ülkede yaşadığına inandığı “mavi çiçeğin” peşine düşen romantik sanatçılar kadar sevdiği sütmavi şifon elbisesinin etekleriyle örttüğü bacaklarını karnına doğru çekiyor. Sayfaları çoktan eprimiş defterinin arasından yıllar evvel yazıp göndermediği mektubu çıkarıyor. Muhtemelen onu hiç göndermeyecek. Bu hiç kimse için kayıp olmayacak. Güvendiği ve bir zamanlar kendisini sevdiğine inandığı insanlar onun yokluğunu hissetmiyor artık. Uzaklardan hafifliğiyle inciten bir piyano sesiyle kalbi bir gece denizi gibi yakamozlanıyor. Novalis’in “Tabiat, tınılarıyla ruhumuzu okşayan bir rüzgâr arpı gibidir” demesini hatırlıyor. Ruhu kuşatan hakikatin sırrını bir insanda aramanın umudunu çoktan kaybetmiş olsa da onu hayata bağlayanın ancak zarafetle kuşatılmış bir “aşk ve dostluk hikâyesi” olduğunu biliyor. Ve derin titreşimlerle onu anlama ihtimali olana “adanmışlık”, gerçek acılardan daha çok yaralıyor. Tam da o anda göğüs boşluğuna sıkışmış eski bir korku rüzgârlanıp havadaki baygın leylak kokusuna karışıyor...
Birbirine dokunan hayatların trajedisi...
Bu ânı yaşayan kadın Clara Schumann desem, inanırsınız değil mi? Ama bu ben de olabilirim ya da daha dün parkta tanışıp kederli bakışlarını merak ettiğiniz bir kadın...
Geçtiğimiz hafta garip bir telaşın içinde aldığım kısa molalarda Clara Schumann’ın biyografisini okudum. Aydın Büke, Mozart ve Bach çalışmalarında yaptığı gibi ayrıntılarıyla çizilmiş bir hayat haritasını olayların doğal akışıyla gösteriyordu. Fazla yorum yapmadan yaşananları olduğu gibi anlatmayı tercih etmesi, mesafeli üslubu, biyografiyi hikâye etme yaklaşımından uzaklaştırıyor belki ama gerçeklik duygusunu da epey pekiştiriyor. Kendisinin de söylediği gibi bu hacimli kitap, Clara Schumann’ın hayatındaki iki erkekle birlikte üç ayrı hayat hikâyesini yazmayı hedeflemiyor ama varlıklarının Clara’nın sanatsal ve duygusal yaşamı için vazgeçilmez olduğunu da her bölümde hatırlatıyor. Büke, her üçünün (Kocası Robert Schumann ve Brahms) kaleminden çıkan günlükleri, karşılıklı yazılmış mektupları o yaşamların ardındaki tarihsel, sosyal sürecin detaylarıyla birlikte aktararak okuyanı onlarla birlikte sürprizli bir seyahate çağırıyor sanki.
Bu katmanlı biyografiyi okurken, 19. Yy. müzik tarihiyle ilgili öğrendiklerim kadar piyanosuna ve sevdiklerine sonuna kadar zarafetle sadık kalan bir kadının hayatımdaki izdüşümünü de sevdim. Doğrusu biraz içim de burkuldu. Dostluğun güvenli sıcaklığıyla pekiştirilmiş sahih “ilişkilerin” sanıldığı gibi dönemle, koşullarla ilgili olmadığını hatırladım çünkü. “Bu çağda” diye başlayan cümlelerle kendimizi kandırırken artık kavuşamayacağımızı düşündüğümüz için korkup ıskaladığımız hayatlar akıp gitti zihnimden, yüreğimden...
Beethoven, Wagner, Liszt, Rossini, Schubert, Goethe, Paganini, Brahms, Chopin, Mendelssohn, Saint-Saëns, Bruch, Bizet, Cézanne, Zola, Rodin, Monet, Çaykosvski, Mallarmé, Stendhal, Nietzsche, Dumas, Donizetti, Puccini, Mahler, Strauss, Dostoyevski, Stravinski, Marx ve diğerlerinin birer birer parlayıp kaybolduğu kocaman bir hayatlar galerisinde dolaştım ben. Ne tuhaf, eserleriyle yaşadıkları çağı değiştiren isimlerin önemini kavramaya çalışırken birbirlerine tutunan üç hayatın trajedisi, hikâyelerinin incelikli dokusu ve sevgiyi ifade etme biçimlerindeki zarafet beni olayların kendisinden daha çok sarstı. Esas olanın hayatın kaçınılmaz hırçınlığına rağmen “ilişkileri” koruyabilmenin asaletinde gizli olduğunu görmek insanı değiştiriyor, zenginleştiriyor. Böyle hayat hikâyeleriyle başkalarının aynasındaki suretlerde sevdiklerimizin hoyrat, bencil yüzünü görüp bıkıp usanmadan kendimize söylediğimiz yalanları da fark ediyoruz bazen.
Kusurları müzikle tamamlamak
Clara’ın otoriter ve disiplinli babasından piyano dersi alan Robert Schumann, yıllar sonra onu ilk gördüğü ânı yazmış: “Seninle ilgili en eski anılarımdan biri 1828’e dek uzanıyor. Ben Hummel’in konçertosuna çalışırken, sen doğru yazmaya gayret ettiğin harflerle bir şeyler çiziktiriyor ve bana bakıyordun.” Daha sonraki yıllarda Robert Schumann’ın karısı olabilmek için her türlü fedakârlığa katlanan Clara, bu mektubu aldığında kocasının “kuruntulu melankoli” teşhisiyle kapatılacağını, iki kez intihara teşebbüs edeceğini ve her daim duyduğu “ilahi tınılarla” tek başına, bir hastane odasında öleceğini bilmiyordu. O mektubu aldığında ona tutkuyla bağlanan, kendisinden on dört yaş genç Brahms’ı 77 yaşında ölene dek seveceğini, kimi zaman onu delicesine kıskanacağını, onun besteleriyle sarp kayalara inatçı kara yosunlar gibi tutunacağını bilmiyordu.
Kocası ölmeden evvel onunla birlikte sanatına hayran olduğu Brahms’la ilişkisini tam olarak nasıl yaşadığı bilinmese de aralarında notaların, mısraların gücüyle örülmüş ipeksi bir bağımlılık var: Sanatın özündeki yaratma, yorumlama dürtüsüyle sevgiyi, aşkı ifade etmek ve başkalarının kolayca giremeyeceği o sığınakta kusurlarını müzikle tamamlamak. 29 Mart 1859’da Clara’ya yazmış: “Dün Serenat bin iki yüz kişi önünde çalındı ve sen yoktun. Benimle birlikte o zevki tadamadın. Ve ben hâlâ seni uzak ve yalnız hayal etmek zorundayım.” Bu basit not aslında bu ilişkilerin merkezinde duran o görünmez bağı çok iyi anlatıyor. Sanatın sihirli ve bencil gücünü!
Hayat vahşi bir çokseslilik...
Birbirlerinin müzik tutkusuna sahip çıkan üç kişinin kimi zaman hayata bakışlarındaki farklılıklar onları ayırmamış bilakis ölümden sonra da korumuş. Clara’nın “kimsenin anlamayacağı bir dostluk” diye tarif ettiği o buğulu alana kimse girememiş anlaşılan. Clara Brahms’ın kendisine, “Bazen birileri çıksın karşıma, örneğin senin gibi, sana olduğum gibi ilk görüşte âşık olayım” itirafına karşılık her gün disiplinle çalıştırılan bir piyanistin kadınsı temkinliliğiyle cevap vermiş Clara: “Çok haklısın, insanlığın güzel örnekleriyle karşılaşmak güzel olurdu, fakat bir ordu dolusu insana âşık olmaktansa bir ya da iki aşk yaşamış olmayı tercih ederim. İşte bu yüzden beni tekrar görüp ‘yeniden’ âşık olmanı (zaten ancak bir kez olabilirdi) hiçbir şekilde istemezdim. Bunun yerine beni içtenlikle, sadakatle ve sonsuza kadar sevmeni tercih ederdim.”
Clara’nın kocasını kaybettikten sonra mektuplar ve uzun aralıklı ziyaretlerle sürdürdüğü bu kırılgan ilişkiye ve çağının en yetenekli kadın piyanistine dair en çarpıcı ve doğru tesbiti yine Brahms yapmış: “Hayat vahşi bir çokseslilik ama senin gibi bir kadın, hemen her zaman akortsuz sesleri hassas ayarlamalarla düzeltebilir.”
Clara’nın ayarlamaları hep hassas mıydı, kimbilir? Kocasını, çocuklarını kaybettiğinde, tek başına Avrupa’da dolaşıp konser verirken onaylanmadığında, büyük müzisyenlerin gölgesinde beste yapamadığında, genç bir adamı tutkuyla severken onu kıskandığını bile söyleyemediğinde tam olarak nasıl bir acıyla kavrulduğunu biyografi yazarlarının kelimelerle ifade etmesi mümkün değil. Ama onu yazdığı sonatlarla, senfonilerle, unutulmaz eserlerle teselli eden iki adamın varlığı, hayatın küçümsenemeyecek mucizelerinden birisi bence.
Böyle sevgiye az rastlanır...
Clara’nın oğullarından hep iyi bir kemancı olmayı isteyen Felix’in durumu ağırlaştığında Brahms, üzerinde çalıştığı konçertoyu bırakıp oğlu için bir Sol Majör Keman Sonatı’nı yazmış ve “Adagio” başlıklı ikinci bölümünün ilk yirmi dört ölçüsünü bir kâğıda geçirip arkasındaki sayfaya şunları eklemiş: “Sevgili Clara, ön sayfada yer alan notaları çok ağır çalarsan duydukların belki seni ve Felix’i nasıl içten düşündüğümü anlatabilir. Aynı zamanda onu ve şimdi dinlenmekte olan kemanını düşünüyorum.”
Brahms bu mektubu yazdığında uzakta bambaşka bir hayat sürüyordu. Clara o yıllar içinde çok sevdiği kocasının mektuplarını okurken hâlâ onu özlüyordu. Günlüğüne not düşmüş: “Ve yaşadığım kaybın büyüklüğünü derin bir acıyla anladım. Neden ona daha uzun sahip olamadım. Onca mücadelenin ardından kısacık bir yaşam. Birbirimize duyduğumuz sevginin eşine çok az rastlanır.” Sanırım beni en etkileyen hissettikleri ve yaşadıklarından ziyade onları ifade edebilmelerindeki cesaret, açık yüreklilik ve incelikti.
Bilinemeyen bir sebepten ötürü Clara atmış sekiz, Brahms elli dört yaşındayken yirmi beş yıllık ilişkilerinin kanıtı olan mektupları birbirlerine iade etme kararı almışlar. Brahms mektupların bir bölümünü öfkeyle dönüş yolunda Ren Nehri’ne atmış, Clara ise çocuklarının ısrarı üzerine 1858’den sonrakileri saklamayı kabul etmiş. Böylece ilişkilerinin an önemli belgeleri ortadan kalkmış mıdır? Büke’nin de hatırlattığı gibi bu fırtınalar, tutkunun boyutunu tüm açıklığıyla anlatıyor. Clara Schumman’ın atmış yıllık konser hayatını, eserlerini icra ettiği bütün bestecilerden çok sevdiği Brahms’ın bir sonatını icra ederek sonlandırması ve buna benzer şefkatli, hakiki dokunuşlar onların sanatını ve hikâyelerini taçlandırmış.
Son buluşmalarında tıpkı ilk karşılaşmalarında olduğu gibi birbirlerinin müziğini dinlemişler. Brahms, Clara için Mi Bemol Majör İntermezzo’yu seslendirmiş. Hayat tersine dönmüş. Gencecik bir delikanlıyken ilk gördüğü anda yetenekli bir piyaniste âşık olan Brahms, ona unutulmaz bestelerinden birini çalmış. Hastalıklar, acılar, özlemler, kayıplar, pişmanlıklar o kanatlı ânın içinde geride kaldı mı bilinmez ama onları ebedî kılacak bir geleceğin son noktasını böyle koymaları nedense bana yaşanan her şeye değer gibi geliyor. Hayatın kutsallığını sanatla çoğaltmayı seviyorum. Bu hoyrat hayatın, acımasız insanların arasında böyle düşünmek beni rahatlatıyor. Ilık bir bahar akşamüstünde, kitabı kucağıma koyup onları düşünüyorum. Robert Schumann, yüz elli yıl sonra yalnız odasından sesleniyor karısına: “Sen yanımda olmayınca eski günlükleri çıkarıp okudum. Ne kadar heyecan verici bir yaşamımız olmuş, bazen bir roman gibi geliyor. Ama içinde ne kadar çok güzel anı var değil mi. Bunun dışında etrafımda her şey sessiz.” Başımı kaldırıp onun gibi gökkubbenin serin maviliğine bakakalıyorum.
Brahms, son buluşmalarının hemen ardından arkadaşına, “Gerçekten sevdiğim tek insanı bugün toprağa verdim; artık kaybedecek bir şeyim kalmadı” demiş. Ortak bir yaşama sahip olmadıkları halde o “en çok sevdiğini” kaybettikten sonra samimiyetiyle acıtan böyle çıplak bir cümle kurabilmek herkese nasip olmaz. Bunun için sanatı putlaştıran tabuları bile kıran mütevazı bir bakışa ve gerçekten soylu bir yüreğe ihtiyacımız vardır belki de...
(Romantizmin Işığı Clara, Aydın Büke, Can Yayınları)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 14:56:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/03/askin-kuytusunda-tenha-bir-kadin-clara-schumann.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!