Aşkın Çocukluğu Ve Ana Maria Matute Şiir ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


4

TAKİPÇİ

Onu gördüğüm ilk ânın bulutsu narinliğini olduğu gibi anlatabilseydim keşke. Yenilginin çorak topraklarına henüz adım atmadığım vaktin sırrıyla göstermek isterdim o masal ülkesini size. Ama artık kelimelerini yanlışlıkla yutan birinin onlara bir daha dokunamaması kadar imkânsız bu. Doğup büyüdüğü köye buruk bir özlemle bakan çoban misali kimsesiz ve kalabalığım. Çok büyüdüm ben. Dilimin çatallandığı çıkmaz sokaklarda iç sesim de yırtık tüllerle perdelendi sanki. Muhayyilemdeki dev kahramanlar, ceplerime sığabilecek kadar küçüldü. Kekeme hayaletlerimi kaybetmemek için yıllar boyu iplerinden tutup boşlukta oynattım. Onlara çocukluğun umudunu, safiyetini, gökkuşağı rengindeki sevincini hatırlattım. Yine de her seferinde çocukluğun odasına hapseden sıkıntılı sesi galip geldi. Çocukluk öyledir. Bir yanıyla hep biraz mutsuz olmak demektir. Hasretlerin yığıldı, henüz öfkeye dönüşmemiş kederlerin katmerlendiği kovuğun içinden bakar dünyaya. Dışarıya çıkamamanın huzursuzluğuyla kuşatılmıştır. Sınırlarının güvenli oluşu, sığınağı cazip kılar belki ama aynı zamanda fena halde boğar. Ne evdesinizdir, ne de şiddetli dünyanın tekinsiz ortamında.

Olsun. Öyle de olsa tılsımlıdır. Efe’yi düşününce ilk aklıma gelen nedense güneşin altında ustura gibi parlayan saçları oldu. Onları sürekli arkaya doğru tarayarak şekil vermek için uğraşan parmakları ipince bir çizgiydi sanki. Hayata meydan okur gibi göğe doğru kaldırmaktan hoşlandığı kibirli burnunun kusursuzluğu ona gıpta edenin canını sıkardı. Neredeyse doğuştan hergeleydi. Gömleğinin üst düğmelerini bilhassa açar, marifetlerini görünür kılacak bir vücut diliyle dünyaya kesik atardı. Onun yaşındaki bütün oğlanlar gibi utangaçlığını hırçınlıkla gizlemeyi öğrenmişti. Merhametliydi ama çocuk felci geçirmiş olan arkadaşımızı merdivenlerden indirmeme yardım etmezdi mesela. Tam bir yıl boyunca bu yazıya sığdıramayacağım kadar çok heyecanlı ve “imkânsız” serüven atlattıktan sonra sekiz yaşında arkadaş olmayı becerdik.

Bir gün okul çıkışı birlikte resim yapmaya karar verdik. Başlangıçta birbirimizi yakınlaştıran sessiz soluk alışların ipeksi yumuşaklığı harikaydı. Konuştuğunda değerli bir maden merdivenlerden çınlayarak yuvarlanırdı. Karınca bacağı gibi kara ve kıvrık olan kirpiklerinin gölgesinde parlayan yeşil gözlerindeki sevinç, damarlarımdan akıp büyük okyanuslara karışıyordu. Muhteşem geleceğimizi sanatla çoğaltıp içini dilediğimiz gibi boyayacaktık. Kimse karışamayacaktı bize. Ona nasıl göründüğümü bilmiyorum ama ben onu değerli taşlardan yapılmış tacı olan bir prens gibi görüyordum. Bazen de başının üzerinde haleleri olan bir melek. Sonra o korkunç kavganın içine düştük. Natüralist bir sanatçı olan ben, elbette gökyüzünü içinde bembeyaz bulutların sürüklendiği berrak bir maviye boyamak istiyordum. Hatta mümkünse ilerde oturacağımız ev de mavi ve aydınlık olmalıydı. O ise bıçkın bir delikanlı gibi koyu renkler kullanmak, üzerinde kırlangıçlar uçuracağım denizleri, ormanları, gökleri büsbütün karartmak istiyordu. Bense onun “yenilikçi”, karamsar üslubunu hiç anlamıyordum. Her şey oraya kadardı. Ağzından ateş püskürten ejderhalara dönüştü birden. Ani bir hareketle üzerinde boyalarımın olduğu masamı devirip koşarak kaçtı evden. Ve çocukluğumu sarsan, yaşadığım sürece benzer “sarsıntılarda” hafızamı zonklatan korkunç kapı çarpmasıyla ben o gün ilk kez öldüm! Dünyanın bütün bahçeleri soldu, ağaçlar, kuşlar, rüzgârlar dilsiz kaldı. Bulutlar pare pare döküldü toprağa. Gök kubbe yanık bir feryatla çatladı. Bir daha kimse o “resmi” saf, bozulmamış haline döndüremedi. Acı, utanç, pişmanlık, hayal kırıklığı gibi iz bırakan duygusal sarsıntılarda, “ilklerin” sahih diğerlerininse sadece onların tekrarı olduğunu ancak büyünce öğrenebilecektim.


Tamamını Oku

Bu şiir ile ilgili 0 tane yorum bulunmakta