Onu gördüğüm ilk ânın bulutsu narinliğini olduğu gibi anlatabilseydim keşke. Yenilginin çorak topraklarına henüz adım atmadığım vaktin sırrıyla göstermek isterdim o masal ülkesini size. Ama artık kelimelerini yanlışlıkla yutan birinin onlara bir daha dokunamaması kadar imkânsız bu. Doğup büyüdüğü köye buruk bir özlemle bakan çoban misali kimsesiz ve kalabalığım. Çok büyüdüm ben. Dilimin çatallandığı çıkmaz sokaklarda iç sesim de yırtık tüllerle perdelendi sanki. Muhayyilemdeki dev kahramanlar, ceplerime sığabilecek kadar küçüldü. Kekeme hayaletlerimi kaybetmemek için yıllar boyu iplerinden tutup boşlukta oynattım. Onlara çocukluğun umudunu, safiyetini, gökkuşağı rengindeki sevincini hatırlattım. Yine de her seferinde çocukluğun odasına hapseden sıkıntılı sesi galip geldi. Çocukluk öyledir. Bir yanıyla hep biraz mutsuz olmak demektir. Hasretlerin yığıldı, henüz öfkeye dönüşmemiş kederlerin katmerlendiği kovuğun içinden bakar dünyaya. Dışarıya çıkamamanın huzursuzluğuyla kuşatılmıştır. Sınırlarının güvenli oluşu, sığınağı cazip kılar belki ama aynı zamanda fena halde boğar. Ne evdesinizdir, ne de şiddetli dünyanın tekinsiz ortamında.
Olsun. Öyle de olsa tılsımlıdır. Efe’yi düşününce ilk aklıma gelen nedense güneşin altında ustura gibi parlayan saçları oldu. Onları sürekli arkaya doğru tarayarak şekil vermek için uğraşan parmakları ipince bir çizgiydi sanki. Hayata meydan okur gibi göğe doğru kaldırmaktan hoşlandığı kibirli burnunun kusursuzluğu ona gıpta edenin canını sıkardı. Neredeyse doğuştan hergeleydi. Gömleğinin üst düğmelerini bilhassa açar, marifetlerini görünür kılacak bir vücut diliyle dünyaya kesik atardı. Onun yaşındaki bütün oğlanlar gibi utangaçlığını hırçınlıkla gizlemeyi öğrenmişti. Merhametliydi ama çocuk felci geçirmiş olan arkadaşımızı merdivenlerden indirmeme yardım etmezdi mesela. Tam bir yıl boyunca bu yazıya sığdıramayacağım kadar çok heyecanlı ve “imkânsız” serüven atlattıktan sonra sekiz yaşında arkadaş olmayı becerdik.
Bir gün okul çıkışı birlikte resim yapmaya karar verdik. Başlangıçta birbirimizi yakınlaştıran sessiz soluk alışların ipeksi yumuşaklığı harikaydı. Konuştuğunda değerli bir maden merdivenlerden çınlayarak yuvarlanırdı. Karınca bacağı gibi kara ve kıvrık olan kirpiklerinin gölgesinde parlayan yeşil gözlerindeki sevinç, damarlarımdan akıp büyük okyanuslara karışıyordu. Muhteşem geleceğimizi sanatla çoğaltıp içini dilediğimiz gibi boyayacaktık. Kimse karışamayacaktı bize. Ona nasıl göründüğümü bilmiyorum ama ben onu değerli taşlardan yapılmış tacı olan bir prens gibi görüyordum. Bazen de başının üzerinde haleleri olan bir melek. Sonra o korkunç kavganın içine düştük. Natüralist bir sanatçı olan ben, elbette gökyüzünü içinde bembeyaz bulutların sürüklendiği berrak bir maviye boyamak istiyordum. Hatta mümkünse ilerde oturacağımız ev de mavi ve aydınlık olmalıydı. O ise bıçkın bir delikanlı gibi koyu renkler kullanmak, üzerinde kırlangıçlar uçuracağım denizleri, ormanları, gökleri büsbütün karartmak istiyordu. Bense onun “yenilikçi”, karamsar üslubunu hiç anlamıyordum. Her şey oraya kadardı. Ağzından ateş püskürten ejderhalara dönüştü birden. Ani bir hareketle üzerinde boyalarımın olduğu masamı devirip koşarak kaçtı evden. Ve çocukluğumu sarsan, yaşadığım sürece benzer “sarsıntılarda” hafızamı zonklatan korkunç kapı çarpmasıyla ben o gün ilk kez öldüm! Dünyanın bütün bahçeleri soldu, ağaçlar, kuşlar, rüzgârlar dilsiz kaldı. Bulutlar pare pare döküldü toprağa. Gök kubbe yanık bir feryatla çatladı. Bir daha kimse o “resmi” saf, bozulmamış haline döndüremedi. Acı, utanç, pişmanlık, hayal kırıklığı gibi iz bırakan duygusal sarsıntılarda, “ilklerin” sahih diğerlerininse sadece onların tekrarı olduğunu ancak büyünce öğrenebilecektim.
85 yaşında Cervantes ödülü
Bu hatırayı kısmen de olsa paylaşmak istememe neden olan yazar Ana Maria Matute, Issız Cennet isimli romanında “çocukluğun aşkını” öyle incelikli bir dille anlatmış ki, kim okusa bu kışkırtmanın tatlı tuzağına düşüp benzer bir hikâyeyi yazmak isterdi. Hemen herkesinden başından geçen lakin tezahürleri birbirine hiç benzemeyen bir “ilk aşk” macerasını, has edebiyatın diliyle sihirli bir masala dönüştürmüş. İç sesi güçlü, imgeleri zengin ama kurgusu, aksiyonu olabildiğince sakin, neredeyse diyalogsuz bir anlatıdan görkemli bir roman yaratmak doğrusu her yazarın cesaret edebileceği bir iş değil. Bunu ancak onun gibi seksen beş yaşına gelip önemli ödüllerle ülkesinde ve dünyada kabul görmüş, kendini ve insanı iyi tanıyan tecrübeli bir yazar yapabilirdi.
Dışarıdaki dünyayla uyumsuzluğun “şiirini”, olgun diliyle anlatan Matute, Türkçeye ilk kez çevrildi. İç savaş sonrası İspanyol edebiyatının en özel ve güçlü seslerinden biri kabul edilen yazar, Franco diktatörlüğünün neden olduğu şiddeti, yabancılaşmayı, masumiyetin yitirilişini ve toplumun hastalıklı parçalanışını anlatan romanlar yazmış. İki sene evvel İspanyolca konuşulan ülkelerin en prestijli ödülü Cervantes’i aldığında 85 yaşındaydı. Ona çocukluğun kendine has “deliliğini” yıllar sonra böylesine incelikli anlattıran kavrayış dehasının nerede gizlendiğini düşünürken, dört yaşında ölümcül bir hastalık geçirdiğini öğrendim. Büyükanne ve babasıyla bir köyde yaşadığı sırada oradakilerden etkilendiğini söyleyen yazarı, görmesi yasaklanan oğlunun hikâyesi de etkilemişti muhtemelen. Issız Cennet, 1930’ların İspanyasında geçiyor. Konuşmaktan hoşlanmayan, ikiz kardeşlerine, ablasına benzemeyen Adriana’nın dünyası, bambaşka bir coğrafyanın, kültürün içinden seslense de evrensel kurallarıyla hepimizin çocukluğundaki o tanıdık sıkıntıyı anlatıyor. İstenmeyen bir anne babanın çocuğu olarak dünyaya gelen Adri’nin “devler” dediği yetişkinler hakkındaki ironik tesbitleri, bazılarının asla bir “yetişkin” olamayacağını da söylüyor. “Annemle babamın artık birbirlerini sevmedikleri bir dönemde doğdum... Sonuçta yaşamımın ilk yılları büyük bir yalnızlık içinde geçti” cümleleriyle açılan roman, okuru daha en başından hikâyenin yabanıl atmosferine hazırlıyor.
Büyük yalnızlığa tutunmak...
Hikâyenin anlatıcısı Adri, mutlu olduğu ender anlarda gördüğü Tekboynuz’la hayallerine tutunan, geceleri “devlerin” dünyasından uzaklaşıp masal diyarlarında dolaşan, sevginin büyüsünün çoktan yitirilmiş bir aileye doğduğu için kendini bu dünyada fuzuli hisseden, burjuva alışkanlıklarıyla yaşayan annesinin ihmal ettiği “garip” bir kız çocuğu. O sadece devrimci teyzesi Eduarda’yı, okuma yazma bilmediği için ona aşk mektubu yazdıran dadılarını, şoför Paco’yu, okuduğu kitapların kahramanlarını, uzaktaki babasını ve nihayet hayatının geri kalanında hatırlayacağı Gavi’yi seviyor. Ağaçla, resimle, yıldızlarla, dans eden çiçeklerin diliyle konuşan benliği, sadece çocukluğun “küskün” tabiatıyla ilgili değil. Matute’nin meselesi daha derinlerdeki katmanlarda gizli. Birbirlerinin “siyam ikizi” olduğuna inanan iki yaralı, saf ve yabani varlığın hayatın “büyük yalnızlığına” tutunarak bu dünyadan gelip geçmenin manasını keşfetme macerası. En çok acıtan, iz bırakan, şaşırtan da o ilk keşifler değil midir zaten?
Gözlem yeteneği, sezgisi diğerlerinden daha fazla gelişmiş olan Adri, Matute’nin kendi çocukluğuna bakışıyla şekillenmiş. Hayali Tekboynuz’un toynaklarının altında ezilen yaprakların hışırtısını duyması, kayıp çocukluğun kokusunu hissetmesi, ânı zengin anlatımıyla esneterek şiirsel bir masala döndürmesi ve neredeyse genellikle bütün romanlarında aynı temaları tekrar etmesi yazma nedenini de açıklıyor. “Yaşarken içinize gömdüğünüz o kristal acı parçacıklarını, umut kırıntılarını, henüz çürümemiş masumiyetinizi size yazı sanatının incelikleriyle anlatacağım ve siz bildiklerinize rağmen şaşıracaksınız” diyor sanki.
Gavi’yle yan yana oturup kitap okuduğunda aşkla atan nabzının “küçük tamtamlarını” duyan Adri, hatırladıklarını anlatıyor: “Ve onun esinlendiği masalı okuduktan sonra resme geri dönüyorduk. Sayfayı çevirmeden önce de birbirimize bakıp gülümsüyorduk; her ikimizin de ne düşündüğünü ya da ne hissettiğini bilmek için sözcüklere ihtiyacımız yoktu. O sırada onun ve benim bilmediğim gizemli bir davanın işbirlikçileriydik.” Çocuklukta çok sevilen birisiyle suç ortaklığı kurmak özel bir ayine katılmak gibidir. Onu bu kadar kalıcı ve vazgeçilmez kılan da o mahrem yere hiç kimsenin girememesi değil mi? Orada sevdiklerimizin başında azizlerinkine benzer haleler görmemizin sebebi, başkalarının farketmediği benzerliği farketmek ve buna rağmen “devlerin” dünyasında görünmez olabilmek galiba.
Gavi, küçük aşkından sonsuza dek uzaklaşmadan evvel ona ilkbahar geldiğinde terasta uçmayı öğreteceğini söylüyordu. Adri ona melek kanatlarının ürkekliğiyle inanıyordu. Her şeyin her an mümkün olduğu sihirli bir masalda yaşıyorlardı çünkü. O anların tekrarı olmayacaktı ve bunu çocuk kalbinin çarpıntılarıyla hissediyorlardı. Gavi havada çırpınan kollarıyla müziğin resmini çizerken Adri onu tarif ediyordu: “Müzik onun kolları, elleri, alnına düşen ve her sessizlik –ya da soluklanma– ânında geriye doğru atılan perçemiydi.”
“Biz bütün çocuklar gideriz”
Roman bittiğinde anlıyoruz ki, Adri’nin Gavi’ye olan aşkı ve o aşkın kaçınılmaz “sonu”, onda tedavisi mümkün olmayan yaralar açacaktı. Ben o gün arkasından çok ağladığım halde okul değiştirince Efe’yi unuttum ama bakın hâlâ zamanın köklerimi sağlamlaştırarak büyüttüğü gövdemi sarsan esaslı bir roman okuduğumda onu hatırlıyor daha da fenası anlatmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Aslında o masal ülkesinin henüz bozulmamış, “düşman güçler” tarafından istila edilmemiş hatıralarına dönmenin imkânsızlığı hepimizi bir biçimde acıtıyor. Oradan bugüne baktığımızda geleceğimizin puslu haritasında tanışacağımız insanları göremiyoruz. Ama bugünden oraya baktığımızda çoktan tanışıp bıraktıklarımız, geçmişin kanatlarında kuyruğu kopmuş uçurtmalar gibi asılı duruyor.
Gavi, bir gün Adri’ye “Seni neden sevdiğimi bilmiyorum ama seni sevdiğimi biliyorum. Bunun ne önemi var ki” dedi. Bence büyümek, biraz da gücü basitliğinde gizli böyle net cümleler kuramamak, “Issız Cenneti” sonsuza dek terk etmek, demek. Gavi nereye gideceğinden habersiz ona hakikati söyledi. “Evet gideceğim, senin de gideceğin gibi, çünkü biz bütün çocuklar gideriz. Ama geri geleceğim. Ve sen beni tanıyacaksın.” Sonra usulca mırıldandı: “Sadece büyüyoruz.”
Artık hepimiz biliyoruz. Bazen hiç gelmeyecekleri beklemek de şifadır. Melankolinin ılık koynunda bile insanı diri tutar. Eduardo Teyze’nin dediği gibi “Tekboynuzlular, asla geri gelmez” ama biz gelmeyecek olanları bile bekleriz. Bir gün, bir yerde onlara kavuşmanın hayaliyle yaşarız. Hep bekleriz, son nefesimize kadar kederli bir merakla bekleriz ve büyümek belki de esas budur.
(Issız Cennet, Ana Maria Matute, Doğan Kitapçılık, Çev. Süleyman Doğru)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:01:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!