Geçtiğimiz hafta bayram tatili nedeniyle gittiğim kentte birkaç yıldır görüşmediğim eski bir arkadaşımı ziyaret ettim. ordan burdan, eski günlerden epey konuştuktan sonra bir ara 'hayat satranç gibidir', benzetmesini yaptı. Epey tartıştık.
Evet, bugünkü verili haliyle yaşadığımız hayat tarzında gerçekten satrancın kuralları hayli geçerli. Taktik, strateji, sekiz-on-onbeş sonraki hamleyi göremeyeni hayat bağışlamıyor. İyi ama, sonuçta kazanan, gerçekten kazanmış mı sayılıyor? Arkadaşım inatla, 'evet, kazanmıştır', diyordu. Kazanılanın sadece sınıf atlama, mevki, mal-mülk kazanma olgusu olduğunu yadsımıyordu. Ama hayatın artık başka bir amacı kalmadığını, diğer bütün amaçların ancak bu 'temel amacın' gölgesinde ya da yedeğinde bir ekstra olabileceğini savunuyordu.
Daha fazla tartışmanın anlamsızlığını düşünerek, biraz da kırgın vedalaştım arkadaşımla. Yolda ve evde sesli düşünmeyi sürdürüyordum:
Satrancı pek bilmem, ancak taşların hareketlerini ve rakip taşları yeme yöntemlerini, görevlerini, büyük rok, küçük rok vb. bu kadar bildiklerim. Kaç defa oynamaya çalışsam da ısınamadım bu oyuna. Savaş oyunu, taktikler, stratejiler, düşmanın nasıl saldıracağı, ne düşündüğü, birkaç hamle sonra neler yapabileceği üstüne kurulu bir oyun.
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman