Bazı zamanlar dört bir yanımızı çelişkiler sarar. Sevmekle, usturubuna göre sevmek arasında kalır yüreğimiz. İhanetleri düşünür buluruz kendimizi. Bizden beklenen gibi sevmek isteriz. Diğerlerinin sevme şeklimize izin verdiği gibi. Çünkü o zaman yaşam tehlikesizdir.O zaman günlük işleri çözer, hayat mesaisini sorunsuzca doldurabiliriz. Sevdiklerimize ihanet edersek, kötü biri oluruz da; kendimize yaptığımız ihanete hakkımız varmış gibi gelir.
Oysa el ayak çekilip yalnız kalındığında, gece yarısı kabuslarında, hiç yoktan yere çıkmış görünen öfkelerde dalga dalga büyüyen, o ihanet değil midir aslında? Sessiz ama derinden gelen çığlıklarına kulağımızı tıkayıp yola devam ettiğimiz ihanet; canımızı yaksa da yokmuş gibi yapmayı tercih ettiğimiz ihanet; her şey yolundaymış da ara sıra içimizde bir garip his duyarmışız, o da gelip geçermiş sandığımız, sandıkları ihanet.
Şimdi tepsinin başına oturup, pirinci ayıklamanın zamanı. Belki de hayatın içinden çıkarttığımız taşlardadır keramet. Belki yaşamayıp gelmeyecek bir çarşambaya ertelediklerimizdedir hayatın suyu. Belki aşk da yalandır; ama belki de değil...
Bir öykü okudum geçenlerde. Süzülerek göklerde uçan bir kuşa aşık olan kadının öyküsü. Kadın, kuşun uçuşuna vurgun ama ya günün birinde uzak dağları keşfetmek de isterse korkusuna kapılıp onu bir kafese kapatıyor. Nasılsa, kuş elinin altında olduğu için de daha seyrek geliyor kafesin yanına. Öyle ki; sadece temizlemeye uğrar oluyor günün birinde. Bu arada zamanla kuşun rengi soluyor, çirkinleşiyor, kanatları paslanıyor sanki. Bir gün ölü buluyor kadın, kafeste kuşu. Son derece üzülüyor buna; aklından çıkaramıyor bir türlü. Ama üstünden zaman geçtikçe kafesteki görüntüleri hatırlamıyor bile kadın. Onu ilk gördüğü günde olduğu gibi bulutlarla yarışan hali, kalıyor sadece zihninde. Anlıyor ki; kendisini heyecanlandıran kuşun dış görünüşü değil, hareket eden kanatlarının enerjisi imiş, meğerse.
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla
Her şey sisler içindeydi bir an. Görüş mesafesi sıfırdı...
Bu sözü kimden ve ne sebeple duyduğumu hatırlamıyorum. Sanırım bir kazayı anlatıyordu. Önlenemeyen bir çarpışmayı.
Ama aklıma kazındı.
Sıfır görüş mesafesi.
Hayata böyle başlarız. Varlığını fark edecek ve üzerinde düşünecek yaşta olmadığımız için, sadece içine doğru yürüdüğümüz bir sis perdesi ile. Görüş mesafesi bir adım ötesi değildir henüz. Bunu kazanmak için bile yıllar gerek.
Bu sis perdesinin adı deneyimsizlik.
Aile ve okulun asli görevinin bizi hayata hazırlamak olduğunu söylerler. Boş laf.
Bunu istemedikleri için değil. Bilmedikleri bir şeyden söz ettikleri için. Daha da doğrusu bilmedikleri bir şeyden biliyor gibi söz ettikleri için.
El yordamıyla ilerleriz bu yüzden.
Öğretmek için çaba harcamadıkları, veya sadece kendilerinin de atladıkları şeylerden biri, bu denemenin konusu.
Kendimizle ilişki kurmak.
Kendimizle, olabildiğince bir başkasıymış gibi ilişki kurmak.
Dostça duygular beslememiz gerektiği kuşkusuz.
Bir dostun acıları, hataları, başarıları karşısında nasıl bir tutum takınıyorsak, kendimize karşı da öyle davranmayı öğrenmek.
Kendimize ihanet tam olarak burada başlıyor. Onu bir başkası, ama hayli dost bir başkası gibi ele almayı akıl edemediğimizde.
Bu yapılmadığı için - diğerleri - ile ilişkisi hep sakat olmak zorunda.
İlk üç paragraf kendilik ve diğerleri ile ilişkide, aleyhimize bir mevzilenişten söz ediyor.
Fedakarlığın kendimizi yok sayacak düzeyde işletilmesi örneğin. Özlem ve beklentilerimizin tümüyle susturulmasında. Belki hiç gelmeyecek belirsiz bir geleceğe ertelenmesinde.
Kuşkusuz burada sözünü ettiğim, özverinin reddi değil, tam bir adanmışlık halinin sakıncaları. Ve bu açık bir ihanettir. Kendimize.
İlk üç paragraf hayatın içindeki kendiliği sorguluyor. Oldukça genel. Sonra birden anayoldan sapıyor.
Belki aşk da yalandır; ama belki de değil...
Bu cümleyle konu son derece özelleşti.
Şimdi aşk karşısında kendilik ve ona (kendiliğe) ihanetimiz... işlenir, irdelenir sanıyordum.
Aslında konu hala orada ama artık ilk üç paragrafta olduğu kadar belirgin değil. Orda olduğu gibi çerçevelenmemiş, dolayısıyla korunmamış ve dağılmış.
Çok güzel bir işleyişle aşkta kusurlu adımlara geçilmiş. Fakat bu noktada kendimize nasıl ihanet ettiğimiz hakkında görüş belirtilmemiş.
Aşırı bencil davranarak mı, ihanetin öze yönelik kuyusunu kazdık.
Sonunda gelip ayağımıza dolanan bir egoizm mi, kendi eli ile arkadan vurdu benliğimizi.
Ve son cümle.
Aşkı yaşamak için kendimize izin var mı?
4. 5. 6. 7.. paragraflardan kopmuş. Bu yeni bir kopukluk. Yeni bir sapma. Bir anlamda başa dönüş öte yandan.
Aşkı yaşamak için kendimize izin verip vermemek, kendimize ihanetle daha doğrudan bir ilişki kuruyor.
Daha kolay anlaşılır bir bağlantı.
Yukarıdaki saydığım paragraflarsa aşkı hatalı kavrama, hatalı ele alma..
Üstelik karşı yan da katılmış işin içine. Tamam biz yanlıştık ama, peki o ne yapardı acaba?..
Ya büsbütün başka bir yazının konusu olmalıydılar, ya da bir biçimde kendimize ihanet kavramına bağlanmalıydılar.
********
Bu eleştiri denemenin güzelliğini ortadan kaldırmıyor.
Sadece merkez noktadan uzaklaşmış diyor.
Güçlü bir akıntıdan, hemen yanı başındaki bir başka güçlü akıntıya kapılmış ve oradan yol almış artık.
Aşkta ihanet yoktur...İhanet denilen şey varsa, o zaman da aşk yoktur...İhanetin olduğu ilişkilerin adı başka bir şey olmalı...İnsan, yüreğini,beynini, bedenini ve tüm zamanını aşka teslim eder... aşkın içinde erir insan... kimyasal değişime uğrar ve artık yeni bir şeydir ... ve bunlardan vazgeçmek, geri almak gibi bir duygu, hiç oluşmaz aşk sürecinde...O'nu sahiplenmek, kimseyle paylaşamamak, aşkın iskeletidir. Olmadığında bunlar, aşk çökmüştür... Ondan sonra yapılanların adı da ihanet değil, belki yeni bir aşktır...İşin ilginci, her aşık, partnerinin kendisini bunalttığını düşünür, böyle durumlarda... Ama yeri gelir, aynısını bu kez kendi yapar ve karşıdaki öyle düşünür... Zaten, bunalımları, heyecanı, acıları, çılgınlıkları,aptallıkları olmasaydı, ne tadı kalırdı ki aşkın?..Önceden biçimlendirip, bir kalıba konamaz ki...Bu biraz da gelinin 'hem ağlarım, hem giderim' durumuna benzemiyor mu?Ya da, herkesin'biraz da biz ölelim' dediğine...duygu fırtınası estirdin bizde Aynur Uluç... Sağol..
Yahu kadın; ihanet konusu en sağlam irdeleneceği kalemde ihanete uğramış.
'Yine yakmış yar mektubun ucunu' yine tutmuş Aynur uçkurun ucunu olmuş.
Oysa benim aynurum sırf bu sözcük (ihanet) ile ilgili döktürmeye başladı mı kitap yazmalı...
Anlatmalı dökmeli eteklerindeki tüm taşları, dekolte,dekolte....Gerçi millet taşların var olmasındansa kısalan eteği tercih eder; amma sen bakma onlara boş iltifatlar taşlı pilavını kurtarmaz. O pilav diş kırar. Özümüze dönüşümüzü güçleştirir. Bir ihanet lugatı olmalı şöyle bilene bilmeyene..
İhanetin insan yaşamındaki vazgeçilmez bir unsur olarak varlığını anlatmalı, öyle filozofları öne sürerek değil, bir taşra delikanlısı edasıyla harbi harbi anlatmalı. Örneğin inandığımız tüm değerleri işimize geldiği gibi koyun sürüsünün içerisine dalarken nasıl zamana uyarladığımızı anlatmalı.
Oportunizmi güncelleştirerek entelektüel kimlik altına nasıl gizlendiğimizi. Ana baba kardeş ve arkadaşlarımızı nasıl üç kuruşa değiştiğimizi ve her nedense her zaman mağdur edilen ve haksızlığa uğrayan taraf felsefesi yaptığımızı yatırmalı yatağa (pardon masaya). Ve belki de ihanetin en masumunun kendi bedenlerimize sahip olduklarını sananların dışında; yine kendi isteğimizle paylaşmak olduğunu anlatmalı.. Ve şu lanet dünyayı artık bacak arasından kurtarmalı.... Bütün bu düşünceyi sonuna kadar savunmalı. En azından (benim gibi düşünmeyenin …….. ) diye bir küfür savurmalı,,,,
Haksız mıyım...?
Efendim?
Bak küfür geliyooo ha ona göre)))))
Sevgili Aynur, 'On bir dakika'yı ben de okudum. Çok özel bir bölüm seçmişsin işlenecek...Kalemini çok seviyorum seni...Ama sanıyorum yaşama bakış açını daha çok seviyorum. Aynı ya da birbirine çok benzer iki pencereden bakıyoruz hayata...Kendimi buluyorum sende...İçten tebrikler...Zevkti seni okumak. SevgiMle kal güzel arkadaşım...
Teşekkürler Aynur paylaşımın için....
Bu şiir ile ilgili 5 tane yorum bulunmakta