Henüz mini mini çocuklardık. Evcilik oynardık komşu çocuklarla, ya da evlerimize konuk olan ailelerin çocukları ile. Oyuncak evlerimizde anne, baba ve bir de çocukları olurdu Sonra bu oyuncak ev ve aileler birbirlerine konuk olurlardı... Bazan kavgayla biten, bazan da sessizce sona eren düşsel oyunlardı bunlar.
Hiç unutmam; evimize konuk olan bir ailenin çocuğu ile salonun bir köşesinde oyuncak evlerimizle oynuyoruz. Aramızda ne kavga, ne gürültü.. Çok iyi anlaşarak oynuyoruz derken, evimize başka konuklarla birlikte onların çocukları da gelince bizim oyun dünyamız sarsıntı geçirmeye başladı. O çocuklar da bu oyuna katılmak isteyince iki kişilik oyun dünyamız darmadağın oldu. Daha sonra anlaşmazlıklar, çocukça kıskançlıklar derken kavga gürültü... Ve tepemizde gürleyen bir ses, SUSUNUZZZ! ! !
Bana göre aşkı bu minikler dünyasının oyuncak evlerinden başlatmak gerek. Kabul etmek gerekir ki, aşk ve aşkın düşleri bir başka dünyaları taşır duygularımıza. Bu dünyada bir üçüncü kişiye ve fazlasına yer yoktur. Sadakat yani bağlılık iki kişiliktir. İşin içine çok duygululuk, yalan sadakat karışırsa aşk aşk olmaktan çıkar, çocukların kavgalı gürltülü oyun içinde oyunlarına döner.
Günümüzde yaşadıklarımız da bundan başka bir şey değildir. Oyun içinde oynanan çoklu aşk oyunları gibi... Sonra da kalkıp gerçek aşk nedir diye düşünüp duruyoruz.
Aşkı anlamak için o çocukça tertemiz duygularımızı öne çıkararak iki-üç, beş-on türlü yüzlü olmaktan kendimizi kurtarmalıyız ilkin, sonra aşkın oyuncak olmadığını sindirmemiz gerekir diye düşünüyorum
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...