Son kale Çanakkale;
yıl bin dokuz yüz on beş’te!
Kara bulutlar dolaşıyor o günlerde,
savaş yorgunu ülkem gibi
boğazın incisi Çanakkale de,
barut kokusunun esaretinde:
Arı Burnu, Anafartalar, Seddülbahir tetik üzerinde…
Uçan kuşlarla birlikte,
ölmüş insanlık bile,
Bu tarihi âna şahitlik etmekte,
Savaş halinde Devlet-i Âliyye-i Osmaniye…
Yurdun her yeri
çatlayıncaya kadar koşan bir küheylan yüreği.
Uzun süren savaşlardan
arta kalan,
ya da son tekne kazıntıları belki de,
şeb-i aruz için insanlar bir hazırlık halinde,
tarih milletin kutlu zaferi için hadiseleri kaydetmekte.
Köy ve kasabalarda,
davullar eşliğinde meydanlarda,
dilinde padişah fermanı,
çağırıyor eli silah tutanları,
gür sesiyle bir nâdi.
Geride kalan herkesi,
er kişileri,
yetişkinleri.
Baba, oğul, çoluk, çocuk kim varsa
çağrılıyor cepheye savaşabilecek kadar sağlamsa…
Son karakol Anadolu’nun kale kapısı, Çanakkale’de
bir ev,
hüzünle karışık duygular içerisinde.
Çiçeği burnunda bir aile
henüz ter-ü taze,
yağız bir delikanlı, vedalaşıyor eşiyle,
güzeller güzeli eşi Adeviye’yle!
Delikanlı:
-Bak Adeviye, durum ortada savaş kapıda,
Ben harbe gidiyorum.
Çıkabilmek için yarınlara.
Gençsin güzelsin, alımlısın. Sakın ha,
ben yokken, çıkmayasın sokağa.
Bana bir laf getirme, sahip çık namusumuza…
Adeviye:
- Senin gönlün rahat olsun,
Bey, git, git ki yarınlarımız güzel olsun,
senden başka bir erkek bana haram olsun!
Demişti kapılarının oradan eşini uğurlarken savaşa.
- Ben ona söz verdim çıkmam sokağa,
beyimi bekliyorum a kuzum!
derdi soranlara.
Nihayet savaş bitti, bitti ama
Gelmedi Adeviye’nin kocası bir daha,
Nice yağız delikanlılar gibi
ne kendisi, ne de bir haberi,
Ölü ya da diri…
Adeviye söz vermişti kocasına,
Sözünü de tutmuştu ömrü boyunca.
Hayatını sürdürdü komşularının yardımıyla,
Bir ömür boyu hiç çıkmamıştı sokağa…
Yıllar yılları kovaladı,
Yaşayan her kişi gibi
Adeviye de kocadı.
Genç ve güzel Adeviye,
Olmuştu artık Adeviye Nene.
Bir gün evinin önünden geçen gençler,
Penceresinin açık olduğunu gördüler.
Gençler Adeviye nenelerini merak etmişti,
Adeviye Nene süslenip gelinliğini giymişti.
Biraz da alaycı bir eda ile gençler:
- Hayırdır nenem niye böyle giyindin?
Diye soruverdiler.
Nenemin cevabıyla gençler,
kendilerinden geçtiler:
-A kuzum dedenle bugün evlendiydik,
evlilik yıldönümümüz bugünüdü,
bugün vuslata ermiştik…
Adeviye Nenem uçar gibi giderken kabristana,
Kavuşmak üzereyken yıllardır beklediği kocasına, aşkına,
omuzlarda,
geriden bir ses yükseldi aniden:
- Durun! Vasiyeti vardı rahmetlinin,
elindeki iki torbayı Allah aşkına mezarına koyuverin.
Herkesin gözü iki torbada,
içinde ne vardı acaba?
Açıldı torbalar topluluğun huzurunda,
Birinin içinde rahmetlinin dökülen saçları, diğerinde ise dişleri,
Yarın ahrette kendisine şahitlik edeceklerdi.
Saçlar:
-Bu saçlara Senin elinden başka bir el değmedi!
Dişler:
-Bu ağızdan Senin adından başka bir ad çıkmadı! ..
Sağken nenem evinden hiç çıkmadı,
yıllar sonra çıkansa sadece naaşıydı.
Bu nasıl beklemekti, bunun adı neydi?
Olsa olsa aşkın, sadakatin ifadesiydi.
Onlar,
son kalede geride kalanlar
Sevdiklerini işte böyle beklemişti,
Bu topraklarda beklediklerini bir başka sevmişti…
Kayıt Tarihi : 30.11.2015 10:29:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!