Yeraltından sesleneceğim sana; ne masal, ne destan, ne hikaye, ne efsane bilirsin olmaz işim hayalle.
Varoluşumun ezeli huzursuzluğunu anlatacağım, kapat gözlerini ve soluk almadan dinle..
Nefesin kaçırmasın hakikat kelebeklerini, bakışların ürkütmesin Hugin ve Munin’in düşüncelerini..
Rüyaları şefkatiyle yoğuran Ninsun’un oğluyum, kibrimin kırık boynunu, vicdanımın mukaddes soyunu ona borçluyum..
Aşkın cevherlerini, ayrılığın mücevherlerini, bilgeliğin kederlerini, insanlığın değerlerini kitab-ı bilinmezde toplayan Hızır’ın çocuğuyum.
Doğdum aşka düçar bir kalple, ızdıraba meyyal bir sineyle, iflah olmaz bir halle, dert içinde bin dertle..
Doğruldum beşiğimden ismim kulağıma okunmadan, başladı yolculuğum kuyulardan, dehlizlerden, geçitlerden, yeraltından..
İçime ilk nakşı kim işledi bilmeden, son nakışta karşımda Yesevi..
İlk kelimelerimi bekledi Mevlana, yazılsın diye Mesnevi..
Ruhuma giydirdiler yamalı hırkayı, aklıma çiğnettiler büyülü lokmayı, astılar boynuma Musa’dan kalma asayı, girdi koluma medenilerin sultanı, baksan zahirde bir bedevi..
“Bul onu” dediler seni işaret ederek; elime ezelin ve ebedin haritasını vererek..
Bazen susarak, bazen konuşarak, bazen ağlayarak, bazen gülerek düştüm yollara her zaman seni düşleyerek..
Uruk’tan Atina’ya, Siyap’tan Halep’e, Fez’den İstanbul’a dolaşıp durdum bütün bedestenleri, tutunup “Boyalı Stoa”nın yıkılan sütununa; serapları, vahaları yok sayıp vardım üç yol ağzına..
Hangi yoldan gitsem..?
Baktım büyük bir dehşetle sağıma soluma, şahitti yeryüzünün ve gökyüzünün aşıkları şaşkınlığıma..
Kaybolsam neyse de ya seni bulamasam?
Hekate’nin sesi duyuldu birden, “korkma varacaksın ona, hangi yoldan gidersen!”
Şatafatlı, gözalıcı, tahrikkar, cezbedici ne varsa dizilmiş sağ ve sol yola, bir tek kahır bırakılmış boynu bükük olana..
Aklım erdemini, vicdanım cesaretini, fikrim izzetini yüklendi, yöneldi yolcusuz bırakılana..
Birkaç adım sonra önümü kesti eşkiyalar, gömleğimi soyup aldılar..
Göremediler ruhumdaki hırkayı, boynumdaki asayı, baktılar künyeme “neden ismin yok” diye hışımla saldırdılar.
İsimlerini kazıyıp alnıma, ihanetlerini yükleyip sırtıma, öldü sanıp bıraktılar..
Durdu felekler; serdiler kanatlarını kimsesizlerin kalbine, aşıklar dergahında umudu tutuşturdu gökten inen melekler..
Yedilerden, yetmişlerden, pirlerden, azizlerden, erenlerden, dervişlerden, kahinlerden, şairlerden kelamın büyüsünü alıp yaralarıma sürdüler..
Kaç asır geçti bilmiyorum, kalktım düştüğüm yerden, çıktım çilehanemden, gezdim on sekiz bin alemi, güneşi, ayı arkamda bırakıp yoluna revan oldum yeniden..
Defterimdi yıldızlar, sana dair ilk söz dökülürken kalemimden, sanki sesin geliyordu Venüs’ten..
Koştum derken, çatlar gibi sesinin izinden..
Birden asılı kaldım sonsuz bir boşlukta..
Durdurdular yokluğun bedesteninde, bedel istediler, adem-i mutlakta..
Ayağımdaki dikenleri, kanayan ellerimi, boynumdaki asayı, sırtımdaki hırkayı, ağzımdaki lokmayı verdim; benden bir şey kalmadı bu vücutta..
Açıldı sonuna kadar Melekût Alemi’nin kapıları, gördüm ki kudret-i Mevlâ seni, bana; beni, sana sunmakta..
Kayboldu birden izzetim, gayretim, hayretim..
Ağladıkça anladım..
Ne “sen” diye bir şey varmış, ne “ben” hepsi yekmiş Vahdet-i Vücut’ta..
Kayıt Tarihi : 28.10.2024 15:58:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Aşk, mevcudiyetinin, müktesebatının insana verdiği en hazin yük ile en derine, yükseliş olan batıştır.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!