1.Park
Mutfakta tabak çanaklarla oynuyordu gene o gece. Rüzgarın uğultusu tüm gücüyle camlara vuruyor; çıkan bu sesler, sanki oracıkta duran şehrin büyük caddesinin gürültüsünü bile bastırıyordu. İçerideki kalabalık ahaliden, masalardan devamlı bağırtılar geliyor; ulaşan bu aceleci yakarmalar kasadaki patronu tedirgin ediyor, haliyle aşçı kız daha da çabalar bir pozisyona sevkolmaya azmediyordu. Bu işlek caddenin üzerine kurulan lokanta; mutfağı, arka tarafta, araba parkına açılan mevkide saklıyordu. Paydosa yakın gece saatlerinde bazen çöpleri de çıkarıp döküyordu aşçı kız. 32 yaşındaydı ve yalnız başına bir evde yaşıyordu. Hayattan ne bekliyor, pek bilmiyordu ama bazen ay sonlarında, bazense ay başlarında, eline geçen parasıyla geçinip gidiyor, hafta sonlarıysa eski birkaç arkadaşıyla buluşuyordu.
Dışarıdan mırıltı gibi ama daha güçlüce sesler gelince bunun ne olabileceği üstüne düşündü. Saat akşam 7’ye yaklaşıyordu, bir kış ayazında. Azcık şurdan sıyrılsa, işini o ara yapacak elemanlar vardı, patronla da arası fena sayılmazdı. Seğirterek arka park tarafa geçti. Bir gölge gördü uzaktan, biraz daha yaklaşarak küçük bir çocuğun yerde sürüklenir gibi hareketler yaptığına şahit oldu. Şaşırarak, çocuğun üzerine eğildi ve sordu:
-Ne yapıyorsun sen burada, küçük?
çocuk cevapladı ama parktaki iki sokak lambasından aşağıya inen, yavaşça ortamı süzülerek dolduran ışın okları çocuğun nasiplenişine işaret etti; pancar gibiydi yüzü:
-Ne o, hasta mısın? diye sordu gene.
Ne yapıyordun? ...
-Hiçbir şey… Hiçbir şey yapmıyordum!
cevabıyla koşmaya başladı oralarda sürüklenen ve sağdan, parkı dönerek ara sokağa karıştı; ordan da ana caddeye geçmeye niyetlendiği belliydi.
Hemen geri dönerek işinin başına, mutfağa dönen aşçı kız; diğer çalışma arkadaşlarıyla konuşmaya başladı. Parkta harcadığı zamanın getirisi aradaki fark’ı kapamak istercesine daha hamaratlaşmaya çalıştı; etik anlayışı kendineydi, ama sonucu başkalarına da yarar sağlasa fena mı olurdu.
Saat 23:00 gibi işten çıktı ve birkaç sokak ötedeki dairesine attı hemen kendini, gene yoran bir gün olmuştu. Bir saat kadar televizyonda kanal kanal oyalandıktan yorgunluk iyice bastırdığı bir an odasına geçerek hemen yatağa kıvrıldı…
*
2.Yeniden
Ertesi gün yine aynı saatte, her günkü gibi 07:30 civarları, hazırdı. Kendisini toparlayarak dışarı attı. Soğuk kış havası yüzüne çarptığında biraz kendine geldi ve gözleri dünyayı daha bir algılamaya başladı. Otomatiğe almış gibi, gene yürüdü yolları. Sabah böyle erken çıkmak iyi oluyordu; dolaşa dolaşa gidiyordu, hem bu ona sabah sabah düşünme özgürlüğü de bırakmış oluyor düşüncesindeydi. Bir süre sonra; o ana akım caddesinden, ana menüsü kendi spesiyal pizzaları olan lokantanın konuşlandığı nokta i nazara ulaştı. Bu sabahın köründe, ve tabi ki bu kuru ayazda, etrafta pek insana rastlamamıştı.
Tam kapıdan girecekti ki, orda gene o dün gördüğü çocuğa rastladı:
-Heyy, senin adın nedir?
Çocuk duymazlıktan gelerek, karıştırdığı sokak bidonu içine doğru belinden baş aşağı debelenmeye devam etti… Aşçı kız tekrarladı:
-Hey sana dedim! Dün de, arka parkta ama buralardaydın. Adın ne senin, nerelerden geliyorsun buraya?
Çocuk, bir an, tozlular’dan yadigar merakı olan katsayısı ile yalpalar, havada yüzer gibi geriye uzanarak; arkadan, omzunun üzerinden boyun köküne gömülü gözüken kafasından doğrulttuğu iki iri şaşkın gözle baktı:
-Evet, hatırladım dedi.
-Anladım, pek konuşmaya niyetli değilsin herhal Gel de sana sıcak bişeyler vereyim diyen aşçı kız içeri buyur etti.
Ortada pek kimse görünmüyordu, ilk gelen o olabilirdi; anahtarı cebinden çıkararak soğukta yarı-kavrulmuş eline aldırmadan kapıyı açtı.
-Bir çorbanız varsa, çorba severim… diyerek onayladığını belirtti.
-Peki, tamam ama adını söyleyeceksin.
*
3.Telepati
Önüne hazırlanan sıcak çorbayı beklerken huzursuca iç çevreyi inceleyen çocuk, bir yandan da kapıdan gelen olup olmadığını kontrol ediyordu -bir hırsızdan veya katilden çok kirişi kırmaya hazır bir başka tür gibiydi:
-Sen burada yemek işlerine mi bakıyorsun? diye sordu. Kaseyi hafif bir hareketle onun önüne doğru süren kız, masanın öte tarafına geçti ve kollarını bağdaşta masaya yayarak bu ortaya çıkan oluşumun gevşeyerek çenesine kadar gömülmesine izin verdi; şimdi çocuğa karşı oturduğu sandalyede, sohbete transitte olduğu belliydi.
-Evet, ben burada çalışıyorum. Peki, sen naparsın?
-Sen zenginsindir…
-Nerden çıktı? Hayır, öyle zengin sayılmam; buradan para kazanıyorum.
-Ee, işin var ama; iyi…
-Sen, biraz da sen yanıtla. hadi bakalım… dedi kız.
Bir yandan yemeğini yerken diğer yandan konuşmaya çalıştı çocuk ama pek de konuşkan değildi zaten. Bir adı yoktu, küçükken sokağa sepete bırakıldığını zar zor kerpetenle çekerek öğrenebildi; bir evinin olup olmadığını düşündü aşçı kız:
-Buralarda dolanıyorsun hep. Senin bir evin yok mu?
-Dolaşmayı severim… diye yanıtladı.
-Yani yok, tamam anladım.
-İsmim yok, ama.. “UÇ” derler kısaca: uğur çuvaldızı…
*
4.
28 yaşındaydı,genel durumlar adına çuvaldızı kendisine batırmayı seven… Patronun ve elemanların, ve müşteri tiplerin doluşmasını beklemeyi göze almadı; aşçı kız da ona pek ısrar etmedi. Sekizi on geçe gibi, teşekkür ederek hızlı adımlarla pizzacıda kapıya yürüdü.
-Hey! Bişe ihtiyacın olursa gene gel; yerimi biliyorsun… diye seslendi aşçı kız.
Arkasına bakarak onu süzen UÇ; hemen sonrasında, kapıdan bedenini tüy ile taş karışımından orantısal feveran, kendi giden bacaklarının çabası sonucunda hemencik karşısında belirmiş ana caddedeki seyrek ve akışkan zift nehrin insan kalabalığının dağınık kütlesine vücudunu da dahil etti.
O günkü işlerini planlamaya başladı kafasında Aşçı kız. Kendisine büyük kulplu bardaklardan bir çay alarak aynı masaya geçti. Demin çocukla oturdukları masa, aşırı geniş olmayan ama küçük de denilemeyecek bu lokantanın orta kısımlarındaydı. Az sonra buradan sıkılarak sağ yandaki, caddeye bakan camlı yerde bir masaya geçti; geçen insanları, incelemek, kendisini hecelemek istemişti.. Özellikle sabahları, zaman zaman boş kaldığında böyle yapıyor; sanki geçenlerin suratlarında, sokakta yürüdüğü zamanlardakine yakın rahatlama hissini alıyordu. “Başıboş… Çoğu insan boş bakıyor” diye düşündü, “ama kimbilir bunun arkasında neler var..”.
*
5.
Hala inanamıyordu, onca sene çalışmış ama bunun ona pek bir faydası da dokunmamıştı; patronu saat 4 gibi onu işten kovduğunda, isteksizce yürüyerek ve biraz da sağda solda dolaşarak hemen kendini evine atmıştı:
Mutfaktan elinde çayıyla dönerek, çizgili pijamaları ve pofuduk terlikleriyle salondaki kanepeye şöyle bir kuruldu. Kumandanın pimi güç düğmesi’ne bastı ve kanalları karıştırmaya başladı. Hiçbi şey yoktu çok zamanki gibi. Belgeseller bile daha çok; külüstür, eski bir arabanın nasıl ele alınıp da eskisinden daha esaslı mükemmelleştirileceğini anlatan tarzda yapımlara dönüşmüştü. Dvd köşesinden bir dvd attı oynatıcıya. Ne zamandır bir filmi baştan sonuna izlememişti, fakat geçenlerde arşivine kattığı bu zombi filmi kaliteli bir şeye benziyordu; izlemeye başladı. Bir saat kadar geçmişti ki, akşamüstü saat beş buçuğa yaklaşırken; bir, iki uyuklama derken, hepten yorgunluk bastı. Televizyonu ve oynatıcıyı kapatarak yaydı kendini salon kanepesine. 22:30 civarları bir uyandı, banyoya gidip su içerek gene gelip yattı. Sonraki uyanışında, biraz dinlenmiş buldu kendini; o gün onu aşırı yıpratmıştı: Giyinerek biraz hava almak istedi ve dışarı çıktı; saatine baktı, 01:30 u geçiyordu… Toplamda sekiz saat kadar uyumuş olmalıydı.
‘Diyebilir miyim şimdi seni seviyorum;
durabilir misin karşısında artık, gene susabilir misin...’
:Daha önce, okuduğu bir şiir kitabından aklına yer etmiş bu birbiriyle çelişik gibi görünen ancak aslında yoğun gerçeği açıklayan mısralar gün geçtikçe aklına daha çok kazınıyor gibiydi. Şiiri seviyordu, zaman zaman vakit bulduğunda kitap da okuyordu; özellikle geceleri…
Bir evlilik geçirmiş ve sonra boşanmak zorunda kalmıştı, ardından birini tanımış, durumlar gereği arkadaş olarak başlamış ve ondan da kısa süre önce ayrılmıştı.
Öyle sokaklarda boş boş, elleri eşofman altının ceplerinde dolaştı durdu. Kara gecenin içinden arabaların farları, sağda solda kaldırımlarda tek tük gezinen tiplerin üstünü aydınlatıyordu bazen; hemen sonrasında araba geçip gidip, arkasında bir karanlık beton orman bırakıyordu.
Eve dönmüştü ki, aşağıdan kapı çaldı. Cihazdan kim olduğunu sordu ama cevap alamadı, gene de açtı. Koşa koşa 2. Kata kadar basamakları tırmanıp eşiğe vardı UÇ. Kapıda kendisine şaşkın bakan Aşçı Kız’a,
-Bugün fal baktırdım kendime. diyerek içeri koşuştu.
-Ne kadar da bencilce değil mi. diyerek bir alaycı kahkaha patlattı, ve ama dediğine inanmadığını belirtirce…
-Dediler ki; bir kişiyi sevecekmişim ve o çekip giderken, hani şu defterden daksilleyecek olan,yani dedikleri, konuşmayı deneyip duracakmışım ama yanıt pek alamayacakmışım, aldıklarımsa kötü temenniler olacakmış, sonra ben de ona biraz kızacakmışım; …
-Her şeyden önce, merhaba. dedi Aşkçı Kız, gülümsedi.
Anlat bakalım baştan? Hem sen burayı nasıl buldun? ?
-Anlatacak pek fazla bişey yok; yani öyle işte, dedikleri kadar. Nasıl mı buldum, dükkana sordum seni, ordaki adam biraz agresif fakat adresini vermeye lütfedebildi…
-Evet, kızgın olan patronla konuşmuş olmalısın. Sanırım mali bazı durumlar var, işten çıkmamı istedi; ben de önlüğü, üniformayı falan fırlatıp ayrıldım.
-Ee, ne yapacaksın şimdi? diye sordu UÇ.
-Bilmiyorum bir süre böylece otururum herhalde. Biraz boş kalmak iyidir. Çıkar dolanırım, vesaire…
Biraz birikmiş param vardı.
Kirli, pasaklı bu adama duş aldırdı zarla zorla. İki saat kadar banyoda çırpınan UÇ; ruhen de rahatlamış, arınmıştı sanki, yüzü gözü açılmıştı.
-Bu gece salondaki sedirde yat, istersen Çuvaldız dedi ve gülümsedi. ‘İlginç bir lakap’ diye aklından geçti.
Gitmek istediğin bir yer yoksa… Teklif var, ısrar yok.
Ses çıkarmadan kanepeye kıvrıldı UÇ. Aşçı kız da odasından dolaptan battaniye getirip üşümemesi için üstüne örtene kadar çoktan uykuya dalmıştı.
*
6.
XMT 35 HighLab büyük boy sırt çantasını beğendi Akay yokuşuna giderken rastladığı çantacıda.İiçine istediği her şeyi koyabilirdi artık; bu bir dağcı çantasına benziyordu.
Bir tatile gitmeye karar vermişti; yıllardır harıl harıl gününü gecesine katarak çalışmak, çalışmak ve para kazanmak ve bu sayede yaşamak nereye kadar gidebilirdi ki... ‘Bu aslında iyi bir fırsat bana.’ diye düşündü elinde çantası çantacıdan çıkarken; çanta sırtına tam oturmuş, sanki ondan bir parça gibi durmuştu. Günün sabahında aklındaki bu tatil fikrinden UÇ’na da bahsetmiş, hatta isterse kendisine yol arkadaşı olması gerektiğini söylemişti. Bu kimi kimsesi olmayan çocuğu çöp karıştırma ve orda burada avarelik etme yaklaşımlarından kurtarsa fena mı olurdu? Hem bütün yol boyunca canı da sıkılmayacaktı.
Yürüye yürüye Tunalı Hilmi’deki evine döndüğünde, gerekli eşyalarını katlayarak ya da yarı-sallapati, yeni çantasının içine bocaladı. Çuvaldız evden ayrılmıştı, görünürde yoktu; önceden anlaştıkları üzere kendisini bekleyeceği otobüs garına doğru harekete geçti. Kapıyı kaparken eve biraz baktı; özleyecekti mutlaka vardığı yerde, ama şehri biraz da kendi curcunasına bırakmanın vakti gelmişti.
Aşçı Kız’ı AŞTİ’de, otobüsün çevresine durması için belediyenin kazmalarla falan önceden belirlenmiş azcık kaldırımlı gibi yükseltili kalıpvari alanda, otobüsün yanı başında elinde biletlerle bekliyordu; ilk yüzünde bir gülümseme belirdi, bir saniye kadar… Hoppadanak bindiler. Yolculuk Burhaniye’ye on dakika mesafedeki denetimcilerin kurmuş olduğu Denetko denilen yereydi.
UÇ’ye dönerek,
-Bizimkilerin eski yazlığıydı bura. Bataklıkmış çok eskiden. Bakalım nasıl şimdi, bir ziyaret edelim dedi.
*
7.
Her şey normal serinde gidiyordu. Derken yolun ilerisinde birikmiş bir kalabalık gören şöför, bilmiş bilmiş mikrofondan tüm yolcuları uyardı:
“Size ne verirlerse versinler almayın sakın! ” Ve ardından da eklemeyi ihmal etmedi. “Bunu derken, sakın aklınıza güvenmediğimi sanmayın, çünkü olay böyle değil ama ben söylemiş olayım…
“Fazla da açıklamaya gerek görmüyorum.”
Birden duran, durmak zorunda kalan yolcu otobüsünün içi siyasetin türbanlılarıyla, çarşaflı ve sarıklı şalvarlılarla doluştu. Israrla salladıkları kömür poşetlerindeki kömürleri ve gül buketlerini ya da çikolata paketlerini satmaya çalışıyorlardı. Herkese işini sorup, herkesten nüfus kağıdını isteyip, öğretmen ya da rektör olanlara zorla kömür satmaya çalışıyor, torbayla alamayacak olanları da daha az ödeyerek tane ile kömür satın almaya iknaya çabalıyorlardı. Diretip anayasanın demokrasiye ve demokrasinin de vatandaşa verdiği bir hak olan “hayır” deme özgürlüğünü kullananlara ise, çıkışıp küfürler yağdırıyorlardı. İçlerinden bazıları genzinden sesler çıkartarak çevreye tükürükler saçarak giderek, körlemesine otobüs içinde yön bulup yürümeye çalışıyordu.
-Bunlar büyük Ortadoğu projesi’nin arkasındaki Amerikan hizipçiliğinin ve İngiliz uzun cüce sinsi kahya siyasetinin neticesi –kendini patron sanan Amerikan damgası, artık tamamen iç hayatımızdan çıkacak ve Batı uygarlığı dedikleri şey çatırdıyor- ama başarıya ulaşamayacaklar. Her zaman böyle oldu, dünyadaki ışık yalancılara galip gelecek. Artık Bakırköy ve Kadıköy’de gül ve İsviçre çikolatası dağıtıyorlar. Daha bedbin kesimlerdeyse, hala kömür moda. Eskiden sadece dağıtırlardı oy avcılığı için ama meclisten türban yasası geçirilince, yaptıklarını yargıya baskı sanmış olacaklar, zorla satmaya başladılar ellerindekini. Kanunlar önünde yasal olamayan bir ilk, 2008’in Cumhurbaşkanı gibi aynı; sanırım artık çalışmalarının da bir oy getirmeyeceğinin bilincinde olacaklar ki, elde ettiğimiz para yanımıza hapiste veya ipe gittikten sonraki mezarımızda kar kalsın diyorlar, diyebiliyorlar. Bu iş böyledir, insan yalancı olmaya görsün; boşuna dememişler ki yalancının mumu yatsıya…” diye söylenirvari, durumu Çuvaldız’a açıklamaya çalıştı Aşçı Kız; UÇ zaten bileceğini yaşamış, olanları tam kavrıyordu:
-Derinden derine bir süreçti bu…
Geleceği sezemeyenlerin… Sokakta kaç kişiye sorsaydın; hep sbah programcısı tv röportajcısının ‘yalan söyler misin? ’ sorusuna karşılık, ‘söylemeyen var mı ki’ yanıtını getiriyorlardı…
-Bir fasıl ‘selamunaleyküm’lerden, askeriyenin merhaba’sına; gelişim budur: üstüne üstlük şu da var; merhaba demek, benden sana zarar gelmez demektir. Toprak satışına, başkent devirine, Anıtkabir’in yıkılmasına bile yanaşacak türde meyilliler vardır bu ülkede; ses çıkarmazlar, üstelik destekleyenler de olur kötülük yapıp bir de teşekkür bekleyenleri, tek ki kömür dağıtılsınlar: bu kadar büyük sahtekarlık, aymazlık, haysiyet yoksunluğu, vatan ki insanlık düşmanlığı olabilir mi.”
-Haklısın. diye cevapladı onu Aşçı Kız:
-Gerçek demokrasinin ne olduğunu bilen biliyor; diğer bilerek reddetmişler içinse üzülme, böyle kaybedenler kendi omurlarını kendi elleriyle onursuzlaştırmışlar, bilinçli. Durumlar düzelir, güneş balçıkla sıvanmaz: her gün yeni yıldızlar doğuyor süratle evrende, karanlıksa hep aynıdır; karanlıktaki sallapatileri kendi hallerine bırakmak gerekirse de daha iyisinde Ama kör karanlığı bizzat seçenlere, onlara işte hareket yoktur. İşleyen demir ışıldar; parıldayan nesne ise, sahte siyaset örtüleri altına gizlenmeyen…
-Geçen gün laiklere karşı uğraşıp duran şeriatçılara üçüncü bir görüş de eklendi. Bunlar kendi görüşlerine hem özgürlükçü, hem de laik dediler ve zıt kutuplara alternatif getirdiklerini sanarak herkesten de teşekkür beklediler; laikliğin özgürlük dışı olduğunu kastetmiş olmazlar mı, yazık… Ve yasanın kabulünden sonra, Anayasa Mahkemesi’nin kararı beklenmeksizin türbanlılar okula teşvik edildi ve rektörlerin bunu sağlamakla görevli olduklarının üzerinde duruldu; bunlar suç kapsamına girer.
Az sonra olayı haber alan polis yetişti, yıldızlararası boşluk misali şehirlerarası otoban’a Ve ancak yola öyle devam edebildiler. Eşkiyalık, yol kesicilik, demokrasiden faydalanabiliyordu. Ellerine bir tek silah almadıkları kalmıştı; yakında onu da denerlerdi, deneyince de sonucunau katlanırlardı.
*
8.
Otobüs Burhaniye’ye vardığında, ordan bi dükkandan hemen mayo satın aldılar ve işlerini bitirdiklerinde, dolmuşla Denetko’ya geçtiler. Sahil sitesindeki orman tarafındaki Aşçı Kız’ın dubleksine vardıklarında Çuvaldız çok yorgundu, gün içinde de pek uyuklayıp kendini bir dinlendirme imkanı bulamamıştı. Panjurları açıp, diplerde ışıksız kalan, kılcal denilecek denli bacaklara sahip hafif görünüşlü bir ki örümceği ve duvar köşelerinin gediklisi örümcek ağlarını güneşin ışınlarıyla buluşturup, anneannesinin eski kadim dostu ve kocası da bahçıvan Hüsniyanıma bu ağları toplattırmayı aklına yer eden ve sonra da yüzünü yıkamaya giden Aşçı Kız geldiğinde, onu mışıl mışıl uyumuş buldu –uzaktan çocuk ki adam yakından, sızılası bir halde kıvrılıp kalmıştı çöreklendiği yerde. Gülümsemesiyle mayosunu giyip ve hemen denize plaja koşturması bir oldu..
Zengin minerallerle destekli güneş yağı bile sürmemişti sabredemeyip. Tepeden inen kızgın güneş ona müjdeyi veriyordu,ama saatin kaç olduğundan habersiz, tasasız görünümde güneş gözlüklerinin yüzünde bir yer almasına izin verdi. Çoluk çocuk ve gençlik çevrede, her yöne dağılmış kalabalıktan şen uğraş sesleri çıkartıyor; bebekler, anne ve babalarıyla ve onların direktifleri altında da, deniz kenarında kolluk ya da can simitleriyle sevinçli cıvıltılar arasında çabalıyorlardı gene…
Aklına geldi: ‘Gene lodos esmiş olmalı, her yer yosunlu ama yarın sabah gelirsem eğer, mutlaka temiz, berrak ve girince soğuk ve çıkarkense alıştığım, alışarak çıktığım, çıkacak olduğum o denizi bulabilecek olurum.’
Göğe bakış attı, düşünmeye başladı. Gözlerini kısarak, ışın demetlerini görünür kıldı. Bu gözleri tavana dikerek gerçekleştirilen gerçeğin oyununu çocukluktan beri hep sevmişti.
Denizden sonra eve döndüğünde bile sessiz suskun gözüken Uğur Çuvaldızı’nı bıraktığı yerde bulamayabileceğini biliyordu, her ne kadar onun bunun aksinden emin olabilecek bir yapıda olduğunu hissetmiş olsa da: ‘Fakat yine de, med-cezir’ler var; ve var ama bir de varlıklarını verdikleri belirli bireylerde var..’ diye düşündü. ‘Böyle bir anlayış ile, (kesinlikle) böyle anlayışlar içinde; ne değişir ki, ne değişmiş olur ki…’
Ertesi gün sabah erkenden kalkarak, dedelerinden kalma dubleksinin arka bahçesinin çehresi nefesinde orman yakasındaki bisiklet yoluna açılan bir fikirde, tatil koşularına başlamaya ve günü buradayken böyle algılamaya karar verdi.
Aşçı Kız’a göre burada resifler vardı, aslında Malezya ve Endonezya gibi öyle mercanlar ve balıklar bu sahilde yoktu ama o öyle hayal ederdi: Atatürk sevgisi de böyle bir şey olmalıydı; resifler de ‘Bir hayalle varoldu her şey! ’ diyen o klasik gibi ve ama tutarlı görüş ile gerçekliğini bulmuş olmalıydı. Yoksa acaba tarih de mi böyle bir şeydi; eğer öyle ise, tavukla yumurta hikayesindeki bulmacanın cevapsısının ille de tekerrürler olması gerekmezdi.
*
9.
Bir süre öylece güneşlenen Aşçı kız tam uyuklamaya yelteniyordu ki Çuvaldız’ın geldiğini sezdi. Burnundan başına güneş siperliği olarak yerleştirmeye çalıştığı beyzbol şapkasını çıkararak gülümsedi:
-Çok mu yorulmuşsun?
-Biraz dinlenmek iyi geldi dedi, ellerinde iki Uludağ gazozla UÇ.
-Dubaya kadar yarışmaya var mısın?
Onaylayarak kafasını salladı Çuvaldız Aşçı kız’a
-
Geçenler,
1bazı bilgi değerleri gerçek, 2bazıları kurgu; 3iki kişideki belirtilen özellikler yer yer karşı görüntülerinde aranabilir.
Bölüm 1 ve 2: 4 şub. ’08 Pzts 23:13/ Bölüm 4, 5 & 6; 6 & 7 şub. 2008
Bölüm 7 & 8,10 subat; düzeltmeler ve 9. Bölüm, 16 şub.
Devam edebilir
Kayıt Tarihi : 3.3.2008 03:50:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!