Toprak temizler aşk yar eyler
Bedenimizde biriken o kirli bakışları
Kemikleşen kinler düşer zalim yüreklere
Bakır bakraçtan akardı serap yağmurları
Tutsaklığa başkaldıran o çöl çiçeklerine.
Utanmaz arzuları savurur çölün sıcak yüzü
Vahanın bereketini biliyordu kalbi açık adam
Cehennemi söndürür bağrını açıp bir baksam
Aşk için canını ortaya koyan
Bir hançerdi sırtında hatırası olan
Son arzusu o sevgiliye kavuşmaktı
Kavuşurken kanayan güllerine baktı.
Düştü toprağa kanı alnındaki akıyla
Yüzünü öpen güneşi okşadı aşk
Biran sabah ezanları sustu Küfede
Bir tohumdu zamanla büyüdü sevdamız
Söndürüverdi zulmeti
Kızıl bir goncada cevval aşkımız.
Sevdam,ah! hüzünlü sevdam;
İçimi kemiren burguydu onlardan yana
Hiç bir zaman hiç bir hatıra
Bu kadar kanatmadı içimi asırlarca
Aşkı nefsinden üstün tutan adam onurluydu
Gözlerinde güneş
Yüreğinde ay doğdu.
Kimdi onun çiçeklerini ezen
Kimdi o ayakların laneti üstüne gelen
Zehirli baldıranlardır zalimleri hatırlamak şimdi
Canımdan çok sevmedikçe arınmak yok bana
Hangi meyvenin tadı onlardan daha tatlıydı
Hangi gecenin sabahı ölümden daha anlamlıydı
Onlar gönüllerin yaren kapısı
Aşkımızın baş tacı.
Ey! bu dünyanın mazlum bakışlı insanları
Söyleyin Allah aşkına
Bu alemde hangi güneş daha kızıl battı
Kerbela akşamlarından başka.
AKÇAY -KASIM /2008
İbrahim YılmazKayıt Tarihi : 29.11.2008 21:53:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
EHLİ BEYTİN ÜÇ ÖNEMLİ ŞAHSİYETİ HZ ALİ,HZ HASAN VE HZ HÜSEYİN (ra.) DİR..ÜÇÜ DE DAHA İSLAMİYETİN İLK YILLARI SAYILAN BİR DÖNEMDE ZALİMLER TARAFINDAN HUHARCA ŞEHİT EDİLMİŞLERDİR..EHLİ BEYTİN BU ÜÇ ÖNEMLİ ÇINARINI ŞEHİT EDENLERE DİLERİM YÜCE ALLAH,MELEKLER,HZ PEGAMBER VE TÜM MÜSLÜMANLAR LANET EDERLER..YERLERİ CENNET MEKAN OLSUN VE BİZLERİ DE ONLARIN ŞEFAATLARINA NAİL EYLESİN...(amin) .. (Acizane olarak bu çalışmam bu üç muhteşem şahsiyetin aşkına ithaftır) ****** HZ. ALİ ***** Allahın arslanı ve Resûlullahın dâmâdı: Hz. Ali Resûlullah efendimizin amcasının oğludur. Hâne-i saâdette büyüdü. 10-12 yaşlarında iken, birgün Resûlullah ile Hz. Hatice’nin beraber namaz kıldığını gördü. Namazdan sonra Resûlullaha sordu: - Bu nedir? - Bu Allahü teâlânın dînidir. Seni bu dîne da’vet ederim. Allahü teâlâ birdir, ortağı yoktur. Lat ve Uzza isimli putları terketmeni emrederim. - Önce babama bir danışayım. - İslâma gelmezsen, bu sırrı kimseye söyleme! Hz. Ali ertesi sabah, Resûlullahın huzuruna gelerek dedi ki: - Yâ Resûlallah! Bana İslâmı bildir. Bunun için göremiyorum Böylece Müslüman oldu. Müslüman olanların üçüncüsü, çocuklardan ise birincisidir. Peygamberimiz, bazen kuşluk vaktinde, Mekke vâdilerine doğru çıkıp gider, Hz. Ali de, babası Ebû Tâlib’den, bütün akrabâlarından ve halktan gizli olarak Peygamberimizle birlikte gider, namazlarını oralarda kılarlar, akşamleyin de, dönerlerdi. Birgün, Hz. Ali’nin annesi Fâtıma hâtun, kocası Ebû Tâlib’e dedi ki: - Ali’nin, Muhammed’in yanına devam ettiğini görüyorum. Senin başına, Muhammed tarafından, oğlun hakkında, güç yetiremiyeceğin bir iş gelmesinden korkuyorum! - Demek, oğlumu bunun için göremiyorum? Hemen, Peygamberimizle Hz. Ali’nin ardına düştü. Onlara, Batn-ı Nahle vâdisinde, namaz kıldıkları sırada, rastladı. Peygamberimize sordu: - Ey kardeşimin oğlu! Edindiğini gördüğüm bu din, ne dînidir? - Ey Amca! Bu, Allahın dînidir. Allahın meleklerinin dînidir. Allahın peygamberlerinin dînidir. Babamız İbrâhim’in dînidir ki, Allahü teâlâ, beni, Peygamber olarak bununla, bütün kullara gönderdi. Ey Amca! Doğru yola çağıracağım kimselerden, buna, en çok sen lâyıksın! Bu yoldaki da’vetimi kabûl etmeye ve bana yardımcı olmaya, sen, herkesten daha lâyıksın! Peygamberimiz, amcasını, İslâmiyete, tevhîde, Allahın birliğine inanmaya ve putlara tapmaktan vazgeçmeye da’vet etti. Ebû Tâlib dedi ki: - Vallahi, yaptığınız veya söyledikleriniz şeylerde bir mahzûr yoktur. Ey kardeşimin oğlu! Ben, atalarımın dîninden ve ona bağlılıktan ayrılmaya güç yetiremiyeceğim. Fakat, sen, gönderildiğin şey üzerinde dur! Ben sağ oldukça Ebû Tâlib şöyle devam etti: - Vallahi, ben sağ oldukça, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar, sana, hoşlanmıyacağın bir şey erişmeyecektir! Hz. Ali’ye de, hoşlanmayacağı bir şey söylemedi. Ona sordu: - Ey oğulcuğum! Üzerinde bulunduğun bu din, nedir? - Babacığım! Ben, Allaha, Allahın Resûlüne îmân ve onun, Allah tarafından getirdiklerini de, tasdîk ettim. O’na tâbi oldum! - O, seni, ancak, hayır ve iyiliğe da’vet eder. Sen, onun yolunu tutmakta devam et! Yavrum! Amcanın oğlunun da’vet ettiği şeye, senin de, istiyerek girmen, yaraşır. Sevgili Peygamberimiz Allahü teâlânın emriyle Mekke’den Medîne’ye hicret ederken Hz. Ali’ye kendi yatağında yatmasını, bıraktığı emânetleri sahiplerine vermesini söyliyerek buyurdu ki: - Bu gece yatağımda yat, uyu! Şu hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiçbir zarar gelmez! Hz. Ali, Peygamber efendimizin emrettiği şekilde yattı. Habîbullahın yerine, hiç korkmadan, kendi nefsini fedâ etmeye hazırdı. Burada ne bekliyorsun? Hicret gecesi müşrikler, Resûlullah efendimizin saâdethânelerinin etrafını sarmışlardı. Peygamber efendimiz, evlerinden çıktılar. Yâsîn-i şerîf sûresinin başından on âyet-i kerîmeyi okudular ve bir avuç toprak alıp kâfirlerin başına saçtılar. Resûlullah efendimiz sıhhat ve selâmetle aralarından geçip, Hz. Ebû Bekir’in evine ulaştı. Müşriklerden hiçbiri onu görememişti. Bir müddet sonra müşriklerin yanına biri gelip sordu: - Burada ne bekliyorsunuz? - Evden çıkmasını bekliyoruz. - Yemîn ederim ki, Muhammed aranızdan geçip gitti, başınıza da toprak saçtı.Müşrikler, ellerini başlarına götürdüler. Hakîkaten, başlarında toprak buldular. Derhal kapıya hücum edip içeri girdiler. Hz. Ali’yi, Resûl aleyhisselâmın yatağında görünce, Resûl-i ekremin nerede olduğunu sordular. Hz. Ali cevap verdi: - Bilmem! Beni, onun muhâfazasına me’mur mu ettiniz? Bunun üzerine Hz. Ali’yi tartakladılar. Kâ’be’nin yanında bir müddet hapsettikten sonra bıraktılar. Hz. Ali, Resûlullah efendimizin Kâ’be-i şerîfte devamlı bulundukları makâma oturdu. “Resûl-i ekremde kimin nesi var ise, gelsin alsın! ” diye nidâ ettirdi. Herkes gelip, nişânını söyleyerek emânetini aldı. Böylece emânetler sâhiplerine teslim edildi. Mekke-i mükerremede kalan Eshâb-ı güzîn, Hz. Ali’nin kanadı altına sığındılar. Resûlullahın saâdethâneleri Mekke’de olduğu müddetçe, Hz. Ali de orada kaldı. Allahın arslanı Hz. Ali, Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere giderek dedi ki: - İnşâallahü teâlâ yarın Medîne-i münevvereye gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin! Nihâyet Ali'de hicret etti Hepsi başlarını eğip, hiçbir şey söylemediler. Sabah olunca, Hz. Ali, Resûl-i ekrem efendimizin eşyâlarını toplayıp, Resûlullah efendimizin Ehl-i Beyti ve kendi akrabâları ile berâber yola koyuldu. Resûlullah efendimize, şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette, Kubâ’da yetişti. Gündüzleri saklanıp, geceleri yaya olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda, Peygamberimizin huzûruna gidemiyecek bir hâle gelmişti. Resûl-i ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat kendisi teşrif etmiş, Hz. Ali’yi görünce hâline acımış, Onu kucaklamış, mübârek elleriyle nârin, nâzik ayaklarını okşamış, kendisine âfiyeti için duâ buyurmuştu. Bunun üzerine; (İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allahü teâlânın rızâsı için nefsini fedâ eder) [Bekara 207] meâlindeki âyet-i celîlesi nâzil oldu. Peygamber efendimiz, bir gece eve vardıklarında buyurdu ki: - Yâ Âişe! Hiç yemeğin var mıdır? Sözleri biter bitmez kapı çalındı. Kapı açıldığında, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin gelmiş olduğunu gördüler. Peygamber efendimiz sordu: - Bu vakitte gelmenizin sebebi nedir? - Yâ Resûlallah! Üç gündür birşey yemedik. Çok acıktık. Mübârek yüzünüzü görerek açlığımızı unutmak için geldik. Hasan ile Hüseyin de açtır Hz. Ali ayrıca dedi ki: - Yâ Resûlallah! Hz. Fâtıma ile Hasan ve Hüseyin de üç gündür açlar. Peygamber efendimiz buyurdu ki: - Üç gündür ben de birşey yemedim. Sonra Hz. Ali dedi ki: - Yâ Resûlallah! Dün yoldan geçerken Mu’âz bin Cebel’in avlusundaki hurma ağacında, hurmalar gördüm. Peygamber efendimiz: - Kalkınız, Mu’âz’ın evine gidelim. Bizi hurma ile misâfir etsin, buyurdu. Resûlullah efendimiz ve üç büyük Eshâbı, Hz. Mu’âz’ın kapısına vardılar. Hz. Ebû Bekir: - Yâ Mu’âz devlet kuşu başına kondu. Allahın Resûlü evine teşrif etti, diye seslendi. Fakat, evde bu sesi kimse duymadı. Yalnız Mu’âz hazretlerinin küçük kızı duymuştu. Annesine, Hz. Ebû Bekir’in kapıya geldiğini söyledi. Annesi inanmadı ve dedi ki: - Kızım, bu vakitte Hz. Ebû Bekir’in kapımızda işi ne? Tekrar yattılar. Sonra Hz. Ömer ve Hz. Ali seslendi. Kız çocuğu tekrar annesine gitti ise de annesini inandıramadı. Yine yatıp uyudular. Daha sonra Peygamber efendimiz, “Yâ Mu’âz! ” diye seslenince, kızcağız, bu sefer, babasına gidip seslendi: - Babacığım, ne duruyorsun, başımıza devlet kuşu kondu. Allahü teâlânın Resûlü ve üç Eshâbı kapıya gelmişler, seni çağırıyorlar. Hurmalar hiç eksilmedi Mu’âz hazretleri hemen kapıya koştu. Misâfirlerini içeri aldı. Peygamber efendimiz buyurdu ki: - Yâ Mu’âz! Üç gündür ben ve Eshâbım hiç yemek yememişiz. Dün Ali yoldan geçerken sizin avludaki hurma ağacında hurmalar görmüş. Geldik ki bizi hurma ile misâfir edesin! Hz. Mu’âz çok üzülerek cevap verdi: - Yâ Resûlallah! Bugün hurmaları toplayıp bir kısmını yedik, geri kalanını da fakîrlere dağıttık. Hiç hurmamız kalmadı. Bunun üzerine Peygamber efendimiz, evde gördüğü büyük bir sepeti Hz. Ali’ye vererek buyurdu: - Yâ Ali, bu sepeti eline al! Hurma ağacının yanına var! Benden selâm söyle, Resûlullah senden hurma istiyor diye söyle! Hz. Ali emredildiği şekilde gidip, Resûlullahın selâmını söyleyince, ağaç hurma ile doldu. Sepeti doldurup getirdi. Herkes yediği hâlde hurmalardan hiç eksilme olmadı. Muhtaç olduğu hâlinden belli olan fakîr biri, Hz. Ali’nin huzûruna gelip oturdu. Hz. Ali kendisine sordu: - Benden bir isteğin mi var? Adam utancından, söz ile cevap veremeyip işâret ile muhtaç olduğunu bildirdi. Hz. Ali yanında bulunan, giyecek ve yiyecekleri verdi. Muhtaç kimse çok sevindi, sonra da çok güzel bir beyit okudu. Okuduğu beyitten hoşlanan Hz. Ali, çocukları için ayırdığı üç altını da verdi. Değeri yaptığıyla ölçülür Fakîr, sevincinden ne yapacağını şaşırdı. Hz. Ali, Peygamber efendimizden işittiği şu hadîs-i şerîfi ona nakletti: (Herkesin değeri, söylediği güzel sözlere, yaptığı iyi işlere göre ölçülür.) Harbin birinde, Hz. Ali’nin ayağına bir ok saplandı. Ok, kemiğe girdiği için çıkarılamadı. Sonra doktor çağırdılar. Doktor dedi ki: - Bu oku çıkartabilirim. Fakat, çok ağrı yaptığı için tahammül edilemez. Onun için bayıltmam lâzım. Hz. Ali şöyle cevap verdi: - Bayıltmana lüzûm yok. Biraz bekleyin, namaz vakti girince namaza duracağım. O zaman ayağımdaki oku çıkartırsınız. Dediği gibi yaptılar. Namaza durunca ayağını yarıp oku çıkardılar, hiçbir şeyi hissetmedi. İşte büyüklerimiz böyle namaz kılarlardı. Hz. Ali buyurdu ki: - Müslümanlar, âhırete inanıyor. Kitapsız kâfirler, inkâr ediyor. Tekrar dirilmek olmasaydı, inanmıyanlar birşey kazanmaz, müslümanlar da, zarar etmezdi. Fakat, kâfirlerin dediği olmayınca, sonsuz azâb çekeceklerdir. Peygamber aleyhisselâm, birgün kızı Hz. Fâtıma’nın evine teşrif etmişti. Hz. Ali’yi evde bulamayınca kızına sordu: - Amcamın oğlu nerededir? - Babacığım, aramızda küçük birşey olmuştu da, dışarı çıktı. Ali nerededir? Resûl-i ekrem efendimiz, Hz. Ali’yi aramaya çıktı. Yolda rastladığı Hz. Sehl’e sordu: - Ali nerededir, gördün mü? Hz. Sehl arayıp, mescidde olduğunu haber verdi. Resûlullah Hz. Ali’nin yanına geldi. Hz. Ali, toprağın üzerine yatmış, hırkası omuzundan düşmüş, vücudu toz-toprak içinde kalmıştı. Resûl-i ekrem bir taraftan toprakları silkeliyor, bir taraftan da: - Kum, yâ Ebâ Türâb! Ya’ni kalk, ey toprağın babası, diyordu. Fahr-i kâinat efendimiz, Hz. Ali ile birlikte evlerine gittiler.. Hz. Ali kendisine, Ebû Türâb denilmesinden çok hoşlanırdı. Çünkü bu lakâb, ona, Allah Resûlünün verdiği ma’nevî bir taltif idi. Bir gün Hz. Ali’nin annesi Fâtıma hâtun, Ebû Tâlib’e sordu: - Oğlun nerede? - Ne yapacaksın onu? - Âzâdlı kadın kölem, Ecyad’da, onu, Muhammed’le birlikte namaz kılarken gördüğünü, bana haber verdi. Sonra da Ebû Tâlib’e, “Sen, oğlunun dînini değiştirmesini uygun görüyor musun? ! ” diye çıkışınca, Ebû Tâlib şu cevâbı verdi: Üstünlük sırası - Sus! Amcasının oğluna arka ve yardımcı olmak, elbet, herkesten çok, ona düşer! Eğer, nefsim, Abdülmuttalib’in dînini bırakmak husûsunda bana boyun eğmiş olsaydı, ben de, muhakkak, Muhammed’e tâbi olurdum! Çünkü, o, halîmdir, emîndir, tâhirdir! Bu cevap üzerine, Fâtıma hâtun da, sustu. Osman-ı Zinnûreyn’den sonra üstünlük sırası Hz. Ali’dedir. Hilâfeti, ümmetin icmâ’ı ile sâbittir. Resûlullah, kızı Hz. Fâtıma’yı ona nikâh etmiştir. Daha önceleri de putlara saygı göstermediği için, “kerremallahü vecheh” lakâbı verilmiştir. Allahın, kerîm, şerefli, mübârek kıldığı yüz, ma’nâsındadır. Hz. Ali buyurdu ki: Ben, Resûlullah efendimizden işittim, şöyle buyurdu: (Akıllı insana yaraşan; geçim husûslarının, âhıreti ilgilendiren hâllerin ve aîlevî mes’elelerin dışında, konuşmamaktır. Aklı başında olana yaraşan, hâline bakmak, dilini ve karnını faydasız şeylerden ve harâmdan korumaktır.) Hz. Ali bir kalabalığı eğlence içinde görüp, böyle eğlenip neş’elenmelerinin sebebini sorduğunda, onlar dediler ki: - Bugün bayramımızdır. Bunun üzerine Hazret-i Ali de buyurdu ki: - Günâh işlemediğimiz günler de bizim bayramımızdır. Hz. Ali buyurdu ki: - Amellerin en fazîletlisi, iyiliği emredip kötülükten vazgeçirmek ve günâh işliyeni sevmemektir. Kim ki iyiliği emrederse, mü’minin sırtını muhkemleştirmiş, sağlamlaştırmış olur. Kim de kötülüğü men eder ve ondan vazgeçirirse, münâfığın burnunu yere sürtmüş olur. Hz. Ali Hendek savaşında, bir düşman askerini altedip, yere yatırdı. Kılıcını çekti. Tam vuracağı zaman, düşman askeri Hz. Ali’nin yüzüne tükürdü. Niçin öldürmedin? Hz. Ali kılıcını kınına koydu. Onunla savaşmaktan vazgeçti. Ölümünü bekleyen kimse, bu işten bir şey anlamadı. Hayretle kendisine sordu: - Kılıcını çekmiştin. Beni öldürmene hiçbir engel yokken neden vazgeçtin? Öfken birden yatıştı. Hz. Ali şöyle cevap verdi: - Ben kılıcımı Allah için vuruyordum. Ben Allahın arslanıyım. Nefsin esîri değilim. Sen, benim şahsıma karşı yaptığın hareketten sonra seni öldürseydim, nefsim için öldürmüş olabilirdim. Hâlbuki her yaptığımı Allah için yapmam lâzımdır. Hz. Ali, hayvanlarını kuyudan su çekerek sulayan bir bedevî ile anlaştı. Kuyudan çekeceği her kova su için, bedevîden bir avuç hurma alacaktı. Hz. Ali su çekmeye başladı. Son kovayı çekerken, kovanın ipi kopup, kova, derin kuyunun içine düştü. Bedevî, kızgınlıkla Hz. Ali’nin mübârek yüzüne bir tokat vurup ücreti olan hurmayı da verdi. Hz. Ali kovayı kuyudan çıkardı. Bedevîye verip oradan uzaklaştı. Onun dîni haktır Bedevî, Hz. Ali’nin, derin kuyudan kovayı çıkarmasına hayret edip, kendi kendine, “Eğer onun dîni hak olmasaydı, bu derin kuyudan kovayı çıkaramazdı. Küstahlık yapan el bana lâzım değil” diyerek elini kesip Hz. Ali’nin evine gitti. Hz. Ali kapıyı açıp Bedevîyi görünce, içeride bulunan Resûlullaha haber verdi. Peygamber efendimiz, Bedevîye, niçin böyle hatâ ettiğini sordu. Bedevî, ağlayarak yaptığı küstahlıktan özür dileyip îmâna geldi. Resûlullah, kesik eli yerine koyup duâ buyurdu. Hak teâlânın izni ile eli sapasağlam oldu. Hz. Ali, şehîd edileceği gün sabah namazına giderken yolda şu beyiti okuyordu: Ölüme hazır ol ki, ölüm elbet gecikmez, Ölüm gelince artık feryâd fayda vermez. Ramazan-ı şerîfin 17. Cum’a günü sabah namazına giderken, İbni Mülcem tarafından kılıçla alnına vurularak şehîd edildi. Kûfe’de, ya’nî Necef denilen yerde medfûndur. Diğer üç halîfe gibi Cennetle müjdelenenlerdendir. Hz. Ali’nin kızı ve aynı zamanda Hz. Ömer’in hanımı olan Ümmü Gülsüm, hâdiseyi duyunca dedi ki: - Babam da, kocam Ömer gibi sabah namazında suikaste uğradı. Hz. Ali, vefât etmek üzere iken buyurdu ki: - Yemînle söylüyorum ki, umduğuma kavuştum. Sonra Kelime-i şehâdet getirerek vefât etti. Altı nasîhat Peygamber efendimiz Hz. Ali’ye buyurdu ki: - Yâ Ali! Altıyüz bin koyun mu istersin, yahut altıyüz bin altın mı veya altıyüz bin nasîhat mı istersin? - Altıyüz bin nasîhat isterim. Peygamber aleyhisselâm buyurdu ki: - Şu altı nasîhata uyarsan, altıyüz bin nasîhata uymuş olursun. 1. Herkes nâfilelerle meşgul olurken, sen farzları îfa et. Ya’nî farzlardaki rükünleri, vacibleri, sünnetleri, müstehabları îfa et! 2. Herkes dünya ile meşgul olurken, sen Allahü teâlâyı hatırla! Ya’nî din ile meşgul ol, dîne uygun yaşa, dîne uygun kazan, dîne uygun harca! 3. Herkes birbirinin ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarını ara! Kendi ayıplarınla meşgul ol! 4. Herkes, dünyayı imar ederken, sen dînini imar et, zînetlendir! 5. Herkes halka yaklaşmak için vâsıta ararken, halkın rızâsını gözetirken, sen Hakkın rızâsını gözet! Hakka yaklaştırıcı sebep ve vâsıtaları ara! 6. Herkes çok amel işlerken, sen amelinin çok olmasına değil, ihlâslı olmasına dikkat et! Hz. Ali, Hendek savaşında müşriklerin en azılıları ile savaştı. Savaşın iyice şiddetlendiği 22. gün, Amr bin Abdûd adlı müşriklerin en azılılarından biri, Hendek kenarlarına gelip meydana er istedi. Müslümanlardan kimse Amr’ın da’vetine cevap vermedi. Çünkü Resûlullahtan emir bekliyorlardı. Amr’ın meydan okuması yedi kere devam etti.Yedincide Resûlullah efendimiz, Hz. Ali’yi çağırıp huzûruna oturttu ve buyurdu ki: - Yâ Ali! Benim atıma bin, kılıcımı al, Amr bin Abdûd’un önüne yiğitçe, cesâretle var! Onun heybetinden, uzun boyundan endîşe etme! Ben, Hak teâlâdan sana yardım etmesi için, senin elinle Müslümanların, bunun şerrinden kurtulmaları için duâ ediyorum. Avını gözetliyen arslan Hz. Ali kılıcını kuşandı. Atına bindi. Avını gözetliyerek giden bir arslan gibi, Amr’ın önüne varıp dedi ki: - Yâ Amr! Duydum ki sen Kâ’be’nin karşısında ahdetmişsin ki, Kureyşten bir kişi senden iki şey istese, birini yaparmışsın. - Evet öyle söz verdim. - Biliyorsun ben Kureyş’tenim. Senden iki şey isteyeceğim. Hiç olmazsa birini kabûl et! Birinci isteğim, Allahın birliğini ve Muhammed aleyhisselâmın O’nun Resûlü olduğunu kabûl ve tasdîk etmendir. - Bunu kabûl etmiyorum, başka ne istiyorsun? - İkinci isteğim, bu iki kuvveti hâllerine bırakıp, Mekke-i mükerreme’ye gitmendir. - Bunu kabûl ettim, yalnız Ebû Bekir, Ömer ve Osman’ın başlarını keserim. - Ey ahmak! Benim başımı kesmeden onların başını nasıl kesersin? - Yâ Ali! Sen henüz gençsin, dünyanın tadını almamışsın, ben senin başını kesmek istemem. - Ben Allahü teâlânın yardımı ve Resûlünün duâsı ile senin başını kesmek isterim. Hz. Ali’nin bu sözü üzerine Amr, atından inip Hz. Ali’ye doğru yürüdü. Hz. Ali de atından indi. Birbirlerine hamle ettiler. Hz. Ali bir fırsatını bulup, Amr’ın uyluğunu, bir kılıç darbesiyle kopardı. Artık işi bitti, diyerek geriye dönmüş gelirken, Amr, kendi kopmuş bacağını Hz. Ali’ye fırlattı. Hz. Ali de hemen geri dönüp Amr’ı öldürdü. Resûlullah efendimiz tekbîr getirip buyurdu ki: - Ali’nin Amr bin Abdûd ile bir kere karşılaşması, ümmetimin kıyâmete kadar olan ibâdetinden hayırlıdır. Dünya aldatır Hz. Ali’nin hikmetli sözleri çoktur. Bunlardan ba’zıları şunlardır: Affetmek fazîlettir. Kararlı olmak metâ’dır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise zâyi olmaktır. Yalancılık hıyânettir. İnsâf rahatlık, şer küstahlıktır. Güleryüzlülük ihsândandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanâat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Hased yıpratır, nefret çökertir. Akıllı kimse, günâhlarını tevbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık verendir. Âlim; sözü, işine uygun olandır. Âlim ilme doymaz. Hz. Ali, Hayber kalesinin fethinde, kalenin kapısını koparıp, kalkan olarak kullanmıştır. Bu savaşta Hz. Ali'nin gözleri ağrıyordu. Resûlullah efendimiz onu çağırtarak gözlerine üfledi ve şifa bulması için Allahü teâlâya duâ etti. Hz. Ali'nin gözlerinde bir ağrı sızı kalmadı. Bu savaşta, yahudilerin meşhur pehlivanı Merhab: -Hayber halkı iyi bilir ki: ben, gelip çatan harplerin tutuştuğu, kızıştığı zamanlarda, tepeden tırnağa kadar silâhlanmış, cesaret ve kahramanlığı denenmiş Merhab'ımdır. Ben, kükreyerek geldikleri zaman aslanları bile kâh mızrakla, kâh kılıçla vurup yere sermişimdir, diyerek Müslümanlardan er diledi. Bunun üzerine Hz. Ali: -Ben oyum ki: anam bana Haydar, Arslan adını takmıştır! Ben, ormanların heybetli görünüşlü arslanı gibiyimdir. Sizi, geniş ölçüde ve çarçabuk tepeleyici bir er kişiyimdir, diye şiir söyleyerek Merhab'ın karşısına dikildi. Bu şiir Merhab'a o gece gördüğü rüyâyı hatırlattı. Rüyâsında kendisini bir arslanın parçaladığını görmüştü. Hz. Ali, Merhab'la karşı karşıya geldiğinde, Merhab'ın tepesine öyle bir kılıç indirdi ki, kılıç, Merhab'ın siperlendiği kalkanını ve demirden miğferini kesti. Başını, ikiye ayırdı. Merhab'ın başına inen kılıncın çıkardığı ses o kadar fazla idi ki, Hayber karargâhında bulunan Ümm-i Seleme: -Merhab'ın dişlerine kadar inen kılıcın sesini ben de işittim, demiştir. Hz. Ali, o gün yahudilerin en namlı kişilerinden sekizini öldürmüştür. Hayber gazâsından dönen Hz. Ali'ye Peygamber efendimiz: -Yâ Ali, eğer halk, Îsâ'ya söylediklerini söylemiyecek olsalardı, senin hakkında çok sözler söylerdim. O zaman herkes, bereketlenmek için, ayağının tozunu alır, abdest suyunu şifâ için hastalarına verirlerdi. Seni şehid ederler. Âhırette havzımın üzerinde halîfemsin. Cennete en önce sen girersin. Seni sevenler nurdan minberler üzerinde olur, buyurunca, Hz. Ali şükür secdesi yaptı. Hz. Ali bir müfreze gönderdiği vakit başına tâyin ettiği kimseye şöyle derdi: -Sana Allahtan korkmanı tavsiye ederim. O, hem dünyaya, hem de âhirete mâliktir. Vazîfene sarıl. Seni Allaha yaklaştıracak olana yapış. Çünkü dünyada yapıp da bıraktıklarını, yarın karşında hazır bulacaksın. Sakif'ten bir zat anlatır: Hz. Ali, beni vâli tâyin etti ve şehrin halkının yanında bana şöyle dedi: -Vergiyi tam olarak al! Bu işte sakın sende bir zaaf görmesinler. Daha sonra bana şöyle dedi: -O sözü onların yanında söylememin sebebi, onlar hîlekâr bir kavimdir. Onlara âit bir elbiseyi, yedikleri bir şeyi, taşıt olarak kullandıkları bir hayvanı alıp satma. Para yüzünden onları kırbaçlama ve ayakta da bekletme. Vergi olarak aldıklarından, onlara bir mal satma! Eğer bu sözlere muhâlefet edersen Allah benim yerime seni yakalar. Emre muhâlif bir hareketini duyarsam seni azlederim. Hz. Ali, İslamiyeti kabul ettikten sonra, bütün Mekke devrini teşkil eden on üç sene Peygamber efendimizin yanında, O’nun huzur ve hizmetlerinde bulundu. Peygamber efendimizin sevgi ve iltifatlarına kavuştu. Mekkeli müşriklerin bütün eza ve cefalarına katlanarak Peygamber efendimizin en yakın yardımcılarından oldu. Mescid-i Nebevi’nin inşaatında çok gayret gösterdi. Bedr, Uhud, Hendek ve diğer bütün gazalarda bulundu ve fevkalade gayret ve kahramanlık gösterdi. Yalnız Uhud Gazasında on altı yerinden yara aldı. Pekçok gazada Resulallah sallallahü aleyhi ve sellem sancağı Hz. Ali’ye teslim etmiştir. Vâhiy kâtipliği yaptı Hz. Ali, Hudeybiye Antlaşmasında sulh şartlarının yazılmasında vazife aldı. Hayber Gazasında bulunup, büyük kahramanlıklar gösterdi. Bu savaşta, ağır bir demir kapıyı kalkan olarak kullanmıştır. Huneyn Gazasında da büyük kahramanlıklar gösteren Hz. Ali, Tebük Gazasında, Resulullah efendimiz tarafından vazifeli olarak Medine’de bırakıldığı için bulunamadı. Daha sonra Yemen Muharebesinde ordu kumandanı olarak vazifelendirildi. Mekke-i mükerreme feth edilince, Kabe’deki putları imha vazifesi ona verildi. Peygamber efendimiz vefat edince, o yıkayıp kefenledi. Bu son mübarek vazife, ona ve Hz. Abbas, Üsame bin Zeyd, Fadl ve Kusem’e nasib oldu. Definden sonra halife seçilen Ebu Bekr’e biat edip onun devlet işlerini yürütmede istişare ettiği zatlardan oldu ve kadılık (hakimlik) görevlerinde bulundu. Hz. Ömer’in halifeliğine de biat edip, halifenin danışmanı ve hakimliğini yaptı. Hz. Osman’ın da halifeliğine biat edip, hilafet işlerinde onun vezirliğini yaptı. Hz. Osman’ın şehit edilmesinden sonra 656 Zilhicce ayında halife oldu. Hz. Osman’ı şehit edenlerin cezalandırılmaları hususunda çıkan ictihad ayrılıklarından dolayı karşı karşıya gelen iki ordu arasında tam anlaşma olmuştu ki, Abdullah bin Sebe’ ismindeki Yahudi, gece karanlığında grubu ile birlikte Basralıların üzerine saldırdı. Gece karanlığında kimse ne olduğunu anlayamadı. Üç gün savaş devam etti. Cemel (Deve) Vak’ası olarak bilinen bu hadisede Aişe-i Sıddika esir alınınca, Hz. Ali hürmet ve ikram edip kendi askerleri arasında bulunan kardeşi Muhammed bin Ebu Bekr ile Medine’ye gönderdi. Bir sene sonra Sıffin denilen yerde Hz. Muaviye’nin ordusu ile yüz günde doksan meydan muharebesi yaptı. Askerlerinden yirmi beş bin, karşı taraftan kırk beş bin kişi şehid oldu. Karşı taraftan gelen sulh teklifi ile antlaşma olunca, ordusundan yedi bin kişi ayrıldı. Bunlara harici denildi. 660 senesinde Ramazan-ı şerif ayının on yedinci Cuma günü sabah namazına giderken İbn-i Mülcem adlı bir harici tarafından başına kılıçla vurularak şehit edildi. Kabirleri Necef denilen yerdedir. Halifeliği devrinde zuhur eden fesatçılarla mücadele ettiğinden, sükun ve huzur bulamamıştır. Hükumet idaresinde Hz. Ömer’in yolunu tutmuştur. Her işin emniyet ve istikamet dairesinde yapılmasına çalışır, halka şefkat gösterirdi. Her tarafta askeri birer merkez vücude getirmişti. Hakkında bir kaç ayet-i kerime nazil olup, pek çok hadis-i şerifle medhedildi. Ehl-i sünnetin gözbebeği, evliyanın reisi, kerametler hazinesidir. Adalet, ilim, cömertlik, merhamet ve diğer yüksek faziletleri kendisinde toplamıştır. Peygamber efendimiz Hz. Ali’ye cömertlerin sultanı manasına Sultan-ül-eshiya buyurmuşlardır. Buğday benizli, orta boylu, uzun gerdanlı, güler yüzlü, iri siyah gözlü, geniş göğüslü, iri yapılı ve sık sakallı görünüşe sahib olan Hz. Ali, ilim ve amel bakımından en yüksek derecede idi. Allah korkusundan devamlı ağlardı. Namaza durunca, alem alt-üst olsa, haberi olmazdı. Hz. Ali'nin Hz. Fatıma'dan Hasan, Hüseyin ve Muhsin adında 3 erkek, Zeyneb ve Ümmü Gülsüm adında iki kızı olmuştur. Hz. Fatıma'dan sonra evlendiği hanımlarından 15 erkek, 16 kız çocuğu olmuştur. Hz. Ali, fevkalade beliğ ve fasih konuşurdu. Peygamber efendimizden sonra, onun derecesinde beliğ hutbe okuyacak bir başkası yok idi. Arap lisanının ilk kaidelerini koyan odur. Bu sebeple Kur’an-ı kerimin lisanına herkesten çok aşina idi. Devamlı Peygamber efendimizin yanında bulunması ve onun feyizli nurlarına ilk kavuşanlardan olması sebebiyle Kur’an'ın hükümlerini en iyi bilen o idi. Tefsire dair birçok rivayetler bildirmiştir. Bilhassa ayetlerin iniş sebepleri konusunda birçok rivayetleri vardı. Bu konuda buyuruyor ki: -Sorunuz, bana ne sorarsanız, size cevabını veririm. Allahın kitabını bana sorunuz. Vallahi bir ayet yoktur ki, ben onun gecede mi, gündüzde mi, kırda mı, dağda mı nazil olduğunu bilmiyeyim. Bu sebeplerden dolayı, hakkında birçok rivayet olup, anlaşılması güç meselelerde, onun rivayeti tercih edilmiştir. Hacc-ı Ekber’in kurban bayramı olduğuna dair olan rivayeti gibi. Hz. Ali, Ehl-i beytten olması sebebiyle, Peygamber efendimizin sünnetine herkesten daha fazla vakıftı. Bu hususta herkesin müracaat kapısıydı. Bizzat Resulullah efendimizden duyarak yazdığı bir hadis sahifesi vardı. Bu sahife, Sahifetü Ali bin Ebi Talib adıyla 1986’da yayınlanmıştır. Kendisinden 586 hadis-i şerif bildirilmiştir. Bunlardan 20 tanesi hem Buhari’de, hem de Müslim’de bulunur. Bundan başka 9 hadis-i şerif Buhari’de, 15 hadis Müslim’de, tamamı da Ahmed bin Hanbel’in Müsned adlı kitabında vardır. Hz. Ali, Eshab-ı kiramın en büyük fıkıh alimlerindendi. Halledilemeyen mevzular ona havale edilirdi. Hatta Hz. Ömer buyurur ki: -Şayet Hz. Ali olmasaydı, Ömer helak olurdu. Fıkha dair bildirdiği hükümler, Mevsûatü Fıkhı Ali bin Ebi Talib adıyla yayınlanmıştır. Hz. Ali’nin hikmetli sözleri birçok kitaplarda toplanmıştır. Bunlardan Emsalü İmam Ali, Gurer-ül-Hikem ve Dürer-ül-Kilem adlı eserler basılmıştır. Bu kitaplardaki sözlerinde Hz. Ali buyuruyor ki: Affetmek fazîlettir. Kararlı olmak metâ'dır, sahip olunan maldır. Kararsız olmak ise zâyi olmaktır. Doğruluk emânet, yalancılık hıyânettir. İnsâf rahatlık, şer küstahlıktır. Emânete hıyânet etmemek, îmândandır, güler yüzlülük ihsândandır. Doğruluk kurtarır, yalan felâkete sürükler. Kanâat insanı zengin yapar, yerinde kullanılmayan zenginlik azdırır. Dünya aldatır, şehvet kandırır. Lezzet oyalar, nefsin arzuları alçaltır. Hased yıpratır, nefret çökertir. Akıllı kimse, günâhlarını tövbe ile örtendir. Cömert, kötülük yapana iyilikle karşılık verendir. İlim; güzel bir mîrâs, genel bir ni'mettir. İnsaf, ihtilâfı giderir, ülfeti getirir. Adâlet; îmânın başıdır, ihsânın birleştiği noktadır ve îmânın en yüksek mertebesidir. Âlim; sözü, işine uygun olandır. Âlim ilme doymaz. Hikmet; akıllıların bahçesi, ermişlerin mesîresidir, gezinti yeridir. Akıllı; şehvetten uzaklaşan, âhıreti dünya ile değişmeyendir. Akıllı, yalnız ihtiyâcı kadar ve delille konuşur, sâdece âhıretinin ıslâhı için çalışır. Akıllı, günâhlardan sakınır, ayıplardan uzak durur. Cömertlik günâhları siler, kalblere sevgi eker. Câhil; dayakla uslanmaz, nasîhatlerden payını almaz. İlim; insanı akla götürür, kim ilim öğrenirse akıllanır. İlim; rûhu ihyâ eder, diriltir. Aklı aydınlatır, cehâleti öldürür. Zulüm; ayakların kaymasına, ni'metin yok olmasına, milletlerin helâkine sebep olur. Gerçek mü'minin sevgisi, kızması, birşeyi alması, yapması ve terki, hep Allah için olur. Kâmil mü'min gizli şükür eder, belâya karşı sabır eder, ümîd hâlinde iken bile korkar. Akıllı kimse, ibâdetle, nefsin arzusuna karşı gelendir. Câhil kimse, günâh işleyerek nefsin arzusuna uyandır. Allaha kavuşmak, kötü insanlardan uzak durmakla olur. İhtiraslı kimse, bütünüyle dünyaya mâlik olsa bile yine fakîrdir. Doğruluk, İslâmın direği, îmânın desteğidir. Allahın azâbından korkmak, müttekîlerin, takvâ sahiplerinin nişânıdır. Dînin esâsı, emâneti yerine vermek, sözünde durmaktır. Hased eden dâimâ hastadır, cimri insan, dâimâ fakîrdir. Başa kakan, nefret ateşini körükler. Kanâatkâr olmak, boyun eğme zilletinden daha hayırlıdır. Olgunluk üç şeyde gereklidir: Musîbetlere sabır, isteklerde aşırıya kaçmamak ve istiyene vermektir. Yumuşaklık, durulmayı çabuk sağlar ve zor olan şeyleri kolaylaştırır. Âlim, câhili hemen tanır, çünkü daha önce o da câhildi. Câhil âlimi tanımaz, çünkü daha önce âlim değildi. Akıl ve ilim, birbirinden ayrılmayan ve zıt olmayan iki kardeş gibidir. Îmân ve hayâ, birbirinden kopmayan bir bütündür. Îmân ve ilim, ikiz kardeş ve birbirinden ayrılmayan arkadaş gibidir. Öfke, tutuşturulmuş bir ateş gibidir. Her kim ki öfkesine hâkim olursa, onu söndürür ve her kim onu salıverirse, ilk yanan kendisi olur. Ahmaklık, dermânı bulunmayan bir dert, şifâsı olmayan bir hastalıktır. Allah için kardeş olanların sevgisi, sebebi dâim olduğu için devam eder. Dünya için kardeş olanların sevgisi, sebebi devam etmediği için, kısa sürer, bir an gelir son bulur. Akıllı, sustuğu vakit tefekkür, konuştuğu vakit zikir eder, baktığı vakit de ibret alır. Kendisi amel etmeksizin Allah yoluna çağıran kişi, oksuz yaya benzer. Sükût, sana vakar kazandırır ve seni özür dileme zahmetinden kurtarır. İhtiras, gâfillerin kalbinde şeytanların sultânıdır. Hasedcilerin en ehveni, hased ettiği kişinin elindeki ni'metlerin yok olmasını ister. İlim, insanı Allahın emrettiği şeylere götürür, zühd ise o şeylere erişilmesini kolaylaştırır. Korkaklık, ihtiras ve cimrilik, Allaha karşı kötü zannın bir araya getirdiği kötü arkadaşlardır. Mal, harcandığı kadar sâhibine ikrâmda bulunur. Kişinin yaptığı cimrilik kadar ona ihânet eder. Fakîh öyle biridir ki, insanları Allahın rahmetinden ümitsizliğe düşürmez ve onları Allahın rahmetinden yüz çevirtmez. Mal ve çocuklar, dünya hayâtının zînetidirler. Sâlih amel de, dünyadan âhırete götürülen mahsûldür. Allah için seven bir kardeş, en yakından daha yakın, anne ve babalardan daha merhametlidir. Amel eden câhil kişi, yoldan başka yerde yürüyen gibidir. Bu yürüyüşü ona, ihtiyâcından uzaklaşmaktan başka birşey kazandırmaz. İnsan, sözü ile tartılır veya işi ile değerlendirilir. Seni zînet yönünden ağır getirecek şeyi söyle ve kıymetini artıracak şeyi yap. Yalancı, sözünde suçludur, isterse delîli kuvvetli ve ağzı lâf yapan biri olsun. İstişâre, danışma sana rahatlık, başkasına yorgunluktur. Dünya mü'minin hapishânesi, ölüm hediyesi, Cennet de varacağı yerdir. Dünya kâfirin Cenneti, ölüm korkulu rü'yâsı, Cehennem de varacağı son duraktır. Allaha tâatle uğraşmak en kârlı iş, doğru konuşan dil ise, en güzelidir. Gaddarlık, herkes için kötü bir şeydir. Şan, şeref sâhibi ve büyük zâtlar için daha çirkindir. Takvâ, dîni ıslâh, nefsi muhâfaza eder ve mürüvveti süsler. Akıllı; alçak dünyadan el çeken, Cennet-i a'lâya göz dikendir. Sabır en güzel huy, ilim en şerefli süs eşyasıdır. Kalblerin gafletine, gözlerin uyanık olması fayda vermez. Sıkıntıya düşmeden önce emniyet tedbirini alan kimse, ayağını sağlam yere basmış olur. Sabır, insanın başına gelene katlanması demektir. Onu kızdırana karşı da kendisine hâkim olmaktır. Korku kaderi değiştirmez, yalnız sevâbın yok olmasına sebep olur. İhtiras, rızkı artırmaz. Kârlı olan, dünyayı âhıretle değiştirendir. Cimri, dünyada kendi nefsine cömert davranmaz, bütün malını mîrâsçılara vermeye râzı olur. Mal, sâhibini dünyada yükseltir, âhırette alçaltır. Hased, bir dert ve hastalık olup, hased eden veya olunan helâk olmadıkça çâresi bulunmaz. Günâhlar birer dert olup, devâsı istigfârdır. Sabır iki kısımdır: Sevmediğin şeye sabretmek ve sevdiğin şeye sabretmek. Sabır, en güzel îmân kisvesi ve insanların en şerefli ahlâkıdır. Şek,şüphe, yakîni bozar, îmânı yok eder. Mürüvvet; insanın, kendisini lekeleyecek şeylerden kaçınması ve güzellik kazandıracak şeylere yaklaşmasıdır. Cömertlik ve cesâret, şerefli maksatlar olup, Allahü teâlâ bunları sevdiği ve denediği kişilere ihsân eder. Sıkıntıya karşı sabır etmek, bolluk ânındaki âfiyetten daha efdaldir. Akıllı, iyiliklerini canlandıran, kötülüklerini öldürendir. Tûl-i emel, fazla yaşama arzusu, serâb gibidir, bunu gören su sanıp aldanır. İyiliği tamamlamak, yeniden başlamaktan daha hayırlıdır. Kendi nefsinden râzı olan, aldanmıştır. Ona güvenen, mağrûr ve yolunu şaşırmıştır. Gerçek dost, ayıbını görüp nasîhat eden, gıyâbında seni koruyan ve seni kendisine tercîh edendir. Ahmaklık; herşeyi fuzûliymiş gibi hiçe saymak ve câhil insanlarla arkadaşlık kurmaktır. Allah için dost olan, kişiye doğru yolu gösteren, fesattan uzaklaştıran ve ibâdetlerinde yardımcı olandır. İlim, maldan daha hayırlıdır. İlim seni, sen de malı korursun. Fazîlet; çok mal ve büyük işlerle değil, güzel kemâliyet ve hayırlı işlerle olur. İslâmiyet, teslimiyettir. Teslimiyet, yakîndir. Yakîn, tasdîktir. Tasdîk, ikrârdır. İkrâr, edâdır, yerine getirmektir. Edâ ise ameldir. Fazîlet, en iyi maldır. Cömertlik, en güzel mücevherdir. Akıl, en güzel zînettir. İlim, en şerefli meziyettir. Adâlet, halkın dirliği ve düzeni, idârecilerin süsü ve güzelliğidir. Akıllı kimse; dilini kötü söz ve gıybetten koruyan, mü'min; kalbini şek ve şüpheden temizleyendir. İyilikle emretmek, insanların en fazîletli amelleridir. İffet; nefsin koruyucusu ve kinlerden paklayıcıdır. Sabır iki kısımdır; belâya sabır iyi ve güzeldir. Bundan daha güzeli, harâmlara karşı sabırdır. Harâmlardan çekinmek, akıllıların şânı, şereflilerin tabiatındandır. Allah korkusundan dolayı göz yaşı dökmek, kalbi nûrlandırır. Tekrar günâh işlemekten insanı korur. Yaptığı günâh bir işle öğünmek, o günâhı yapmaktan daha kötüdür. Ârifin, yüzü nûr ve tebessüm, kalbi korku ve hüzün doludur. Dünya; güzel, aldatıcı ve geçici bir serâb, çabuk yıkılan bir dayanaktır. Sevgi, kalblerin birbirine yakınlaşması ve rûhların ünsiyetidir. Yumuşaklık, öfke ateşini söndürür. Hiddet ise öfke ateşini körükler. Mü'min, baktığında ibret alır. Bir şey verilirse, şükür eder. Musîbet ve belâya uğrayacak olursa, sabır eder. Konuşacak olursa, Allahü teâlâyı hatırlatır. Akıl, mü'minin dostu; ilim, vezîri, sabır, askerlerinin komutanı ve amel ise silâhıdır. Îmân ile amel, ikiz kardeş olup, birbirinden ayrılmazlar. Hased edenin sevgisi sözlerinde görülür. Kinini işlerinde gizler. Adı dost, fiili düşmancadır. Yumuşak başlı olanlar; en sabırlı, derhal affedici ve en güzel huylu olan kimselerdir. Allahü teâlâdan hayâ etmek, insanı Cehennem azâbından korur. Gaflet, insana gurûr getirir, helâke yaklaştırır. Mü'min, dünyaya ibret gözü ile bakar. İhtiyâcı için karnını doyurur. Dünyadan konuşulduğu vakit, nefret ve tenkid kulağı ile dinler. Fazîlet, gücü yettiğinde affetmektir. Hayâ ve cömertlik, ahlâkların en efdalidir. Kötü insan, hiç kimseye iyi zan beslemez. Çünkü o, herkesi kendisi gibi görür. Kâmil olan kimse, aklı, arzu ve isteklerine galip gelendir. Söz ilâç gibidir. Azı faydalı, çoğu zararlıdır. - **** HZ. HASAN **** el-Hasan b. AIi b. Ebî Talib el-Hâsimî el-Kurasî, Hz. Peygamber’in en çok sevdigi torunlarindan ve O’nun “Reyhânesi”, Hz. Ali’nin, Hz. Fatima’dan dogan büyük oglu. Hulefâ-i Rasidîn’in besincisi kabul edilir. Üçüncü hicrî yili, Ramazan ayinin ortalarinda Medine’de dogdu. Saban ayindan; 4. veya 5. hicrî senesinde dogduguna dair rivâyetler varsa da, en dogru görüs, 3. hicrî senede dogduguna dair rivayettir (Ibnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 10; Ibn Hacer el-Askalânî, Tehzîbü’t-Tehzîb, Haydarabad 1325, II, 296) . Hz. Hasan dogdugunda, Hz. Peygamber bir torununun oldugunu duyunca hemen Hz. Ali’nin evine giderek “oglumu bana getirin’ Adini ne koydunuz? ’ diye sordu. “Harb” ismini koyduklarini duyunca, bu ismi begenmedi. Çocuga isim olarak, câhiliye döneminde bilinmeyen “Hasan” ismini koydu. Künye olarak da, “Ebû Muhammed” adini verdi. Arkasindan da kulagina ezan okudu (Ibnü’l-Cevzî, Ebu’l-Ferec, Sifatü’s-Saffe, Haleb (ty) , I, 759; Üsdü’l-Gâbe, II, 10; Tehzîbü’t-Tehzîb, II, 296) . Rasûlullah Hz. Hasan yedi günlük olunca akîka kurbani kesilmesini ve saçlarinin kesilerek, agirliginca gümüs tasadduk edilmesini emretti (ez-Zehebî, Siyer A’lami’n-Nübelâ, Beyrut 1406/1986, III, 246) . Hz. Hasan, Hz. Peygamber’in terbiyesinde yetisti. Sahih hadis kitaplari dahil bir çok Islâmî literatürde, Hz. Peygamber’in torunu ile ne kadar ilgilendigini ve onu ne kadar çok sevdigini ifade eden rivayetler bu gerçegi göstermektedir. Onunla her an ilgilendigini, hemen hemen yanindan hiç ayirmadigini; bilhassa namazlarda bile torununun gelip üzerine çiktigindan dolayi, Hz. Peygamber’in sirf onu incitmemek için secdesini uzattigini ifade eden hadisler, ilahî vahye mazhar dede ile, onun “reyhanesi” arasindaki sevgiyi anlatmaktadirlar (Ahmed b. Hanbel, III, 493, 494; Nesâî, Talbîk, 82) . Hatta Hz. Peygamber rukû’da iken torunu gelir, ayaklarini açar bir yönden girer, öbür taraftan çikar (el-Haysemî, Mecmau’z-Zevâid, Beyrut 1967, IX, 175; Tehzîbü’t-Tenzîb, II, 296) ve Hz. Peygamber ses çikarmazdi. Bazen secde ederken üzerine bindiginde, onu yavasça sirtindan indirirdi. Hatta bir defasinda Hz. Peygamber hutbe okurken Hz. Hasan ile kardesi Hz. Hüseyin üzerlerindeki uzun ve kirmizi elbiseleri ile düse kalka yürüdüklerini görünce, hutbesine ara verip, minberden inerek, torunlarim kucagina aldigi ve önüne oturttugu, daha sonra da ” “Allah Teâla” “Mallariniz ve evlatlariniz sizin için birer imtihan vesilesidir”(et-Tegâbün, 64/15) derken dogru söylemistir. Su ikisini bu sekilde görünce sabredemedim” diyerek hutbesine devam ettigi kaynak hadis kitaplarinda anlatilmaktadir (Ahmet b. Hanbel, V, 254; Ebu Davud, Salât, 233; Tirmizî, Menâkib, 31; Ibn Mace, Libas, 20; Neseî, Salatu’l-Ideyn, 27; Zehebî, a.g.e., III, 256) . Hz. Peygamber zaman zaman her iki torununu da sirtina alip namaza geldigine (Ahmet b. Hanbel, III, 493) . Hz. Hasan’i omzuna alarak disarda gezdirdigine dair (Tirmizî, Menâkib, 31) bir çok hadis sunu gösteriyor ki, Hz. Peygamber her iki torunuyla devamli ilgilenmisler, her türlü ihtiyaçlarini gidermeye çalismislardir. Kizi Hz. Fatima’yi ziyarete gittiklerinde, torunu Hasan uyku arasinda su istedigi zaman bizzat kendileri kalkip su getirerek, hem ona, hem de kardesine içirmeleri (Ahmed b. Hanbel, I, 101; Tayalisî, II,129-130) vb. hareketleri dede sefkati ve merhametinin fiili isaretleridir. Yine Hz. Peygamber’in bu iki torununu çok sevdigi ve “Allah’im ben bu ikisini seviyorum, sen de sev” diye dua etmeleri (Tirmizî, Menâkib, 31) bu sevgi ve ilginin dil ile ifadesini göstermistir (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedailit’s-Sahabe, 56-60) . Öbür taraftan Hz. Peygamber torunlarini öper (Ahmed b. Hanbel, IV, 93; Tabaranî, hadis no: 2658) ve her iki torununun cennet ehli gençlerinin efendileri oldugunu da söylerdi (Tirmizî, Menâkiti, 31; Ahmed b. Hanbel, III, 3; el-Hatîb el-Bagdadî, Târihu Bagdad, Beyrut (ty) , I,140) , hatta onlari sevenleri Allah’in sevmesini diledigi dualari da rivayetler arasinda yer almistir (Ahmet b. Hanbel, II, 249, 331; Tehzîbü’t-Tehzîb, II, 297 vd.) . Hz. Hasan fizik olarak dedesi Hz. Peygamber’e çok benzerdi (Tirmizî, Menâkib, 31) . Öyle ki, bir defasinda Hz. Ebu Bekr ikindi namazindan çiktiktan sonra, Hz. Ali ile beraber yürürken, çocuklarla oynayan Hz. Hasan’i görürler. Hz. Ebu Bekr onu omuzuna alir ve “Nebiye benzeyen, Ali’ye benzemeyen, sana babam feda olsun! ” diye bir misra söyler (Buhârî, Fadâilü’l-Ashâb, 22) . Hz. Ali bu hâdise ve sözler karsisinda gülümser. Hz. Hasan, Hz. Peygamber’in âhirete göçtügü siralarda sekiz yaslarinda idi. Henüz çok küçük oldugu için, Hz. Peygamber’den dogrudan dogruya rivayet ettigi hadislerin sayisi oldukça azdir. Bunlardan biri Ebu’l Havrâ’nin rivayet ettigi su hadistir: “Hz. Hasan’a, Hz. Peygamber’den duydugun hangi hadisi hatirliyorsun? diye sordum. O da sunu anlatti: “Su hadiseyi hatirliyorum: Zekat hurmalarindan bir hurma alip, agzima atmistim. Hz. Peygamber o hurmayi agzimdan salya ile çikardi. Oradakiler “ya Rasûlallah, bu çocugun agzina attigi tek bir hurmayi, niçin geri çikardin? ” dediler. O da “biz Âl-i Muhammed’e sadaka (zekat) helâl degildir” buyurdu. Hatirladigim diger bir hadis de “Seni ilgilendirmeyen seyleri birak, ilgilendiren seylere bak…” hadisidir. Yine Dedem Hz. Peygamber bana su duayi da ögretmisti: “Ey Allah’im! beni hidayete erdirdigin kimselerden eyle, âfiyet verdigin kisilerden eyle, dost edindigin kullarinin arasina kat! Verdigin seyleri benim hakkimda mübarek kil ve hüküm verdigin (takdir ettigin) seyleri serrinden de koru. Senin dost edindigin bir kisi asla zelil olmaz” (Ahmed b. Hanbel, I, 200; Ebu Dâvûd, Salat, 340; Tirmizî, Ebvâbu’s-Salât, 341 Neseî, Kiyamü’lleyl, 50; Üsdü’l-Gâbe, II, I1) . Buna mukabil Hz. Hasan’in bu hadislerin disinda basta babasi Hz. Ali olmak üzere bir çok sahabîden rivayet ettigi hadisleri vardir. Kendisinden de mü’minlerin Annesi Hz. Aise, kardesinin oglu Ali b. Hüseyin, onun iki oglu Abdullah ve el-Bakir ile Ikrime, Ibn Sirin, Cübeyr b. Nefir, Ebû’l Havrâ, Rebia b. Seybân, Ebû Miclez, Hübeyre b. Berîm, Seybân b. el-Leyl, Sa’bî, Sakîk b. Seleme, el-Müsebbib b. Nuhbe, Ishak b. Bessâr ve diger raviler (radiyallahü anhüm) hadis rivayet ettiler (Ibn Hacer el-Askalânî, el-Isâbe fi Temyîzi’s-Sahâbe, Misir 1358/ 1939, I, 327-330; Ibnü’l-Esir Üsdü’l-Gâbe, II, 10; Tehzîbü’t-Tehzîb, II, 295-296) . Gerek tabakat kitaplari, gerekse hadis kitaplari, Hz. Hasan’in çocukluguna dair yukardaki rivayetlere bolca yer verdikleri halde, Hz. Ali’nin sehid edilmesiyle onun halife seçilmesine kadar olan hayati hakkinda pek fazla bilgi vermemektedirler. Bilinen bir kaç husustan birisi, Hz. Ömer divan teskilatini kurdugu sirada, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn’i babalarinin “farizasina” katarak, her birine bes bin dirhem hisse ayirdigina dair haberdir (Zehebî, a.g.e., III, 259) . Bir diger hadise de Hz. Osman’a bas kaldiranlara karsi, halifeyi savunmak için Hz. Osman’in yaninda ona yardim etmek için kalan sahislarin arasinda Hz. Hasan’in isminin de yer aldigina dair haberlerdir (Zehebî, a.g.e., III, 260) . Hz. Hasan’in tarihî bir sahsiyet olarak ortaya çikmasi, babasi Hz. Ali’nin sehid edilmesini müteâkiben, Kufelilerin kendisine beyat ederek halife seçmeleriyle baslar (h. 40/660) . Hz. Hasan halife seçilirken ilk beyat edenin Kays b. Sa’d oldugu söylenir. Bu kisiyi Hz. Ali Azarbaycan’a gönderilen ve Iraklilardan toplanarak hazirlanan ordunun komutani olarak atamisti. Bu zat, sirf Araplardan olusturulan kirk bin kisilik diger bir ordunun da komutaniydi. Bu ordu Hz. Ali’yi ölünceye kadar müdafaa etmek üzere and içmisti. Iste babasinin da en çok güvendigi komutanlardan olan Kays, beyat esnasinda, Hz. Hasan’dan elini uzatmasini isteyerek, Allah (c.c) ’nun Kitab’i, Rasûlü’nün sünneti ve âsîlerle savasmak üzere beyat edecegini söyledi. Hz. Hasan bu söze karsi çikti. Sadece Allah’in Kitabi ve Rasûlü’nün sünneti üzere beyat edilebilecegini, bunun içine saydigi ve saymadigi diger sartlarin girdigini söyledi. Kays bunun üzerine bir sey söylemeden beyat etti. Arkasindan da diger Iraklilar beyat ettiler (Taberî, Târihu’r-Rusül ve’l-Mulûk, Dâru’l-Meârif 1963, IV, 158) . Hz. Hâsan beyattan sonra “el-Mescidü’l-Camiye” çikip, uzunca bir hutbe okudu. Sonra babasinin katili Abdurrahman b. Mülcem’i getirtti. Ifadesini aldiktan sonra ölümle cezalandirdi (Ya’kubî, Ahmed b. Ebî Ya’kub, Tarihu Ya’kubî, Beyrut, ty. II, 214) . Iraklilar derhal, babasinin öldürülmesini, seçtikleri halifeye hatirlatarak, Sam’da hüküm süren Muaviye b. Ebî Süfyan ile savasmasi için, onu Sam üzerine yürümeye tesvik ettiler. Hz. Hasan da onlarin sözlerine kanarak bir ordu hazirladi ve savasmak üzere yola çikti (Ziriklî, a.g.e., II, 214) : Ayri bir görüs için bkz. Ibn Hibbân, es-Siretü’n-Nebeviyye, Beyrut 1407/ 1987, s. 554) . Hz. Hasan bu siralarda 37 yaslarinda idi. O topladigi on iki bin kisilik ordusuyla Medâin’e kadar geldi. Ordu komutani olarak kendisine ilk bey’at eden Kays b. Sa’d'i atadi. Diger bir rivayete göre Ubeydullah b. Abbas’i komutan yapip, Kays’i da ona yardimci atayarak, Kays’a komutanin her türlü emrine itaat etmesini emretti (Ya’kubî, II, 214) . Araplarin dört “dâhîsi”nden biri olan Hz. Muaviye, Hz. Hasan’in kendisi ile savasmak üzere yola çiktiginin haberini alinca, o da derhal Sam’dan hareket ederek el-Enbar’in kazalarindan biri olan Mesiken’e gelerek konakladi (Taberî, V,159) . Hz. Ali’nin sehid edilmesi üzerinden henüz on sekiz gün geçmisti, iki tarafin ordusu sirf siyasî kaygilarla karsi karsiya geldiler (Ya’kubî, II, 214) . Muaviye derhal durumun kritigini yaparak, akibetin lehine olmasi için çesitli çarelere bas vurmaya basladi. Elindeki en büyük koz, hasminin tecrübesizligi ve siddetten hoslanmayan, fitneden adeta korkan ve müslümanlara karsi derin sevgi besleyen, onlardan birinin bile kaninin dökülmesine razi olamayacak kadar yumusak bir kalbe sahip sahsiyette olmasidir. Onun için ilk isi, Hz. Hasan’in, Kays b. Sa’d komutasindaki ordusu arasinda bir kargasa yaratmak oldu (Tehzîbü’t-tehzîb, II, 299) . Hz. Hasan’in ordusu içinde bir kaç kisi söyle bagirmaya basladi: “Haberiniz olsun, Kays b. Sa’d öldürüldü! ” Diger bir kaynaga göre ise, bu münâdîler Kays’in Muaviye ile sulh yaptigini ve onun tarafina geçtigini, hatta Hz. Hasan’in bile Muaviye’ye sulh yapma teklifinde bulundugunu ve Hz. Muaviye’nin bu teklifi kabul ettigini söylüyorlardi. Böylece ordu içinde dedi kodu çikariyorlardi (Ya’kubî, s. 214-215) . Hz. Hasan’in ordusu içinde kargasa basladi, büyük bir panik çikti. Derken bu panik yagmalamaya dönüstü. Askerler her seyi yagmalamaya basladi. Hatta Hz. Hasan’in ordugah çadirini, altindaki sergisine varincaya kadar yagmaladilar. Bu yagmalama her tarafa yayildi. Sözü edilen bu yagmalamadan sonra da ordu dagilip gitti (el-Isabe, I. 327-328; Taberî, V.158-159) . Bu kargasadan istifade etmek isteyen el-Cerrâh b. Sinan el-Esedî isimli sahis, sehirden geceleyin ayrilmak isteyen Hz. Hasan’a saldirdi. Elindeki hançerle onu baldirindan yaraladi. Fakat Hz. Hasan kendini savunup, o katilin hakkindan gelmeyi basardi (Ya’kubî, II, 228; el-Isâbe, I, 327-328) . Bu durumda çaresiz kalan Hz. Hasan Medâin’deki “el-Maksuratü’l-Beydâ”ya dönmek zorunda kaldi. O sirada Medâin’in valisi Sa’d b. Mes’ud idi. Henüz çocuk denilebilecek yasta olan bu genç valiyi atayan el-Muhtar b. Ebî Ubeyd ona bir teklifte bulundu. Hz. Hasan’i baglayip Hz. Muaviye’ye götürme karsiliginda kendisinin çok zengin ve serefli birisi yapacagini söyledi. Genç vali bu teklifi siddetle reddederek “Allah’in laneti üzerine olsun! Ben Allah’in Rasûlünün kizinin oglunun üzerine atlayacagim ve onu baglayacagim ha! Sen ne igrenç herifsin” dedi (Taberî, V, 159-160) . Hz. Hasan içinde bulundugu durumu gözden geçirdi. Güvenemeyecegi bir ordu ve güçlü bir düsmanla karsi karsiya oldugunu anladi. Ayrica mizaç olarak fitne ve kan dökmekten de nefret eden birisi oldugu için, gerek kendi sahsi, gerekse Islâm ümmetinin selameti için hilafeti Hz. Muaviye’ye birakarak, bu isten feragat etmekten baska bir çare bulamadi. Anlasma yollarini arastirmaya ve her iki tarafin da razi olacagi çözümler aramaya basladi. Amr b. Seleme el-Erhâbî’yi çagirarak, anlasma teklifini içeren bir mektupla Muaviye’ye gönderdi (el-Isâbe, I, 327-330) . Muaviye aldigi ve bekledigi bu teklifi derhal kabul etti. Hz. Hasan’a elçi olarak Abdullah b. Âmir el-Küreyz ve Abdurrahman b. Semure’yi gönderdi. Bu iki elçi Medâin’e geldiler ve Hz. Hasan’a, ne isterse hepsinin kendisine verilecegini bildirmekle kalmayip, kendilerini kefil göstererek, bu anlasmayi teahhüt edeceklerini de ona söylediler (Ibn Hacer, Fethu’l-Bârî fi Serhi Sahîhi’l-Buhârî, Misir,1959, VI. 235, Buharî rivayeti) . Bu sirada Hz. Hüseyn durumdan haberdar oldu ve anlasma teklifine karsi çikti. Muaviye’nin hakliligini tasdik, Hz. Ali’nin davasini yalanlamis olacagi gerekçesi ile agabeysi Hz. Hasan’a, bu anlasmayi yapmamasi gerektigini söyledi. Hz. Hasan onu susturarak, yönetim isini kendisinin ondan daha iyi bildigini iddia ederek, anlasma yapmakta israr etti (Taberî, V. 160) . Bu sirada Hz. Hasan’in hilâfeti Hz. Muaviye’ye birakacagini anlayan ordu komutanlarindan Ubeydullah b. Abbas, Muaviye’ye bir mektup göndererek kendisi için eman istedi. Karsilik olarak elindeki mallarina dokunulmamasini ve can güvenligini sart kostu. Muaviye bu teklifi kabul etti. Ubeydullah bunun üzerine ordusunu birakarak karsi tarafa geçti. Hz. Hasan’in ordusu bu durum karsisinda, Kays b. Sa’d'a, Hz. Ali ve taraftarlarinin kanlarini ve mallarini korumak ve sonuna kadar Muaviye ile savasmak üzere beyat yaptilar. Bir görüse göre, zaten komutan oldugu için, bu beyat’i yenilemek olarak anlamak da mümkündür (Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Tarîh, Beyrut 1385/1965, III, 408) . Nihayet Hz. Muaviye’nin elçileri Hz. Hasan ile anlastilar. Anlasmaya göre, sayet, Muaviye, Hz. Hasan’dan önce ölürse, Hz. Hasan halife olmak sarti ile, hilafeti Muaviye’ye birakiyordu. Ayrica Kûfe hazinesindeki bes milyon dirhem Hz. Hasan’in olacakti. Muaviye Hz. Ali ve taraftarlarina hutbede sövme adetine son verecekti (Tâberî, V, 158-159) . Karsi taraf bu teklifleri kabul etti. Anlasmayi yapan Hz. Muaviye’nin elçileri Hz. Hasan’in yanindan çiktiklarinda “Rasûlullah’in oglu sayesinde kan dökülmesi önlendi, fitne sona erdi, sulh yapildi” diyorlardi (Ya’kubî, II, 214-215) . O sirada yaralari da agirlasan Hz. Hasan kalkip, Iraklilara uzunca bir hutbe irat etti. Onlara dedesi Hz. Peygamber vasitasiyla Yüce Allah’in insanlari hidayete erdirdigini hatirlatti. Kendisi vasitasiyla da kan dökülmesini önledigini söyleyerek, Muaviye ile anlasma yaptigini haber verdi. Muaviye’ye beyat etmelerini de istedi (Ya’kubî, II, 215) . Kendilerini babasini öldürmeleri, kendisine saldirip mallarin yagmalamalari sebebiyle terkettigini de ilan etti (Taberî, V. 158) . Yapilan anlasma üzerine Hz. Muaviye Medâin’e geldi. Hz. Hasan’i yanina alarak Kufe’ye girdi. Hz. Hasan kendi eli ile hicrî 41 yilinin Rabîu’l-Evvel ayi sonlarinda Kufe’yi Muaviye’ye teslim etti. Böylece Hz. Peygamber’in su hadisi tecellî etmis oldu: “Hiç süphe yok ki, bu oglum bir seyittir. Umulur ki, Allah onun sayesinde iki büyük mü’min grubunu baristiracak” (Buhârî, Fiten,, 20, Sulh, 9; Ebu Davud, Sünne, 12…) . Hz. Hasan, Muaviye’nin huzuruna çiktiginda, Muaviye ona “seni senden önce hiç kimseyi mükafatlandirmadigim ve senden sonra da kimseyi mükafatlandirmayacagim bir mükafatla mükafatlandiracagim” dedi ve ona 400.000 (dirhem) verdi (el-Isâbe, I, 327-328) . Ayrica her sene bir milyon dirhem maas bagladi. Ama bunlarin çogunu sonradan kisitladi ve ona çok az bir sey verdi. Hz. Hasan ile Hz. Muaviye arasindaki bu anlasmaya sahit olan Imam Sa’bi hadiseyi söyle anlatir: “Muaviye dedi ki, Kalk da, hilafeti bana biraktigini ve teslim ettigini insanlara haber ver”. Hasan kalkti ve Allah’a hamd ve senâ’dan sonra söyledi: Akillilarin en akillisi, muttaki olandir; ahmaklarin en ahmagi da fâcir olandir. Muaviye ile benim aramda anlasmazlik konusu olan bu is, ya benden daha layik birisinin hakki idi; ya da benim hakkimdi. Ben ümmetin sulh içinde olmasi, birliginin bozulmamasi ve kan dökülmesine mani olunmasi için hilafeti ona biraktim”. Arkasindan “bilmem belki de o, sizi denemek ve bir süreye kadar yasatmak (metâ) içindir” (el-Enbiya, 21 / I 11) âyetini okuyarak hutbesini bitirdi (Hilye, 11, 37) . Hz. Hasan’in hilâfette ne kadar kaldigi kaynaklarda farkli farkli olmakla birlikte, 6 ay 5 gün oldugu konusundaki görüs en kuvvetlisidir (Ziriklî, II, 214-215) . Bu devir-teslim töreninden sonra ordusunun komutani Kays b. Sa’d'a bir mektup göndererek Muâviye’nin emrine girmesini istedi. Kays da bu konuda ordusu ile istisare yapti. Onlara dalâlet içindeki bir imama mi itaat etmek istediklerini; yoksa imamsiz savasmak mi istediklerini sordu. Onlardan dalâlet içinde de olsa imama itaati tercih ettiklerine dair cevabi alinca, o da Muaviye’ye beyat edip emrine girdi (Taberî, V,160) . Ya’kubi’ye göre Muaviye anlasmadan önce, Kays b. Sa’d'a bir milyon dirhem ile bazi mallar göndererek, davasindan vaz geçip, kendisine katilmasini istedi. Sa’d ona cevaben “benim dinimle ilgili bir konuda beni aldatmaya çalisiyorsun (satin almaya çalisiyorsun) ” diyerek bu tuzaga düsmedi (Ya’kubî, II, 215) . Diger bir kaynaga göre ise, Hz. Hasan Muaviye ile anlasinca, Muaviye Kays’a bir mektup yazarak, itaat etmeye çagirdi. Mektupla birlikte imzali ve mühürlü bos bir kagit daha göndererek, üzerine diledigini yazabilecegini, yazdigi her seyin kendisinin olacagini bildirdi. Kays çaresizlik içinde, sadece can ve mal güvenligi karsiliginda Muaviye’nin emri altina girdi (Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 408. Diger bir görüs için bkz. Taberî, V, 158-159) . Hz. Hasan hilâfeti Muaviye’ye biraktiktan sonra, geri kalan on yillik ömrünü Medine’de geçirmek üzere yola çikti. Kufeliler onun sehirden ayrilisi sirasinda aglasiyorlardi. Fakat o kendilerine hiç güvenilemeyecegini söylemekten çekinmedi. Babasi Hz. Ali’ye de yaptiklarini kendilerine hatirlatarak, akibetlerinin hiç iç açici olmadigini belirterek hallerine acidigini söyledi. Yolda birisi kendisine “Ey müslümanlarin yüz karasi! ” diye hakarette bulundu. Hz. Hasan Hz. Peygamber’den naklettigi bir hadisle Ümeyye ogullarinin bu makama gelmesinin mukadder oldugunu hatirlatmaya çalisti (Ibnü’l-Esîr, el-Kâmil, III, 407) . Bir baskasi “Ey mü’minlerin emirinin utanci” diye bagirinca, ona da “âr, atesten daha hayirlidir” dedi (el-Isâbe, I, 327-330) . Medine’de on yil yasayan Hz. Hasan (Zehebî, a.g.e, III, 264) vefati yaklasinca Hz. Aise’ye haber göndererek, Hz. Peygamber’in yanina defnedilmek istedigini söyledi. Hz. Aise de bu istegi kabul etti. Bunun üzerine kardesine söyle vasiyyet etti. “Ben ölünce Hz. Aise’den, Hz. Peygamber’in yanina gömülmem için izin iste. Ben ondan bu izni almistim. Bana karsi çikmadi. Belki de benden utandi. Sayet izin verirse, beni onun evine defnet. Ben yine de Ümeyyogullarinin seni bundan mahrum edeceklerini zannediyorum. Bunu yaparlarsa, onlarla ugrasma beni Bakî mezarligina defnet” Hz. Hasan kirk gün hasta yatti. 5 Rabîu’l-Evvel 50 (2 Nisan, 670) günü vefat etti (Sifatü’s-Safve, I, 762) . (Bazilari bu tarihin hicrî 49, 50, 51, hatta, 54. yili oldugunu söylemislerdir. (el-Isâbe, I, 330) . Ölüm sebebi olarak zehirlendigi söylenir. Zehirleyenin de kendi hanimi Ca’de binti el-Es’as b. Kays oldugu rivayet edilir. Hasta yatarken kardesi kendisine kimin zehirledigini sorduysa da, o buna cevap vermekten kaçindi. Hatta bu zehirlenmeden önce üç defa daha ayni girisimde bulunuldugunu, fakat onlari atlatmayi basardigini söyler. Bu son içtigi zehirin baska oldugunu ve herhalde ölecegini ona açiklar (Ibnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 15) . Vefat edince Hz. Hüseyin, Hz. Aise’ye müracaat ederek, durumu anlatti. Hz. Aise de Hz. Hasan’in vasiyyetine “memnuniyetle kabul ederim, bas üstüne” dedi. (Ya’kubiye göre Hz. Aise bu istege siddetle karsi çikmistir (Ya’kubî, II. 225) . Fakat bu iddiayi Ya’kubî’den baskasi öne sürmemektedir. Bu durumdan Mervan ve Ümeyyeogularinin haberi olunca “vallahi, asla ve ebedî olarak Hz. Peygamber’in yanina gömülemez” dediler. Bu keyfiyet Hz. Hüseyin’e ulasti. Hemen kendisi ve beraberindekiler silahlandilar. Hz. Ebu Hüreyre durumun vehâmetini anlayarak, önce, Hz. Hasan’i buraya defnetmeyi engellemenin mutlak surette zulüm olacagini söyledi. Daha sonra da hiç olmazsa Hz. Hüseyin’e laf anlatirim düsüncesiyle ona geldi. Onu bu israrindan vaz geçirmeye çalisti. Kardesinin vasiyetini hatirlatarak onun “sayet herhangi bir fitneden çekinirsen beni müslümanlarin mezarligina defnet” dedigini hatirlatti. Hz. Hüseyin de fitneden çekinerek, kardesini bir çok sahabînin defnedildigi el-Bakî’ mezarligina defnetti. Hz. Hasan’in cenazesine Ümeyyeogullarindan, Medine valisi olan Saîd b. el-Ass’dan baska hiç kimse katilmadi. Hz. Hüseyin, cenaze namazini kildirmayi valiye teklif etti. Vali de teklifi kabul etti ve cenaze namazim kildirdi. Cenazesine çok sayida kisi katildi, hatta “igne atsan yere düsmeyecek” kadar kalabalik vardi (Ibnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II. 15) . Hz. Hasan vefat ettiginde 47 yasinda idi (Tehzîbü’t- Tehzîb, II, 301) . Hz. Hasan cömert ve kerîmdi. Fizik ve ahlâk olarak Hz. Peygamber’e çok benzerdi. Çok takva sahibi idi. Medine’den Mekke’ye yürüyerek 15 defa hac yaptigi meshurdur. Hayir yapmayi çok severdi. Öyle ki, mallarinin tamamini iki defa fakirlere dagitti; üç defa da Allah (c.c) ile “kasame” yapti. Yani iki ayakkabisi varsa, birini tasadduk edip, birini kendisine birakarak; herhangi bir yiyeceginin bir avucunu dagitip, bir avucunu kendine ayiracak kadar adil davranarak, mallarini fakirlere dagittigi kaynaklarda geçmektedir. Onun güzel ahlâka ve baskalarina ikram etmenin faziletine dair bir çok vecizesi vardir. Meselâ ona “mekârim-i ahlâk”in ne oldugu sorulunca, o bunu söyle özetler: Dogru söz, isteyene vermek, güzel ahlâk, silai rahim, komsu hakkinda utanmak, arkadas hakkina riayet, misafire ikram, ve nihayet bunlarin da basinda haya’dir (Hilye, II, 37-38; Üsdü’l-Gâbe, II. 13; Ya’kubî, II. 225 vd) . Hz. Peygamber’in soyu torunlari Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in çocuklari vasitasiyle devam etmistir. Hz. Hüseyin’in soyundan gelenlere halk arasinda “seyyid” Hz. Hasan’in soyundan gelenlere de “serîf” veya “emir” adi verilir. - ****HZ HÜSEYİN ***** 5 Şaban 4 yılında (10 Ocak 626) Medine'de doğdu. 'Şehîd' lakabıyla meşhurdur. Göğsünden aşağısının dedesine çok benzediği rivayet edilir. Doğduğu zaman Hz. Peygamber, ağabeyi Hasan'a yaptığı gibi o güne kadar Araplarca pek bilinmeyen adını kulağına bizzat ezan okuyarak koydu ve doğumunun yedinci gününde akîka kurbanı kestirip Hz. Fatıma'dan saçının ağırlığınca fakirlere gümüş dağıtmasını istedi. Hz. Hüseyin, ağabeyi Hasan ile birlikte tabiînden Ebû Abdurrahman es-Sülemî'den kıraat öğrendi; dedesiyle annesinden ve babasından, ayrıca Hz. Ömer'den ve diğer bazı sahâbîlerden sekiz hadis rivayet etti. Hz. Hüseyin de ağabeyi Hasan gibi ilk iki halife döneminde cereyan eden önemli olaylarda fiilen yer almadı. Hz. Osman zamanında Saîd b. Âs'ın Kûfe'den Horasan'a yaptığı sefere (30/651) ağabeyi ile birlikte katıldı. Daha sonra Hz. Osman'ın evini kuşatan isyancılara karşı babası Hz. Ali tarafından yine ağabeyi ile birlikte halifeyi korumak ve evine su taşımak üzere görevlendirildi. Babasının halifeliği sırasında Hz. Hüseyin Kûfe'ye giderek onun bütün seferlerine katıldı; şehâdetinden sonra da yine onun vasiyetine uyarak ağabeyine itaat etti. Bu arada Hz. Hasan Muâviye ile anlaşmaya karar verdiği zaman ona karşı çıkmak istediyse de itirazının reddedilmesi üzerine vazgeçti ve beraberinde Medine'ye gitti, kendini ibadete vererek zühd ve takvaya dayalı bir hayat sürdürdü. Hz. Hüseyin'e ağabeyinin vefatı üzerine imam sıfatıyla biat edildiğine veya onun Muâviye aleyhine faaliyette bulunduğuna yahut kendi imameti için harekete geçtiğine dair ilk Sünnî ve Şiî kaynaklarında herhangi bir rivayete rastlanmaz; aksine bu husustaki birtakım kıpırdanışlara fırsat vermediği söylenir. Bununla birlikte Hz. Hüseyin'in Muâviye'ye karşı takındığı olumlu tavrı 56 (676) yılından sonra değiştirdiği muhakkaktır; çünkü bu yılda Muâviye'nin, oğlu Yezîd'e biat edilmesini istemesi pek çok müslüman gibi Hz. Hüseyin'i de rahatsız etmiştir. Hz. Hüseyin 28 Receb 60 (4 Mayıs 680) gecesi, kendisine şu anda böyle bir harekette bulunmasının yanlış olduğunu söyleyen baba bir kardeşi Muhammed b. Hanefiyye hariç bütün aile fertlerini yanına alıp Mekke'ye doğru yola çıktı. Hz. Hüseyin'in Yezîd'e biat etmeyip Mekke'ye gittiğini haber alan Kûfeliler'den Şebes b. Ribl ve Süleyman b. Surad gibi bazı ileri gelenler onu hilâfete getirmek için kendisine davet mektupları yazdılar, ayrıca Ebû Abdullah el-Cedelî başkanlığında bir heyet gönderdiler. Bunun üzerine Hz. Hüseyin, durumu yerinde incelemesi için amcasının oğlu Müslim b. Akîl'i Kûfe'ye yolladı. 5 Şevval 60 (9 Temmuz 680) tarihinde şehre ulaşan Müslim, Hz. Hüseyin adına biat almaya başladı. İlk aşamada 12-30.000 kişinin biat ettiği ve hatta Müslim'in Küfe Mescidi'nde açıkça bir konuşma dahi yaptığı rivayet edilmektedir. Yezîd, Müslim'in bu faaliyetini öğrenince Küfe Valisi Nu'mân b. Beşîr el-Ensârî'yi görevden alarak yerine Basra Valisi Ubeydullah b. Ziyâd'ı tayin etti ve ondan Müslim'i şehirden çıkarmasını veya öldürmesini istedi. Müslim ihbar üzerine yakalanarak öldürüldü (8 veya 9 Zilhicce 60/9 veya 10 Eylül 680) . Bu yüzden Kûfeliler'den biat aldığını daha önce mektupla haber verdiği Hz. Hüseyin'e onların sözlerinden döndüğünü bildiremedi. Hz. Hüseyin yeni gelişen olaylardan haberi olmadığı için Kûfe'ye hareket etmeye karar verdi. Abdullah b. Ömer ve Ömer b. Abdurrahman b. Haris gibi şahıslar da kesinlikle Kûfe'ye gitmemesini istediler, İbn Abbas ise hiç değilse yalnız gitmesini önerdi. Fakat Hz. Hüseyin, 8 Zilhicce 60 (9 Eylül 680) tarihinde, umresini tamamladıktan sonra ailesi ve bazı taraftarlarıyla birlikte Kûfe'ye hareket etti. Ancak daha sonra Sa'lebiyye'de karşılaştığı iki yolcudan Kûfeliler'in biatlarından caydığını ve Müslim b. Akil ile Hâni' b. Urve'nin öldürüldüğünü öğrenince geri dönmek istedi; fakat bu defa da Müslim'in oğulları ve kardeşlerinin ısrarı üzerine yola devam etmeye mecbur oldu. Bu arada taraftarlarına isteyenlerin ayrılabileceğini söyledi, onlar da ayrıldılar; yanında sadece aile fertleriyle birlikte yaklaşık yetmiş kişi kaldı. Böylece sayısı azalan kafile Ninevâ bölgesindeki Kerbelâ'ya vardı (2 Muharrem 61/2 Ekim 680) . Küfe Valisi Ubeydullah kafilenin sarp ve müstahkem yerlere sığınmasına engel olunmasını, susuz ve savunmasız bir yerde konaklamaya mecbur edilmesini istedi. Rey valiliğine getirilen Ömer b. Sa'd b. Ebû Vakkâs'a da ordusuyla Hz. Hüseyin üzerine yürümesini ve bu meseleyi halletmesini emretti. Ömer, Hz. Hüseyin'i Kûfe'ye çağıranlar arasında bulunan Amr b. Haccâc'ı su yollarını kesmekle görevlendirdi; sonra da birkaç defa Hüseyin'le gizlice görüştü. Aralarında ne konuştukları tam olarak bilinmemekle beraber tahminlere göre Hz. Hüseyin şu teklifleri yapmıştır: Geldiği yere dönmek, bizzat Yezîd'e gidip biat etmek veya İslâm serhadlerinden birinde cihadla meşgul olmak. Ömer, kabul edilebileceği ve böylece kendisinin de bu sıkıntılı işten kurtulacağı ümidiyle teklifi Ubeydullah b. Ziyâd'a bildirdi. Ubeydullah önce bu teklifi uygun gördüyse de Sıffîn'de Hz. Ali'nin safında çarpışanlardan Şemir b. Zülcevşen ona önemli bir fırsatı kaçırmış olacağını hatırlatarak Fırat nehriyle irtibatı kesilmiş ümitsizlik içindeki Hüseyin'i isteğine boyun eğdirmesini veya cezalandırmasını söyledi. Bunun üzerine Ubeydullah, Şemir ile Ömer'e bir mektup göndererek Hüseyin'in doğrudan kendisine teslim olmasını sağlamasını, bunu başaramazsa onunla savaşmasını, aksi takdirde kumandayı Şemir'e bırakmasını emretti. Şemir karargâha 9 Muharrem Perşembe günü ulaştı. Ömer b. Sa'd kumandayı, dolayısıyla kazandığı dünyalığı elden kaçırmamak için bu görevi yerine getireceğini söyledi. Hz. Hüseyin ve yanındakiler o geceyi dua, namaz ve istiğfarla geçirdiler. Ertesi gün Hz. Hüseyin gerekli savaş hazırlıklarını yaptıktan sonra atına bindi ve önünde bir mushaf olduğu halde Ömer'in ordusuna yaklaşarak kendisinin buraya geliş amacını anlamaları, hakkında insaflı hüküm vermeleri halinde saadete kavuşacaklarını ve üzerine yürümelerine gerek kalmayacağını, mazeretini dikkate almamaları durumunda ise istediklerini yapmalarını söyledi. Hz. Hüseyin'in bu konuşması üzerine Hür b. Yezîd yaptıklarına pişman olarak onun safına geçti. Ömer b. Sa'd'in sancağıyla gelip ilk oku atması üzerine başlayan savaş birbirine denk olmayan bu kuvvetler arasında tam bir dram şeklinde devam etti ve Hz. Hüseyin'in savaşa başlarken yirmi üç süvariyle kırk piyadeden oluşan askerleri kısa sürede azaldı. Savaşın sonlarında artık sıcak ve susuzluktan bitkin hale düşen bu az sayıdaki insanın başında piyade olarak cesaretle dövüşen Hz. Hüseyin'e Şemir b. Zülcevşen'in emriyle her taraftan hücum edildi. Sinan b. Enes en-Nehaî önce bir harbe saplayıp onu yere düşürdü, sonra da atından inerek saçlarını ve daha sonra başını kesti; oradakiler de cesedini soyup her şeyini, ardından da çadırları yağmaladılar. Bu arada Hz. Hüseyin'in hasta yatağındaki oğlu Ali Zeynelâbidîn öldürülmek istendiyse de Ömer b. Sa'd buna engel oldu (10 Muharrem 61/10 Ekim 680) . Şehidlerin cesetleri ertesi gün Benî Esed mensuplarının ikamet ettiği Gâdiriye köylülerince toprağa verildi. Hz. Hüseyin'in kesik başı ve esirler Dımaşk'a gönderildiğinde Yezîd görünüşte üzülmüş ve Hüseyin'i öldürtmesi sebebiyle Ubeydullah b. Ziyâd'a lanet etmiştir. Ancak onun bu üzüntüsünde samimi olduğunu söylemek mümkün değildir. Çünkü gerçekten üzülmüş olsaydı Ubeydullah, Şemir ve diğerlerini hiç değilse görevlerinden alması gerekirdi; ayrıca öldürme emrini verenin bizzat kendisi olduğu yolunda rivayetler de vardır. Bununla beraber Hz. Hüseyin'in katliamdan kurtulan oğlu, kızları, kız kardeşi ve Tâliboğulları’ndan diğer esirler Dımaşk'ta birkaç gün tutulduktan sonra Yezîd tarafından bir muhafız birliği refakatinde Medine'ye gönderilmiştir. Hz. Hüseyin'in başının nereye gömüldüğü konusu ihtilaflıdır. Medine'de Bakî' Mezarlığı'na, Necefte babasının yanına, Küfe dışında bir yere, Kerbelâ'da cesedinin konulduğu kabre, Dımaşk'ta bilinmeyen bir yere, Rakka'ya, hatta Kahire'ye gömüldüğüne dair rivayetler bulunmakta ve bunlardan birincisi daha güçlü bir ihtimal olarak görülmektedir. Şiî dünyası, Şiîliğin hareket noktası ve temel şahsiyeti Hz. Ali olmakla birlikte, şehid edilişinin arka planında varlığını sürdürebilen güçlü bir siyasî kuruluş bulunmadığından bu olayla fazla ilgilenmemiş, Hz. Hüseyin'in şehâdetini ise Şiîliğe hayat veren bir kaynak telakki ederek içtimaî ve siyasî hayatın parolası haline getirmiştir. Bugün İslâm dünyasının en büyük azınlık mezhebini oluşturan İsnâaşeriyye İmâmiyyesi'nin özellikle duygu ve gönül hayatını Hz. Hüseyin sevgisi yönlendirmektedir. Hz. Hüseyin'in Kerbelâ'da şehid edilişinin hâtırasını anmak için yapılan ve 'taziye' denilen yas merasimleri, onu imamların üçüncüsü ve on dört ma'sûm-ı pâkin (çârdeh ma'sûmi pâk) beşincisi kabul eden Şiî dünyasında başlı başına bir olaydır. Ancak Sünnîler'in tuttukları 10 (veya 9,10,11) Muharrem orucunun Kerbelâ tâziyesiyle bir ilgisi yoktur. Hz. Hüseyin'in acıklı sonu İslâm edebiyatında başlı başına bir tür oluşturmuş ve özellikle taziye törenlerinde okunmak üzere Şiî şair ve edipleri tarafından 'maktel' veya 'makteli Hüseyin' denilen mersiye ve okuma parçaları kaleme alınmıştır. Hz. Hüseyin'in çocuklarından Ali el-Ekber Kerbelâ'da kendisiyle birlikte şehid olmuş, Ca'fer ve Abdullah adlı oğullarından devam etmeyen soyu diğer oğlu Ali Zeynelâbidîn'den devam ederek seyyid unvanıyla tanınmıştır. Ayrıca Fâtıma ve Sekine adlı iki de kızı vardı. Kaynaklar Resûl-i Ekrem'in iki torununu çok sevdiğini, isteklerini tereddütsüz yerine getirdiğini, onlarla oyun oynadığını, sırtına bindirip gezdirdiğini, hatta secdede iken üstüne çıktıklarında inmelerine kadar beklediğini yazar ve onlara olan düşkünlüğünü gösteren birçok rivayet nakleder. Bir gün Hz. Peygamber minberde iken Hasan ile Hüseyin'in düşe kalka mescide girdiklerini görünce konuşmasını yarıda keserek aşağı inip onları kucaklamış ve 'Cenâb-ı Hak, 'Mallarınız ve çocuklarınız sizin için birer imtihan vesilesidir' (et-Tegâbün 64/15) derken ne kadar doğru söylemiş; onları görünce dayanamadım' dedikten sonra konuşmasını sürdürmüştür. Müslümanların Ehl-i beyt'e ve âl-i abaya dahil olan Hz. Hasan ile Hüseyin'e duyduğu sevgi ve şefkat Resûl-i Ekrem'in vefatından sonra da devam etmiştir. Meselâ Hz. Ömer, hilâfeti sırasinda divan teşkilâtını kurup herkese yapılacak yardımları belirlerken onlara Bedir Gazvesi'ne katılanlara verilen miktarda tahsisat ayırmıştır. Hz. Hüseyin Rasûlullah'ın sevgili torunu, emaneti ve reyhânesi (çiçek demeti) denilerek müslümanlardan daima sevgi, şefkat ve bağlılık görmüş, böylece altı yaşında kaybettiği dedesinin ve annesinin yokluğunu fazlaca hissetmemiştir. Ayrıca ağabeyi Hasan ile birlikte bütün İslâm dünyasında olduğu gibi Türkler arasında da Rasûlullah'ın sevgili torunu sıfatıyla daima sevilmiş, sayılmış ve adları çocuklara verilen en yaygın isimler arasında yer almıştır.
Hasan Hüseyin candır
Onlara kıyanlara
Nar-ı cehennem azdır.
Çaresiz derde düştüm
Şifası aşktır gönül
Ahını güle döken
Cananın adı bülbül.
Saygı değer İbrahim Yılmaz Hocam Arınmak adı hikayeni beğeniyle okudum böyle güzelelikler yüreginde oldugunu bilyordum ve bir okadarda Hisli Duygulu ve Hasassınki Benim dost abimsin Sevgili Hocam Sizi Yürekten Kutlauyorum.Saygılarımla Allaha emanet olun.10 Puan.
TÜM YORUMLAR (105)