Küçücük bir köydü işte, uzaklarda şimdi, ama o zamanlar o köy, şimdiden daha çok benimdi, hatta bendi. Şimdilerde kimliğimdeki nüfus kayıt bilgilerimde sadece. O zamanlar içime yazı, kışı, sıcağı, soğu işlerdi. Ağaçları rüzgârda benim için boynunu dik tutmaya çalışırlardı ve onlarla övünürdüm yine eğilmediler, kırılmadılar diye. Şimdi boynumu büküyorum o ağaçları anarken kendimden kaçarak. Üç beş küçük tepenin yamacına kurulu bir çorba kâsesi gibi çukur, yanı başından ince bir dere akan bir köydü. Etrafını köylülerin tarlaları, bağları, bostanları ve kavak ağaçlarıyla ve her bir giriş yönünde –doğu, kuzey, güney, batı tarafındaki tepe daha dik yamaçlı ve daha kayalıktır- bulunan çeşmelerle çevrili verimli topraklarıyla, hakikaten verimli bir köydü. Köyün mezarlık tarafındaki girişi –kuzey- daha yüksek de kaldığı için bu tarafta oturanlara yukarı mahalleli diğer tarafta oturanlara aşağı mahalli denirdi ve rakım farkı aşağı yukarı denecek kadar çoktu. Her köyde olan yolağzı ve çeşme başı dedikoduları bazen hayra, bazen şerre yol açardı. Kimin neden evde kaldığı, kimin neden evden kaçtığı burada fısıltı yoluyla ortaya çıkardı. Kimin kimi sevdiği, kimin kime varacağı bu dedikodularda netlik kazanırdı. Zaman zaman ara açan bu dedikodular zaman zamanda arabulucu görevi üslenirdi. Toplumsal bir vaka idi bizim köyün dedikoduları işte, ben kimilerini yarım yamalak olsa da hala hatırlarım, babaannemin eteğine yapışıp dinlediğim zamanları aklıma getirdiğimde. Annemi doğumumun ertesi gününü, babamı aynı yıl hiç görmeden Kıbrıs barış harekâtında kaybetmişim ve bu anlattıklarımı yaşarken 9 yaşında ele avuca sığmaz afacan bir şeydim demeyi çok isterdim ama değildim. İçine kapanık yaşıtlarıyla pek akran olamayan daha çok dedesiyle – babamın babası- vakit geçiren, dedesi uzak pazarlara 200 kovan arısının balını satmak için gittiğinde, babaannesiyle bağa bostana giden bir coçuktum işte. Köyde tarlalarının tamamını ekmeyen yegâne kişiydi dedem. O alternatif arayıp dururdu, köylü buğday ekerken o nohut eker, elma ağaçlarının ve arı kovanlarının peşinde koşar, üzüm asmaları diker, mürdüm eriği bizim köyde olur mu diye uğraşırdı. Herkes onu balcı diye tanır, büyük şehir gördüğü içinde bilgisini göz ardı etmezlerdi. Ben okuma yazmayı ondan öğrendim, oda kırkından sonra, gittiği İstanbul’da (o zamanlar sadece adını bilirdim) bir işverenin oğlundan öğrenmiş. Fakir Baykurt, Nazım Hikmet, Orhan Kemal okumaya bayılırdı, daha doğrusu ben okurdum o dinlerdi, akşamları mum bulabilirsek mum ışığında yoksa tavanı is içinde bırakan bir çıra ışığında. Hele gaz bulursak keyfimize diyecek yoktu, gaz lambamız odamızı güne boğardı. Hatta gaz lambasının ışığında babaannem hamur bile yoğurup, ekmek yapardı. Bazı akşamlar dedem eğer pil bulabilmişse İstanbul’da, Ankara’da yaşayan eş dost yardımıyla, ajansı kaçırmadan dinlerdi Ferranti (sonradan öğrendim ingilizmiş) marka radyomuzdan. Bazı akşamlar köylüler dedemin evinin hemen arkasında olan köyevinde toplanır memleket meselelerini enine boyuna tartışırlardı, radyodaki bir habere istinaden. Laf uzar hiçbir zaman bir orta yol bulunamazdı ama kavgada çıkmazdı. Şaşırır kalırdım sulama keşiği, sınırımı geçtin bahanesinden dolayı kavga edip birbirlerine saldıran insanlar ajans dinlemeye köyevine geldikleri akşam ne kadar tartışırlarsa tartışsınlar iş kavgaya dönmezdi. Hele ajans haberleri bitene kadar çıt çıkmazdı. 1983 yılında en çok duyduğum sıkıyönetimin kalkacağı haberleriydi, ülke genelinde sokağa çıkma yasakları olurdu. Anlamazdım ben şimdi harmana insem jandarma nerden bilecekti ki hele de devlet ta Ankara’daydı. Bize ne kadar uzaktı kim bilir. Yinede çıkmazdım yasak diye korkar mıydım devletten bilmiyorum yada Ankara mı yakındı..Kadınlar pek ilgilenmezlerdi, akranım olan çocuklarda köy evine pek gelmezlerdi, babaları yani büyükleri istemezdi. Ben ya muma ya çıraya ya gaz lambasına refakat etmek için bulunurdum hatta dedem özellikle çağırırdı, tam da emin değilim.
Köyevi; köylülerin her şeyini karşıladıkları mumundan, çırasına, gazyağına, kışları yakıp ısınmak için tezeğine (tezek; kurutulmuş büyükbaş hayvan pisliği) kadar. Temizliği sıra ile köylü kadınlar tarafından yapılır ve anahtarı daima muhtarda durur. Muhtarlık da her yıl bir aileye geçerdi sonraları çözdüm neden böyle diye kafa patlatıp, devletin verdiği muhtar maaşı her yıl başka aileye gitmektedir. Yoksa muhtarlık pek iş olduğu yok ikamet kâğıdı falan gibi, ancak devlete meramını köylünün, muhtarın yazdığı arzuhal anlatır ya o bakımdan muhtarlık kurum olarak var tabi yoksa elbette kimlik kaybettiniz mi eskiden muhtardan kayıp kâğıdı alırdınız o işlevi de vardı bizim köy muhtarının. Ali Emmi eski parkasını sobasını tutuşturmak için yakıp, kimliğini de cebinde unuttuğunda kimlik çıkartmak olay olmuştu. Her evden mutlaka biri muhtarlık yapmıştı amma kayıp kimlik evrakı nasıl bir şeydi gören olmamıştı kaymakamlığa müracaat edildi evrak geldi nasıl doldurulacağını bilen yok, zaten okuma yazma bilen her evde bir tane varsa çok iyi. Evrakı zar zor doldurdular kaymakam onayladı kimlik geldi. Kaç hafta sonra orasını hatırlamıyorum. Kaymakam kendi getirdi kimliği teslim ederken Ali Emmi’ye bir ton fırçaladı bizi kimlik şöyledir böyledir diye. Bilmez ki Hatice’nin 3 yaşında ki oğlu Zekeriya kimliksizdir, askere geç gitsin diye. Kimliksizdir, Fatima reşit olur olmaz hatta birkaç yılda önce evlendirileceği için, iyice serpilsin (büyüsün) diye.
Ajans dinlediğimiz akşamlar, duyduklarımdan anladığım askerler yönetiyordu bizi ve bu yıl yönetimden çekilip sivil bir yönetime bırakacaklarmış idareyi, askerlerin desteklediği bir parti olacakmış, sağdan bir parti soldan bir parti olacakmış. O zaman sağdı soldu ne demek pekte aklım ermiyor tabi soruyorum, işte sağdakiler, soldakiler diyorlar ne olduğunu bilen yok. Bende kendi kendime sağdan soldan toplananlar mı yönetecek bizi diyorum. Her neyse üç parti girecekmiş seçimlere anladığım oydu. Milliyetçi Demokrasi Partisi, Halkçı Parti ve Anavatan Partisi. Köylüler tartılar biçtiler, allem ettiler güllem ettiler, seçimlere üç beş hafta kala; hangi partiye oy vereceklerini belirlediler. Bir partinin amblemi horozdu, diğerininki güneş, bir diğerininki de arı (dedem mest olmuştu) . Efendim amblemi horoz olanı askeriyeye bağlıymış, vay efendim amblemi güneş olan chp kökenli, İsmet Paşacıymış. Amblemi arı olan yeniymiş de ona vermek gerekirmiş de, diğerlerinin ne olduğu belliymiş de hengâme kopup gidiyordu hülasa. Ama abartısız üç beş hafta tartıştılar hangi partiye oy verileceği hususunda. Köylü hep birlikte aynı partiye oy verme kararı da almıştı önceden hep bir yere gitsin efendim öylesi daha iyi. Ve nihayet demdin arıları seçildi, neden; arı demek çalışkanlık demek, bal gibi demek, tatlı demek, hem başındaki adam yeni parti yeni vs vs. Köyde oy kullanacak herkesi tembihlediler seçimde mühür arının üstüne bastırılacaktı. Her evde buna dair kısa nutuklar çekildi velhasıl arı da arı, dedem evde babaannem anlattı bu adam yeni hep amblemi arı çalışkan yani hatun, mühürü ona basacaksın bütün köy ona oy verecek. Babaannem söylenmeye başladı arıda arı başka bir şey bilmez bizim herif. Nafakamızda çok şükür ondan çıkıyor ama yine de fazla oluyor bu arıda arı. Kendi kendine ne kadar söylendi hatırlamıyorum.
1983 Kasımı geldi nihayet sonra, seçim sandığı geldi, bizim köye bir tanesi yetmişti, kaç haneydik ki zaten. Seçim bürosu mu neymiş oradan da biri geldi anlattı durdu şöyle olacak böyle olacak diye. Ve 6 Kasım 1983 günü seçim başladı muhtar sandık başkanıydı azalar sandık heyeti, dedem öyle anlattı, secim bitince de sandıktan çıkacak oy kâğıtlarını da onlar sayacakmış. Sandık köyevine kuruldu, girişte muhtar ve azalar isim isim çağırıp bir oy kâğıdı bir zarf ve bir mühür verdiler isimi okunup gelene. Oy kullanacak herkesin adı okundu geldi oyunu kullandı. Sayım zamanı herkese eve gitmesi söylendiyse de herkes köy evinin kapısında bekledi. Ve nihayet sayımda bitti, sonuçlar açıklandı. 68 kişi oy kullanmıştı 67 oy Anavatan Partisine 1 oy Milliyetçi Demokrasi Partisine çıkmış, Halk Partisi hiç oy alamamıştı. Herkesin şaşırdığı Halk Partisine oy çıkmamasından çok Milliyetçi Demokrasi Partisine 1 oy çıkmasıydı. Sonuçlar köylüye okundu biz dedemle evin yolunu tuttuk. Yol boyunca söylendi durdu dedem.
- Nasıl giderde horoza basar mühürü canım olmaz ki be olmaz ki. O Kadar anlattık durduk be anlamamış demek aklıevvel anlamamış, anlamamış da sormamışta nedir ne değildir diye. Anlamamışsa sorsaymış madem ne diye sormamış. Arı dedik be arı sen balcı İsmetin arıların da mı görmedin be. Adama gülerler onca anlat onca konuş sen git bas mühürü horoza olur mu be. Sen söyle torun olur mu he.. Olmaz tabi canım neden olsun olmaz ama aklı kıt var demek ki köyde bir tane sorsan kim yaptı diye söylemezde adamı kudurtur dururlar demi torun. Kudurturlar, kudurturlarda geçer karşına seyrederler ne olduğunu da bilmezler ki horozmuş, ötüp durur işte.
Benden cevap falan beklediği yoktu çok kızmıştı çok. Babaannem gaz lambasının ışığında oturup yün eğiriyordu dedem içeri girerken kapıyı sertçe kapatıp,
- Aklıevvelin birisi, onca konuşmaya anlatmaya rağmen gidip horoza basmışmış mühürü. Deyince.
Babaannem söze girdi dedemle atışır gibi başladılar karşılıklı söylenmeye.
- Sakin ol herif basmışsa basmış ne olmuş yani,
- Ne demek ne olmuş hatun biz boşuna mı konuştuk onca zaman, sorduk soruşturduk büyük şehirdekilere nameyle falan boşuna mı?
- Bize ne canım kime vermişse oyunu vermiş kimse kim bize ne ki.
- Hatun aklın ermiyor senin hele sen bir sus arı dedik en azından insan hiç arıyla horozu karıştırır mı?
- Karıştırdığını nerden biliyon herif belki de bilerek basmıştır mühürü horoza.
- Etme hatun bilerek olur mu onca konuşmaya be yok yok yanlışlıkla basmış işte aklıevvel.
- Herif sen böyle demesen delilikmiş gibi ha.
- Delilik değil mi hatun onca zaman dilimizde tüy bitti he delilik değil mi?
- Değil herif hem de hiç değil.
Dedem şaşırmıştı.
- Ne demek değil hatun sen ne biliyorsun ki.
- Ne bilecem herif bıktım senin arılarından bastım mühürü horoza ötsün de sabah olsun oradan biliyom.
Yücel AsmaKayıt Tarihi : 10.9.2012 11:47:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!