celâl inal
antik kahveden sarıya dönüşürken
antik kahveden sarıya dönüşürken / c. inal
REPLİK YAYINLARI
Şiir Dizisi: 7
Birinci Basım
Şairin Diğer Kitapları:
dili zaman şiirleri (Öteki, 1997) , şüpheli ve sakıncalı, geniş zaman şiirleri, edip cansever’e güzelleme (Replik, 2001)
© Replik Yayınları - Celâl İnal
Kapak Tasarım:
Seda YILMAZ
Kapak Uygulama:
Ayal Reklam Tanıtım Film Yapım Ltd. Şti.
Baskı Tarihi
Eylül 2001
Baskı ve Cilt
PRESTİJ MATBAASI
İletişim Adresi:
Bağcılar Mah. 2. Sok. 1/1 GOP./ Ankara
Telefon: (0-312) 447 11 33 – Fax: 446 89 59
e-posta: [email protected]
Abdullah Cevdet Sok. 12/3
Çankaya 06680 Ankara
Tel: (0312) 442 57 87 (Pbx) Fax: (0312) 442 57 90
celâl inal
antik kahveden sarıya dönüşürken
Celâl İnal '64 Yunusoğlu / Yüreğir (Adana) doğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimini Adana'da yaptı. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Hungaroloji (Macar Dili ve Edebiyatı) bölümünü bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü'nde yüksek lisans yaptı. Promete adlı aylık edebiyat dergisinin sorumlu yazıişleri müdürlüğü, günlük bir gazetede düzeltmenlik ve değişik yayınevlerinde editörlük yaptı. 1997'de 'Dili Zaman Şiirleri' adlı kitabı yayımlandı. Demokrasi bilincinin yaygınlaştırılması amacıyla Ankara’daki iki yerel radyoda siyaset, kültür, sanat ve edebiyat programları yapıyor. 'Antik Kahveden Sarıya Dönüşürken', 1997-1998 tarihleri arasında yazılan şiirlerden oluşmaktadır.
Saduşka’ya
hayata dair şiirler
'Ve her şey hızla yetişti sonra
sarı bir günün kahverengi yanına”
Edip Cansever
annem için
sınır tanımayan sabrına şaşardım annemin
enva-i çeşidini bilirdi çiçeklerin
ve yabanotlarının
en sevimlimiz ve en asi ruhlu olanımızdı
en eski öykülerini bilirdi hayatımızın
en gizli yanımızı
bütün güzel zamanlar annem kokardı
ilk olana
bu şiir,
ekmek, su ve kitap adına
ilk toprağın ayaklarımızın altından
kayıp gidişi
ilk en akıldışı eylemimiz
ilk ağlayış
ilk gülüş
ve
ilk çıplaklığımız içindir
bu şiir
yer, gök ve denizler için
yelkenli gemiler
köpüklü dalgalar
ve gezgin yosunlar için
dingin koyaklar
ve
ışık huzmelerinin süzülerek
aydınlattığı mağara önü çiçekleri
içindir
ilk ben dinledim öyküsünü
ilk siz okudunuz
dipnot
bir dipnot düşüyorum
hayatın uygun yerine
kendi kendime gülüyorum
bilyeyi fişek gibi savuruyor
ilk ben göğüslüyorum ipi
yediuyurlar gibiyken, sevgili halkım
granit bir düşe çarpıyor,
düşüyor(um) .
çocuk
Ece Ayhan'a
dışındaki 'büyük dünyası'na uyum göstermek zorunda kalan her küçük çocuğun kalbinde, belki de bir ömür boyunca zamana direnebilen kendin-den daha küçük bir çocuk vardır.
çocukluğun bilgisine dair
yabanıl bir yabancılaşmadır yaşanan
'çoktan vazgeçtik çocukluk oyunlarımızdan'
küçüktük ve acımasızdık
çocukların manifestosundaki şu sözcükler ilişti gözüme:
madde1: 'çocuklar dolambaçlı sözleri sevmezler'
madde 2: “çocuklar gözlerinin içine bakarak söylenen yalanların her çeşidini ve sahte gülücükleri affetmez.”
iri puntolarla dizilmiş üçüncü madde:
'sadece kötüydünüz, rezil değildiniz.'
ne kadar kendinizdiniz?
siz hiç mavi bir gecenin eşiğinde
zembereğiniz boşalırcasına öpüldünüz mü?
gergin bir ok
yalayarak geçti mi imparmağınızdan?
sözgelimi yalınayak ve çırılçıplakken
bir başınızayken yahut
ne kadar kendinizdiniz?
yolculuk I
ilk yürek atışı
ve ilk adımları bir yolculuğun
uzun bir türküyle başladı
geçtik çocukluk zamanlarımızdan
yeniyetmeliklerimizden
ilkgençliğimizden
geldik bugüne
yolculuk II
yüzyıllara büyür ellerim
her köşebaşında bir kez daha ölürüm
saklarım ellerimi kalabalıktan
gökmavisi beyazlardan
turuncu zamanlardan yahut
yeni bir güzellik eklenir hayatıma
kara bir günden gelirim
neredeydiniz?
ellerimde üzüm ıslaklığı
bütün yolçatlarında
yapayalnızdım
kum taneleri gibi
dökülüp gittiniz parmaklarımın
arasından
yanılsama
yüzülür derisi nesimi'nin
çivilenerek gerilir çarmıha hallac-ı mansur
yitirir sözcükler ilk anlamını
geriye büyük düşler kalır
tabela
düşsel bir mekânda
eski bir tahta tabela üzerinde
şu ifadeler dikkatimizi çeker:
kara, kör bir kuyudan
temiz bir bardak su bile içemezsin
kedi
kedilerin sezgilerinin çok güçlü olduğunu,
ölümü yaklaşan kedilerin
evlerini bir daha dönmemek üzere terkettiğini söylüyor biri
ölümü dağlarda bekleyen kadın düşüyor usuma
reddedişe dair
reddedip sözcüklerin bütün anlamlarını
sıyrıldı bütün aidiyet kimliklerinden
lanetli ve gözüpekti
dedi ki:
“ötelendim hep
örselendi yüreğim, ben
kimsenin değilim”
bir 'cehennet' kararsızlığı arafat'ta
bir dikbaşlılık
fragman
sakladım nefretimi kör bir kuyuda
çırılçıplaktım
ıslandım
her şey yitirdi eski anlamını
han-hancı
hyatt regency önünde
bir derviş
biraz bilge
biraz şaşkın
biraz telaşlı
'bu han hangi han
biz kaçıncı yolcuyuz? ' dedi.
yakamoz
göklerin, yıldızların ve nilüferlerin
çıplak yıkandığı yerlerin
gizli tarihini anlatırdı suskun göl
hep o bildik ezgisiyle su
yakamozlanırdı
bir götürür ışıltılarını
uzak bir yere
bir bize getirirdi.
anadolu
süzülür ışık en zayıf yerinden
anadolu kırık bir anfora gibi durur
usul usul yanar bir yerim
şarap gözlü kadınlar
yitik çocukları için
hüzün dolu türküler mırıldanır
hayata dair
hayat çoğu zaman bir muammadır
varoluşun nesnesine dönüştürür insanı
ayın aynasında
biteviye saçını tarar bir kadın
unutulur çiçeklenişi sardunyaların
hep bu zor soruya yanıt ararım:
tanrılar bile gizlice izlerken bir kadını
o nereye gider?
bir ademi mahlûkat
bir tuhaf ademi mahlûkattı
şaşıydı,
bir gözü sürekli tribünde
çiftgörürdü,
çarpar dururdu direklere
“Koyunun olmadığı yerde keçi
abdullah çelebi”ydi o zamanlar
bazı fahişeler mutludur.
çünkü, onurludur.
poetika
şiirin
suhtelerin, ulemanın, 'üstatların'
fetvasına tahammülü yok
kuru, ruhsuz, didaktik
ve maalesef naif metinler
ancak alacakanlıkta şiirdir
çünkü şiir, sadece
tümcesonu duyarlılıkları
failun, müstefilatun, mefailun
değildir
şiirin
dingin sulara değil,
sert fırtınalara ihtiyacı var
pusulasız gezgine...
kentin ara sokaklarına...
çünkü şiir,
sağanak halde yağarken yağmur
saçakaltlarını
ve eşiklerini kapıların
reddetmektir.
salıvermektir kendini yola
ıslanabilmektir.
pastoral
kuş sürüsü geçer üzerimden
leylek bir dala tutunmaya çalışır.
söyleyin bana
neden güneşli bir günde bile mazlumlar
ayçiçeği gibi eğer başını?
dili zaman şiirleri
varılacak yer değil belki
yolculuğun serüveniydi bizi çeken
eski bir haymatlos
Mario Levi'ye
yazılmamış mektuplar gibiydik
dar kapı aralıklarında
uzunca bir şiiri arıyordu ömrümüz
yorgun trenler
güngörmüş istasyonlara ulaşıyordu
kahverengi tünellerden geçerek.
eski bir anarşistti ömrümüz
eski bir haymatlos.
sırtını geçmiş mutlu zamanlara
dayıyordu bir usta
yolboylarında
bir boy daha atıyordu palmiyeler
yaprakları çocukluk zamanlarımıza değiyordu.
gökyüzünün yıldızlara boğulduğu
uzun akşamlarda
bir tek şey yapılıyordu:
sevişiliyordu.
bir ömür iki vurgun arasıydı o zamanlar
hep bir belirsizlik büyütülüyordu
bizi denizlere götüren
uzun yollardan gidiyorduk
sırrını arıyorduk hayatın
oysa
varılacak yer değil belki
yolculuğun serüveniydi bizi çeken.
eski bir seyyahtı ömrümüz
eski bir haymatlos.
zaman
bilmediğim sokaklarda kaybolurdum
yumuşardı zamanın akışı
kahverengi
kulak verince onlara
antik kahverenginin
saklı anlamını anlattılar fısıltıyla
usulca gittiler
tragedya
kentler tarihini yitirmişti
büyük trajediler yaşanıyordu
büyük romanlar yazılamıyordu fakat
zor bir yanıt
sırtımızı geçmiş zamanlara
yüzümüzü de yıldızlara gömüp
uyuyorken
uyandık
ve
hızla uzaklaştık
ait olduğumuz yerlerden
kırık bir fay hattı
her ömür
ayrı bir parçasındaydı
kırık bir fay hattının
neyazıkki
pusulalar artık kuzeyi göstermiyor
terkedilmiş bir mabet gibi sessiz
buyüzyılsonu
büyük rüzgârlarda bile uyuyoruz
ses yoktu
söz çoktan yitirmişti bütün anlamlarını
örselenmiş bir kaide üzerine
oturtulamıyordu ömür
mısır işi eski bir kavanoz
ve kırık mermer bir heykel gibi
her şey
başaşağı duruyordu
çok sürdü
çok sürdü karanlık
biz bir işaret bekliyorduk
yağmur kadar ışıltılı
gökkuşağı kadar sessizdik
balık gibi sıçrıyor sudan
havada öylece kalıyorduk
korsanların hışmına uğruyordu
yeryüzü gezginleri de.
bize dair
ilk elementleri yeryüzünün
ateş, toprak, su ve taş
yitirmemişti belleğini
ellerimizde fenerler
koyu bir geceden geliyorduk
tanıdık yollardan
gong
gong çaldı.
bitti oyun
gözyaşları, iç çekiş
mutsuz bir palyaço gibi
koşarak geçtik
labirentlerinden
zamanın
yitik bir kentin
öncesiz ve sonsuz
temsilcileri gibiydik
derin bir sessizliği bölen
gong çaldı.
yüzümüzde hissettik vuruşunu
kastanyetlerin ışıltısı altında
saz takımının ince ayar ezgisi
ve büyülü senfonisi sokak çalgıcılarının
ve oryantal kıvrımları bedenin
alıp götürdü, alıp getirdi
bir yerlere, bir yerlerden
gong çaldı.
bitti oyun
bit-ti.
eski bir tragedya
yaşam öyle acımasızdı ki
düş bile kurmamıza fırsat tanımıyordu
ve o zaman, yoksulluk kokuyordu
kenar mahalleleri kentin
bizi mutlu kılan tek şey
ıslak toprağa yalınayak
basmanın saadetiydi
her şey, hızla yitiriyordu sahiciliğini
eski bir tragedyaya dönüyordu.
mitologya
gecelerden ve uzak zamanlardan
yıldızlar devşirdik
biraz sysphos
yuvarlandık
biraz promete
hırsız ilan edildik mavi bir gecede
turuncu bir güne döndü yolumuz
içinden dere geçen kent
Işıl Özgentürk'e
avluları o düş ülkelerinin
'hanımeli ve gecesefası ' kokardı
çırılçıplak bir kadın
koşaradım
çıldırasıya terkederdi kenti
hicabından
hepimizde bir uçurum telaşı
'denizin mavisine sığınırdık'
uzak-yakın iklimlerde
bilmediğimiz bir dilden
şarkılar söylerdi birileri
eski bir istasyona dönerdi ömrümüz
fesleğen kokardı dar sokaklar
kadınlar
saklayarak adımlarının sesini
geçerlerdi saçakaltlarından
uçuk bir mavi
sararmış fotoğraflar
eskizleri yeni bir resmin
perspektif oyunları
ateşin suya dokunuşu
salınarak düşüşü bir yaprağın
uçuk bir maviden
koyu bir kahverengiye.
damlanın serüveni
portakal rengi bir akşamdan
ve mavi bir geceden geçtik
diğer yarısı merdivenlerin
öbür ucundaydı kentin
yağmur kirpiklerimize çarparak yağardı.
geçerdi damlalar son hızla içimizden
çoğul dünyalarımızdan geçerek
geçerek yaman ve mağrur zamanlarımızdan
düşü gerçeğe ulardı.
aşk şiirleri
ve ben
senin şen bir kahkahanın ilk heceleri arasında saatlerce dolaşabilirdim
sevgiliye şiirler
Saduşka’ya
I.
yıldızlı bir suya adını haykırıyorum
halkalanıyor, dalgalanıyor, yankılanıyor su.
sokak lambalarının ışığı
sadece kaldırımları aydınlatıyor
sen portakal çiçeği kokularıyla geliyorsun
gülüşün
yarım kalmış sözcükleri tamamlıyor
II.
fırtınadan gök
çatlayacak gibiydi
sağanak halde yağdı yağmur
güneş açtı
zafer türküleri çalarken radyo
sen geldin.
III.
ve de ki onlara: “amor vincit omnia”
ve de ki onlara: 'aşk her şeyden güçlüdür'
IV.
ateşin ışıkla buluştuğu yerde
her kıvrımında yüzyılları eskitmiş
bir yüz gibi göründün
sözcüklerin tüm zamanlar içindi
duruşun tüm zamanlar için
rüzgârlar biriktirirdin geleceğe dair
öyküleri çoğaltırdı sesinin her tınısı
türküler seninle güzeldi o zamanlar
şarkılar seninle güzel
ufuk tutulacak kadar yakın
gökyüzü sarı sıcaktı.
sarıya çalıyordu dokunduğumuz her şey
V.
arnavutkaldırımlı dar sokaklara
ve camın buğusuna yazardım adını
eski bir yeryüzüne dönerdim
çakıltaşları yakar ayaklarımı
yola devam ederim
inanırım uğuruna 7'nin
ya da hafif bir rüzgârda
salınışına
herca-i menekşenin
dikip gözlerimi
beyaz şarap kadehinde
güneşin batışına
sana bütün dillerden
ilan-ı aşk ederim
akdeniz kıyılarını döver.
VI.
kendime yaptığım bütün yolculuklar
köpüklü dalgaların kayaları yaladığı
bir kıyıda sonlanıyordu
trapezden son hızla düşerken
sen tutuyordun elimden.
hiç bitmeyecekmiş gibi yanardı mum
aynaya yansırdı suretin
birbirine girerdi yaşamöykülerimiz
yeryüzü çekilirdi ayaklarımızın altından
aşkın beni adam ederdi
VII.
yanan yanaklarını öperdim
yanardım ben de
sen hep gülen bir çocuğa dönerdin
altın sarısına çalan yapraklar uçuşurdu
sığınırdım tanıklığına rüzgârın
ay usul usul geçerken üstümüzden
yeryüzü bir kez daha yoklardı belleğini
sana eski bir ozandan
aşka dair
yeni dizeler okurdum.
VIII.
ne zaman bir turna
havalansa
aniden
sazlıkların arasından
ne zaman bir kumru geçse
kirpiklerimizden
çarparak
ne zaman krizalitten
yeni çıkmış bir kelebek
telaşlı bir sevinçle
çırpsa kanatlarını
sıcak bir şeyler akar
sol yanımdan
iyi şeyler hissederim
hayata dair
IX.
eski moda bir gölge gibi
tutunuyorum kıvılcımına
bir orman
bensiz yanıyor
yitik bir coğrafyada
bir deniz
sensiz yanıyor
cemre düşmüyor toprağa
toprak nemsiz yanıyor
X.
Kavimler göç eylerken
biz bir yitik düşün peşindeydik
zaman öylesine sonsuz
ve biz öylesine sabırsızdık ki
stepler kadar dingin
çocuklar kadar heyecanlıydık
ve ben
senin şen bir kahkahanın
ilk heceleri arasında
saatlerce dolaşabilirdim.
XI.
boynunun en ulaşılmaz yerinden
güneşi öpüyorum
bütün kapılarını kentin
maviye boyamak geliyor içimden
hayat büyük bir oyuna dönüyor
XII.
çınarların birbirine sokulduğu
o yerde mutlan
ilgisiz kal çağlayana
mavi gemiler geçerken
XIII.
daya göğsüme başını
öylece kal
kar beyazı
kerpiç badanalı evlerin
dar pencerelerini
süslerdi sardunyalar
XIV.
eski bir kayanın yanında
inadına boyveren fesleğene dokunurum
çivit mavisi bir göz
renkli sinemaskop bir düş görür
taşlara düşürürüz avuçlarımızın sıcaklığını
XV.
kilikya'nın ayaklarını denize soktuğu ve
nehirlerin kentleri ikiye böldüğü yerden
turunç çiçekleri devşiriyorum senin için
sağanak halde yağıyor yağmur
doluyor gözlerime yeniden
güzel şeyler hissediyorum sana dair
ruhumu sağaltıyorum
XVI.
aklımı başımdan alan ışık
dokunuyor çıplaklığına
serin mavi sularında
açıyorum gözlerimi
allı pullu balıklar geçiyor önümden
çırılçıplak bir kadın
bembeyaz karlar üstünde
yeniyetme bir çocukla sevişiyor.
XVII.
eski bir kitabın içinden çıkan,
kime yollandığı meçhûl,
buruşmuş bir mektupta
sararmış ve unutulmuş bir dilden
şu iki sözcük ilişti gözüme:
aşk bipervadır.
muzır şiir
tensel yakınlıklar
tanımsız tutkular
ilk adımları uzun bir yolculuğun
ilk dokunuş ve ilk öpüş
ve sürekli bir keşif duygusu...
öperken incitiyorum en mahrem yerinden dünyanın
a ş k
aşk
bizim yolboylarından devşirdiğimiz
en eski bilgimizdi
ateşini aşkın ilk
suda denemiştik
bütün uzaklıkları
yakın kılmıştı sevgilinin gülüşü
sesimizin yankısı
dolaşarak bütün pencere diplerini,
eşiklerini o ağır kapıların
kentin alanına akıyordu
bütün enlemlerini hayatın
tek bir söze sığdırıyorduk:
a ş k
salkımsöğütler arasından
ufka dikerek yüzümüzü
uzun bir yürüyüşe başlıyorduk
güvercin sürüleri
hızla terkediyorken kenti
trenler hızla uzaklaşıyorken gardan,
ayrılıyorken gemiler bir bir
limanlarımızdan
tutkulu bir bekleyişe dönüşüyorduk.
gece
güneşten bir parça kopar
sıcak çakıl taşlarının üzerine
sere serpe yatardım
dar sokaklarına taş duvarlı evlerin
kuru meyve kokusu dolardı
bir şeyi bilmenin
ve
bir şeyden emin olmanın saadeti
mutlanırdım
yavaş yavaş batardı güneş
gölgeler uzardı
zakkum gibi acı
ve
enfes kokardı sessizliği
karanlığın
dönüşürken beyaza
gece
aslında sığındığımız
kadının adı olurdu
alfabeyi öğrenirdik eski bir kitaptan
öpmeyi öğrenirdik.
sapsarı bir hayalin
peşi sıra gittiğimiz günlerdi
renkli camdan parmakla iniyorduk
uzun bir merdivenden
kırılıp dağılıyordu zaman
Kayıt Tarihi : 3.8.2005 16:44:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![Celal İnal](https://www.antoloji.com/i/siir/2005/08/03/antik-kahveden-sariya-donusurken.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!