Antik Çağda Seyahat, Zaman Ve Tanpınar

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Antik Çağda Seyahat, Zaman Ve Tanpınar

Zaman, nehir yeşili tüylerini yeryüzüne bırakıp mukaddes diyarlara kanatlanan cennet kuşları kadar hafif, uçucu, hülyalı... Bazen de kalbe saplanan bir hançer gibi keskin, vahşi, kıpırtısız. Varlıkla hiçlik arasında uzayıp giden ebediyet arayışının bilinen ismi... Istırabın, kadere rıza göstermenin, tevekkülün, isyanın, umudun, korkmanın, güvenmenin, mutluluğun derinlerde saklı yüzünü güya ölçülebilir anlara hapseden basit bir sözcük. Kendi kuyruğunu ısıran bir canavar gibi durduğu yerde eksilen tuhaf bir mahlûk sanki.

Tanrı bu bilinci, müphem hayat yolculuğumuzda iç ahengimiz büsbütün bozulmasın diye bize bağışlamış olabilir mi? Onu kaybettiğimizde delililiğin sınırında dolaşmamız bu yüzdendir belki. En mutlu, kederli, heyecanlı, tutkulu, ümitsiz, coşkulu anlarınızı hatırlamaya çalışın. O zar kadar ince anın içinde bir daha hiç öyle hissetmeyecek sanıyor insan. Halbuki pekala biliyoruz, duygular doğumunu bilemediğimiz dünya kadar eski. Asırlardır savaşlarla, depremlerle, aşklarla, ayrılıklarla, vicdansızlıkla, adaletsizlikle mücadele eden insanın duyguları hiç değişmiyor ki. Yaşama biçimimizi belirleyen kurallar, koşullar, sistemler, felaketler ve keşiflerle birlikte kavimler, medeniyetler ve hayatlar üst üste yığılıyor.

Aslında zaman diye bir şey yok, o bizle soluk alıyor. Ucu görünmeyen bir tünelden akıp gidiyoruz. Üzüntümüzün, yılgınlığımızın, yenilgimizin, çaresizliğimizin sadece bize ait olacak kadar taze olduğunu hissettiren güce şükretmemiz gerektiğini düşünüyorum bazen. Bizi biz yapan hikâyelerin içinde gizlenen bu mucizevî sırrın ardında rahatça dile gelemeyen masum bir kibir var çünkü. Yaşama arzusuyla yola devam edebilmemiz için O, hepimizin anlayacağı dilden kutsal bir mısra mırıldanıyor; “Tek ve biriciksiniz, vaktin kıymetini hayatın kutsallığıyla tartabildiğiniz her ayrıntıda bu hakikati görebilirsiniz” diyor sanki. Hatıralar içimizde yankılanacak saati kendileri seçsin, eksik kalan hayaller hiç değilse rüyaların zamansızlığında iz bıraksın istiyor sanırım.

“İnsan zaman ve mekânla mevcuttur”

Geçtiğimiz hafta antik kentleri birbirine ekleyen daracık köy yollarından, geçip giderken çantamdaki seçilmiş kitapların ruh iklimimi huzurlu kıldığını düşündüm. Yıllardır elime almadığım Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’yle, Lionel Casson’un Antik Çağda Seyahat’i, beni sığ siyasi tartışmalardan, gündelik hezeyanlardan epey uzaklara savurdu doğrusu. İçinde debelendiğim hızlı hayatla, maneviyatımı derinleştiren tembel vakit algısının yolları çatallanıverdi. Saatlerin tik takları ansızın sustu. Seyahat boyunca kuvvetli bir kalp atışı gibi zihnimde uğuldayan o meşhur cümleyle başka âlemlerde dolaştım: “Saatin kendisi mekân, yürüyüşü zaman, ayarı insandır. Bu da gösterir ki zaman, insan ve mekânla mevcuttur.”

Tanpınar’ın pırıltılı zekâsı, incelikli mizahı, Doğu’yla Batı’yı birleştiren köprünün zaaflarını, gücünü anlatan zarif dili, geçmişle bağlarını koparan bir kültürün yenilgisini alaycı bir tavırla ifade eden anlatımı, eleştirel ancak merhametini okurundan esirgemeyen edebiyatı hakkında daha fazla ne söylenebilir ki? Ben bu defa sadece kendi vaktinin ritmine sadık kalabilen inatçı bir enstrüman gibi onun hayata, tabiata, insana, varoluşa ahenkli cümleleriyle ‘zamansız’ bir yolculuğa çıktım.

Antik kentlerin önünde uzanan geniş ovalara bakan tepelerde, yeraltından sıcak sularının fışkırdığı nehir vadilerinde, yüzyıllardır üzerinden geçtiği kayaları beyazlaştıran karbondioksitli suların oluşturduğu kireç taşlarının pütürlü zemininde soluklanıp sükûnetin içindeki sessiz kıpırtıyı dinledim biraz. Taşları aşındıran ayak izlerinin peşinde iz sürdüm. Sonra tapınakların yüksek sütunlu kapılarında, henüz gün ışığına çıkmamış kiliselerin vaftiz havuzlarında, destansı şiirlerin okunduğu tiyatrolarda, lahitlerde, kabartmalı çeşmelerde, depremlerin devirdiği başsız heykellerin üstünde, politika konuşulan agoraların ortasında durdum. Durup sonsuz, büyülü insanlık masalını dinledim. Akşamsefalarının tül tül açıldığı, gök kubbenin alazlandığı zikir vaktinde kuşların unutulmuş ölülerden taşıdıkları ağıtlara teslim oldum. Kitabelerin üzerindeki çok eski ama çok tanıdık harflerin bükümlü gövdelerine bakakaldım öylece. Ne anlattıklarını bilmiyordum ama içlerinden biri ‘sadece bedeninle değil, seni ruhunla da hatırlayacak olan toprağa karış’ diyordu sanki... İlk mezarın, ilk doğumun, ilk aşkın, bütün ilklerin hafızaya kazındığı, geleceği geçmişin üzerine düşüren gölgeli dakikaları düşündüm. Sevdiğim bir yazar, şiirin dilin iyileştirme gücüne sahip olduğunu kulağıma fısıldayınca ürperdim. Sıcak esintilerle bir o yana, bir bu yana yatan acı papatyalar, Roma duvarlarının diplerinde biten gelincikler, yabani meşe ağaçlarının hışırdayan yaprakları, taşların sessiz dili kim olduğumu, neden orada olduğumu unutturdu bir an. Uzaklardaki kaya mezarına yuva yapmış bir puhukuşunun haykırışıyla irkilince kitaplarıma sarılıverdim.

Eşya değişir, ruh değişmez

Maziyi kendimle yeniden gerçekleştirebilmek için tiyatronun en yüksek sırasına oturup, antikçağlarda seyahat edenlerin alışkanlıklarını okumaya başladım. MÖ. ikinci yüzyıldan itibaren benim gibi o coğrafyada dolaşan insanların arzuları, korkuları çok farklı değildi. Antikçağ uzmanı Casson, meydana sahneye çıkmış bir oyuncu tonlamasıyla olup biteni anlatıyordu: Rehberlerin bazıları aynı mitolojik efsanelerle gezginleri kandırıyor, tapınakları ziyaret edenlerin aldıkları hediyelik eşyalar aynı mantıkla tasarlanıyordu. Bazı antik dönem turistleri yanlarına aldıkları papirüs, mürekkep ve balmumu tabletleriyle gördüklerini resmedip hâtıra olarak saklıyorlardı. Hava karardıktan sonra kentte dolaşanların trafik konusunda dikkatli olmaları gerekiyordu. Ana caddeler ve dükkânlar turistler için aydınlatılıyordu.

Onlar da tıpkı bizim gibi egzotik diyarlara ilgi duyuyordu ama kentlerini yeterince tanımıyorlardı. Cicero gibi koleksiyon yapma çılgınlığı zengin Romalılar arasında yaygındı. Koleksiyonlarda çağdaş sanatçılara yer veriliyor ancak sadece köklü eserleriyle kalıcı olan eski sanatçılar önemseniyordu. Kiliseler Tanrı’nın evi olmanın ötesinde geçmişin izlerini gösteriyordu. Onlar için de tarih, mitolojik hikâyelerle sözü edilen eski çağlarda başlıyordu. Modaya uygun yaşayan Roma sakinlerinin tümünün iki villası vardı ve böylesi lüks tatil yapanlar sadece milyonerler değil tıpkı bugünkü gibi orta halli sade vatandaşlardı.

Poseidon’un tapınağı civarında sandıkların üstüne çıkıp hakaret ederek siyaset tartışanlar, yüksek sesle aptal eserlerin okuyan yazarlara tezahürat eden kalabalık, hokkabazlar, falcılar, adaleti çarpıtan avukatlar ve ellerinde nesi varsa satmaya çalışan işportacılar, paralı kâhinler, şifa merkezleri için bütün servetini harcayanlar. Hayatı bütünleyen dürtüler aynıydı ama onları harekete geçiren araçlar hep yenileniyordu. Romalılar da tıpkı ölümü hazmedemediği için iz bırakmak isteyen modern insan gibi yaşayacakları yerleri tasarlarken çoğu zaman eski kutsal mekânların, sokakların yıkılmasını gerektiren şehirler kurarak fethettikleri halkın tarihini çoğunlukla reddediyorlardı. İlk Hıristiyanlar inançları güçlendikçe yaşadıkları yerlere bağlılıkların azalacağına inanıyordu. Bedensel arzuların kaosundan kurtulmak onları aidiyet duygusundan uzaklaştıracaktı ama endişeleri, şüpheleri, insan olmanın zaafları buna müsaade etmedi. Geçmişi reddeden saf bir bencillikle kefaret ödemeden yeni günahlar işleyenler gibi her defasında kısmen yıkıp yeniden yarattılar.

Roma kapılarından girip Bizans kapılarından çıkarken bilenen zamandan uzaklaştığımı hissettim. Döneminin en zengin kentlerinden biri Laodikya’da esnafın dükkânların önüne koyduğu mermer tavlalara, Bizanslıların Roma depremlerinde yıkılan heykellerden kanalizasyon kapağı yapmalarına müstehzi bir tebessümle gülümsedim. İmparatorların salındığı geniş caddelerde yürürken asırlardır anlatıla anlatıla kabuk değiştirdiği halde özü hiç değişmeyen hikâyelerin hüzünlü, mutlu seslerini işittim.

Eskiyen takvimler ve yenilik...

Sonra yine Tanpınar konuşmaya başladı yeniden. Eşyanın ruhuyla tabiatı değişen insanı anlatıyordu; romanın unutulmaz kahramanı Hayri İrdal, rahmetli hocası Muvakkit Nuri Efendi tasavvuftan bahsederken, “her şeyin zıddiyle maruf ve mümkün olduğunu” söylüyordu. Haklıydı elbet, geçmiş yoksa gelecek de yoktu. Mutluluk varsa, mutsuzluk da vardı.

Her yıl takvim neşreden hocasını seyrederken anlattıkları beni de çok şaşırtıyordu, neden hayatı bıkıp usanmadan hep aynı işaretlerle tanzim ediyorduk: “Rumi, Arabî aylar, onların mevsimlerine aşılanmış daha başka, daha eski yıl ve zaman bölümleri, güneş ay tutulmaları, en ince hesaplarıyla her gün için kaydedilen kuşluk, öğle, ikindi, akşam, yatsı saatleri, büyük fırtınalar, küçük fakat onun hesabında çok manalı rüzgâr gündönümleri, şiddetli soğuklar, eyyamı buhur sıcakları, bu küçük cami odasında başında takkesi, alçak sedirinde sağ dizinin üstüne kâğıt tomarları dayayarak pirinç gibi rakam dizilerini sıralayan bir adamın kamış kalemiyle sarı pirinç divitinden, yavaş yavaş adeta çok çeşitli bir rüya gibi doğarlardı... Onun bu takvime çalıştığı günlerde ben hakiki bir mucizeye şahit oluyormuşum gibi kendimi esrar içinde kaybederdim.”

Değişimi şartlarla sevenler...

Bugün çok ciddiye aldığımız hayatımız için bir ‘seçim günü’. Kimileri içtenlikle daha iyi, daha adil, daha özgür bir yaşam ümidiyle, kimileri de yirmi yıl sonra hatırlanmayacak partilerin kayıp liderlerine ‘ötekilere’ kızdıkları için takım tutar gibi sahip çıkacak. Tanpınar romanın sonunda enstitüde yenilik için çalışanların tepki gösterdiği Halit Ayarcı’ya insanın riyakârlığını anlatır: “Samimiydiler aslında, yeniliği kendilerine ucu dokunmamak şartıyla seviyorlardı. Hâlâ da o şartla severler. Fakat hayatlarında emniyetli ve sağlam olmayı tercih ediyorlar.” Olur mu öyle şey, iki türlü mantık aynı kafada bulunur mu diyen dostuna verdiği cevap basit ve her dönemde doğrudur maalesef: “Tabii bulunur. Daha doğrusu menfaatler istikametini değiştirirse mantık da değişir.”

Aslında hiçbir şey değişmiyor değil mi? Ben hayatın seyircisi olmayı seviyorum. Hayri İrdal gibi başkalarının halini, tavırlarını görmek, onlar üzerinde düşünmek bana kendimi, zamanın sınırlarını ziyadesiyle unutturuyor. Hayat geçip gitmiyor, biz içinden geçip gidiyoruz sonra başkaları geliyor. Farklı görünen ama birbirlerine çok benzeyen hayatlar budandığı için sağlam ve diri kalan ağaç köklerine benzeyen, aşındığı halde asla yok olmayan taşlar gibi üst üste yığılıyor.

Tılsımlı dualar misali kâinatın büyük boşluğunda öylece dönüp duruyoruz işte...

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:42:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan