Anılarda Yaşıyor O Eski Gaziantep Halkevi

Fevzi Günenç
551

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Anılarda Yaşıyor O Eski Gaziantep Halkevi

Anılarda Yaşıyor O Eski Gaziantep Halkevi

Ülkü Tamer’le “Halkevi Bahçesi” demekten bir türlü vazgeçemediğimiz Öğretmenevi Bahçesinde yaşadığımız nostaljiyi anlatan yazımın sonunda:
“Yarın başlayıp o güzelim eski Gaziantep Halkevini anlatacağım birkaç gün size,” demiştim ya, başlıyorum işte:
KAMAN
Halkevi ile evimizin arasında adına “Kaman” dedikleri bir yer vardı. Ne kadardı? Aşağı yukarı eni 10 metre, boyu 20 metreydi.
Daha öğrenime başlamadığım çocukluk yıllarımdan ilkokul dördüncü sınıfa geçinceye kadar ne demek olduğunu öğrenemedim “Kaman”ın.
Coğrafya okumaya başladığımızda o zamanlar Ankara’nın Kaman adında bir ilçesi olduğunu öğrendim. Bu kez de ta Ankara’nın Kaman’ı ile Gaziantep’teki doğduğum Sadık Çavuş sokağının az ötesindeki Kaman arasında bir ilişki kuramadım.
Düşçü çocukluğum bir öykü uydurdu buna. Kaman’lı bir sürgünün eviymiş meğer burası.
Sürgün’ü nereden biliyorum? Gaziantep’e de sürgün yazarlar gelirdi. Kendi istekleriyle gelmezlerdi elbet yazarlar sürgüne. Bir gönderen olurdu onları.
Babam sürgünlerin can dostuydu. Onlara gereken her yardımı yapardı. Niçin yapardı bunu? Aydın sorumluluğu diyebiliriz ama ben o zamanlar, bir gün kendisisin de bir sürgüne gönderilebileceği olasılığından yaptığını düşünürdüm bunu. Hani ne ekersen onu biçersin ya…
Nitekim aklına gelen başına gelmişti. 1957 yılında oluşan “Küçük Başkaldırı” adını verdiğim olaylarda suçlananlardan birisi de o olmuş, bu nedenle Yozgat Mahpushanesine gönderilmişti; aralarında Cemal Sait Barlas, Ali İhsan Göğüş gibi değerli politikacıların da bunduğu 33 CHP’liyle.
Yozgatlılar çok ilgi göstermişti babamla arkadaşlarına. Tutuklulukları boyunca hiç yüksünmeden maddi manevi her türlü fedakârlıkta bulunmuşlardı.
Ben çocukluğumun uyduruk öykü taslamasına geçeyim yine. Gaziantep’teki sürgün cezası biten Kamanlı, geldiği yere dönmüş. Buranın adı da “Kamanlının evi, sonra da Kaman olarak kalmış.
Peki, “Kaman” neydi ki? O zamanlar Ankara’ya bağlı olan bu ilçenin Gaziantep’le ne bağlantısı vardı? Buna da sonraki yıllarda yanıt bulacaktım. Kaman “komün” demekti. İnsanların bilgiyi paylaştıkları yerdi benim mahallemdeki komün.
Nitekim tanık olmuştum buna. Sık sık kurslar açılır, insanlara okuma yazma başta olmak üzere güzel şeyler öğretilirdi orada.
Okumayı sökmüşseniz, Kaman’da bulundurulan gazeteleri, dergileri, kitapları okurdunuz. Sonunda Halkevi’nin bir “çalıştay”ı, ocağı ya da şubesi olduğunu öğrenecektim de rahatlayacaktım Kaman’ın.
SERVET ADINDA BİR ÇOCUK
1950’li yıllarda Demokrat Parti Halkevlerini kapatınca Kaman’ın kapısına da kara kilit vurulmuştu. Eğer çocuksanız, yasak dinlemezsiniz. Arkadaşım Servet Buyuran’la Kaman’a girmenin bir yolunu bulduk. Penceresi küçüktü ama biz de oradan içeriye ağabilecek kadar ufaktık.
Servet o yıllarda (yaşı 11) öyküler, piyesler yazıyordu. Bu güzel merak ona nerden, nasıl, kimden bulaştı anlayamadım. Yazdığı bir öyküye bayılmıştım. “Su sesiydi öykünün adı.
Hamamda musluktan curuna “şıp şıp” damlayan suyun çıkardığı sesin insana mutluluk taşımasını ne güzel geçirmişti yaşama, arkadaşım!
Piyesinin adı da “Yemişle Memiş”ti Servet’in. Gülünecek bir yanı var mıydı oyunun? İzleyicilere oynasak güler miydiler bilmem. Ama biz prova yaparken, çalışmalarımızı sürdüremezdik gülmekten.
Dışarıda da gülerdik Yemişle Memiş’e. Yer neresi olursa olsun, her yerde gülerdik. Yeter ki anımsatmayalım oyunun bir yerini birimiz ötekine.
Bir defasında, Suburcu’da, İstanbul Garajının bitişiğindeki dondurmacıda dondurma yiyorduk. Oyundan bir bölümü anımsadık. Başladık gülmeye. O kadar çok güldük ki, dondurmacı kalın kaşlarını çattı bize.
Sinirlerimiz bozulmuştu. Gülmemize engel olamıyorduk. Üzerine gül şurubu dökülmüş dondurmalarımızı bitirmeden çıkmak zorunda kalmıştık oradan. Keşke parasını peşin vermeseydik…
Oldukça uzun sürdü Servet’le arkadaşlığımız. O fırsat buldukça o bizim kitapçı-gazeteci dükkânımıza gelirdi; ben fırsat buldukça onların Balıklı’daki ayakkabı boya malzemeleri vb satılan dükkânlarına giderdim.
BALIKLI DENEN O GİZEMLİ YER
Çok gizemli gelirdi bana Balıklı. Uzun yıllar sonra da olsa, o gizemin içine girerek bir gün muhakkak yazacağım o eski Balıklı’yı. Hem de daha fazla zaman geçirmeden…
Bu son gelişinde Ülkü’yle birlikte oradan geçiyorduk. Ülkü buralara eski bayramlarda salıncak kurulduğundan söz edince daha bir masallaştı gözümde Balıklı.
Ben o kadarını anımsayamıyordum doğrusu. E, ne de olsa ağabeyim sayılır benim Ülkü Tamer. Bir yıllık daha eski onun nüfus cüzdanı benimkinden.
Servet edebiyat tutkunu olduğu halde orta öğretimde nasılsa fen bölümüne düştü. Çalışkan bir öğrenciydi. Üniversitede Fen Fakültesini kazandı. Metalürji mühendisi oldu.
Keşke fen değil de edebiyat okusaydı. Sanırım o önemli bir yazar olurdu, ben de gururlanırdım kendisiyle.
“Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur” derler. Nasıl etmişse arayıp bulmuştu beni İstanbullu yılarımda. Bir ajansımız vardı o zamanlar Sultanahmet’te Leyla Şahin’le. Ne oldu anlayamadım. Hayatımız boyunca birbirimize incitecek tek söz söylememiştik ama o gün birbirimizi öldürecekmişiz gibi kavga etmiştik. Yıllar sonra bana ulaşan arkadaşım Servet de tanığı olmuştu bu kavganın. Şaşıp kalmıştı. Anımsadıkça hala utanırım Bu en eski arkadaşımdan.
HALKEVİNİ KEŞFE ÇIKAN ÇOCUK
Yine başa dönüyoruz: Bizim sokakla Kaman’ın arası yüz metre ya var ya yoktu. Kaman ile Halkevi arası bunun iki katı kadardı. Halkevini Kaman’dan önce mi keşfetmiştim acaba?
Daha okula başlamadığım, okuma yazma bilmediğim yaşlarının sonunda dizlerim titreyerek girdiğimi anımsıyorum Halkevi’in Atatürk Bulvarına koşut üst küçük bahçesine. Alttaki büyük, asıl “Halkevi Bahçesini” daha sonra anlatacağım.
Sekiz uzun basamakla iniliyordu caddeden o bahçeye. Ulu çınar ağaçları vardı burada. Bizim “zevzir” dediğimiz çok sayıda sığırcık kuşu sabah akşam vıcır vıcır ötüp dururdu çınarlarda.
Çatal ağaç dalından yaptıkları süngerleriyle bu kuşları avlayan çocuklar görürdüm orada hep.
Avcı çocuklar, sünger taşıyla yere indirdikleri kuşların başlarını kopartırlarken, kendi başım koparılıyormuş gibi acı duyardım.
Yaşları benden fazla olduğu için gözüme kestiremez, o nedenle de engel olamazdım kendilerine.
KENDİRLİ KİLİSESİ, ŞEHİR KULÜBÜ
Halkevi binası ile kapısız bahçe girişi arasında 50 metre kadar bir uzaklık vardı. Sağda Bir zaman Halkevine tiyatroluk, bir zaman sinemalık eden kocaman Kendirli Kilisesi yer alır.
Kilisenin içini biliyordum. Amcamın oyunlarını izlemek için arada bir gelirdim buraya.
Kilisenin altı Şehir Kulübüydü. Bugün öğretmenevi lokantası olarak kullanılan o bölümde kentin önde gelenleri toplaşıp yemek yer, içki içer, kağıt oyunları oynarlardı.
19 Mayıs Gemçlik Bayramı, 23 Nisan Çocuk Bayramı, Ağustos Zafer Bayramı, 29 Ekim Cumhuriyet bayramı gibi önemli günlerde balolar düzenlenirdi. Dans ederdi baylarla bayanlar burada.
Bakın haksızlık etmeyeyim, 19 Mayıslarda delikanlılarını, genç kızlarını, 23 Nisanlarda çocuklarını getirmeyi de ihmal etmezlerdi balolara. O kadar insan elbette ki sığamazdı elbette 100-200 metrekarelik salona. Neyse ki bu iki bayramda havalar ısınmış olduğundan balolar da Halkevinin bahçesinde yapılırdı.
On on beş basım taş merdivenlerden inilirdi üst bahçeden oraya. Halkevinin her yerini keşfetmekle görevliymişim gibi girip çıkardım buralara.
Şehir Kulübüne girmeye pek çekinmezdim. Darda kalırsam dedemin beni kurtaracağından emindim. Çünkü o önde gelenler arasında yer alanlardan biriydi dedem Ökkeş Bahri Günenç.
Bir iki sefer gördükten sonra büyüsünü yitirmişti gözümde Şehir Kulübü. Çünkü beni insanlardan önce rakı kokusu karşılıyor olurdu orada. Burnumu tıkayarak, Kapı aralığından şöyle bir baktıktan sonra, içeriye girmeden acele geri tırmanırdım o taş merdivenleri, küçücük bacaklarımla.
HALKEVİ MATBAASI
Beni en çok heyecanlandıran bölüm hemen şehir kulübüne inilen merdivenlerin yanı başında, başka bir bölüme inen merdivenlerdi. Oradan burnuma gelen koku belki de dünyanın en güzel kokusuydu. Matbaa mürekkebi kokusuydu bu koku. Halkevi matbaasıydı o bölüm de.
Bir kaç kez içeriye girmek için kendimi cesaretlendirmiştim ama her seferinde korkuyla geri dönmüştüm. Son girişimimde, tıkır tıkıtr işleyen bir makine sesi beni oraya çekmişti.
ESKİ GAZİANTEP’İN AYNASIYDI BAŞPINAR DERGİSİ
Veysel ustanın ya Başpınar dergisini ya da Güney Postası Gazetesini bastığı tiponun sesiydi beni çağıran. Bu iki yayın organıyla ilgili araştırmalar yapmak gerek. Her ikisi de, özellikle Gaziantep Halkevinin yayın organı olan Başpınar Dergisi bu kentin aynasıydı.
Son günlerde yaptığım araştırmalarda ne Yazık ki bu güzel derginin bir tek sayısına bile ulaşamadım. Keşke bir okurum çıksa da, “bende var” dese. Fotokopilerini yaptırabilsek onların…
Matbaanın kapısını korka korka aralayıp içeriye baktım. Varlığımın kimseyi ilgilendirmediğini görünce daha bir yüreklendim. Ta dipteydi baskı yapılan makine.
Delikanlının biri makinenin kolunu çeviriyor, Veysel usta da ebat kâğıdını, tipo denilen bu baskı makinesinin ağzına veriyordu. Baskı makinesinin tamburu, kurşun kalıpların üzerinde yuvarlanıyor, boş kağıt öbür taraftan basılı kâğıt olarak çıkıyordu.
Öylesine büyülenmişim ki, yerlere saçılan hurda kağıt parçalarına basa basa tiponun yanına kadar gitmişim. Bir ara Veysel ustayla karşılaştı gözlerimiz. Korkudan nerdeyse altıma çiş edecektim. Ama korkmam gerekmiyordu. Veysel usta gülümsüyordu bana. O gülümseyiş biraz daha büyüdüğümde o kolu çeviren delikanlılardan biri olmamı sağlayacaktı.
MATBAA MÜDÜRÜ AMCAM
Keşfimi yapmıştım. Dışarıya çıkabilirdim artık. Çıkarken gördüm sol taraftaki bölme büroları. Aaa! .. En baştakinde Ali Nadi bey amca oturuyordu.
Ali Nadi Ünler’di o. Dedemin en yakın arkadaşlarından biriydi. Sıkı aile dostuydu. Bir hafta sonu biz onlara giderdik, bir hafta sonu onlar bize gelirlerdi.
Oğulları Ayhan Ünler ile Orhan Ünler öz ağabeyim gibiydiler. Kızları Bediha abla ile Altan abla öz ablalarım gibiydiler.
Sonraki yıllarda iki aile bu dostluğu daha da pekiştirmek istedi. Altan ablayla benim küçük amcam Burhan Cahit’i evlendirdiler. Altan abla artık yengemdi benim.
Sadece ben Ali Nadi amcayı görmemiştim çıkarken, o da bebni görmüştü.
“Ne o Fevzi? Hayırdır? ” diye gülümseyerek karşılaşmıştı beni. Yanındaki koltuğa oturtmuş çay ısmarlamıştı. Koltuk o kadar büyük, ben o kadar küçüktüm ki, içinde kaybolmuştum.
“Çayını içsene, soğudu…”
Utana utana bir kaç yudumda bitirmiştim soğuyan çayı. Sonra da sessizce büyük adımlar atarak tüymüştüm oradan.
Rahat bir soluk almıştım dışarıya çıkınca. Ali Nadi bey amca, “Hoşça kal” demeden kaçtığım için kızmış mıydı acaba bana?
HALKEVİ KÜTÜPHANESİ
Keşfetmediğim bir tek girişin karşısındaki üst binası kalmıştı Halkevi’nin. Bir gün bunu da yaptım. Bahçenin batısına düşen halkevinin 2 katlı taş binasının kapısından içeriye adımımı attığımda yüreğim ağzımdaydı. Sanki karşıma hemen birisi çıkacak, kulağıma yapışıp:
“Ne arıyorsun len sen burada? Burası senin gibi ufaklıkların yeri değil, yıkıol! Bir deha da görünme! ” diyecek…
Yok öyle olmadı. Tam tersi oldu. Evet, karşıma genç bir adam çıktı ama yıkı değildi kaşları. Gülümsüyordu. Bu Halkevinin bütün insanları gülümser miydi hep böyle acaba?
“Hoş geldin delikanlı…” dedi genç adam bana. Söyle bakalım niçin geldin? Kütüphanede kitap mı okuyacaksın?
“Daha okuma bilmiyorum ki ben.”
“Olsun… Okunma yazma bilmeyenlere göre resimli kitaplarımız da var bizim.”
Gözlerim ışıl ışıl… Ağzımı ayran delisi gibi açmış, bu güzel adamın yüzüne bakıyorum.
“Yoksa müzik kursuna mı geldin? ”
“Müzik mi? ”
“Mandolin mi öğreneceksin? Koroya mı katılacaksın.”
“Cık…”
“Anladım, spor kulübüne geldinse. Eğer pinpon oynamak istiyorsan bak, söylemedi deme. Masaya göre boyun kısa. Onu daha sonra denersin.
Gaziantep’in ilk sosyalistlerinden Adının Ali Elgin olduğunu öğrendiğim bu genç adam beni Halkevinin kütüphane bölümüne götürmüş, önüme de bir yığın kitap sürmüştü.
O gün, o resimli kitaplara göz gezdirirken kendimi çok büyümüş biri gibi hissederek çok mutlu olmuştum.
AH O ESKİ HALKEVİ BAHÇESİ
“Eski ve güzel” olan her şeyimizi yok etmekte üstümüze yoktur. Alleben deresini bunlardan biri olarak sayabiliriz.
Dün Alleben üzerine yerleştirilen yeni köprülerden birinden geçiyordum. O güzelim derenin yerinde yeller estiğini gördüm.
Devasa bir dere yatağı yapılmış. Ortaya bir ark yerleştirilmişti. Arktan cılız bir su akıyor şimdi…” diyebilmek için neler vermezdim.
Hayır, arktan cılız bir su da akmıyordu. Sadece birazcık su birikintisi vardı. Üstüne sivrisineklerin yumurtalarını bıraktıkları…
Yazar dost, kentdeşimiz Kaya Öztaş, yeni romanının adını “Durgun Akardı Alleben” koymuş. Ah Kaya, kardeşim ah…
Bütün doğal güzelliklerimiz gibi, Alleben’i de yok ettiler. Bir zamanlar o derenin iki yakasından pınarlar fışkırırdı.
O pınarların deliklerini betonla kapatırsan elbette ki susuz kalır dere. Bir zamanlar “kentin buzdolabı” diyebileceğimiz” Alleben’in anlı şanlı koca İncilipınar’ı bile yok oldu.
Bir semte verilen adından özge bir şeyi kalmadı o pınarın.
Bakın siz, ben Halkevi bahçesini anlatacaktım, Alleben’e döktüm sözü. Ama haksız da değilim. Birbirinin parçasıydı bir zamanlar o ikisi.
Ne güzel bir halkevi bahçesi vardı çocukluğumda. Yeşilsu yokken onun yerini tutardı burası. Hem de fazlasıyla… Gerçi artık Yeşilsu da yok ya…
Benim ilk gençlik yıllarımda bilemem hangi yobaz zihniyet, “AİLE OLMAYAN GİREMEZ” diye bir yasak koymuştu Halkevi bahçesine.
Deli gönlüm çırpınırdı oraya girmek, orada oturmak, bir çay içmek, çay içerken kitabımı okumak için…
“Yassah! ” der kapıya dikilen nöbetçi de vbaşka bir şey demez. Kim karşı çıkabilir ki yasağa? Karşı çıkamayınca da elbette ki bir çözüm ararsın.
Aradığım çözümü buldum. Kız kardeşim Özgen’le gidecektim Halkevi Bahçesine. Özgen daha 12 yaşında ama olsun. O da bir bayan ya. Aile sayılır.
Gittik. Yok… 12 yaşındaki bir kız bayan sayılmazmış. O daha çocukmuş o. Almadılar içeriye. Giremedik Halkevimizin bahçesine.
Vay güzel yurdumun insanları vay! Kimler, kimin namusunu kimlerden koruyordu bir zamanlar? .. Bu zihniyetin meyve vermiş tomurcukları iyice kartlaştı ya günümüzde de…
HALKEVİ BAHÇESİNİN ÜSTÜ SİNEMA
Bir ikindi vakti, Halkevi Bahçesinin kapısına dek geldik ya, bu kapıdan batı yönüne baktığınızda, koca Kendirli Kilisesinin gölgesinde kaldığınızı anlarsınız.
Çocukluk yıllarımda burası sinema olarak da işletilmişti. “Dumlupınar Sinemasıydı adı” diyeceğim ama Dumlupınar Sinemasının kışlığı eski Belediyenin karşısındaydı.
Daha önce burada mıydı yoksa? Şimdi kentteki bütün benzerleri gibi kıraat edilemeyen kıraathanelerden biri orası.
Kendirli de, Dumlupınar olarak işletilmiş miydi acaba? Bu sinemanın yazlığı da, bir zamanlar Belkıs Düğün Salonu olarak kullanılan yerdeydi.
Antep Harbi kahramanlarından dedem Ökkeş Bahri Günenç’in silah arkadaşı olan Mustafa Fevzi beyin Eblahan’da evi vardı.
Sık sık konuk gittiğimiz o evin arka odalarının pencereleri, Dumlupınar sineması yazlığının locası gibiydi. Film izlemişimdir çocukluğumda buradan.
Ülkü Tamer’lerin evinin terasından da hem Dumlupınar Sineması hem de Halkevi’nin batı arkasında yer alan Nakıp Ali Sinemasının yazlığı izlenebilirdi.
Yanlış söylemiş olmayayım. Kendirli Kilisesi belki bir zamanlar Nakıp Sinemasının kışlık salonu olarak da kullanılmıştı. Zira “Sinema Bir Mucizedir” filminde Nakıp Ali Sineması olarak orası canlandırılıyor.
Burada anlatacağım ilginç olayı ben yaşamadım. Çocuklarımın anası Gülten Aldaş hanım yaşamış. Bana da anlatmıştı.
Gülten hanım 10 yaşındayken, bir gece Mehmet dayısının peşine takılır, onunla sinemaya gitmek ister. Toprağı bol olsun, ne yazık ki yaşamıyor artık o güzel dayı.
Gidilecek Sinema “Kendirli Kilisesi” salonudur. Kapıda kocaman harflerle: “12 YAŞINDAN KÜÇÜK OLANLAR GİREMEZ” diye yazılıdır.
Dayı kapıda tembihler küçük yeğenine:
“Sorarlarsa yaşının 12 olduğunu söyle. Tamam mı? Yoksa seni içeriye almazlar.”
“Tamam” der küçük yeğen.
Kapıda gerçekten sorarlar:
“Kaç yaşındasın küçük hanım? ”
Gülten hanım o zamanlar cin gibi bir kızdır. Daha inandırırcı olayım diye:
“On bir buçuk yaşındayım amca…” diye yanıt verir sorulan soruya. Yarım yaş için insanı sinema kapısından geri çevirmezler ya…
Ne yazık ki çeviriyorlar. O gece, o küçük yaramaz kız filmi izleyemiyor. Ama gece gece tek başına eve dönebilecek kadar da cesaretlidir ha...
GÜNDÜZLERİ MARŞ, GECELERİ DANS MÜZİĞİ ÇALAN ORKESTRA
“Yokuş”lu, “çıkış”lı deyimler çokça kullanılır da nedense “iniş”li deyimler bir tuhaf gelir. Nasıl gelirse gelsin, kullanacağım.
Halkevinin Atatürk Bulvarına bakan yukarıdaki kapısından aşağıya bir iniş vardı eskiden. Toprakla kum karışımı bir yoldu bu. Şimdi yerinde beton merdivenler var.
Keşke onu da değiştirmeseydiler. Örneğin bir “yeni zaman gazisi” sakat arabasıyla inebilirdi o inişten aşağıya. Girebilirdi bahçeye.
Önceki yazımda yobaz kafaların, tek erkeklere yasakladığını söylemiştim ya Halkevi bahçesini, nasılsa o kural değişti bir süre sonra. Artık kaç göç kalmamıştı. Sadece ailelere mahsus değildi Halkevi bahçesi. Biz gençler de o güzel bahçenin bir parçası olabildik kimi ikindi serinliklerinde.
Çok yazımda söz ettim. Tekrarı bıktırır” diye kendimi tutuyorum ama edebiyat tutkunu arkadaşlarımla buradaki buluşmalarımızı yinelemekten kendimi alamıyorum. Kendimden alıntı olsun bu da.
“Kimler olmazdı ki o ilk gençlik yıllarımızın “Halkevi Bahçesi”ndeki ikindi buluşmalarımızda...
Cevat Özer, Uğur Cankoçak, Atılay Arsan, Dinçer Oktay, Yurder Teker, Mehmet Baz, Oğuz Atalay… Belki arada bir Onat Kutlar, Seyfettin Başçılar…
Çoğu ya genç yaşında göçüp gitti bu hayırsız dünyadan ya da yitti gurbetimin ırak ellerinde.”
Halkevi bahçesinin gündüzü bir başka güzeldi, gecesi başka… Geceleri balolar düzenlenirmiş Cumhuriyetimizin ilk yıllarında. Ben yetişemedim o balolara. Ancak düğünlerine yetişebildim Halkevi bahçesinin.
Gaziantep düğünlerini de eskiden balolarını şenlendirdiği gibi yine “Belediye Bandosu” şenlendirirdi yıllarda.
Siyah Örümcekler Orkestrası kurulmamıştı daha. Zeki Dinçer, klavyesiyle coşturmuyordu oynayanları henüz.
Orkestranın genç, güzel kadife sesli solisti Edip Akbayram ulusal bir gazetenin düzenlediği ses yarışmasını kazanarak ünlenmemişti.
İçimizi ısıtan, bizi çoğu zaman dans ettiğimiz eşimizle kaynaştıran romantik şarkılarıyla, kimi zaman içimizde paslanmaya başlayan yiğitlik duygularımızı su yüzüne çıkartmıştı henüz Edip. “Kiziroğlu Mustafa bey, bir beyin oğlu…” diye haykırarak.
Varsa yoksa Şehir bandosuydu düğünlerimizi güzelleştiren o zamanlar. Bu, gündüzleri marşlar, geceleri dans müziği çalan orkestra çok yüksek ses çıkartmak zorundaydı. Ki bahçenin öbür ucundaki Elektrik fabrikasının, kentin öbür ucuna dek uzanabilen “pat pat pat”larını bastırabileydi.
BAHÇEDEKİ ELEKTRİK FABRİKASI
En çocukluğum Batman’ın İluh bucağında geçti. Antep Harbi cephe kumandanlarından olan dedem Ökkeş Bahri Günenç oranın Bucak Müdürüydü.
Dedemin İluh’daki görevi sona erdiğinde Gaziantep’e göçmüştük.
Akyol Mahallesi Sadık Çavuş sokağı 18 numaradaki doğduğum eve indi göçümüz. Babası Hacıkara dedemizin Asya nineme bağışladığı evdi burası.
Asya ninem döndüğümüzün ablası Firdevs teyzemize duyurulmasını istedi. Bu iş için daha sonra bana dadılık edecek olan Rabiye ablam görevlendirildi.
O yıl beş yaşlarında filandım. Rabiye ablam ise 18 yaşlarında yeşil gözlü çok güzel bir genç kızdı. Akrabamızdı.
Bu yaşta bir genç kızın tek başına sokağa salınması doğru değildi. Yanında bir erkek bulunmalıydı.
O erkek ben oldum. El ele tutuşup o zamanlar Mektepüstü diye anılan Akyol Caddesinden Çukurbostan’daki Reyhan sokağına doğru koşar adım yola koyulduk.
Vakitlerden bir akşamüstüydü. Sokak lambaları yanmıştı. Sokak lambasının ne olduğunu bilmiyordum. Biz İluh’ta lüküs lambasıyla aydınlanırdık.
Her yer öylesine ışıl ışıldı ki, gökteki bütün yıldızlar yere inmiş sandım. O gece bana bu düşü yaşatan elektrik fabrikasını kim bilir kaç yıl sonra tanıyacaktım.
Fabrika dediğimiz kocaman bir jeneratördü. Bütün kentin elektrik ihtiyacını karşılayan bu jeneratörün çalışması akşam karanlığı basar basmaz başlar, gece yarısını biraz geçinceye dek sürermiş.
Işıkların sönmesi bir türküye bile konu olmuş o yıllarda.
“Alatirik söndü kalkın haşıla/Haşılı da bitirin başlan fasıla/çifte kurşun değsin nezzik taşına/
Gözlerin kör ola, ölesin usta/ ölmeden kabire giresin usta.
Haşıl parasıynan bulgur kaynattık/mangal maşasıynan saçım kıvrattık/ustamın düğününde avrat oynattık/Gözlerin kör ola, ölesin usta/ ölmeden kabire giresin usta.
Ustamın giydiği samanı sarı/Ustam seni soksun al gızıl arı/Ustam paran yoksa etme bu kârı/Gözlerin kör ola, ölesin usta/ ölmeden kabire giresin usta.
Bir direzin çektim sarı sedirlik/İçinde kırıldı zavallı mekik/Acerini almaya yok ki metelik/Gözlerin kör ola, ölesin usta/Ölmeden kabire giresin usta.”
Türküdeki sözcüklerden kimilerinin açılımını yapalım mı?
“Alatirik: elektrik; başlan: başlayın; fasıl: haşıl yoğrulurken yapılan sazlı, şarkılı-türkülü heng; nezzik taşı: kelep halindeki iplikleri ya da ipeği çıkrık ile masuralara sararken kelebin geçirildiği döner aygıt; kabir: mezar; haşıl: ham ipliğin ya da ipeğin bir tür zamk olan kitre ile yoğrularak hamlıktan kurtarılma işlemi; kâr: iş, sanat; direzin: ipliği ya da ipeği işleyerek kumaşa dönüştüren aygıt, tezgâh; mekik: tezgahta bir gidip bir gelerek içindeki iplik ya da ipekle örmeyi sağlayan aygıt; acer: yeni; metelik: On para değerindeki bozukluk. Dört tane on para bir kuruş.
O “on para”lara aklım erer ama o 1940’lı yıllarda da geçmezdi bu bozukluk.
ALLEBENE KARIŞAN SICAK SU
Bu mini elektrik fabrikamız öylesine büyük gürültü yapardı ki, sesi ta Şehreküstü’den duyulurdu. O fabrikayı da çocuk yaşımda yakından tanıma şansını elde ettim.
Küçük amcam Burhan Cahit Günenç’e, “Beni o pat pat pat” sesler çıkartan yere götür,” diye tutturmuşum.
Amcam Kemal Günenç orada ambar memuruymuş. Kemal amcamdan önce halkçı şair Ahmet Ozan yapmış orada ambar memurluğunu. Amcamdan sonra da müzik tutkunu Halil Birecikligil.
Üçü de seçilmiş dürüst insandı. Üçü de bir kuruşuna tenezzül etmemişti kan değer kayıtsız gereçlerle dolu olan bu depodaki şeylere
Ah, nasıl ağzı sulanıyordur kim bilir şimdi bililerinin. “Keşke biz o zaman yaşasaydık, ya da şimdi de olsa böyle vurgun vurulabilecek bir yer…” diye.
Elektrik fabrikasını gezerken amcama o kadar çok soru sormuşum ki, sorularımla başa çıkamayınca kurtuluşu beni fabrikayı gezdirmekte bulmuş o da.
Nasıl büyülenmiştim o ışık üretecinin kaynağını izlerken…
Sık sık bozulurdu bu jeneratör. O zaman ustalar onu onarmak için ter döker dururdu. “Sinema Bir Mucizedir” filminde uzun boylu elektrik fabrikası işçisinin elektriğe kapılarak yaşamını yitirdiği vurgulanır.
Bu sanal bir kahraman mıdır, yoksa gerçek midir bilemiyorum. Ben daha önce duymamıştım. Ancak duyduğum acı bir kaza var.
İşçilerin onaramadığı arızayı gidermek üzere, Fabrika Müdürü Elektrik Mühendisi Kemal Köker kaçak olan bölüme girer. Müdür, loş olan ortamı aydınlatmak amacıyla oradaki buğulanmış camı eliyle temizlemek ister.
Camdaki elektrik kaçağı Köker’i çarparak onun ölümüne neden olur. Bu olaydan sonra Eski elektrik fabrikasının bulunduğu Alleben kıyısındaki caddeye, o fedakâr mühendisin anısını yaşatmak için Kemal Köker adı verilir.
Çalışması sonucu ilkel elektrik fabrikamız sıcak atık su salardı o zamanlar. Alleben’e karışmaya hazırlanan bu sıcak sudan yararlanırdı bebesi olan kadınlar.
Yavrularının boklu bezini kışın “buyduran” soğuklarında o sıcak suda yıkardı anneler.
Yaz aylarında ise, biz çocuklar, bir pınarı andıran o gözeden avladığımız tokaç balılarını, babalarımızın içtiği rakıların boş şişelerine doldururduk.
Kurbağaların daha mini minnacık yavruları olan bu iribaşlara tokaç balığı derdik biz. Nedense sıcak suda yüzmeyi severdi tokaç balıkları.
Onları yakalayıp da ne yapardık, anımsayamıyorum. Hevesimiz geçince dereye salıverirdik herhalde.
Artık ne tokaç balıkları kaldı geride, ne sıcak su, ne elektrik fabrikası, ne de o eski güzelim Alleben…
Halkevi bahçemiz yerinde duruyor ama onun adı da artık Halkevi bahçesi değil, Öğretmenevi.
BİTTİ
NOT: Sonraki günlerde, dernekleştirilerek yeniden yaşama geçirilen Yeni Halkevimizin geçmişiyle, Gaziantep’imizin artık var olmayan yazlık eski çay bahçeleriyle, kıraathaneleriyle, sinemalarıyla, ayakta durma savaşı veren hanları, hamamları, müzeleriyle tanıştırmak istiyorum sizleri.

Fevzi Günenç
Kayıt Tarihi : 6.10.2010 02:05:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Fevzi Günenç
    Fevzi Günenç

    Antoloji'de o kadar çok çeşitli yazılar var ki, Halkevlerinin güzel anılarına zaman ayırmak kimsenin aklına gelmiyor galiba.

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (1)

Fevzi Günenç