Anılarda Güdül 2 Şiiri - Hüseyin Beşler

Hüseyin Beşler
16

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Anılarda Güdül 2

GÜDÜL’DE YAZ MEVSİMİ (1)
_______________________________________________
"Gördüğün manzara,baktığın pencerenin bulunduğu kata göre değişir"
_____________________________________________________
Yaz geceleri milyonlarca yıldızın göz kırptığı gökyüzüne bakarak,ağustos böcekleri sesleri arasında uykuya varmanın mutluluğunu tatmayalı yıllar oldu.
Akşam yemeğini, gün batımında çardakta yerdik. Çardağımızın geniş camsız penceresi sığır meydanına bakardı. Kırlangıçlar gökyüzünün maviliklerinde uçuşur, arada birkaçı camsız pencereye pike yapıp, çardağa dalar, tavandaki kırık tahtalar arasındaki yuvasına birşeyler getirirdi. Çardağın asıl ev sahipleri kırlangıçlardı sanki. Bizi de pek umursamazlardı zaten. Kırlangıçlar Ebem (babaannem) için kutsaldı. Onların rahatsız edilmesine asla izin vermezdi.Kırlangıçların evimize bereket getirdiğine inanırdı. Çardağın zoraki misafirleri, havalar soğumaya başladığında ortadan kaybolurlardı. Gelecek yaza kadarda görünmezlerdi.
Tarhana çorbası, bulgur pilavı, ayran veya cacık, salata akşam yemeğinin değişmez menüsüydü. Bazı akşamlar kuru fasulye, nohut,pirinç pilavı ve seyrekte olsa arada bir tavuk etiyle menü çeşitlenirdi.
Laciverte yakın gece mavisi ortalığı kaplayıp, yıldızlar gökyüzünde ışıldarken biz KAŞa (gaş: evlerin toprak damı) çıkardık. Yan yana, birbirine omuz vermiş kerpiç duvarlı evlerin toprak damları insan siluetleriyle dolardı. Gaştan Gaşa geçerek mahallenin bir başından öteki ucuna varmak mümkündü. Komşu gaşlardan kadınlar bir araya toplanıp, sohbet eder kahkahalar atarlardı. Biz çocuklar oturur, beştaş oynar, bazende masal anlatan ebeyi dinlerdik. Erkekler kahvede olurdu. Elektirik yoktu.
Mehtabın aydınlığı elektriği aratmazdı. Ayışığında herşey herkes başka bir güzel olurdu. Güneşin,keskin ışığının ortaya çıkardığı detaylardaki çirkinlikler, ayın nurlu aydınlığında silinirdi.
Kaşlara (toprak damlara) serilen eski şilteler, yamalı yorganlar, saray yataklarından daha rahattı sanki... Komşunun genç kızı Hatice ablanın esmer yüzü, iri siyah gözleri mehtabın aydınlığında Türkan Şoray dan daha güzel ve çekiciydi. Yıllar sonra,Yunan mitolojisinden tanıdığım Afrodit bile, Hatice ablanın ay ışığındaki endamını görse kıskanırdı mutlaka… Güneşin ortaya çıkardığı kusurlarını, kirli saçlarını, kuru cildini nasılda gizliyordu Ay…
Çoğu zaman yatsıdan sonra karnım acıkırdı. Ebem iki veya üç zeytin tanesinin çekirdeğini çıkarır, bir parça bazlamanın üzerine sürerdi. Aslında zeytin yemelik değil tadımlıktı. Bazı gecelerde ise o tadımlık zeytin bile bulunmaz, bazlamanın üzerine tuz döker, iki iri diş sarmısağı sürerdi.Çocukluğumun bulunmaz lezzetleriydi bunlar. Birde babannemin yağsız, salçasız, bol sarmısaklı, çömlekte kaynamış tarhana çorbası….
Gece yarısına doğru bozkırın hafif serinliği çökerken, şilteler serilir, yavaş yavaş yorganların altına girilirdi. Gökyüzünde milyonlarca yıldız göz kırpar, sesler kesilmeye başlardı. O güzel yaz gecelerinin serinliğinde, yıldızların altında,huzur dolu derin bir uykuya dalardım.
1950 li yıllar ailemiz için zor yıllardı herhalde. Ancak ben zorlukları kavrayamayacak kadar küçüktüm. Hafızamın derinliklerindeki sisli enstantaneler, Çocuk beynimin kavrayamadığı büyük yokluk ve sıkıntıların yaşandığını algılatmak ister gibi hala mevcudiyetini koruyor.
Benim Şiltem yuvağın hemen yanındaydı. YUVAK toprak damlı evlerle özdeşleşmiş bir araçtır..Aslında kerpiç duvarlı, toprak damlı evler anadolu insanının bozkır iklimine uydurduğu en mükemmel yapı tarzıdır. Kışın soğuğuna, yazın sıcağına karşı doğal bir sığınak özelliği taşır. Ancak bu evlerin çilesi de çoktur. Yağmurla aşınan kerpiç üzerindeki sıvalar yaza doğru yenilenmek ister. Asıl bakım damlara yapılır. Meşeddüren (Meşhedlik) den eşek sırtındaki küfelerle çorak toprak getirilir. Sırtlarda dama çıkarılır. Damın her tarafına yayılır, yuvakla iyiçe ezilirdi. Damın kenarlarına doğru akıntı eğimi verilir, uçlara teneke veya tahtadan oluklar yapılırdı. Olukların uzunluğu 50 cm-1 m. Cıvarında olur, akıntının saçakları bozması engellenirdi. Bu oluklara ÇÖTEN (söylenişte ö sesi uzatılır) denir, çürüdükçe yenilenirdi. “Çorak toprakta ot bitmez” denir ama nedense her baharda “kaş kıyıları”, “çöten başları” otla dolardı. Otlar baharda güzelce temizlenir, yuvakla toprak pekiştirilirdi. kaşların yıllık bakımları iyi yapılmaz, çoraklanmaz, kaymak gibi düzlenmezse, kış mevsimi felaket gibi çökerdi. Yağmur ve kar suları tavandan yer yer sızmaya başlar, leğenler dolar dolar, boşaltılırdı.
Kışın soğuğundan korunmak için, titrek gaz lambası ışığıyla aydınlanan, Ocakla veya odun yakılan teneke sobayla ısıtılan küçük bir loş odada bütün bir aile yaşamak zorundaydı. Uzun kış geceleri hep bu odada geçirilirdi. Sobanın önünde bir mangal durur, korlar bu mangala alınırdı. Yemekler genelde sobada veya mangalda pişerdi. Sobanın veya mangalın üzerinden su dolu GÜĞÜM hiç eksik olmazdı.
Gece, sobasız odada yatacak olan amcamın yorganının altına sıcak güğüm veya (hatta) mangal koyularak yatağın ısınması sağlanırdı.
Bahar gelip havaların ısınmasıyla tek odadaki mahpusluk hayatı biterdi. Çardak, sobasız geniş odalar ve kaş kulanıma geçerdi. Kırlangıçlar gökyüzünde dönmeye başlayınca da kaşlara çıkardık.

DEDEM
_____________________________________________________
" İki insan arasındaki en kısa mesafe bir tebessümdür."
____________________________________________________
Kırlangıç ailemiz için garip bir kutsallık taşırdı. Dedem, amcama kırlangıç gibi olmasını öğütlerdi..
Kırlangıç’a sormuşlar
_Niçin düz uçmuyorda aşağı- yukarı, sola- sağa yalpalı uçuyorsun?
Kırlangıç cevap vermiş.
-Dünyada bela çok. Heryerde bela hazır. Böyle uçarak belanın altından üstünden, sağından solundan geçip, kendimi koruyorum…
Dedem amcama hep beladan kaçmasını öğütlüyordu.Belkide hasretini çektiği, mahpushanedeki babamın akibetinden korumak istiyordu. Çünkü babam beladan kaçamamış,mahpusa düşmüştü. Çoçukluğumun 3-4 yılı babasız geçti. Zavallı dedem babamın hapisten çıktığını göremeden,evlat hasretiyle öldü.
O nu kaybettiğimiz hangi mevsimdi tam hatırlamıyorum ama hava soğuktu.. Bir gece loş küçük odada bir telaş oldu..”can veriyor..okuyun. şehadet verin” gibi sesler duydum. Hastalığının ne olduğunu,nekadar hasta yattığınıda hatırlamıyorum. Daha sonraları babamdan, dedemin kalp romatizmasından öldüğünü öğrendim. 4yıl süren dünya harbi ve 2 yıllık istiklal harbinin her türlü meşakkatine dayanan yürek, romatizmaya yenilmişti.
Herhalde ertesi gündü.Evin önünde kocaman kara bir kazanla su kaynıyordu. Odada kadınlar ağlaşıyordu. Dış kapının iki kanadı ardına kadar açılmıştı. Çardakta oturan birkaç erkek vardı..Ebem beni bütün bu olaylardan uzak tutuyor, olanların farkına varmamam için elinden geleni yapıyordu. Küçücük çocuk yüreğimde, baba yerine koyup bağlandığım dedemin acısının derin yaralar açacağını kavramış olmalıydı. Yanımda hiç ağlamadı. Dedemin cenazesi icin sokakta su kaynatılan kazanın yanına getirdi.Patatesleri yanınmıza koyarak, közleyip yememi söyledi.Komşumuzun oğlu arkadaşım İsmail (Tuncay) ile patates közledik. Ebem, beni oyalayacak başka meşgaleler buldu.Bir zaman dedemin yokluğunu hiç hissetmedim Ebemin Okuma yazması yoktu. İlmi yoktu. Ama Birçok anadolu kadını gibi irfanı vardı…
Ben dedemi çok severdim. Dedemde bana diğer torunlarından daha fazla bağlıydı. Benim üzerime titrerdi. Ben, onu yanımda olmayan babam yerine koymuş, baba gibi sevmiştim. O, beni, genç yaşında hapishaneye düşen sevgili oğlunun yadigarı bilmiş, baba yokluğunu hissettirmemek için bağrına basmıştı. İkimizin adı da Hüseyin di. İkimizde birbirimize çok bağlıydık. Ancak bu sevgiyi bilinçli bir şekilde yaşayamadan aramızdan ayrıldı dedem. Onun yokluğunu eksikliğini, bana olan sevgisini aklım erdikçe daha iyi anladım.
Dedem 1959 da yaklaşık 64 -65 yaşlarında bu dünyadan göçtü. Karanlık evin sergeninde, ondan geriye kalan; eski bir asker kaputu, uzun bir kılıç, bir kama(veya kasatura) ve eski bir tabanca bir müddet benim oyuncağım oldu. Bunlar sonradan ne oldu, nerelere gitti bilmiyorum.
Yıllar sonra babam, - ölmeden birkaç yıl önce-
“Sen tarihçisin, kıymetini bilirsin” diyerek, dedeme ait istiklal madalyasını, Birinci dünya harbinden kalma Osmanlı Nişanını ve Hislon marka saatini bana verdi..
Onları I. Dünya harbi ve İstiklal harbinin kahraman gazisi, sevgili dedemin en değerli ve kutsal bir hatırası olarak saklıyorum.
O, tipik bir Anadolu Türküydü.. Gençliği, Osmanlıyı yıkan, Yeni Türk devletini kuran harplerde geçmişti. Tüm zorlukları, yoklukları, acıları, ızdırapları yaşamıştı. Birinci dünya harbinin sonunda (Güdüle dönüp) nişanlanmış,düğünü yapamadan istiklal harbine katılmıştı. Ülke kurtulup,yeni bir devlet kurulmuştu ama dedem ve arkadaşları yokluklar içinde ömürlerini tüketmişlerdi..
O, kuşak bambaşka bir kuşaktı mutlaka..
Tipik anadolu Türkü;
Barışta,paylaşımda ve hizmette unutulan, savaşta ve vergide hatırlanan...

SABAH(ÇI) KAHVELERİ
----------------------------
Basit bir insan, zamanı nasıl öldüreceğini, Değerli bir insan da nasıl kazanacağını düşünür.
----------------------------

Sabah erken uyanırdım. Uyanır mıydım yoksa kahveyi açmaya gidecek olan dedemin sabahın alaca karanlığında el yordamıyla giyinişinin,hazırlanışının tıkırtılarıyla mı uyanırdım bilmiyorum. Dedem kahveciydi. Sabah ezanında kahveyi açar. Çay suyunun kaynadığı küçük kazanın altındaki külleri temizler,itinayla yerleştirdiği meşe odununu tutuşturur, kahvenin ortasındaki büyük sobayı yakardı. İri çam ve Meşe odunları çırayla tutuşturulurdu.. Sonra karşıdaki Pazar camisine gider, namazını kılar, döner, çayı demlerdi. Demliğin altında meşe odunu tercih edilirdi Çünkü meşenin odunu dayanıklı olur ve koru uzun süreli ateşini korurdu.. Güdülde o yıllarda kömür hiç yoktu. Yakıt olarak tezek ve odun kullanılırdı. Güdülün odun ihtiyacını kuzey sıradağlardaki orman köylerince karşılanırdı.Her Pazartesi sabahı Sorgun, Yelli gibi köylerden katır ve eşek sırtında çam ve bilhassa meşe odunları getirilir, Pazar camisinin arkasında satılırdı. Yanlış hatırlamıyorsam bir eşek yükü meşe odunu ortalama 7-8 liraydı.
Dedem camiye girer, ben de yukarı fırına giderdim. Sedirellerin (Sedir Ali) Ali amcanın fırını, yukarda çarşının girişindeydi.(O yıllarda tek ekmek fırını vardı.Mahalle aralarında da bir iki tane çörek,börek yapılan fırın vardı.Daha sonra Pazar camisinin arkasına bugünkü belediye fırını yapıldı.) Sabahın alacasında fırında hamurun elle yoğruluşunu seyrederdim., Simitlerin büyük bir kazan içinde kaynayan koyu renkli bir suya atılıp çıkarıldıktan sonra fırına sürülüşünü sabırsızlıkla izlerdim. Orada benim gibi simit sırası bekleyen beş altı çocuk daha olurdu. Hepimizin elinde ucunda T harfi gibi bir tahta çakılmış uzun bir sopa olurdu..Dışardaki kış ayazına nispet, taş fırında yanan odunların sıcaklığı yüzümüze vururken, ısınan vucutların tatlı rehaveti, bize zevk ve huzur verirdi. Şimdi doyumsuz, mutsuz çocukları gördükçe o fırın sıcağındaki mutluluğumu hatırlıyıor acı acı gülüyorum.
Fırından çıkan simitler sırası gelen çocuğun sopasına 20-30 adet dizilirdi. Simitlerini alan “SİMİTÇİİİİ” diye bağırarak çarşıya doğru koşardı. Çarşıda,kahvelerde o simitleri satardık. Bende simitleri alır çarşıda bir tur atar daha sonra dedemin kahvesine gelir kalanları orada satardım. Bir simitten iki kuruş kazanırdım.25 simitten elli kuruşç kazanırdım. 50 kuruş çok paraydı. Ama hergün 25 simit satmak pek nasip olmazdı.Çoğuğu gün 20- 25 kuruşla yetinirdim. Bir çayın,bir simitin 10-15 kuruş olduğu yillardı. Ortası delik ikibuçuk kuruşların geçerli olduğu zamandı. İkibuçuk kuruşa yüz para da denirdi. 40 para Bir kuruşun karşılığıydı. Babamın çocukluğunda bir kuruşta önemli bir paraymış. Dedemin zamanında ise 10 para hatırı sayılır bir çocuk harçlığıymış.
Sabah namazından çıkan yaşlılar, petrol varilini andıran büyük sobanın etrafında halka olurlardı. Sobanın yanları yanan çamların ateşinden nar gibi kızarırdı. Dışarının ayazından kurtulup sobanın başına çöreklenenler yavaş yavaş gevşerken,dedem çaylarını getirir, ben simitlerini verirdim. Çoğunun dişleri eksikti. Onlar Gevrek simiti çiğneyemez, çayın içine sokup yumuşatarak yerdi. Bu arada koyu bir sohbet başlardı. Sohbetlerin çoğu,günlük bağ,bahçe, alışveriş işleri olurdu.Yakın veya uzak Köy ve kasabalara (YABANA) giden çerçicilerimiz vardı. Onların anlattıkları sohbetlere renk katardı.
Benim en çok ilgimi çekense dedem gibi harp gazilerinin anlattığı savaş hikayeleriydi. Bunları dinlerken başka alemlere dalar giderdim. En büyük üzüntüm,gençlik yıllarımda bile hala var olan birkaç gazinin anılarını derleyememektir. Her sabah hiç aksatmaksızın aynı kişiler kahvenin müdavimleriydi. Bazen yenileri de eklenirdi ama müdavimler değişmezdi.
Etcimezin Memet (Dedemin dünya harbi arkadaşı, çarsida Gudül pazarı günleri seyyar köfte, şiş kebap yapar, yazları kocakayadan getirdiği karlarla soğuttugu visne şurubunu satardı.)
Dıllanların İsin (Hüseyin), yukarı mahalledendi. Güdülde carşı icinin ve çarşıya inen yolların parke taşlarını yapar, zaman içinde bozulan tasları bir iki yılda bir yenilerdi.
Tenekeci Süleymen, Güdülün ilk fotoğrafçısı ve Kahvenin baş müdavimiydi.. Tenekeci dükkanı kahveye yakın çarşının bitiş, mahalle sokağınin başlangıc yerindeydi. Karşısında Halillerin mehmetin kunduracı dükkanı vardi. Süleyman amca tenekeci olarak adlandırılsa da, su tesisat işleri mesleğiydi. İ yi bir zanaatkardı. Fotoğrafcılık ikinci mesleğiydi. Akıllıydı. Eli her işe yatkındı. Güzel konuşurdu. Her sabah dükkanını açmadan kahveye gelir, çayı ile simidini yer, bir-birbuçuk saatlik koyu bir sohbetten sonra dükkanını açmaya giderdi. Hoşsohbet bir insandı. Sohbetine kattığı esprilerle kendini bikmadan dinletirdi.
Deli balta, Diğerlerine göre daha gençti, Yukarı mahalleden olduğundan çarşıya çıkarken kahveye mutlaka uğrardı. Sonradan Belediye fırınını kiraladı. karşı komşumuz oldu. Fırıncılığı sürdürürken genç denilecek yaşta vefat etti.
zambalların Mustafa, da çarşîya inişlerinde kahveye uğrayan müdavimlerdendi.Bir ayağı dizden hiç kırılmaz, deynekle yürürdü. Takma dişleriyle arada bir beni korkutur gibi yaparak takılırdı.
Omastaların mustafa amca, ağırbaşlı, çok fazla konuşmayan iyi bir dinleyici idi. Emirler veya pazar camisi imamlarından Hoca da sabah namazindan sonra sobanın başında yer alanlardandı. Bağıra bağıra azarlar gibi konuşur veya bana öyle gelirdi. İsmini hatırlamiyorum ama oğlu HOCANIN CEMAL adıyla anılan cemal amcam, belediyede uzun yıllar zabıtalık yapti. Uzun boylu, asil davranışlı biriydi ....Bunlar hatırlayabildiğim isimler.. Ancak zihnimin derinliklerinde o kadar güzel silüetler var ki isimleriyle çıkaramıyorum.
Konyalı Ali, Hafızamda kızıla yakın iyi taranmış saçları olan, güzel giyimli, taşralıdan çok şehirli görünümlü, gözlüklü sevecen biri olarak kalmış.. Güzel konşurdu. Kendisini dinletirdi. Hep boyalı iskarpin giyerdi. Güdülün sağlık memuru olarak hatırlıyorum.
saat 9 a doğru sobanın etrafı boşalmaya başlar herkes işine gücüne giderdi.Ama daima birkaç ihtiyar kalırdı.
Kahveler Güdüllünün İçtima alanı gibiydi. Sabah namazını kılanların, evinden çıkanların ilk durakları kahveler olurdu. Genelde sabahları yaşlılar, öğleye doğru ise orta yaşlılar öğleden sonrada gençler kahvenin müdavimleriydi. Öğleden sonra ve akşamları kahvelerde İskambil,domino,tavla eğlence araçlarıydı..
Güdül de Kahve sayısı pek az olmadı. Halkın çoğunun, boşuna vakit öldürdüğü kötü bir alışkanlık olarak sürüp geldi. Bu kötü alışkanlığı bir türlü olumluya çeviremedik. Günümüzde de sigara dumanları içinde, çeşitli oyunların oynandığı tembellik izleri taşıyan mekanlar olarak yaşıyor.

BERBERLER
----------------------------
Çok süslenenlere bakın; Hepside gizlenmek istiyordur.
----------------------------

60 lı yıllar, bu satırları yazıldığı yıllara nispetle mutlaka daha güzel yıllardı. Teknoloji bu kadar gelişmemişti. İmkanlar bu kadar geniş değildi. Lüks hayat ve konfor böylesine uçlarda değildi. Yokluklar vardı. İmkanlar kısıtlıydı. Ulaşım ve haberleşme kısıtlıydı.Özel araba ancak zenginin kapısında bulunurdu. Telefon Güdülde sadece postahanede ve karakolda vardı.
Hepimiz fakirdik. Giyecağimiz yoktu. Var olan giysilerimiz mutlaka yamalı olurdu. Yiyeceğimiz yoktu. Veya açlığı yatıştırırdık, beslenmekten ziyade..Yarı aç yarı tok yokluklarla yaşanan günler çok ta fazla sıkıntı ve ızdıraplı gelmezdi bize veya öyle hissetmezdik. Çoğunlukla bütün komşuların çektiği yokluk,yardımlaşma ve tevekkülle etkisizleştirmeye çalışılırdı. Yalınayak, başı çıplak sabahtan akşama dek sokaklarda oyun peşinde koştururken açlığımızı hisetmezdik.Babaannem zorla elime bir parça bazlama sıkıştırmasa yemek aklıma gelmezdi. Oyun arasında yediğim o katıksız bazlamanın tadına doyum olmazdı. Yetersiz beslenme vardı güya ama sağlıklıydık. Günümüzde çok iyi beslenen, Mc donaldslarda,Chickenlerde damak lezzetine varan balık eti vücutlu,tombul çocuklarımız var ama sağlıkları tartışılır herhalde..
Saçlarımız yaz kış hep üç numara traş olurdu. Çocuk saçlarının uzamasına asla fırsat verilmezdi. Berberde ilk traşımı dedemin yaptırdığını hatırlarım. Çarşıda caminin karşısında,(Mamaların) Hasan Hüseyin amcanın berber dükkanı vardı. Bizim kahve komşumuz ve müşterimizdi. Berberde koltuğun üzerine(boyumun yükselmesi için) bir kutu koyuldu ve onun üzerine oturdum. Dedem yanımdaydı. Ayak koymak için kullanılan tahta basamağın altında fare olduğu söylenerek dikkatim oraya çekildi. Ben fareyi beklerken traşım oldu bitti. Ondan sonraki traşlarımda da aklım erinceye kadar fareyi aradım. Hatta büyüdükten sonra bile, berberde tahta bir basamak görsem hep aklıma fare geldi ve gülümsedim..
Hasan hüseyin amca berberliği bıraktıktan sonra Berber Kemale (Evirgen) traş olmaya başladım. Artık dedem ölmüş,babam grelmişti. Berber Kemal babamın arkadaşıydı. Oraya da ilkönce babamla gittik. Daha sonraları ise kendim.
Berber Kemalin dükkanı çarşının ortasındaydı ve bir sinema salonu gibiydi.Duvarların tamamı tavandan tabana o yılların ünlü magazin dergilerinden (SES, Hayat gibi) kesilmiş artist ve ses sanatçılarının poster ve fotoğraflarıyla kaplıydı. Kimler yoktu ki; Ekrem Bora, Leyle Sayar, Nilüfer Aydan; Neriman Köksal,Göksel Arsoy,Eşref Kolçak, Orhan Günşiray, Ayhan Işık, Muzaffer Tema, Fikret Hakan, Belgin Doruk, Aysel Tanju,Tamer Yiğit, Özden Çelik, Semra Sar, Pervin Par, Fatma Girik, Türkan Şoray ve daha niceleri.. Hayallerimizin kahramanları, rüyalarımızın romantik aşıkları…
Kemal amca saçlarımı alaburus traş ederdi. Gözlerim duvarlardaki resimlerde gezerken bazen Ayhan Işık, Bazen Fikret Hakan olur, Filiz akına, Türkan şoraya aşık gözlerle bakardım. Çocukluk beğenisiyle o cansız güzellerden gözlerimi ve hayallerimi kurtaramaz vaktin nasıl geçtiğini anlamazdım. Kemal amcanın, yüzümdeki ensemdeki kılları temizleyen fırça darbeleri, o hayal aleminden uyandırırdı.
Berber Ziya ve abisi(Karaman) , Berber Hacı ve Kemal (Evirgen) ,Berber Enverin Mehmet tanıdığım ilk berberlerdi. Bizim kuşaktan ve sonrakilerden,Berber Dursun,Berber Ünal ve Naci kardeşler,Berber ismail, Berber Zihni bu mesleğin ustaları oldular. Diğer zanaatlarda olduğu gibi, berberlik te de çıraklık- kalfalık- ustalık süreci; sabır ve gayret isteyen uzun ve meşakkatli bir yoldu..Güdül de Ahi kültürünün izleri bu şekilde günümüze kadar sürmüştü. Çırak- Kalfa- Usta ilişkileri yazılı olmayan ama herkes tarafından bilinen ve uygulanan çok ciddi kurallara bağlıydı. Temelde sıkı bir disiplin hakimdi.
Çırak Uzun bir zaman, bakarak öğrenme süreci içinde," getir-götür,temizle" gibi basit işlerle mesleği tanırdı. 10-12 yaşlarında çıraklığa başlayan çocuk bir yandan mesleğe ısınırken öte yandan uyumlu,itaatkar, sorumluluk duygusu gelişmiş,dürüst, saygılı bir kişilik kazanır veya kazanması hedeflenirdi.Çıraklık süreci mesleğe göre ortalama beş yıl sürerdi.
Mesleği ana hatlarıyla kavrayan çırak, Kalfa olurdu. Kalfalık bir usta gözetiminde mesleği icra edebilme bilgi ve becerisiydi. Kalfalık süreci de yaklaşık çıraklık süresi kadardı. Ancak Kalfa, maddi ve sosyal imkanları oluştuğunda kendi dükkanını açardı.
TERZİLER
----------------------------
Elbiselerini kendilerinin en önemli kısmı yapanlar; elbiselerinden daha değerli olamazlar.
----------------------------
Bütün ülkede olduğu gibi,Güdülde de en cazip zanaatlardan birisi terzilikti. Eskilerin kirli meslekleri; nalbantlık,semercilik artık pek rağbet görmüyordu.Otomobilin yaygınlaşması ile oto tamirciliği de iyi bir meslek gibi görünse de bu mesleği öğrenmek için Ankara ya gelmek gerekiyordu. Para yönünden cazipti ama o da ağır ve pis bir meslekti. İşte bu şartlarda en temiz,rahat ve para kazanabilecek zanaat terzilikti. 1930 lu yılların sonlarına doğru Güdüllü gençlerden bir çoğu zanaat ve bilhassa terzilik öğrenmek için Ankaraya gelmişlerdi. Mesela Amcam bunlardan biriydi. Bu kuşak içinde iyi terziler yetişti. Ekonomik durumları ve sosyal çevreleri gelişti. Ankara'da mesleklerinde başarılı oldular.Genelde hepsi çevrelerinde dürüstlükleri,çalışkanlıkları,mesleklerindeki saygınlıklarıyla tanındılar. Kendilerinden sonra gelen kuşaklara öncü oldular. Mesleklerini sonraki kuşaklara aktardılar..Ankarada Ulus işhanı,Anafartalar caddesi, Güvercin sokak mekanlarıydı.,Güdülün 1940 lı yıllardaki gençlerine Ulus ve çevresi iyi bir gelecek hazırlıyordu.
1960lı-70li yıllarda Güdül de iyi terziler vardı.Ankaradaki meslektaşları kadar çok kazanamasalar da en azından gurbette değillerdi.Terzi Mehmet Bilgen, Terzi Yusuf, Halillerin Mehmet Ali, Arif kocerin babası, Emin dayı, Terzi Vahit Ulucan, Zafer ve Süleyman Dündar'ın babaları Musa amca, Terzi körküt, ilk akla gelenlerdi.

O yıllarda Güdül'de Elbise diktirmek herkesin harcı değildi.Genelde hali vakti yerinde olanlar yeni elbise diktirebilirlerdi. Terzilere en çok tamir için gidildiğini hatırlarım. Tornistan terzilerin en önemli gelir kaynağıydı. Gömleklerin yakası ters çevrilip dikilirdi. Rengi atan veya bozulan ceketler, paltolar ters yüz edilip diklir, yeni hale getirilirdi. İşte tornistan buydu. Tornistan edilen ceket, mendil cebinin soldan sağa geçmesiyle anlaşılırdı. Pantolonlarda en önemli tamir ise suvari denilen ve Pantolonun oturak kısmına yapılan büyük yamaydı. Bu yamayla birlikte iki dize iki büyük yama daha yapılır, tamir işi tamamlanırdı. Pantolon uzun bir süre daha kullanılır hale gelirdi. Bu yamalar genellikle kumaşa yakın renklerde olduğu gibi bazende çok aykırı renklere de rastlanırdı.
O dönemler diz altı yandan düğmeli, bacakları saran pantolonlar giyilirdi. Basen hizasında yan cep altında geniş potluklar bulunurdu. O pantolonu genelde orta yaş ve üzeri olanlar giyer,heybetli bir duruş verir, toplumda ağır bir izlenim uyandırır..Pantolonun altına mutlaka parlak siyah bir iskarpin giyilmeliydi. Yoksa yün çorabın üstüne giyilen soğuk kuyu lastikler, bu pantolonun asaletini sondürürdü.

ÇARŞI
------------------------------------------------------
Zamanla yarışılmayacağını, zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim..
-----------------------------------------------------
Gudül çarşı içi ; Ortasinda bIr çinar ağacinin ve caminin yer aldiğı geniş bir meydandi. Aslinda cok geniş değıl hatta dar bir meydan olmasına ragmen, çocuk gözümün büyüttüğü bu meydanın ortasında; cami ile çınar ağacı arasında dikdörtgen bıçıminde bir ada gibi, bir sıra dükkan vardı. Bu dükkanlar çınar ağacına bakan taraftaydı. Cami tarafına bakan , dükkanların arka kısmında ise, çarşı tuvaletleri ve abdest alma yerleri vardı.

Çarşıdan han arkası ve yenimahalleye dogrü açılan yolun solunda kalaycıoglunun kahve sağ tarafında belediye binası vardı. Belediye binasının han arkasına tam cıkışındaki zemin dükkanda, hacımolların hacı ömerin babası gazyağı satardı. GAZYAĞİ ve İSPİRTO önemliydi. Evlerde aydinlatmada kullanılan şişe camlı gaz lambasının yegane yakıtıydı. Ayrica çarsı ve carşıya camiilere giden anayollara dikilen direklere asilan lüks (havagazı da denirdi) lambalarında da gaz kullanılırdı. Hava kararinca bekçiler yaktıkları lüks lambalarinı direklere asarlardı.Lüks lambaları gazı bitinceye veya gömlegi patlayıncaya kadar yanardı. lüksün gömlegı ,püsküren gazın yanarken aydınlık vermesini saglayan özel bir bez kumaştı. Ertesi günü direklerdeki lüks lambaları bekciler tarafından toplanîr, gazları doldurulur, patlayan gomlekleri değiştırilir, akşama yanmaya hazır hale getirilirdi.Lüks lambalarını yakmakta kolay değildi. Önce pompalanarak sıvı gaz sıkıştırılır, gömleğin alt tarafındaki hazneye koyulan ispirto ateşlenir ve gömleğe doğru püsküren gazın ateş alması sağlanırdı. O yıllarda gazyağı herşeyimizdi. Evlerde yemek pişirmede ocagın yerini gazocağı almaya başlamışti. Gazocağida gazyağı ile yanar ateşlenmesinde ispirto kullanılırdı.

Çarşıdan aşağı mahalleye doğru , kalaycıoğlunun kahvenin önünden açılan yol LEBLEBİCİLER sokağına girer. Yolun iki yanı boyunca Leblebici dükkanları yer alırdi.Tahminimce 30-40 dükkan vardı.Bu dükkanlar Her gün leblebi üretirdi. Leblebiciler sokağının sonuna doğru yolun sonunda bir han vardı. Güdül pazarı günü gelen köylülerın hayvan bağladıkları bir yerdi. Benim hatırladığım 50 li yılların sonunda Han özelliği kaybolmustü. Arada bir burada horoz dövüşü yaptırıldığını hatırlarım. Leblebiciler sokagından, hanın tam karşısında sola doğrü açılan sokak, ilerde sağda tek katlı, taş beton bir binaya götürür. Burada, Güdül postahanesi ve Güdül Halkevi yeralırdı.

Postahane ve Halkevinin bulundugu binanın alt tarafında , derenin hemen kenarında Hamam dediğimiz taş bir bina vardı. Bu binaya hamam derdik ama hamam olarak kullanıldığını hiç hatırlamam. Zaten hamama benzerbir yapı değildi. 60 lı yılların başında yabancı biri bu binayı kiraladı. sinemaya olarak dizayn etti.bir iki yıl sinema olarak çalıştırdi. Daha sonra sinemayı babam satın aldı.. ve orada ilk sinemacilığımiz başladı.

Çarşıdan aşağı mahalleye doğru ikinci bir yol çınarın hemen yanından güneye doğru sonrada batiya dogru yönelir. Durmuşağaların manifatura dükkaninın, Genişağanın, Tahsinin (takma saç) bakkal dükkanları önünden geçip sağa dondüğünüzde, sağınızda aşağı kahve yer alır. Kahveyi Mehmet amca işletirdi. Çok efendi mazbut ,olgun düzgün bir insandı. kahvenin karşısında memurlar lokali, Sonradan BAKkala çevrilmiş derici dükkanı VARDI. Efelerin mehmet amcamın kasap dükkanı bunlarin asağısındaydı.
Ve yanılmıyorsam 60 li yılların ilk yarısında Musa Kazım Kadıoğlü Güdülde lk gazoz fabrikasinı bu yolun alt kısmında sol tarafta açtı..
Musa Kazım amca. çok iyi bir insandı.... Hic kimseye kötülük düşünmezdi..Uzun diz üstü cizmelerini giyer, büyük ònlüğünü takar, kasalardaki boş gazoź şişelerini derin su dolu kazanlarda yıkar, gazoz dolumuna hazir hale getirirdi. Sonra zuladaki birasını yudumlardı.Bir yandan gazozlar şiselere dolarken, öte yandan bira şişeleri boşalîrdı..Tek kötü tarafı içmesiydi demiyeceğim, Çünkü onun tercihiydi. Ben onu sadece O guzel atlara binip giden güzel insanlardan biri olarak hatırlayacağım..Çocukları da güzel insanlardı. Hele bir kac yıl once vefat eden Galip kadıoğlunun bende ayri bir yeri vardı. O da zamansız genc yaşında kaybettigimiz " o guzel insanlar "kervanına katıldı.

Hüseyin Beşler
Kayıt Tarihi : 29.6.2009 22:33:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Berk Nazlı
    Berk Nazlı

    Gerçekten mükemmel olmuş..
    Ben de güdüllüyüm.Geçen gün anneme okudum çok duygulandı.Gerçekten her şey yaşadığı gibiymiş.O da yazıda geçen mekanlarda büyümüş ..

    Cevap Yaz
  • Osman Erdoğmuş
    Osman Erdoğmuş

    Doğum gününüz münasebeti ile uğradığım sayfanızda,
    Bu güzel çalışma ile karşılaştım.
    Tebrik ederim

    Yaşayacaklarınız,
    Yaşadıklarınızdan daha renkli,
    Daha hareketli,
    daha bereketli

    Geçmesi temennisi ile
    Doğum gününüzü tebrik eder
    Sağlık Afiyet Başarı dolu bir ömür
    Yüce Rabbimden niyaz ederim

    Osman ERDOĞMUŞ
    SAKARYA

    Cevap Yaz
  • Meltem Ege
    Meltem Ege

    heeeyy gidi günler...
    çok güzel bir düz yazıydı can...

    Cevap Yaz
  • Salim Erben
    Salim Erben

    Bazen okuduklarımda kendimi buluyor um
    öylesine içten soluyorum ki o satırlar
    beni benden koprıyor geçmişe dönük nevarsa saklı anılarda bir bir yaşatıyor yaşıyorum
    bu değerli eserde ben kendimi buldum daldım gittim işte böyle kutlarım yazarı

    Cevap Yaz
  • Âşık Çağlari Muammer Çalar
    Âşık Çağlari Muammer Çalar

    Yüreğinize sağlık hocam
    saygılar usta kaleminize

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (6)

Hüseyin Beşler